Herkes de geçen yılın muhasebesini yapmaya çalışıyor. Gelecek yıl için de kendilerine göre öngörülerde bulunmaya çalışıyorlar. Olup bitenleri insanlık daha fazla, daha derinden anlamaya çalışıyor. Aslında daha çok da anlaması gerekiyor. Çünkü gerçekten de 2011 herkes açısından zorluklarla, çatışmalarla dolu önemli olayları içeren, değişiklikler ifade eden bir yıl oldu.
2011 yılı için baştan ifade edilen büyük mücadele ve değişim yılı olacağı tanımları aslında pratikte tamı tamına doğrulandı. Değişik alanlarda herkes çok büyük bir çaba, mücadele, arayış içerisinde oldu. Tarihte yeri olacak, izi olacak önemli değişiklikler de yaşandı. Dönüp geriye bakıldığında yaşanan olayların hiç de öyle küçümsenemeyecek türden olduğu rahatlıkla görülür. Böyle yoğun bir mücadele ve değişim içerisinde 2012 yılına giriliyor. Herkes bu çerçevede yeni yıla girmeye hazırlanıyor. Tabii yeni yılın da aynı zorluk içinde, çetinlik içinde var olanı daha da derinleştirip sonuca götürecek düzeyde geçeceği daha şimdiden anlaşılıyor. Bu bakımdan da herkesin daha ciddi, daha yoğun arayışçı ve çaba sahibi olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Bizim açımızdan da tabii çok kapsamlı ve zorluklarla dolu bir mücadele yılı oldu. Kürt sorununun çözümünde kalıcı adımların atılacağı, kararların verileceği final yılı olacağı biçiminde değerlendirmiştik. Söz konusu tanımlara, değerlendirmelere denk düşen bir yıl yaşadık. Belki sonuçları tam görünür duruma gelmiş değil. Derinliği, tarihiliği şimdiden kolay anlaşılır değil. Ama geçen yıl Kürdistan’da büyük bir mücadele yaşandı. Unutmayalım ki bu yıl da Kürt özgürlük hareketi tümden yok edilmek, Kürdistan’a yeni bir inkar sistemi dayatılmak hedefleniyordu. Her düzeyde hareketimizin imhası için kararlar verilmiş, planlar yapılmış bu temelde de çok yönlü ilişki, çaba içine girilmişti. Bizim de bunları görme, anlama, değerlendirme, bunlara karşı sonuç alıcı bir mücadeleyi geliştirme, bu planları boşa çıkartarak süreci tersine çevirme, 2011 yılını Kürt sorununun çözüm yılı haline getirme doğrultusunda hedeflerimiz, yaklaşımlarımız vardı. Bu temelde de çok yönlü, önemli bir mücadele içerisinde olduk. Tartışmasız olarak Kürdistan tarihinin en kapsamlı mücadele süreçlerinden birisi 2011 yılında yaşandı.
Şimdi bütün bunlardan nereye gelindi, mücadeleler ne sonuçlar verdi? Kim hedeflediğini, amaçladığını hangi oranda gerçekleştirdi? Bunun muhasebesini ilgili güçler, çevreler yapmaya başladılar. Yoğun olarak da daha şimdiden tartışılıyor. Çok fazla da tartışılacağa benziyor. 2011 yılının özellikleri nelerdi, imkan ve fırsatları hangi çerçevedeydi, bunlar ne kadar anlaşıldı, değerlendirildi, dolayısıyla hangi sonuçlar yaratıldı, bunlar iyi analiz edip doğru ve yeterli bir biçimde bilince çıkartılmazsa 2012 yılında yaşamak, mücadele etmek, yürümek zor olur. Ucuz, yüzeysel, hayali, sloganvari yaklaşımlarla kendimizi kandırmamalıyız. İşin ciddiyetini, derinliğini yeterince görmeyen ve bu temelde de sonuç alıcı yaklaşımları ortaya çıkartıp örgütlemeyen tutumlar önümüzdeki yeni yılda zor yaşam imkanı bulurlar.
Eski tarz tempo ve mücadele düzeyi sürecin gereklerini karşılamaz
Olup bitenlerden yeterince ders çıkartmaya ve temel gelişmeleri daha derin, doğruya yakın anlamaya, dolayısıyla da bu temelde kendimizi özgürlük mücadelesini başarı tarzında daha etkili yürütür hale getirmeye, bunun eğitsel, örgütsel pratik hazırlıklarını yapmaya çalışıyoruz. İçinde bulunduğumuz süreci öyle geçen yılların tekrarı gibi algılamak ve buna göre yaklaşım göstermek yanlış olur, yetersiz olur. Eski tarz, tempo ve mücadele düzeyi mevcut sürecin gereklerini karşılamaz. Bunu hareket ve halk olarak hepimizin çok iyi bilmesi gerekir. O nedenle de yaptığımız işleri daha iyi anlayabilmek ve başarılı sonuç alıcı kılmak için bu gerçekleri, en azından gözümüzün önünde gerçekleşen 2011 yılı olaylarını doğru, yeterli anlayıp ders çıkartmamız, bu temelde 2012 yılında ne tür gelişme olasılıkları mümkün bunları doğruya yakın, yeterli bir tespit etme gücünü göstermemiz şarttır. Unutmayalım ki, imha fermanlarımız çoktan hazırlanmış durumdadır. 2011 yılında da bunu gerçekleştirmek için hiçbir yasa, hukuk, ahlak, ilke tanımadan saldırı yürüttüler. Yeni yılda da bu tutum ve saldırılarını daha da derinleştirerek tüm güçleriyle yürütmeye çalışacaklardır. Bu politikalardan ve tutumlardan vazgeçmeyeceklerdir. Dolayısıyla işler ciddidir. Öyle heyecanla, ajitasyonla yaklaşarak, o temelde algılayarak yeterli yaklaşmanın ve pratikleşmenin mümkün olmadığı bir süreçten geçiyoruz. Onun için de daha derin anlamak, gerçekçi anlamak, olay ve olgulara daha kapsamlı bakabilmek, yeterli analizler yapabilmek, buradan çıkan sonuçlara göre ne yapıp yapmayacağımıza karar vermek, ona göre plan, örgüt, pratik geliştirmek durumundayız. Ancak böyle olursa faşist gerici saldırganlığı kırmak, boşa çıkartmak, özgürlük mücadelemizi ilerletmek, Kürt sorununun çözüm sürecini siyaset gündemine dayatıp kalıcı sonuçlara ulaşmak mümkün olur. Bunun da verileri ve imkanları her zamankinden daha fazladır. Kürt halkının özgür varlığının küresel hukuk ve siyaset tarafından da kabul edilir hale gelmesi ve Kürt sorununun çözümü için ortam, koşullar her zamankinde fazla fırsat ve imkan içeriyor. Yeter ki zamanında, yerinde, doğru tarzla, yöntemlerle değerlendirilebilsin ve pratiğe geçirilebilsin.
Süreç öyle tek yanlı değil. Tehlikeler, imha tehditleri bu anlamda sürecin ciddiyeti her zamankinde daha fazla olduğu gibi, Kürt sorununun çözümü için imkan ve fırsatların varlığı, ortamın buna uygunluğu da her zamankinden fazladır. Neredeyse kırk yıllık mücadele adım adım gelişerek sona doğru yaklaşmış durumdadır. Derinin yüzülüp kuyruğa gelinmiş olduğu söylenebilir. Kuyruktan tulum mu çıkacak yoksa kuyruk mu kopacak; işte bunun belirleneceği süreci yaşıyoruz. Bu temelde de imkanlar kadar tehlikeler de içeren, herkes açısından biraz da can havli diyebileceğimiz bir durumu ifade eden bir mücadele süreci yaşanmaktadır. Öyle ki ya Kürtlere yeniden bir katliam yaşatılacak, yeni bir inkar ve imha sistemi biraz cilalanmış olarak oturtulacak, böylece özgürlük arayışları imha edilecek ya da yaklaşık yüz yıldır örgütlendirilip, maskelendirip, derinleştirilerek sürdürülen soykırım rejimi ortadan kaldırılacaktır. Artık ikisinin birlikte yaşadığı ve mücadele ettiği, çatıştığı bir dönemin sonuna geliniyor. Hangisinin gerçekleşeceğinin belirleneceği bir süreç içinde bulunuluyor. Bu sonuçlardan hangisinin gerçekleşeceğini mücadele belirleyecek. Dikkat edilirse eski durumu sürdürme imkanı kalmamıştır, eski yaklaşımlarla hiç kimse kendi konumunu koruyamaz. Çok yoğun bir tartışma, arayış var. Arayışların yanında her güç rakibini geriletmek için mücadele içinde. Bir günlük söz ve olaylara bakıldığı zaman bile bu durum görülebiliyor. Şimdiye kadar gizlenmiş, söylenmemiş, üstü kapatılmış, bastırılmış birçok şey açığa çıkıyor. Ama herkes ortaya çıkan gerçekleri kendi çıkarları doğrultusunda ele alıyor, değerlendiriyor. Gelinen bu nokta bu anlamda iyidir, ileri bir noktadır. Olay ve olguların açığa çıkartıldığı, güncel deyimle geçmişle yüzleşildiği, gerçeklerin biraz açık edildiği, bu anlamda itirafçılığın kısmen yaşanır olduğu bir süreç. Fakat bunun doğru, gerçekçi olacağı, sonuç vereceği, halkın özgürlüğü açısından, demokrasinin gelişmesi açısından ne tür sonuçlar yaratacağı elbette tam net, belli değil. Mücadeleyle belirlenecek bir durum bu. Henüz bütün bunları belirleyecek çok önemli, geçekten de kelimenin tam anlamıyla amansız tarihi bir mücadele süreci içindeyiz. Böyle bir tarihsel kesit yaşanıyor.
Geçen dönem bir dünya savaşı süreci karakterindeydi
Bu çerçevede geçtiğimiz yılın olaylarını algılamak, derslerini çıkartmak önemlidir. Yeni yılda neler yapmamız ve ne tür hazırlıkları yürütmemiz gerektiğini doğru anlayabilmek için buna ihtiyaç var. Yaşanan olaylar dünya çapındadır ve bir dünya savaşı sonucunda çıkan olaylara çok büyük ölçüde de benzemektedir. Bu bakımdan günümüzde yaşanan olaylar ele alındığında geçen dönemin bir dünya savaşı süreci karakterinde olduğu görülür. Günümüzde ortaya çıkan sonuçlar, yaşanan olaylar üçüncü dünya savaşı tanımlamalarını gittikçe daha fazla doğrulamakta ve anlaşılır kılmaktadır. Bu yönlü değerlendirmeleri en çok Önder Apo yaptı. Sovyet sisteminin çözülüşüyle birlikte dünyanın yeni bir savaş sürecine girdiğini, yaşananların bir üçüncü dünya savaşı olduğunu birçok kez somut ve kapsamlı bir biçimde değerlendirdi. Özellikle 2011 yılında yaşanan olaylar kesinlikle bunu doğruluyor. Ancak bir dünya savaşı sonunda yaşanabilecek büyük siyasi olaylar, değişiklikler olma özelliği taşıyor. I. Dünya Savaşı’nın sonuçlarına bakalım, II. Dünya Savaşı’nın sonrasına bakalım, göreceğiz ki 2011 yılında yaşanmış olaylar o dönemde yaşananlarla önemli ölçüde benzerlik arz etmektedir. Bu bakımdan yaşanan süreci yirmi yıla aşkın bir süredir Ortadoğu merkezli yaşanan bu üçüncü dünya savaşının sonuna doğru gelindiği biçiminde değerlendirmek gerekir. Bu süreçte yaşanan yoğun ekonomik, siyasi, askeri mücadeleler şimdi kalıcı siyasi sonuçlar ortaya çıkartıyor. Hem küresel sistem hem de onun merkezini ifade eden Ortadoğu sistemi, statükosu bu temelde yeniden yapılanıyor. Çok ciddi bir değişimi hem de hızlı bir biçimde yaşıyor. İşte 2011 Ocağı’ndan başlayıp günümüze kadar gelen Arap isyanının sonuçları bunu net olarak gösteriyor.
Avrupa’da yaşananlar, AB’nin içinde bulunduğu ekonomik ve siyasi kriz, bunun yol açtığı yeni arayışlar, hükümet değişiklikleri bu durumu açık, net bir biçimde ortaya koyuyor. 2011 yılında yaşanmış olayları hem iyi görelim hem de nedenlerini, nasıl ortaya çıktıklarını, ne anlama geldiklerini iyi anlayalım, çözümleyelim. Yaşanan gelişmeleri 2011 yılının yarattığı olaylarmış ya da tesadüfen ortaya çıkmış olgularmış gibi ele almayalım. Öyle yaklaşmak kesinlikle doğru değildir. Avrupa’nın durumu, AB’nin geleceği, yapısına ilişkin en kapsamlı tartışmaların yaşandığı, arayışların geliştiği bir dönem oluyor. Bunlar da tesadüfi değildir. 1990’ların başından itibaren yaşanan mücadelelerin, gelişmelerin ortaya çıkardığı bir sonuç oluyor. Ortadoğu’daki olayları da bu süreçle bağlantılı olarak görmek gerekir. Demek ki Önder Apo’nun ifade ettiği gibi 1989’dan bu yana içine girilen süreç gerçekten de yeni bir dünya savaşıymış. Bu savaşın merkezi tıpkı I. Dünya Savaşı gibi yine Ortadoğu’dur. Kuşkusuz dünyanın dört bir yanında bu mücadele yaşandı. Balkanlarda, Kafkaslarda, Güney ve Doğu Asya’da, Afrika’da, Amerika’da değişik zamanlarda bazen yoğunlaşan, bazen durağanlaşan ama sürekli var olan bir siyasi, askeri çatışma ve yeniden yapılanma süreci yaşandı. Zaten bu durum yaşananların bir dünya savaşı olma gerçeğini gösteriyor. Fakat her alanda birçok çatışma olmuş olsa da esas merkezin Ortadoğu olduğu, süreci belirleyen çatışmaların Ortadoğu’da yaşandığı tartışmasızdır.
Bu çatışmalı süreç Ortadoğu’da bazı aşamalardan da geçti. Sovyet sistemi çözülürken Ortadoğu’da Körfez Savaşı’nın ortaya çıkması bir tesadüf değildi. Bazılarının ifade ettiği ya da yansıtmaya çalıştığı gibi Saddam Hüseyin’in yanlış hesaplar yapması, kabadayıca davranması sonucunda ortaya çıkan bir durum da değildi. Dünya çapındaki gelişmelerin, değişimin ortaya çıkardığı bir sonuçtu. Dünya dengelerinin dağıldığı ve siyasi boşlukların ortaya çıktığı bir süreçte uluslararası ve bölgesel çatışmaların olması kaçınılmazdı. Saddam Hüseyin değil, kim olursa olsun Irak’ta veya çevresinde süreci yönlendirebilecek bu tür olaylar ortaya çıkacaktı, yaşanacaktı. Dolayısıyla bu sürecin başlangıcında Körfez Savaşı vardı. Buna yeni dengelerin oluşacağı dünya savaşı kapsamındaki siyasal mücadelenin başlangıcı da diyebiliriz. Böyle bir aşamada Irak’ta Saddam Hüseyin yönetimi daraltıldı. II. Dünya Savaşı’ndan sonra oluşan dünya sisteminde, siyasetinde, bloklaşmalarında köklü bir siyasi değişiklik durumu yaşandı. Daha önemli olarak da sürecin tek gücü olan Amerika’nın Ortadoğu’nun stratejik alanlarına asker çıkartıp, askeri denetim sağlama durumu gerçekleşti. Şimdi Irak’ta askerlerin çekilişinden söz ediyorlar, ama bu çekilişi ABD’nin Ortadoğu’yu bırakarak gideceği biçiminde anlamak safdillik olur. Ortadoğu’da bir bölge devletinden çok daha yaygın ve güçlü bir biçimde askeri mevzilenmeye kavuşmuş bir ABD gerçekliği vardır. Dolayısıyla çekilmeler veya yayılmalar kendisini yeniden mevzilendirme durumunu ifade ediyor. Yoksa Körfez Savaşı’yla yaratılan askeri sistemin değiştiğini, Körfez Savaşı öncesine dönülüyor olduğunu sanmamak lazım. Böyle bir durum söz konusu değildir.
1990’ların başında üçüncü dünya savaşı süreci başladı
Sürecin gelişimi içerisinden ikinci büyük aşama 11 Eylül 2001 ikiz kule saldırıları ardından gelişen Afganistan ve Irak Savaşı oldu. Bu savaşlarla da Afganistan’da Taliban, Irak’ta da Saddam Hüseyin yönetimi tasfiye edildi. Buralar Amerika’nın, yani küresel sistemin eline geçti. Sistem aslında kendine bağlı olan bu alanları gösterişli saldırılarla yeniden fethetti. Amerika’nın fetihleri böyle yaşanıyor. Sanki sistem dışında karşıt bir güç varmış, bu güç yok ediliyormuş gibi bir hava veriliyor. Tarihi yeterince bilmeyenler, derinlikli okuyamayanlar öyle sanıyor. Ama gerçek öyle değil. Bir anda sistem içindeki güçler karşıtlaştırılıyor. Politikalar değişti mi sistem içindeki herhangi bir güç karşıt güç haline getiriliyor. Ondan sonra da bu karşıtlığa dayalı olarak yürütülen saldırıyla da yeni bir fetih hareketi gerçekleştiriliyor. Başaranlar kendilerini fatih olarak ilan ediyorlar. Afganistan ve Irak Savaşları, bu temelde Amerika’nın Ortadoğu’yu yeniden fethi de böyle ortaya çıktı. Hem Güney Asya hem de Ortadoğu’nun merkezi bu saldırılarla yarıldı, kırıldı ve hakimiyet kuruldu. Irak’ın Ortadoğu’nun merkezi, Afganistan’ın da Güney Asya’nın merkezi olduğunu bilmek lazım.
2011 Ocağı’ndan bu yana Arap aleminde yaşanan gelişmeleri, bunun Ortadoğu’ya yayılımını, yine Avrupa birliğinde, Amerika’da, diğer yerlerde yaşanan krizleri, demokratik halk hareketlerini, hak arama mücadelelerinin hepsini bu sürecin yeni bir aşaması, üçüncü bir aşaması olarak görmek, değerlendirmek gerekir. 1990’ların başında üçüncü dünya savaşı süreci başladı. 2001 sonrası askeri boyutta yeni bir hamle başlatıldı. Şimdi üçüncü bir hamle süreci yaşanıyor. Dikkat edilirse birinci aşamada; küresel sistemin Ortadoğu’yu askeri olarak denetim altına alması gerçekleşti. İkinci aşamada; Ortadoğu ve Güney Asya sistemleri merkezden, Irak ve Afganistan’dan yarıldı, kırıldı. Üçüncü aşamada da var olan 20. yüzyıla ait siyasi yapılar, iktidarlar, devletler aşılıyor. Onlarca yıllık kurumlaşmış iktidarlar gümbür gümbür devriliyorlar. Tarihin en uzun süreli hükümdarları, en kısa süren mücadeleler içinde sadece yıkılmıyorlar, ölüp gidiyorlar. Kaddafi’nin sonu bu gerçeği çok iyi izah ve ifade ediyor. Üçüncü aşamanın temel özelliği, karakteri sonuca gitmeyi ifade ediyor. Bu da siyasi değişimin hızlı bir biçimde gerçekleşmesi anlamına geliyor. Aslında birinci aşamada stratejik alanlar tutuldu, askeri bakımdan denetim sağlandı. İkinci aşamada, siyasi merkezler vuruldu, ele geçirildi, denetim sağlandı ve sistem konumunu güçlendirdi. Üçüncü aşamadaysa, eski sistem yıkılıyor, dağıtılıyor, tasfiye ediliyor. Kuşkusuz bu yaşanan gelişmelere paralel olarak yeni sistemin ne olacağı arayışı, denemeleri yoğun bir biçimde gelişiyor. Yeninin yapılanması da bu üçüncü aşama içinde mi olacak, yoksa bu durum birkaç yıl böyle devam edip eski yapılar tümden yıkıldıktan sonra yeni bir yeniden yapılanma süreci mi gündeme gelecek, onu pratik süreç gösterecek. Her ikisi de olabilir. Geriye kalan siyasi sistemlerin tasfiyesiyle yeni yapılanma iç içe de gerçekleşebilir. Farklı olarak eski yapıların yoğunluklu tasfiye edildiği, dağıtıldığı bir süreç yaşanıp ardından da yeniden yapılanmanın gerçekleştiği bir dördüncü süreç de gündeme gelebilir. Bütün güçleri içine alan, çeşitli tartışmalar ve toplantılara vesile olan böyle bir süreç de yaşanabilir. Bunların hangisinin olacağını biraz da bu üçüncü dönemde yürütülecek olan mücadele belirleyecek.
Eğer küresel sermaye güçleri bu üçüncü süreci kendi etkinliklerinde ve tam denetimlerinde yürütürlerse büyük olasılıkla eskinin tasfiyesi ve yeninin inşası iç içe gelişecek, gerçekleşecek. Eğer küresel sermaye güçleri ağırlıklı olmakla birlikte sürecin yürütülüşüne tam hakim olamazlarsa; kendi iç çelişki ve çatışmalarının biraz daha açığa çıkması gündeme gelecektir. Bunun karşısında halkların, bölgesel yerel güçlerin iradeleri mücadele içerisinde sürece daha çok etkide bulunur, bir güç haline gelir, bir konum yaşarsa muhtemelen yeniden yapılanma biraz daha çekişmeli olacaktır. Tabii böyle bir gelişme biraz daha demokrasiye açık olacaktır. Farklı güçlerin iradelerinin yansıdığı, üçüncü dünya savaşının tam kazananın, fatihinin olmadığı, farklı eğilimlerin bir yerde biraz uzlaşma, ittifak yaratarak yeni süreci yapılandırma durumunun yaşandığı, gerçekleştiği bir sonuç ortaya çıkacak. Egemen güçlerle demokrasi güçleri arasındaki uzlaşma temelinde sürecin içeriği ve karakterinde demokratik özellikleri de bulunacaktır. Bu iki ihtimal de vardır. Hangisinin gerçekleşeceğini de bu süreçte yaşanacak mücadeleler, bu mücadelelerde farklı güçlerin etkinlikleri ve elde edecekleri sonuçlar belirleyecek. Bu bakımdan tabi bu süreç geçen yirmi yıllık mücadele içerisinde hazırlandı. Bu birikimin sonuçları şimdi değişimi yönlendiriyor. Fakat netleşmiş bir durum da yoktur. Aynı zamanda güncel yaşanan mücadelelerin içindeki güçlerin etkinlik durumu da ortaya çıkacak sonuçlar üzerinde büyük etkide bulunuyor. Dolayısıyla bu dönemde yaşanacak mücadeleleri de önemsemek lazım.
Demek ki geride bırakmakta olduğumuz yılı üçüncü dünya savaşından yeni bir yılın aşaması olarak görmek, değerlendirmek, bu yılda yaşanan büyük olayları buna bağlamak doğruya en yakın değerlendirme olur. Başka türlü algılamak, ele almak kesinlikle yetersiz kalır, parçalayıcı olur, doğru bir anlaşırlık ortaya çıkarmaz. Bu aşamayı da Sovyet-Amerika bloklaşması temelinde oluşan 20. yüzyıl sisteminin ekonomik, siyasi, askeri krizlerle ve mücadelelerle tasfiye edildiği, aşıldığı, parçalandığı, yeni arayışının çok daha somut hale geldiği bir süreç olarak tanımlayabiliriz. 2011 yılının büyük mücadele yılı olduğu kadar aynı zamanda hızlı ve büyük bir değişim yılı olma özelliği de buradan ileri geliyor. Gerçekten de baş döndürücü değişiklikler yaşandı. I. ve II. Dünya Savaşı sonrası yaşanana benzer biçimde birçok iktidar param parça oldu, gümbür gümbür devrildi. Aylar, yıllar öncesinden hiç de ihtimal verilemeyecek düzeyde köklü değişiklik oldu. Kim derdi ki Bin Ali kısa sürede ülkesini bırakır, kaçar? Kim derdi ki Hüsnü Mübarek meydanlara çıkan halk tarafından iktidardan düşürülüp yargılama altına alınır? Kim derdi ki, Kaddafi’nin sonu böyle olur? 2011 yılı başında bile birileri böyle bir şey söylemeye kalksa “delirmiş, aklını oynatmış” derlerdi. Demek ki köklü değişiklikler böyle oluyor.
Suriye’deki değişim Ortadoğu’da oluşacak yeni sistemi belirleyecektir
Bazı yönetimler bütünüyle devrilirken, bazıları da yeni sürece uyum sağlamak için küresel sistemle daha bütünlüklü hale gelmeye çalıştılar. Bazıları zaten zorla, suni teneffüsle ayakta tutuluyor. Bir yılda 22 devletli Arap aleminin büyük oranda değiştiği söylenebilir. Diğerleri bu mücadelenin öngördüğü, ihtiyaç duyduğu değişikliği yaşamış durumdadır. Emirlikler zaten ABD ne derse onu yapmaya hazırlar. Belki de yalnızca Suriye kaldı. Çünkü Suriye’de yaşanan değişim Ortadoğu’da oluşacak yeni sistemin ne olduğunu belirleyecektir. Bu çatışmalı süreç 2011 yılının sonunda geldi Suriye’ye dayandı ve kilitlendi. Suriye’nin halledilmesiyle de Arap sistemindeki değişiklik bütünüyle yaşanmış olacak.
Doğu Avrupa’da sisteminin çözüldüğü süreci hatırlıyoruz. Bu çözülüş Sovyet sisteminin çöküşünün de başlangıcını ifade etti. Almanya’nın merkezi olan Berlin’ e ördükleri duvarın yıkılış konusu tartışılıyordu. Avrupa’nın en uzun süreli yönetimi olmuş, iki devre cumhurbaşkanlığı yapmış, Avrupa’nın en akıllı insanlarından biri sayılan François Mitterrand duvar devrilmeden on beş gün önce Doğu Berlin’de “bazıları bu duvarın yıkılacağını, Berlin’in birleşeceğin söylüyorlar, hayal ediyorlar bilsinler ki bu dünya var oldukça ebediyen sadece bir hayal olarak kalacak. Ama hiçbir zaman gerçekleştiğini görmeyecek” demişti. On beş gün sonra duvar devrildi ve on beş yıl Fransa’yı yönetmiş tecrübeli adamın dünya durdukça hayal olacak dediği şey on beş gün sonra gerçek oldu. O zaman da değişiklik bu biçimde hızlı olmuştu. Şimdi de mevcut değişiklilerin o biçimde olduğu gözüküyor. AB tartışmalarını da bu temelde ele almak lazım. Sistem düzeyinde değişim sadece bölgesel değil, küreseldir. Gerçi Ortadoğu’da olanların küresel anlamı, etkisi çok güçlüdür. Küresel anlamı var, boyutu var. Fakat sadece bölgede olanların küresel etki ve anlam ifade ettiklerini düşünmemek gerekir.
Küresel düzeyde de sistemin merkezi olan Avrupa’da da yaşanan gelişmeler 20. yüzyılın ortaya çıkardığı sistem değişiminin sadece Ortadoğu’da yaşanmadığını kanıtlamaktadır. Avrupa sistemi de çatırdıyor. Yaşanan mali krizi, ekonomik krizleri böyle anlamak gerekir. Artık 20. yüzyılın, en azından ikinci yarısında ortaya çıkmış olan ve Avrupa demokrasisi, AB olarak ifade edilen sistem şimdiye kadarki yapılanışı temelinde yürümüyor. Değişiklikler gerekiyor, köklü değişiklik arayışları da vardır. Bu arayış, mücadele, ekonomik kriz birçok hükümetin başını yedi. Yunanistan’dan İtalya’ya, İspanya’ya kadar dört beş hükümet de art arda devrildi. Avrupa’yla Ortadoğu iktidarlarının peş peşe devrilişleri iç içe yaşandı. Avrupa’daki devrilen yönetimleri de küçümsememek lazım. Onlar da kendilerini AB’nin gerçek sahipleri görüyorlardı. Şımarık çocukları gibi hareket ediyorlardı. Papandreou böyleydi. Berlusconi arlanmaz biriydi. Biri Grek uygarlığını, diğeri Roma uygarlığını, dolayısıyla Avrupa’yı temsil ettiklerini iddia ediyorlardı. Arkalarına böyle uygarlık tarihini almış olarak, aslında kendilerini de günümüz Avrupası’nın sahibi görüyorlar. Ama yaşanan kriz ve onun yol açtığı mücadele onların da bir anda tıpkı Ortadoğu’daki bireysel yönetimlerin devrilmesi gibi yıkılıp gitmelerini ortaya çıkardı. Demek ki yıkılmak, bireysel yönetim olmak, diktatör olmak, oligarşik yönetim olmak, silahla ya da seçimle iş başına gelmekle ilgili bir durum değil. Gelişmeleri doğru okuyup okumamakla, sorunları çözüp çözememekle, toplumun ihtiyaçlarını karşılayıp karşılamakla bağlantılı bir durumdur. Toplumsal ve siyasal ihtiyaçlara cevap verenler devam ediyorlar, yapamayanlar yıkılıyorlar
Bunlar içerisinde tabii biz Hüsnü Mübarek’le Berlusconi’nin düşüşünü önemsemeliyiz. Kürt halkı bu gelişmeleri daha derinden anlamalı. Sadece Ortadoğu’nun eski statükosu parçalanıyor, değişiyor, Avrupa sisteminde değişiklikler oluyor diye genel bir yaklaşım gösterilmemeli. Bu iki kişiliğin Önder Apo’ya dönük uluslararası komploda oynadıkları rolü hiçbir zaman unutulmamalıdır. Önder Apo’nun Ortadoğu’dan çıkartılmasında Hüsnü Mübarek’in oynadığı olumsuz rol her zaman hatırlanmalı. Aynı biçimde Avrupa’dan, Roma’dan çıkartılmasında Berlusconi kişiliğinin oynadığı rol hiçbir zaman unutulmamalı. Uluslararası komploda Önder Apo’ya en çok zarar veren kişiler bunlar oldu. 2011 yılında Önder Apo üzerinde tecridin bu kadar ağırlaştırılmış bir imha süreci haline getirilmiş bir dönemde ona paralel olarak bu iki şahsiyet de iktidardan düştüler. Hem de halkın ayağa kalkmasıyla. Yine kendilerine dost olan, dost bilinen “kardeşim” diyerek uzun süre birlikte siyaset yaptıkları güçlerin kendilerine tavır almalarıyla bu devrilişler yaşandı. Bunların düşüşünün bir de Kürdistan halkı ve Kürt özgürlük hareketi açısından önemi ve anlamı var.
Yeni yılda Avrupa’daki ekonomik kriz ve etkileri derinleşecektir
Dünya çapındaki, bölge çapındaki gelişmelerin böyle olduğu bir ortamda yeni yıla giriliyor. 2012 yılında bu değişim ve yeniden yapılanma arayışlarının çok daha yoğun olarak süreceğini anlamak, değerlendirmek lazım. Başlayan bu süreç tüm yoğunluğuyla devam edecek. Öyle yarıda kalacak, kesilecek bir süreç değil. Belli bir düzeye kadar da 2011 yılı içerisinde değişiklikler yaşandı. Bu düzeyde bir mücadele ve değişim arayışı 2012’de de sürecek. Değişimin hızla gerçekleşme ya da sonraki yıla sarkma ihtimali de var. AB sisteminin hemen kendini reforme etmesi, mevcut bazı iktidarların değişimiyle ekonomik mali krizin aşılacağı beklenmemeli. Krizden çıkmak ve ağır etkilerinden kendilerini kurtarmak için sistemin yaptığı bazı değişikler, aldığı önlemler var. Bu önlemlerin ne kadar sonuç verip vermeyeceği belli değil. Ne tür sonuçlar vereceği de belli değil. Sistemi reforme mi edecek, onaracak mı, yoksa içte çatışmalar daha çok mu yaşanacak, değişik toplumsal kesimlerin itirazı ve giderek isyanımı ortaya çıkacak, bunu gelişmeler gösterecek. Bu tür ihtimallerin hepsine açık bir durum vardır. Papandreou gitti, Berlusconi gitti, iki teknokrat hükümet geldi, kemer sıkma programı oluşturuldu, sistem böylece krizi aştı denilemez. Bazıları diyor ki bu bunalım 1929 büyük ekonomik bunalımından ‘ki şimdiye kadar kapitalizmin en büyük bunalımıydı’ daha derindir. Eğer öyleyse öyle kolay giderilemeyeceği gibi mevcut düzeyde de kalmayabilir. Kriz daha çok derinleşebilir ve yayılabilir. Zaten o yönlü değerlendirmeler de var.
Bu krizin etkileri Ortadoğu’ya çok yansımadı, ama önümüzdeki yılda Türkiye başta olmak üzere ekonomik krizin Ortadoğu’ya yayılacağı yönünde görüşler de var. Bütün bunlar dikkate alınırsa, değerlendirilirse öyle hemen 21. yüzyılın küresel sistemini ifade edecek, onun merkezini oluşturacak bir Avrupa sisteminin, hükümet değişiklikleriyle ve kemer sıkma programlarıyla gerçekleşeceğini düşünmek biraz safdillik ve olaylara dar ve yüzeysel yaklaşmak olur. O bakımdan ekonomik kriz ve etkilerinin biraz daha derinleşeceğini görmek gerekir. Dolayısıyla Avrupa’da yaşanan ekonomik krizin giderek siyasi kriz ve çatışmalara doğru evirileceği, bu bakımdan da yeni yapılanmanın sadece ekonomik tedbirlerle değil, yeni siyasi değişiklikler, tedbirler almayı gerektireceğini söylemek gerekir. Ekonomik ve siyasi mücadelenin Avrupa düzeyinde, dolayısıyla da Avrupa merkezi olarak dünya düzeyinde de yaşanacağı açıktır.
Diğer yandan Ortadoğu’daki mücadele sürecek. Özellikle şimdi mücadelenin gelip odaklandığı Suriye’de çözüm arayışı derinleşerek devam edecek. Böyle bir odaklanmanın Suriye’de gerçekleşmesi bir tesadüf değil. Tarihsel olarak da, coğrafya olarak da, etnik olarak da, siyasi olarak da bölgedeki değişimleri etkileyecek karaktere sahiptir. Yoksa Tunus diktatörü zayıftı, bilmem Hüsnü Mübarek zayıftı, onun için kolay devrildiler, Suriye’de Esat yönetimi çok güçlü onun için dayandı, hala da dayanıyor sanmamak lazım. Gerçekliği böyle anlamamak lazım. Suriye’de yaşananların çok boyutlu nedenleri var. Sadece Suriye’nin marifetleri ve gücüyle ölçülü bir durum değil. Suriye tarihsel ve toplumsal olarak sistem yapılandıran bir alan. Merkezi devletçi uygarlık aşağı Mezopotamya’da ortaya çıksa da yukarı Mezopotamya’da Suriye’nin bir parçasını oluşturduğu alanda bir sistem haline geldi. Bir dünya sistemi olarak Avrupa ve ABD’ye yayıldı. Sümer’de doğdu ama Babil’de ve Asur’da bir dünya sistemine ulaştı. İslam uygarlığı Mekke’de, Medine’de doğdu, ama devletçi islam Şam’da oluştu. Arap milliyetçi sistemi de Şam’da sistem haline geldi. Şimdi de Tunus’ta, Mısır’da başlayan yeni arayış Suriye’de odaklandı. Onların hepsi veri yarattı ama yeni sistemin nasıl olacağı Suriye’deki çatışmayla belirleneceği anlaşılıyor.
Suriye’deki mücadele kesinlikle bölgeseldir hatta küreseldir
Coğrafi açıdan bu durum bir anlam ifade ediyor. Gerçekten sadece bölgenin bir tarafı değil, bütününün kesiştiği nokta oluyor. Toplumsal açıdan bütün çelişkileri, etnik güçleri içinde taşıyor. Arap mücadelesi, Kürt mücadelesi, Ortadoğu’daki diğer topluluklar, hıristiyan toplulukların mücadelesi, hepsi de biraz Suriye’de odaklanmış halde. Hepsinin bir parçası Suriye’de vardır. Beşar Esat diyor ya “bizi yıkarsanız Suriye paramparça olur.” Kuşkusuz bir yönüyle şantaj olsa da söylediklerinde doğruluk payı fazlasıyla vardır. Çünkü parçalayacak güç Suriye’de çoktur. Dolayısıyla Suriye ulus-devlet milliyetçiliğin aşılıp da herkesin kendini örgütleyip demokratik katılımının sağlandığı bir sistemin oluşmasında her devletten daha fazla verilere sahip. Toplumsal yapılanışı böyledir. Milli, dini, mezhepsel, etnik yapılanmalar hep kendisini burada temsil ediyor. Öyle bir karakteri de var. Bütün bu güçler mücadele halindeler. Yeni süreçte kendi kimlikleriyle yer almak, özgürce yaşamak istiyorlar. 21. yüzyıl ulus devlet sistemine karşı hepsi mücadele etti. Şimdi onun aşılıp yeni bir sistemin kurulmasında hem rolleri var hem de yer almak istiyorlar.
Diğer yandan Suriye 21. yüzyıl ABD-Sovyet bloklaşmasında da önemli bir yer tuttu. Sovyetler çöktü, neredeyse Ortadoğu’da Sovyet Bloğunu Suriye yönetimi temsil etti. Uzun bir süre ABD Esat yönetimini karşıt bir sistem olarak gördü ve ona göre bir yaklaşım gösterdi. Irak, Yemen, Libya vb güçler gibi basit bir biçimde bir sistemin uzantısı olmak değil de aslında bir sistemi kendinde temsil etmek gibi bir karaktere sahipti. Batı Blok’u karşısında Doğu Bloku denen sistemin aslında Ortadoğu’daki en tutarlı merkeziydi. Filistin devrimi etrafında halkların özgürlük mücadeleleri gelişmiş olsa da onun arkasında hep Suriye var oldu. Suriye’deki Esat yönetimi böyle bir yönetim olarak şekillendi. Şimdi aşılması da bir sistemin aşılmasını ifade ediyor. Öyle sadece küçük bir devletin, bir Arap devletinin, bölgedeki küçük bir gücün aşılması değil de Ortadoğu’da ABD öncülüğündeki sisteme karşıt bir sistemin merkezi olma özelliğini taşıyor. Dolayısıyla Suriye’deki durumu önemsemek lazım. Suriye üzerinde yürüyen mücadele sadece Suriye devleti sınırları içinde gerçekleşen bir mücadele değildir. Bu mücadele sadece Suriye içindeki güçlerin mücadelesi değil, kesinlikle bölgeseldir, hatta küreseldir. Bölge ve küresel güçleri içine alıyor. Suriye’de ortaya çıkacak sonuç bir yerde hem Arap aleminin hem de Ortadoğu’nun yeni süreçte nasıl yapılanacağının belirleneceği bir sonuç olacağa benziyor. Ekonomik siyasi mücadele boyutu da böyledir. Askeri mücadele boyutu da böyledir. Dikkat edilirse Suriye’de çatışma gündeme geldiğinde İran’a kadar bütün alan bir savaş alanı olma riskini taşıyor. Herkes de bunu biliyor, ona göre davranıyor.
NATO Libya konusunda çabuk karar aldı ve askeri müdahalede bulundu. Ancak Suriye’ye aynı rahatlıkla askeri müdahale kararı alamıyorlar, müdahalede bulunamıyorlar, yapmayacaklarını da söylüyorlar. Libya’dakinin aynısının tekrarlanacağını düşünmek Suriye’yle Libya arasındaki farkı anlamamak, görmemek olur. Bu bakımdan da Suriye’ye özgün bir mücadele yaşanacak. Suriye’nin kendi içyapısı yanında bir de çevresiyle oluşturduğu güçle bu mücadeleyi yürütmektedir. Giderek derinleşecek olan da budur. Suriye üzerinde yürüyen mücadele Ürdün başta olmak üzere çevresini de etkileyecek bir karaktere sahiptir. Zaten daha şimdiden çevresi üzerindeki etkileri görülmektedir. Irak, İran ve Türkiye yakından ilgilendiği gibi, Lübnan ve Suriye üzerinde siyasi etkide bulunduğu açıktır.
Hiç kuşkusuz Türkiye, Irak, İran ve onların merkezinde olan Kürdistan da Suriye mücadelesinin içinde yer almaktadır. İster siyasi, ister askeri ister ekonomik boyutlu olsun mücadele bu alanlar üzerinde etkisini gösterecektir. Suriye’de gelişecek bir savaş durumu Libya’daki gibi devlet sınırları içinde kalamaz. Saydığımız bütün alanlara yayılır, herkes de bunu biliyor. Birçok güç bunu açıkça söylüyor. Mesela İran yönetimi çok çeşitli biçimlerde bu durumu ifade etti. Suriye’ye dönük müdahalenin bütün bu alanı savaş alanına dönüştüreceğini açıkça söylediler. Demek ki, 2011 Ocağı’ndan bu yana Tunus’tan başlayıp Arap isyanıyla yaşanan değişikliklerin gelip Suriye’de odaklanması herhangi bir Arap devletinde odaklanması gibi değildir. Suriye’deki mücadeleye dikkat edin, Suriye’deki güçlerden çok dış güçler mücadelenin içindedir. Bir taraftan Türkiye, bir taratan Arap Birliği ‘İsrail zaten var’ İran, Kürtler ve Irak Suriye’deki siyasi mücadelenin içindedir. Küresel düzeyde de ABD, NATO, AB, Fransa, Almanya, İngiltere içinde. Diğer yandan Asya’da Rusya, Çin işin içindedir. Bir dünya savaşı yaşadığımızı Suriye’deki mücadele daha somut gösteriyor.
Suriye’de mevcut haliyle mücadele eden üç blok oluşmuştur
Suriye’deki mücadeleler nasıl gelişebilir? Suriye’deki çatışmanın gelişim seyri nasıl olabilir? Bu, güncel siyasetin temel konusudur. Herkes bunu düşünüyor, tartışıyor, anlamaya çalışıyor, siyasal aktörler buna göre bir arayış içinde bulunuyor. Mevcut haliyle mücadele eden üç blok oluşmuş durumda. Bir tanesi Baas rejimi etrafında oluşan mevcut iktidar bloku, diğeri geçmişte iktidar da olmuş, yine iktidar arayan, geçen dönemde Baas rejimiyle hep çatışmalı olan İhvan-ı Müslimin etrafında oluşan blok. Bir de bunların dışında kalan çeşitli demokratik güçlerin, etnik güçlerin, ezilen kesimlerin oluşturduğu üçüncü blok var. Bu üçüncü blok demokratik blok olarak da tanımlanabilir. Bunlar gerçek anlamda demokratik Suriye istiyorlar. Daha çok özgürlükçü ve demokratik bir programa sahipler. Kürtlerin de ağırlıkla içinde yer aldıkları blok budur. Şu haliyle sert çatışma içinde olan, savaşan Baas ve İhvan-ı Müslimin blokudur. Üçüncü blok yeni gelişiyor. Daha kendini etkili yansıtabilmiş değil. Üçüncü blok onlar gibi şu haliyle bir silahlı çatışma yürütmüyor. Fakat bu üçüncü blok, Suriye’de gelişme potansiyeline sahiptir. Henüz tam potansiyelini harekete geçirebilmiş, kendini ideolojik siyasi olarak ortaya koyup programlayabilmiş, stratejik ve taktik haline gelip eyleme dönüşebilmiş değil. Bu konuda zayıflıklar var, ama çaba harcanırsa bunların gerçekleşmesi için potansiyel güçlüdür. Suriye’de azınlıklar güçlüdür. Farklı toplulukların dini boyutu var, mezhepsel boyutu var, milliyet boyutu var. Bir de geçen elli altmış yıl içinde Suriye’de gelişen sınıflaşmanın yarattığı ezilenler, gençler, kadınlar, emekçiler var. Bunları birleştirebilirse üçüncü blok en büyük blok olabilir. Baas’ın iktidar deneyiminden gelen bir gücü var, ama dağılabilir. İhvan-ı Müslimin’in bir kitle gücü var, dini yapıya dayalıdır. Yine önemli bir aşiretsel güç var. Eğer demokrasi akımı güçlü bir örgütlenmeyi geliştirirse çatışan bu iki akımın kitle tabanını daraltabilir. Onlara taban teşkil eden birçok çevreyi onlardan alabilir. Üçüncü blok gelişmediği takdirde hem Baas hem de İhvan-ı Müslimin tarafı aşiretlerin de önemli düzeyde yer aldığı kitle gücüne sahip oluyorlar.
Şimdi dışarıdan da çeşitli etkilemeler var, küresel sistemin Batı kanadının etkisi var, ABD ve NATO bir güç olarak duruyor. AB ABD ve NATO’nun yedek gücü gibidir, ama Fransa’yla ABD arasında bir çelişkinin olduğu da görülüyor. Tabii Suriye’deki gelişmelerde bu biraz daha çok öne çıkabilir. Çünkü Suriye geçmişte Fransa’nın sömürgesiydi. Fransa daha çok etkili olmak istiyor. Amerika da bunu herhalde gözeterek Suriye konusunda Fransa’yı dikkate alıyor. Artık ne kadar birlik oluşacak, ne kadar aralarında çelişki yaşanacak bunu süreç gösterecek.
Diğer yandan Rusya ve Çin var tabi. 21. yüzyılda ABD-Sovyet bloklaşması içinde Suriye Sovyet bloğunun yanında yer aldı. Bu temelde Rusya’yla geliştirdiği ilişkiler vardı. Sovyetler çözüldükten sonra da bu ilişkiler devam etti. Bu ilişkilerin ekonomik, askeri boyutları var. Bu bakımdan Rusya’yı da Suriye üzerinde etkili olacak güçler içinde görmek lazım. Rusya’nın Ortadoğu’da varlık göstermesinde Suriye önemli bir ayak, ciddi bir dayanak ve müttefik durumunda. Rusya bu etkiyi öyle kolay bırakamaz, bırakırsa bölgede çok zayıf düşer, dışlanır. Rusya’nın bir savaş gemisini Doğu Akdeniz’e gönderdiği yazıldı. Suriye ordusunu eğiten, yöneten komuta önemli ölçüde eski Sovyet ordusuydu. Daha sonra Çin’le gelişen ilişkiler var. Çin daha çok ekonomik ve ticari açıdan bakıyor. Çin de küresel düzeyde ABD ve NATO’nun dikkate alması gereken, razı etmesi, pazarlık yaparak ittifak sağlaması gereken bir güç durumundadır. Eğer bu güçlerle bir uzlaşma olmazsa son BM’de müdahale kararının engellenmesi gibi tutumlarını sürdürürler. ABD eğer müdahale edecekse Rusya ve Çin’i razı etmeden, onlarla ittifak yapmadan bunu yapmaz.
Diğer yandan bölgesel güçler var. Arap Birliği var. Gerçi Arap Birliği çok etkili değil. Libya olayında gördük ki varlığı yokluğu belli değil. Suriye biraz daha farklı, ama Suriye’yi de Arap Birliğinde güçlü tutan Mısır’dı. Şam yönetimi her zaman Mısır’ı dikkate aldı. Kahire yönetimi Şam için ideolojik dayanak gibiydi. Şimdi Mısır’daki değişiklikler Suriye’yi etkiliyor. Arap Birliği bu anlamda bir güç ve dayanaktır. Orası Suriye üzerinde hem baskı oluşturuyor hem de Suriye yönetimi için bir dayanak, destek olma özelliği taşıyor. Son zamanlarda Arap planının geliştirilmesi bir taraftan Türkiye’nin etkisini zayıflatmaya yönelikken, diğer taraftan ABD’nin Arap Birliği üzerinden Suriye’deki değişimi istediği çizgide sürdürme çabası olarak görmek gerekir.
Müttefik olarak Suriye ve İran’ın varlıkları birbirine bağlı
Diğer yandan İran var. İran geçen otuz kırk yıllık süreç içerisinde Ortadoğu’da yaşanan çatışma ve çelişkilerde Suriye’nin müttefiki olan bir güçtü. Böyle bir mücadele içerisinde oluşmuş Suriye-İran ittifakı var. Bu Irak Savaşı’nda şekillendi, bölgenin diğer politikalarında birbirlerini destekleyen sağlam iki müttefik oldular. Şimdi de varlıkları önemli ölçüde birbirine dayalı olmalarına bağlı. Bu siyaseten böyle, biraz mezhepsel de böyle. Yani İran Ortadoğu’da bir şii etkinliği yaratmada Suriye yönetiminden güç alıyor, dayanıyor, bir tür şii ittifakı oluyor. Türkiye ile yine Suudi ve diğer Arap güçleriyle aralarındaki çelişkinin bir de bu boyutunun olduğu değerlendiriliyor, söyleniyor. Giderek bir mezhep çatışmasına dönüştü, deniyor. İşin bu boyutunu da yok saymamak lazım. Fakat ortaçağdaki gibi tek boyut din ve mezhep değil, çatışmalar oradan kaynaklanmıyor. Siyasi çıkarlar, başka ideolojik yaklaşımlar da bu dönemde daha etkili hale gelmiş durumdadır. Ama işin mezhepsel boyutu da vardır. Bu bakımdan da Suriye üzerindeki mücadelesi hem bir İran-Türkiye mücadelesi haline geldi hem de şii-sünni mücadelesine dönüştü. Sadece Suriye’ye dönük bir mücadele olmaktan çıkıp İran üzerindeki mücadele haline de geliyor zaman zaman. Hatta şu bile belli değil, eğer bu mevcut yoğunluk bir çatışmaya dönüşecekse bu öncelikli Suriye’de mi yoksa İran’da mı olacak, o da belli değil.
Suriye’de bir askeri çatışmayı yoğunlaştırmak için İran’ı geriletmek gerektiğini söyleyenler var. Suriye’ye ABD askeri müdahalede bulunacaksa önce İran’ı zayıflatmak zorundadır, ancak o zaman Suriye’ye müdahale edebilir, yoksa İran’ı zayıflatmadan Suriye’ye yapılacak bir müdahale sahiplerini çıkmaza sokabilir, doğrultusunda düşünceler ileri sürülüyor. Demek ki Suriye sorunu karmaşıktır. Dikkat edilirse Suriye’deki siyasi mücadelenin birçok boyutu var. Dolayısıyla Suriye’deki çözümün bütün bu çevrede bölgesel bir çözüm olacağını, Suriye’deki mücadelenin bölgesel bir mücadele olduğunu, siyasi askeri çatışmanın bölgesel olacağını, sonucun da bütün bölgedeki siyasi düzeni belirleyecek etkide bulunacağını bilmek lazım.
Arap baharı, isyanı bu temelde gelişen çatışmalar nereye gidecek, yeni Arap sistemi nasıl şekillenecek, Kürdistan’da yaşanan mücadele ve Kürt sorununun çözümü nasıl olacak, yeni sistemde Kürtler nasıl yer alacaklar, dolayısıyla Türkiye’nin yapılanması, İran’ın yapılanması yeni süreçte nasıl şekillenecek? Bütün bunlar sanki Suriye’deki mücadelenin sonuçlarıyla belirlenecek. Bu da daha dikkatli, ciddi, bütünlüklü bir yaklaşım gerektiriyor. Hem Suriye içindeki güçler böyle bir yaklaşım gösteriyorlar hem de saydığımız bütün bu güçlerin böyle bir yaklaşımı vardır. Dikkat edilirse kimse acele etmiyor. Konuşuluyor, tartışılıyor, tehditler var ama pratiğe geçmede herkes çok ihtiyatlı, çok dikkatli ve hesaplıdır. Diğer ülkelerde, devletlerde olduğu gibi hemen eyleme geçme Suriye’de söz konusu olmuyor. Bu oldukça önemli durumu anlamamız, ona göre yaklaşmamız gerekli.
Ortadoğu’daki gelişmelere bakıldığında önümüzdeki dönemde pratik olarak neler yaşanabilir? Libya’nın düşüşü ardından Suriye artık birincil gündem haline geldi. Acaba ABD ve NATO nasıl tavır alacak konusu tartışma gündemindeydi. Kasım ayı içerisinde ABD ve NATO sanki bir deneme yaptı. Libya’dan aldığı sonucu, onun verdiği gücü, rüzgarı kullanarak Suriye yönetimini tehdit eden, kaçırtmaya çalışan bir müdahalede bulundular. ABD elçisini çekti, Fransa elçisini çekti. Arap Birliği Suriye yönetiminin değişiklik yapması ve kendisini Suriye’de yaşananları denetlemesi için kararlar aldı. Türkiye tehditlerde bulundu. İçerde “hür Suriye ordusu” diye bir şey çıkardılar. İç çatışmaları yoğunca desteklediler. İçten ve dıştan böyle bir saldırıyla Beşar Esad yönetimini ürkütüp, korkutup kaçırtmak istediler. Fakat mevcut Suriye yönetimi bu saldırıların amacının kendisini kaçırtmak olduğunu gördü ve direndi. Kuşkusuz mevcut yönetim on yılların iktidarı süresince palazlandığından elde ettikleri nimetleri bırakmak istemiyorlar. Onun için bir direnç gösterdiler. Ortaya şu çıktı; mevcut yönetim tehditle, ürküterek iktidardan düşürülemeyecek, kaçırtılamayacak. Son günlerde bu temelde bir değişiklik yaşanıyor gibi. Kaçırtalım, sonuç alalım temelinde bir hamle yapıldı, fakat bu sonuç vermedi. Suriye yönetimini yıkmak için daha kapsamlı, bütünlüklü, derinleşmiş bir mücadele gerekiyor. O halde bu bir süreç işidir. Dolayısıyla böyle bir mücadele içine girilmiş bir durum var. Arap Birliği’nin tutumunda bu var. Türkiye zaten bu durumu görerek öncekinden daha farklı bir yol izlemeye başladı. Türkiye ordusunu harekete geçirdi, sanki Şam’a yürüyecekmiş gibiydi, şimdi onu bıraktı ekonomik yaptırımları öne çıkardı. ABD elçisini yeniden gönderdi, Fransa elçisini yeniden gönderdi.
Suriye mücadelesi bir Ortadoğu mücadelesidir
Suriye mücadelesinin çok boyutlu derinleşerek bir sürece yayılacağı açığa çıktı. Şimdi buna göre bir yaklaşım gösteriyorlar. Öyle anlaşılıyor ki içeride muhalefet oluşturmak, iç çatışmaları geliştirmek, mevcut yönetimleri bunlarla yıpratmak gibi taktik izleyecekler. Bu süreçte tabii ki içerideki siyasi güçler de kendilerini daha çok örgütleyip pratiğe geçirecekler. Bölgesel güçler daha çok hem ittifak yapma, hem de etkili olma konumuna girecekler. Bu bakımdan Suriye mücadelesi 2012 yılının en temel mücadelesi olacak.
Suriye mücadelesi bir Ortadoğu mücadelesi olacak, bu mücadelenin sonucunu politik askeri yapıların ittifakları ve pratik etkileri belirleyecek. 2012 yılında bu mücadele sonuçlanabilir de, daha sonraki yıla da sarkabilir de. Çünkü ABD ve NATO Bloğu 2010-2011’deki kadar herhalde Ortadoğu’daki çatışmalara müdahale edecek konumda olamazlar. 2012 yılı Amerika’da seçim yılıdır. İşte seçim yürütürken dışarıda çok riskli, seçimi etkileyecek girişim yapacak hiçbir ABD yönetimi bulunmuyor, bulunamaz. O bakımdan mevcut Suriye yönetimi için bir avantaj oluyor bu. Zaten mevcut değişiklik de Amerika’da seçim sürecine girilmesiyle ortaya çıktı. O nedenle içerideki ihvan-ı Müslimin etrafındaki cephenin zorlanacağı söylenebilir. Diğer yandan dikkat edilirse bölgesel ve yerel olarak çok güç var. Bunların hepsi bu mücadele masasında varlar. Ama hiç biri de tam örgütlenmiş, etkin pratiğe geçecek durumda değil. En örgütlü blok İran’dır, ama o da birçok desteğini kaybetti. Dolayısıyla kendi içinde sıkıntılı olduğundan bir hamle yapması zordur. Türkiye Kürdistan’daki mücadeleyle bağlı olarak içeride bir çıkmazı yaşıyor. O bakımdan hemen kendisini dışarıya çok güçlü yansıtması, bir maceraya atılması zor olacak.
İçteki muhalif yapıların da sorunları bulunmaktadır. İhvan-ı Müslimin daha yeni örgütleniyor. Son birkaç aydır belli bir ortam ve aktif dış destek buldu. Askeri örgütlenmesi henüz zayıftır. Bir savaş yürütecekse eğitim ve örgütlenmeye ihtiyaç var. Bu da zaman alacak. Şimdi Türkiye, başka devletler ve küresel sistem destek veriyor, ama Suriye ordusuna karşı savaş yürütecek bir güce sahip değil. Çünkü daha önce rejim onlara nefes alma imkanı vermiyordu.
Demokratik Suriye Bloğu’nun kendi potansiyelini örgütleyip, birleştirerek, birliği pekiştirerek etkin bir siyasi tutum ortaya koyma durumu var. Bu gelişirse şu an hakim gibi görünen iki gücü de geride bırakabilir. Dolayısıyla Suriye içindeki mücadelenin seyri de değişebilir, yani güçlerin etkinlik durumu da. Özellikle mücadelenin sürece yayılması bu tür gelişmeleri ortaya çıkartabilir. Özellikle halkların kendilerini örgütlemeleri, demokratik blok oluşturmaya fırsat bulma açısından belki de böyle bir sürece yayılma daha iyidir denebilir. Bu durumda güçler daha çok kendilerini örgütleyip açığa çıkartacaklar, daha fazla ittifaklar oluşturacaklar. Mücadele siyasi askeri boyutuyla daha kapsamlı ve derin hale gelecek. Böyle olmasını halklar açsından, demokrasi açısından ve Kürtler açısından olumlu görmekte yarar var.
Bu durum, özellikle parçalardaki Kürtlerin gelişmeleri daha iyi okumaları daha doğru değerlendirme yaparak bir birlik, ittifak oluşturmaları açısından fırsat verir. Bu ittifak oluşmayabilir de. Çünkü dış güçler ve KDP bu tür ittifakları engelleyen bir yaklaşım içindedir. Eğer birlik oluştururlarsa bu yeni bir durumu ifade eder. Suriye’de mücadelenin sürece yayılması böyle bir süreci ortaya çıkarabilir. Batı Kürdistan’daki birliğin yaratılması açısından bunu bir fırsat olarak değerlendirmek gerekir. Suriye’deki Kürt halkının örgütlenmesi, Demokratik Konfederalizm çizgisinde bütün kesimlerin kendilerini geliştirerek Demokratik Özerkliği Kürt toplumunda yaşanır hale getirmesine fırsat veriyor. Hem toplumsal örgütlülük hem de Kürt birliğini sağlama açısından zaman önemlidir. Kürt iradesinin doğru bir çizgide ve bütünlüklü olarak ortaya çıkmasının fırsatını ve imkanını daha çok vermektedir. Üçüncü olarak da Suriye bloğunu örgütleyip geliştirmek için böyle bir zamana ihtiyaç var. Hem kitle tabanını örgütlemek hem de birliğini yaratma açısından buna ihtiyaç var. Birçok kesim örgütsüz, ama bütün halk kesimleri demokratik Suriye bloğu’na katılabilir. Ermeniler, Süryaniler, Dürziler yine çeşitli emekçi kesimler, kadınlar, gençler yani geniş bir örgütlülük yaratılabilir. Bu kesimlerin hepsinin örgütlenme ve eyleme geçme şansı var. Zaman buna fırsat tanıyor, bu açıdan da böyle bir zaman bu tür örgütlülüklerin gelişmesi açısından da iyi olabilir. Tabii bu durum kendiliğinden olmaz. Bu durum kesinlikle bilinç gerektiriyor, çaba gerektiriyor; cesaret ve fedakarlık istiyor. En önemlisi de doğru bir siyasal çizgiyi izlemeyi gerektiriyor.
Olaylara daha bütünlüklü bakmamız gerekiyor
Kürdistan’da yürüttüğümüz mücadelenin önemli bir boyutunu da Batı oluşturuyor. Dikkat edilirse ABD’nin müdahalede hesaba kattığı Türkiye’dir. Türkiye’nin de temel yaklaşımı Batı Kürdistan’daki gelişmeyi nasıl engelleyeceği yönündedir. Bu açıdan Kuzey’de çatışma yaşarken AKP hükümetiyle Batı Kürdistan’da da yoğun bir siyasi mücadele yaşıyoruz. Çok daha etkili bir aktör olarak Batı Kürdistan genel Kürdistan mücadelesi içinde rol oynar hale gelmiş durumdadır. Özellikle TC-PKK çatışmasında ‘ki bu soykırım rejimiyle Kürt özgürlüğünün çatışmasını ifade ediyor’ Kürdistan’daki mücadelede mevcut durumda bu parçadaki çatışma öne geçmiştir. Böyle bir merkezi çatışmada siyasi alan önemli ölçüde Batı Kürdistan’a kaymış durumdadır. Böyle bir çatışmanın askeri boyutuysa esas olarak Kuzey’de sürmektedir. Şu anda Kürtler içi ilişkilerde de soykırım rejimine karşı mücadelede de Batı Kürdistan’ın böyle bir rolü var. İleride bu sadece siyasi boyutta kalmayıp askeri çatışma boyutuna da dönüşebilir. Bu olasılık da var. Buradaki durum sadece siyasi boyutta kalır, öteye geçmez, askeri çatışma haline gelmez dememek lazım. Tabii orada silahlı çatışmaya girmeme konusunda herkes biraz daha ihtiyatlı, duyarlıdır. Fakat siyaset derinleşir, çözümü dayatır, ama siyasi temelde çözüm gelişmezse Suriye genelinde de, Suriye etrafında da silahlı çatışma gündeme gelebilir. Bu durumda Kürdistan’daki savaş daha yaygın bir konum kazanır. Kuzey’deki savaş olduğu gibi Batı Kürdistan’ı da içine alan bir boyut kazanabilir. Bizim de bu gerçekleri görerek Suriye ve Batı Kürdistan mücadelesine yaklaşmamız, Ortadoğu mücadelesini bu temelde ele alıp politikalarımızı, ilişki ve ittifaklarımızı, taktik planlarımızı buna göre oluşturmamız gerekir. Soykırım rejimine karşı mücadeleyi, onu yıkma mücadelesini bu anlamda -tabii esas silahlı çatışma boyutuyla Kuzey’de yürütürken- Batı Kürdistan’ın da önemini ve bunun içindeki yerini görüp ona göre bir pratik politika içinde olmamız lazım. Özcesi olaylara daha bütünlüklü bakmamız gerekiyor.
Hareket olarak 29 Mart 2009 yerel seçimi ardından yeni bir sürecin ortaya çıktığını, Kürt sorununun barışçıl siyasi çözümü için güçlü bir siyasi zeminin oluştuğunu, sürecin final süreci, çözüm süreci olduğunu hep ifade ettik. 2009-2011 yıllarını Kürt sorununun demokratik siyasi çözümü için her türlü verinin ortaya çıkmış olduğu bir dönem olarak değerlendirdik. Böyle bir çözümün gerçekleşip, hayat bulması için de büyük çaba harcadık.
Bu ne anlama geliyordu? İşte şimdi ortaya çıktığı gibi, Kürdistan’daki mücadelenin bir bölgesel mücadele, hatta bir dünya savaşının bir parçası haline pratikte tam gelmeden, Kürdistan’daki mücadeleye dış eller doğrudan, fiili olarak karışmadan, Kürdistan üzerinde egemen olan güçlerle Kürt halkının özgürlük mücadelesi arasında barışçıl siyasi yöntemlerle sorunu çözmeyi, sağlamayı ifade ediyordu. Bunun zemini ve siyasi güçleri ortaya çıkarılmıştı. Biraz demokratik zihniyet ve çözümleyici siyaset rol oynayabilir, halklara acı çektiren birçok güce zarar veren faşist, tekelci ve rantçı güçler dışında, herkese kaybettiren bu sorunu, az çok herkesin demokratik çerçevede kazanacağı bir biçimde çözmek gerçekleşebilirdi.
Önder Apo ve hareketimiz süreci böyle değerlendirerek, bu temelde son derece özverili bir tutumun ve çabanın sahibi oldu. Dikkat edilirse Önder Apo, AKP hükümetine ve Türkiye’yi yöneten tüm güçlere açıkça “gelin, koşullar uygun, imkanlar var, barışçıl siyasi çözüm için zemin oluştu, özgür Kürt iradesi ortaya çıktı, bu iradeyi bütün saldırılarınıza rağmen kıramadınız, daha fazla kan akmasına fırsat vermeden ve bu soruna dünyanın ve bölgenin tüm güçlerinin eli karışmadan, biz bize oturup barışçıl siyasi çözüm üretelim, iki tarafın da kazanacağı makul bir çözümü ortaya çıkartalım” çağrısında bulundu. Hareketimiz, Önder Apo’nun bu tutumunu yönetimi ve halkıyla birlikte tereddütsüz destekledi. Önder Apo, bu temelde çözümün mümkün olduğunu gösterdiği gibi, eğer çözüm ortaya çıkmazsa, gerçekleştirilmezse sürecin farklı hal alacağını, Kürdistan üzerindeki mücadelenin daha karmaşık, bölgesel ve küresel boyut kazanacağını, bu işin içine herkesin elinin karışacağını, dolayısıyla da bundan Kürtler kadar tüm Türkiye toplumunun, Türkiye’yi yönetenlerin, herkesin zarar göreceğini açıkça söyledi. Bu konuda barışçıl siyasi çözümün yolunu gösterip, zeminini döşediği gibi, çözümün olmaması durumunda ortaya çıkacak tehlikeler konusunda da herkesi uyardı.
Önderlik ve hareket olarak bu üç yıl boyunca barışçıl siyasi çözümün gerçekleşmesi için yoğun bir çaba harcadık. Önder Apo, Kürt sorununun barışçıl siyasi çözümünün Yol Haritası’nı ortaya çıkardı. Çözüme pratik zemin yaratsın diye yeni Barış Grupları’nı Türkiye’ye çağırdı. Demokratik siyaseti tümüyle Kürt sorunun çözümü temelinde yönlendirdi. Yeni anayasa sürecini böyle bir çözüm için elverişli bir süreç olarak değerlendirdi ve her fırsatta da harekete ve halka dikkatli olunması, siyasi çözüme şans tanınması için eylemsizlik ya da ateşkes içerisinde bulunulması çağrısı yaptı. Biz hareket ve halk olarak Önder Apo’nun bu çabalarını tüm gücümüzle destekledik; Yol Haritası’na destek verdik, barış gruplarını anında gönderdik, bütün bu baskı ve saldırılara rağmen bu geçen sürecin büyük bir bölümünde tek yanlı eylemsizlik tutumu içinde olduk. AKP hükümetinin gerillaya dönük askeri operasyonlarına, demokratik siyasete dönük siyasal soykırım operasyonlarına, halk üzerindeki faşist terörüne, İmralı’da Önder Apo üzerindeki işkence uygulamalarına rağmen büyük bir sabırla, fedakarlıkla, duyarlılıkla barışçıl siyasi çözümün gerçekleşmesine destek vermeye çalıştık.
Bunları barışçıl siyasi çözüm için zemin oluşmuştu ve bu zemin üzerinde çözüm gerçekleşebilirdi düşüncesiyle yaptık. Çözümün gerçekleşmemesi durumunda işin içine çok el girerdi ve onun için çözümsüzlük derinleşirdi. Soruna muhatap iki gücün oturarak karşılıklı çözüme ulaşmalarının en kötüsünün, çok sayıda gücün işin içerisine girdiği en iyi çözümden daha değerli olacağını bildiğimiz ve kabul ettiğimiz için böyle davrandık. Ortadoğu eksenli yaşanan üçüncü dünya savaşı tümüyle Kürdistan’ı içine almadan, Kürdistan üzerindeki mücadele bir bölgesel ve dünya savaşı haline gelmeden, sorunla doğrudan muhatap olan devletler ile Kürt toplumunun siyasi sorunlarını oturup tartışarak daha kolay çözebileceğine inandığımız için böyle yaptık. Fakat bütün bu çabalarımıza rağmen AKP hükümeti ve Türkiye Cumhuriyeti devleti yönetimi ne yaptı? Onlar da böyle bir süreci bizim zayıflığımız olarak görüp değerlendirerek, Kürdistan üzerindeki mücadele dünyayı içeren bir mücadele haline gelmeden; çeşitli oyunlarla, baskılarla, hilelerle, katliamlarla Önder Apo’yu etkisizleştirebileceklerini, gerillayı ezebileceklerini, Kürt halkını pasifize edip sindirebileceklerini düşünerek saldırılarını artırdılar. Böylece Özgürlük hareketimizi imha ve tasfiye ederek Kürt soykırımı önündeki tüm engelleri kaldırarak Kürdistan üzerinde egemen bir konumda olan bir güç olarak 2012 yılı gibi kapsamlı ve karmaşık bir mücadele süreci içerisine girebileceklerini umut ve hesap ettiler. Önderliğimizin, yönetimimizin ve halkımızın sabırlı ve özverili bütün çözümleyici çabalarına oyunla, hileyle, imha ve tasfiye operasyonlarıyla karşılık verdiler.
Bilindiği gibi AKP hükümeti, Kürt sorununun siyasi çözümü için 13 Nisan 2009’da ilan ettiğimiz eylemsizliğe, 14 Nisan 2009’da başlattığı Kürt demokratik siyasetini imha ve tasfiye etme amaçlı soykırım operasyonuyla karşılık verdi. Önder Apo’nun Kürt sorununun çözümü için hazırladığı yol haritasına ve barış gruplarını çağırmasına; DTP’nin kapatılması, seçilmiş belediye başkanları da dahil Kürt demokratik siyasetçilerinin tutuklanması, seçilmiş Kürt milletvekillerinin vekilliklerinin düşürülmesi gibi imha ve tasfiyeyi ifade eden siyasi saldırılarla karşılık verdi. Bununla da yetinmeyip, süreci gerillaya dönük askeri operasyonları yoğunlaştırma temelinde ilerletmek istedi.
Buna karşı uyarı anlamında 1 Haziran 2010’dan itibaren hareketimizin girdiği etkin mücadele sürecinin bu oyunları bozacağını görüp anlayınca AKP hükümeti tekrar İmralı’ya koşup Önder Apo ile görüşerek, aktif mücadelenin durdurulması, Kürt sorununun çözüm vaadi temelinde görüşmelerin geliştirilmesi isteminde bulundu. Önder Apo da bu verilen sözlerin gerçekleşmesi için zemin yarattı, bunların gerçekleşmesini istedi, bu temelde hareketimize yeniden eylemsizlik çağrısında bulundu. Bu çağrıyı Hareket ve halk olarak değerlendirerek, siyasi ve askeri operasyonların durmaksızın sürmesine rağmen, Önder Apo’nun isteği doğrultusunda bunu kabul ettik. Kürt sorununun barışçıl siyasi çözümü gerçekleşsin diye zemin yarattık, fırsat tanıdık. Bu doğrultuda uzatılan her eli tuttuk, söylenen her söze değer biçtik, görüşme ve diyalog istemlerine tereddütsüz yanıt verdik. İmralı’da Önder Apo devlet heyetiyle uzun ve kapsamlı görüşmeler yaptı, ona paralel hareketimiz devlet temsilcileriyle hem aracılar yoluyla, hem de doğrudan görüşmelerde bulundu. Bütün bu görüşmeler ile barışçıl siyasi çözümün önünün açılacağını ve çözümün gerçekleşeceğini umut ettik, bunun için bizden istenen her şeyi yaptık. Sonuçta bütün bunları Önder Apo, barışçıl siyasi çözümün gerçekleşmesini sağlayacak müzakerenin ilkelerini içeren belgeler olarak üç protokol halinde yazılı hale getirdi. Bunu yönetimimize ve TC hükümetine sundu. Yönetim olarak biz, Kürt sorununun barışçıl siyasi çözümü için müzakere belgelerini kabul ettik. Önderlik ve yönetim olarak tam bir birlik halinde Kürt tarafının siyasi çözüm müzakeresine hazır olduğunu muhatabımıza gösterdik ve tüm kamuoyuna ilan ettik.
Bütün bunlara karşı AKP hep oyalama, hile, aldatma yaklaşımıyla karşılık verdi. Hep zaman kazanmaya, bir yandan bu görüşmeler ile bizi oyalamaya çalışırken, diğer yandan askeri operasyonlarla gerillayı ezmeye, siyasi operasyonlarla demokratik siyaseti tasfiye etmeye çalıştı.
2011 yılının ilk yarısında gerilla bir kurşun bile sıkmazken, elliye yakın gerillanın katledilmesine yol açan askeri operasyonlar gerçekleştirildi. Diğer yandan demokratik siyasi barışçıl çözüm için bu kadar çaba harcarken, AKP hükümetinin KCK operasyonları temelinde geliştirdiği saldırılarla binlerce Kürt siyasetçisi, aydını zindanlara atıldı. Bütün bunlar AKP gerçeğini netçe ortaya koydu.
2011 yılında gelişen direniş süreci AKP’nin oyunlarını bozdu
Bizim Kürt sorununun barışçıl siyasi çözümünün gerçekleşmesi için uygun zemin ve fırsat olarak gördüğümüz 2009-2011 dönemini, TC devleti ve AKP hükümeti ise çeşitli hile ve oyunlarla sözde bizi aldatıp etkisiz kılarak, Özgürlük hareketimizi imha ve tasfiye etme, dolayısıyla Kürt soykırımını gerçekleştirme dönemine dönüştürmek istedi. Bütün bu iyi niyetli ve çözümleyici yaklaşımlarımıza hileyle, aldatmayla, oyun yaparak, zaman kazanmaya çalışarak, çürütme politikasını geliştirerek, diğer yandan ise siyasi ve askeri operasyonları yoğunlaştırıp Özgürlük hareketimizin siyasi ve askeri gücünü darbeleyerek karşılık vermeye çalıştı. Aslında Önderliği imha edip, etkisiz kılıp, yeni bir Kürt katliamı gerçekleştirmenin zeminini yaratmaya çalıştı. Dersîm’de Seyit Rızalara, Dersîm halkına uyguladığı yaklaşımın bir benzerini bu süreçte bize de uygulamak istedi. Bu konuda asla yanılmayalım, tarihin derslerini iyi çıkartmayı bilelim.
Şimdi Dersîm soykırımı, Seyit Rızaların nasıl idam edildiği tartışılıyor. Türk Başbakanı Tayyip Erdoğan, Amed Zindanı’ndaki katliamlar için döktüğüne benzer yeni bir timsah gözyaşını da Dersîm soykırımı karşısında dökmeye çalışıyor. Özür dilemede bulunuyor. Fakat bütün bunların gerçek yüzünü, iç yüzünü doğru anlamamız gerekli. Seyit Rıza nasıl idam edildi? Dersîm katliamı nasıl gerçekleşti? Bunlar bir günde mi yaşandı? Tesadüfen mi oldu? Bazı faşist, haydut güçlerin devletten habersiz gerçekleştirdiği katliamlar mı yapıldı? Hayır, böyle olmadığını hepimiz çok iyi biliyoruz. Tarihsel belgeler bunu aydınlatıyor, tanıklar bunu açıkça söylüyor. Böyle bir katliam sürecinin 1925’lerdeki Takriri Sükûn Yasası ve 1926 Şark Islahat Planı’yla başladığını herkes biliyor. Dersîm soykırımı, Şeyh Sait isyanının bastırılması ve katliamının, Ağirî isyanının bastırılmasının ve katliamının bir devamı olarak yaşatıldığını herkes biliyor. Bu katliamın 1935’te hazırlanan Tunceli Kanunu’yla planlı bir biçimde örgütlendirilip gerçekleştirildiği de biliniyor. Daha somut olarak şunu ifade edelim: Seyit Rıza nasıl yakalandı? O dönemin hükümeti tıpkı bize yaptığı gibi “gel görüşelim, tartışarak sorunu çözelim” çağrısında bulundu. Seyit Rıza da devletin verdiği bu söze inanarak Erzingan’a gitti. Diğer aşiret reisleri de aynı biçimde çağrılıp tuzağa düşürüldüler. Seyit Rıza teslim olmadı; hükümetin verdiği söz karşılığında görüşme yapmaya, var olan sorunların bir uzlaşı temelinde çözümünü gerçekleştirmeye gitti. Fakat “gel görüşelim ve sorunu çözelim” diyen devlet, onu bir kere ele geçirince, derhal tutuklayıp Elazîz’e getirdi ve sorgusuz sualsiz bir biçimde göstermelik bir mahkemeyle idam etti. İdama giderken Seyit Rıza’nın “sizin oyunlarınızla başa çıkamadım, bu bana ders olsun” sözünü iyi hatırlayalım, doğru anlayalım. Buradaki ders, Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin oyunlarının ve hilelerinin anlaşılmasıdır.
AKP hükümeti benzer bir hileyi Oslo ve İmralı görüşmeleri adı altında, Kürt sorununun siyasi çözümü için imkan ve fırsatın bu kadar oluştuğu bu süreçte bize karşı da uygulamak istedi. İşte bu kadar oyalama, hile; bir yandan güya Kürt sorununu kabul ediyor, çözmek istiyor görünürken, diğer yandan Kürt özgürlük hareketini imha etmek için siyasi ve askeri operasyonları her alanda yaygınca geliştirme bu biçimde ortaya çıktı. Aynı hileyi bize de uygulayabileceklerini sandılar. Seyit Rıza idam edildikten sonra 1938’de nasıl Dersîm katliamı gerçekleştirildiyse, Önderlik etkisizleştirilerek, gerilla silahsızlandırılarak, Özgürlük hareketimizin öncülüğü etkisiz kılınarak yeni bir soykırımı, katliamı Kürt toplumuna yeniden dayatmayı umut ve hesap ettiler. AKP’nin planı aslında buydu.
2011 yılında gelişen direniş süreci bu oyunun bozulması oluyor. Bütün çabalarımıza rağmen, Önderlik olarak, yönetim olarak demokratik siyasi çözüm için tek yanlı gösterdiğimiz bütün çabalara rağmen sonuç alamayınca; AKP’nin oyun, hile, aldatmaya dayalı, baskı ve şiddeti geliştirerek Önder Apo’yu İmralı’da çürütmeyi, yönetimimizi dağıtmayı, gerillayı silahsızlandırmayı, demokratik siyaseti tutuklayıp etkisizleştirmeyi, halkı da faşist polis terörü ile sindirmeyi hedefleyen saldırıları kesintisiz devam edince, bütün bunların bir oyun olduğu, hile olduğu, aldatma olduğu konusunda bir netliğe ulaştık. AKP’nin Kürt sorununu çözmek değil de, Kürt özgürlük hareketini çözerek imha ve tasfiye etmeye çalıştığı, bunu da TC’nin soykırım politikalarının bir gereği olarak yürüttüğü konusunda netleştik. AKP’nin bir demokrasi gücü, Kürt sorununun çözüm gücü değil, tam tersine yeni bir Kürt soykırım gücü, katliam gücü, dolayısıyla yeni bir faşist diktatörlük gücü, eskinin Beyaz Türk Ergenekonculuğunu aşarak, yeninin Yeşil Türk Ergenekonculuğunu oluşturma gücü olduğu konusunda Önderlik ve yönetim olarak netleştik. Seyit Rıza’nın idama giderken “bu bana ders olsun” dediği dersi, Önderlik ve hareket olarak çıkarttık. Zaten PKK’nin doğuşu bu temeldeydi. Otuz beş yılı aşkın süreçte geliştirdiği mücadele bu temelde oldu. Önder Apo gerçekliği, tarihten bu temelde dersler çıkarma gerçekliğiydi. Bütün hareket olarak, halk olarak aynı düzeyde bir netlik oluşturamasak da, Önderlik düzeyi, Önder Apo gerçeği bu konuda tam bir netliğe ve kesinliği ulaşarak, 2011 yazından itibaren yeni ve kapsamlı bir direniş süreci içine girdi.
Peki, neden? AKP’nin Dersîm’de yaptığı hileye benzer bir hileyi bize karşı da yapma planlarını, hesaplarını bozmak, bu çabaları boşa çıkartmak için. Bu nedenle beş aydır Önder Apo ile her türlü avukat görüşmesi yasaklanmıştır. Bu nedenle tıpkı uluslararası komplonun başlangıç sürecinde olduğu gibi, şimdi de AKP hükümetinin bütün saldırıları en başta Önder Apo’yu hedeflemektedir. Avukatları tutuklanmıştır, en küçük bir sözünün yayınlanması, hatta Önder Apo’nun doğum gününün kutlanması bile suç kapsamına alınmıştır.
Dikkat edilirse saldırının merkezinde Önder Apo var. Niçin? Çünkü AKP gerçeğini Önder Apo çözdü, AKP oyununu Önder Apo bozdu. “Artık ben bu oyuna alet olmayacağım, çekiliyorum” diyerek, AKP’nin sözde görüşmeler adı altında oyalama ve hile politikasıyla, diğer yandan siyasi ve askeri operasyonları geliştirerek Kürt özgürlük hareketini tasfiye politikalarını görüp boşa çıkardığı için Önder Apo’ya öfkelidirler. Yine gerillaya karşı kimyasal silah kullanacak kadar acımasızca saldırmasının nedeni de, gerillanın bütün bu oyunlarını bozmasından dolayıdır. Direnen halka bu kadar vahşi saldırının, demokratik siyasetçilerin bu kadar tutuklanmasının nedeni de AKP’nin bu oyunlarının bozulmuş olması ve boşa çıkarılmasındandır. Kısaca 2009’dan sonra ortaya çıkan demokratik çözüm fırsatını değerlendirmek için yapılması gereken her şeyi yaparak, aslında çözümün zeminini oluşturup imkanlarını yaratmamıza rağmen, AKP’nin çözüm değil de, Kürt soykırımını yürütme, Özgürlük hareketimizi imha ve tasfiye etme planlarında ısrarlı olması sonucu AKP gerçeğini görüp, onun oyunlarını bozacak bir tutum geliştirdik.
2011 yılının Kürdistan’daki mücadele açısından, Kürt özgürlük hareketinin bu mücadeleye katılımı açısından en belirgin yanı budur. “Mademki Kürt sorununun barışçıl siyasi çözümü olmuyor, devlet ile hükümet çözüme yanaşmıyor, tersine imha ve tasfiyede kararlı, o halde bu imha ve tasfiye politikalarını yenilgiye uğratıp, boşa çıkartmak için yeniden kapsamlı bir direnişe girmek gerekir” diyerek hareketimiz yeni bir direniş hamlesi başlatmıştır. Seyit Rıza’nın idam sehpasında almış olduğunu söylediği derse uygun davranmıştır. AKP’nin, yani Türk devletinin oyunlarına gelinmemiştir. AKP’nin hile ve oyunlarını açığa çıkartıp, maskesini düşürerek, onun imha ve tasfiye operasyonlarına karşı bunları kıracak, boşa çıkartacak, dolayısıyla Kürt özgürlüğünü ve demokrasisini geliştirip gerçekleştirecek, Önder Apo’ya özgürlük ve Demokratik Özerkliği inşa hamlesi adı altında yeni bir direniş sürecini başlatmıştır.
Yıl sonuna geldiğimizde sonuç şudur: AKP’nin oyunları bozulmuştur. Bu gerçeği çok iyi anlamak gerekiyor. AKP’nin sürece yayarak çürütme politikası temelinde Önder Apo’yu etkisizleştirme, hareketimizin yönetimini dağıtma, gerillayı silahsızlandırıp imha etme, demokratik siyaseti tutuklayıp tasfiye etme ve Kürt halkını sindirme amaçlı imha ve tasfiye politikaları başarısız kılınmıştır. AKP bütün bunları bizi oyalayarak, eylemsizlik ya da ateşkes konumunda tutarak ve sürece yayarak gerçekleştirmek istiyordu. Biz bu oyunlara gelmedik; sürece yaymayı kabul etmediğimiz gibi, AKP’nin hile ve oyunlarını görerek gerillanın, halkın Önderlik çizgisinde birleşik direnişini 2011 yılının ikinci yarısında geliştirdik. Bu direniş AKP’nin maskesini düşürdü, bu direniş AKP’nin bütün hile ve oyunlarını bozdu, kırdı, AKP’yi yenilgiye uğrattı. Aslında bu imha ve tasfiye operasyonlarını koordine eden ‘başkomutan!’ Abdullah Gül’ün “PKK oyunlarımızı bozdu” demesi işte bu gerçeği itiraf ediyor. Evet, PKK AKP’nin oyunlarını bozdu, planlarını başarısız kıldı. Sözde görüşme adı altında, “Kürtlerin haklarını veriyoruz” yaklaşımı içerisinde halkı ve hareketi eylemsiz kılarak siyasi ve askeri operasyonlarla gerillayı ve demokratik siyaseti ezme planını boşa çıkarttı, başarısız kıldı. Bu bakımdan AKP’nin planları bozulmuş, maskesi düşürülmüş, hile ve oyunları sonuçsuz bırakılmıştır. Böylece Önderlik ve hareket olarak ikinci kez Seyit Rıza ve Dersîm olayı yaşama durumundan kendimizi kurtardık.
Fakat şunu da değerlendirmemiz lazım. Biz de 29 Mart 2009’dan bu yana gelişen süreci Kürt sorununun demokratik siyasal çözüm süreci olarak tanımladık. Çözüm için veriler gerçekten vardı. Yürütülen büyük mücadeleler bunu artık gerekli kılıyordu. Demokratik siyasetin gücü siyasi çözüm için gerekli zemini oluşturacak düzeydeydi. Fakat dikkat edilirse barışçıl siyasi çözümü gerçekleştiremedik. Bu konuda elimizden gelen, bizden yana yapılması gereken her türlü çalışmayı yaptık. Bu konuda hiçbir tereddüt olmamalı. Geriye dönüp bakıldığında “şunları yapsaydık belki sürecin önü açılabilirdi, bunları yapamamışız, görememişiz” diyebileceğimiz hiçbir husus yoktur. Bu konuda Önderlik ve hareket olarak çok dikkatli ve sabırlı davrandık, çok itina gösterdik; var olan imkan ve fırsatların hepsini ‘halktan ve çeşitli örgütlerimizden, gerilladan gelen eleştirilere rağmen’ itina ile değerlendirdik. Dolayısıyla yapmadığımız bir şey kesinlikle kalmamıştır. Fakat hedeflediğimiz sonucu alamadık.
AKP Kürt varlığını kabul emek istemiyor
Peki, neden? Esas nedenin TC devletinin ve AKP hükümetinin Kürt halk gerçeğini kabul etmemesi, dolayısıyla Kürt sorununu çözmek değil de, Kürt Özgürlük hareketini tasfiye ederek Kürt halkını soykırımdan geçirmek istemesi olduğu açıktır. Siyasi çözüm tek yanlı gerçekleşmiyor. İki tarafın da bu çözümü kabul etmesi ve çaba harcaması gerekiyor ki gerçekleşsin. O nedenle bizim çabalarımız, Önder Apo’nun çabaları sonuç vermedi. Çünkü AKP çözüm gücü değildi. Kürt sorununun demokratik siyasi çözümünü istemiyordu. AKP, Kürt halkının varlığını da kabul etmek istemiyor. Aslında Kürt olarak kabul ettiği sadece köken olarak Kürtlerin varlığıdır. “Tarihte Kürtler vardı, şimdi birey olarak Kürtler var, ama Kürt halkı yoktur, hatta Türkleşmiştir ve tek bir millet haline geldik” diyorlar. Tek millet, tek dil derken kast ettiği bu oluyor. Dolayısıyla Kürt halkının varlığını bir toplum olarak kabul etmediği için, onun demokratik haklarını da kabul etmiyor. Kürtlerin kendi kendini yönetme hakkını reddederek Kürt sorununun siyasi çözümüne yanaşmıyor. Tersine Kürt halkını yok etmeyi, Kürtleri Türkleştirmeyi öngören asimilasyonun, kültürel soykırımın temel yürütücü gücü oluyor. AKP’nin zihniyeti bu, politikası bu, Türk-islam sentezi görüşü bunu ifade ediyor. Yeşil-Türk Ergenekonculuğu bu çerçevededir. AKP’nin dinciliği Türk milliyetçiliğiyle iç içe geçmiş bir siyasi dinciliktir. Dolayısıyla karşımızdaki gücün çözüm değil, imha ve tasfiyeyi esas almasından dolayı sorunun çözümünü gerçekleştiremedik.
Bu noktada bizim için bir eksiklik görülebilir mi? Kuşkusuz karşı tarafı etkisiz kılmada, zihniyet değişimine uğratmada, oyunlarını bozmada zayıf kaldık, eksik kaldık. Hem PKK olarak, hem de Kürt demokratik siyaseti olarak bu konuda yürüttüğümüz çalışmalar istenen sonucu vermedi. AKP’nin oyunlarını bozan, maskesini düşüren, dolayısıyla siyasi çözümün önünü açan bir siyasi gelişmeyi yaratamadık. AKP’ye dönük bu çalışmayı yeterince yapamadık. Türkiye toplumuna dönük bunu yapamadık. Türkiye demokratik hareketini hızlı, güçlü bir biçimde örgütleyerek Kürt sorununun çözümünü öngören bir Türkiye siyaseti ve toplumsal duruşunu ortaya çıkaramadık. Elbette bunun esas suçu, kabahati bize ait değildir. Faşist, şoven, milliyetçi hükümete, medyaya, partilere, devlete aittir. Fakat bizim de bir mücadele gücü olarak onları etkisizleştiren, demokratik zihniyeti ve politikayı Türkiye’de etkili kılan bir gelişmeyi ‘kendileri yaratmıyorlarsa da’ biz yaratabilmeliydik. Kabahatimiz, eksikliğimiz bunu yaratamayışımızdır. Bu noktada da öngördüğümüz çözüm gücünü gerçekleştiremedik.
Bu dönemin şehitleri AKP hile ve oyunlarını bozmanın şehitleriydi
Geriye 2011 yılının ikinci yarısındaki direniş süreci kaldı. Biz bu direnişle AKP’nin maskesini düşürdük, imha ve tasfiye planlarını boşa çıkardık. AKP’nin Kürt sorununu çözecek bir güç olmadığını, dolayısıyla tarihin çöp sepetine atılacağını herkese gösterdik, ilan ettik; bunu ifade eden bir direnişi geliştirdik, yarattık. Fakat henüz bu direniş de bir sonuç vermedi. AKP’nin maskesini düşürüp, oyunlarını bozduk, ama henüz AKP’yi yenilgiye uğratarak Önder Apo’nun özgürlüğü ve Demokratik Özerkliğin inşası temelinde Kürt sorununun çözümünü gerçekleştiren bir mücadeleyi de ortaya çıkartamadık. Bu doğrultuda önemli bir mücadele yürüttük; Önderlik, hareket ve gerilla olarak kahramanca direndik, büyük şehitler de verdik.
Bu dönemin şehitleri ne anlama geliyordu? AKP hile ve oyunlarını bozmanın şehitleriydi bunlar. Seyit Rıza’nın idam sehpasında “bu bana ders olsun” dediği dersi çıkartmanın şehitleriydiler. Bizi her türlü oyuna, hileye, faşist soykırımcı saldırganlığa karşı yeniden özgürlük için direniş içine çekmenin şehitleriydiler. Dolayısıyla büyük tarihsel anlamları var. Bu anlamları, gerçekleri görmemiz gerekli. Yine halkımızın yaşadığı acı, harcadığı emek tümüyle böyle bir gelişmeyi yaratmak içindi. Bu doğrultuda düşmana büyük darbeler de vurduk. Cumhurbaşkanına oyunlarının bozulduğunu itiraf ettirecek kadar büyük mücadele yarattık. Başbakana KCK operasyonlarını kendi talimatıyla yaptırdığını itiraf ettirecek kadar mücadele yürüttük. Hepsinin akıl hocası olan Fethullah Gülen’e Kürtler için nasıl bir soykırım öngördüğünü açıkça ifade ettirecek kadar maskesini düşürecek bir sonucu ortaya çıkardık. Bütün bunlar önemli gelişmelerdir. 2011’in ikinci yarısında yürüttüğümüz direnişin ortaya çıkardığı kazanımlardır.
Fakat dikkat edilirse bütün bunların bedeli ağır oldu. Ödediğimiz bedele denk büyük mücadeleler ortaya çıkaramadık, sömürgeci düşmana yeterli darbe vuramadık. İkincisi, direnerek Önder Apo’yu özgürleştirme ve Demokratik Özerkliği yaşamsallaştırma adımını tam hayata geçiremedik. Henüz bunun başlangıcında bulunuyoruz. Ya karşılıklı anlaşma ya da dış güçler işin içine girmeden bir mücadeleyle Türkiye Cumhuriyeti devletini Kürt sorununu çözme çizgisine çekme konusunda sonuç elde edemedik. Ancak inkar ve imha sistemi de, yeni Türk derin devleti ve AKP hükümeti de çeşitli hile ve oyunlarla bizi aldatma, Özgürlük hareketimizi imha ve tasfiye etme hedefini gerçekleştiremedi. Böylece Kürdistan üzerindeki mücadele de bütün kapsamı ve şiddeti ile 2012 yılına taşınmış oldu.
Şimdi Ortadoğu’da Suriye eksenli bölgesel düzey kazanan savaşın içerisine Kürdistan’daki mücadele de tümüyle girmiş oldu. Artık bundan sonra Kürdistan üzerindeki mücadele çok daha kapsamlı, karışık ve çok yönlü olacak. İdeolojik, siyasi ve askeri mücadele içerisinde şimdiye kadar olduğundan çok daha fazla güç bulunacak. Dolayısıyla savaş da, siyasi mücadele de çok daha karmaşık, çok yönlü, kapsamlı bir biçimde gelişecek. Şimdiye kadar olduğu gibi sınırlı bir güçle mücadele etme ve çözme dönemi artık aşılmış oluyor. 2012 yılında bütün bölgesel, hatta uluslararası güçlerin içinde olduğu bir Kürdistan mücadelesi yaşanacak.
Bu çerçevede mücadele etme ve çözümü yaratma imkanımız yok mu? Kuşkusuz var. Mücadele etmek için fırsat ve imkanlar her zamankinden daha fazladır. 2011’in ikinci yarısında yürüttüğümüz direniş temelinde siyasi mücadele imkanlarımız daha da artmıştır. Dikkat edilirse AKP hükümetinin “terör örgütüdür” diyerek bizi daraltıp, izole etme, tecrit etme doğrultusundaki tüm çabalarına karşın PKK’nin siyaset yapma alanı bölgede ve dünyada şimdi geçen yıldan daha geniştir. Hem ABD cephesinde hem onunla çatışan tarafta yeri vardır. Hiç kimse PKK ve Kürt gerçeğini görmeden Ortadoğu’da politika yapamaz ve savaş yürütemez durumdadır. Dolayısıyla siyasi alanımız daha genişlemiştir, yine kitle tabanımız daha büyümüştür. Bazıları PKK’nin bu mücadele içerisinde kitle tabanın daraldığını söylüyorlar. Hayır, halkın şehitlerine sahip çıkışı, demokratik eylemliliği, son dönemde gelişen mitingler açıkça gösteriyor ki PKK’nin kitle tabanı daha da artmıştır, büyümüştür. Geçen yıla göre şimdi kitle tabanımız daha geniştir. Şimdi yeni bir seçim olsa 12 Haziran seçimlerini aşan bir kitle gücü kesinlikle ortaya çıkacaktır. Yine kitlelerin mücadelecilik konumları daha güçlüdür. Kürt gençliği daha savaşkan, daha mücadeleci; gerillaya koşuyor, serhildana öncülük ediyor. Kürt kadını “Önder Apo’ya özgürlük” hamlesini başlatmış ve büyük bir cesaret ve fedakarlıkla bu mücadeleyi her alanda yürütüyor. Dolayısıyla kitle tabanımız daha güçlü, daha mücadelecidir. Diğer yandan, dışımızdaki güçlerin çelişki ve çatışmaları daha fazla, taktik olarak yararlanacağımız çelişki ve çatışma ortamı daha çok artmış durumdadır. Bu bakımdan mücadele etme imkanımız geçmişe göre daha da artmıştır.
Fakat yeni olan şudur: Şimdiye kadar daha çok Türkiye devleti ile mücadele eder, siyaseti TC-PKK çatışması içinde yürütürken, bundan sonra Kürdistan üzerindeki mücadele bölgenin yeniden yapılanması temelinde, bölgede süren çatışmanın bir parçası olarak yaşanacaktır. Dolayısıyla da siyaset yapma daha karmaşık, daha zor bir olay haline gelmiştir. Yine siyasi ve askeri bir mücadele yürütmek daha duyarlı, daha örgütlü, daha disiplinli, daha titiz olmayı gerektirmektedir. İşler biraz daha zorlaşmıştır o kadar. Yoksa mücadele gücümüz azalmamıştır. Bu biçimde 2009-2011 yıllarındaki çözüm süreci artık geride kalmıştır. Yeni bir çözüm karakteri ve süreci ortaya çıkmıştır. 2011’in ikinci yarısından itibaren gelişen süreç ile birlikte 2012’de yeni bir sürece, bölge düzeyindeki çatışma ve mücadele temelinde Kürt sorununun çözüm sürecine evirilmiş bulunuyor. AKP hükümetinin oyunları bozularak, mücadele imkanları daralırken; bizim daha duyarlı, bilinçli, örgütlü olmamız temelinde mücadeleyi daha güçlü yürütme ve sonuç almamızın imkan ve koşulları daha artmıştır. 2012’de Önder Apo’ya Özgürlük ve Demokratik Özerkliği İnşa yılı haline getirmenin koşul ve imkanları daha da çoğalmış bulunuyor.
AKP’nin maskesi düşürülmüştür
2011 yılı mücadelemize biraz daha yakından ve ayrıntılı bakmak daha yararlı olabilir. Bilindiği gibi 2011 yılının ilk yarısı siyasi mücadele ağırlıklı geçerken, ikinci yarısında gerilla direnişi öne çıkmıştır. Dolayısıyla askeri ağırlıklı bir mücadele yaşanmıştır. Yılın ilk yarısındaki siyasi mücadeleyi eylemsizlik süreci içerisinde daha çok üç boyutta ele alıp yürüttük. Siyasi mücadelenin birinci boyutu, eğitim ve hazırlık çalışmalarıydı. Bu konuda hareket olarak mücadele tarihimizin en kapsamlı eğitim ve hazırlık süreçlerinden birini yaşadık. Özellikle Önder Apo’nun Demokratik Uygarlık Manifestosu adlı savunmaları temelinde zihniyet devrimini yapmayı hedefleyen kapsamlı bir teorik ideolojik çalışma yürüttük. Hareket ve halk olarak, Önderlik felsefe ve zihniyetini özümseme, bu temelde ideolojik ve siyasi çizgide netleşmede önemli bir mesafe kat ettik. HPG de öncelikle Önderlik savunmaları temelinde ve 2010 yılının pratiğini irdelemeyi esas alan bir tarzla kapsamlı bir eğitim faaliyeti sürdü. Bu faaliyet akademik bünyede olduğu gibi, ideolojik ve askeri eğitimleri tüm HPG birlikleri düzeyinde de geliştirildi. HPG’de değişim ve yeniden yapılanma projesi temelinde zihniyet devrimini içeren, politikayı kavratan, stratejik ve taktik bilinç edindiren, gerillanın tarz ve taktiğinde derinleşen yoğun bir eğitim çalışması sürdürdü.
Siyasi mücadele sürecinin ikinci boyutu, basına da genişçe yansıdığı gibi, görüşmeler boyutuydu. İmralı’da devlet ile Önder Apo arasındaki görüşmeler, dışarıda devlet-PKK görüşmeleri biçiminde tanımlanan görüşme süreciydi. Bu da çok önemli ve tarihi bir süreçti. Çok yoğun bir mücadeleyi içeriyor ve ifade ediyordu. Bu görüşmelerde de hareket olarak biz gösterilmesi gereken her türlü çözümleyici tutumu göstererek, alabileceğimiz en önemli sonucu aldık. Diyaloglar sürdü, sonuçları Önder Apo tarafından üç yazılı protokol haline getirildi. Bu protokoller hareketimiz tarafından da kabul edilerek, Önderlik, hareket ve halk olarak Kürt tarafı sorunun barışçıl siyasi çözümüne ve bu temelde müzakereye hazır olduğunu ortaya koydu.
Eğer şimdi barışçıl siyasi çözüm gelişmemişse bunun tek sorumlusu AKP hükümetidir. Bunu herkes biliyor. İstediği kadar islami ve liberal kalemşorlarıyla bu gerçeği tersyüz etmeye, istediği kadar “PKK, KCK teröristtir” diyerek toplum ve kamuoyu nezdinde bizi daraltmaya çalışsınlar bütün bunlar sonuç vermeyecektir. Bunu söyleyenlere sorarlar: “Madem bu kadar canavarlardı, teröristtiler, o halde İmralı’da, Oslo’da neler görüşülüyordu? Niye görüşmeler yaptınız? Madem Kürt halkı yok, demokratik toplumsal hakları yok, o halde PKK’yle neyi görüştünüz? PKK kimin temsilcisiydi?” Dikkat edilirse, AKP’nin inkarcı zihniyetinin ve siyasetinin bütün temelleri yok edilmiştir. Kürt halkı nezdinde, demokratik kamuoyu nezdinde maskesi tümüyle düşürülmüştür. AKP’nin bir demokrasi ve Kürt sorununu çözme gücü değil; bir oyalama, hile, dolayısıyla yeni bir imha ve inkar gücü olduğu, daha doğrusu daha inceltilmiş yol ve yöntemlerle Kürt soykırımını yürütmeye çalıştığı herkes tarafından görülmüştür.
Bu sonuca Önderlik ve hareketin çabalarıyla ulaştık. Ancak topluma tümüyle anlatıp hazmettiremedik. Hala AKP hile ve oyunlarla, psikolojik savaşı derinliğine geliştirerek, bu konuda hem halkımızı hem kamuoyunu aldatmaya çalışıyor. Bizim yetersizliklerimizin yaşandığı bir gerçek. Fakat önemli olan Önderlik ve hareket düzeyinde netleşmektir, bir karara ulaşmaktır. Dikkat edilirse hareketimiz Önderlik düzeyindeki kararlılık ve netliğin baştan beri Özgürlük hareketimiz içinde somutlaşması ve topluma yansıtılması temelinde bir gelişme yaşamaktadır. Dolayısıyla Önderlik ve hareket düzeyimizin böyle bir netliğe ulaşması, AKP’nin maskesini düşürerek, gerçek yüzünü açığa çıkarması, bu temelde yeni bir mücadele sürecini kararlaştırması geleceğin başarısı, zaferi açısından esas olan husustur. Bunu çok iyi anlamak, görmek ve böyle bir düzeyi asla küçümsememek gereklidir.
AKP konusunda netleşmenin siyaseten ulaşılabilecek en zor düzey olduğu, yapılabilecek en zor iş olduğu bir gerçektir. Çünkü çok maskeli, çok hileli, çok aldatıcıdır. Gerçekten de psikolojik savaşı, demagojiyi çok etkili yürütüyor. Gerçekten demokrat olmadığı, bu konuda ciddi bir şey yapmadığı halde demagoji, hile ve psikolojik savaş söylemleriyle aşırı derecede beklenti yaratıyor. Bir şeyi tasfiye ederken sanki çözüyormuş gibi gösteriyor. On yıldır Türkiye toplumunu uyutup, bugüne kadar getirdi. Gerçek anlamda temel sorunların çözümü noktasında hiçbir şey yapmadı. Oysa herkes AKP’nin çok şeyi yaptığını sanıyor. Halbuki diğer hükümetlerin yaptığından fazla bir farkı yok. Kendisi de ekonomik olarak göbeğini şişirecek, cebini dolduracak çalışmaların ötesinde bir şey yapmış değildir.
Kürt sorununda bu çok daha fazla böyleydi. Ünlü “Kürt açılımı” kavramı biliniyor. Bir yandan siyasi ve askeri operasyonlarla Özgürlük hareketimizi imha ve tasfiye etmeye çalışırken, diğer yandan Kürt sorununu çözdüğü, Kürt açılımı yaptığı propagandasını yayarak kamuoyunu yoğunca aldattı. Hatta neredeyse halkımızı, içimizdeki çeşitli çevreleri de yanıltacak, aldatacak bir düzey ortaya çıkardı. İşte bu kadar maskeli, hileli bir gücün maskesini düşürmek, gerçek yüzünü açığa çıkarmak belki de elde edilebilecek en büyük kazanımdır. Bu kazanımı görüşmeler sürecinde, 2011 yılında elde ettik. Bundan sonraki gelişmeler üzerinde bu sonucun etkisi hep olacak. Dolayısıyla artık Türkiye devleti Kürtleri asla aldatamayacak, maskeli yaklaşımlarla oyalayamayacak, Kürt halkını yanıltıp, özgürlük mücadelesinden alıkoyamayacak ve Kürt halkı ulaşılan bu netleşme ve kararlaşma temelinde özgürlük ve demokrasi mücadelesini her geçen gün geliştirerek başarıyı, zaferi kesinlikle elde edecektir.
Her üç seçimde de AKP yenilgiye uğradı PKK zafer ve başarı kazandı
Siyasi mücadelemizin üçüncü boyutu da 12 Haziran seçimleriydi. Bunun da önemli bir siyasi olay olduğu biliniyor. İfade ettiğimiz, Kürt sorununun çözüm süreci olarak gördüğümüz son üç yılda, AKP hükümeti üç defa toplumu seçime götürdü. Her bir seçime de referandum adını taktı. Referandum, her üçünde de aslında Kürt sorununda referandumdu. Yani Kürt toplumunun hangi siyaseti desteklediğinin açığa çıkartılması referandumuydu. 29 Mart 2009 yerel seçimleri için de referandum dendi. 12 Eylül 2010 referandumu, zaten adı üzerinde referandumdu. 12 Haziran 2011 seçimlerine de referandum dendi. Şu görülmek istendi: Kürt halkı AKP’yi mi destekliyor, PKK’yi mi destekliyor? Her üç seçimin sonucu da PKK’nin lehine, AKP’nin aleyhine çıktı. Her üç seçimde de AKP yenilgiye uğradı, PKK, yani Kürt özgürlük hareketi büyük zafer ve başarı kazandı.
En son 12 Haziran genel seçimleri de bu temelde geçmiştir. Hem seçim sürecinde yoğun bir siyasi mücadele yürütme imkanı bulduk, hem de seçim sonuçları Kürt demokratik siyasetinin üçüncü zaferini de ortaya çıkardı, ilan etti. Şunu hep söyledik, kamuoyu hala da tartışıyor: 12 Haziran seçiminin kazananı kesinlikle Emek, Özgürlük ve Demokrasi Bloğu ve Kürt özgürlük hareketi oldu. Hangi siyasi güç yüzde on baraj engelinde parti olarak seçime giremediği koşullarda bağımsız milletvekili gösterseydi sayısının dörtte birini ancak çıkarırdı. Birçoğu kendi güçleriyle değil, devletin gücüyle, liderin demagojisiyle, parti etkinliğiyle seçiliyor. O bakımdan bağımsız aday göstererek, bu kadar engellemeyi aşarak otuz altı milletvekili çıkartmış olmak siyaseten en büyük başarıyı kazanmak anlamına geliyor. Kimse bu düzeyde tahmin etmiyordu. Herkes en fazla otuz olursa en iyisi olur diyordu. Oysa hiç kimsenin aklının alamayacağı, tahmin etmediği düzeyde bir milletvekili seçtirme oranı ortaya çıkartılmıştır. Bu önemli bir siyasi başarıdır.
Buna karşın AKP, yüzde elli oy alsa da mecliste umut ve hesap ettiği çoğunluğu elde edemedi. Yani anayasa yapacak çoğunluk kazanamadı. Dolayısıyla AKP’nin seçim planı başarısızlığa uğradı. Bu başarısızlığı da Kürdistan’da Kürt halkının demokratik siyaseti desteklemesi sonucunda yaşadı. Onun için öfkelidir, tepkilidir. Bu nedenle demokratik siyasete bu kadar acımasızca saldırıyor, siyasi soykırım operasyonlarını bu kadar faşistçe yürütüyor, intikam alırcasına sürdürüyor. Aslında 12 Haziran seçimlerinde demokratik siyaset karşısında yaşadığı gerçek anlamda yenilginin hesabını sormaya çalışıyor. Bazıları diyor ki, “AKP Türkiye toplumunun yarısının oyunu aldı, yüzde elli oranında oy kazandı.” Evet, ama Kürdistan toplumunun yüzde yetmişinin oyunu da BDP aldı. Türkiye toplumununki bir iradeyse, Kürdistan toplumununki de bir iradedir. Şimdi AKP-BDP çatışma temelinde aslında bu iki irade çatışır durumdadır. AKP’ninki toplumsal irade de değil, devlet iradesi; baskı, zulüm ve sömürü iradesidir. Toplumun demokratik iradesi buraya yansımış değil. Bu bakımdan 12 Haziran seçimlerinde de siyasi başarıyı Özgürlük hareketimiz, demokratik siyaset kazandı. Böylece siyasi mücadele sürecindeki üç temel boyutun üçünde de kazanan biz olduk. AKP ve inkar sistemi kesinlikle kaybetti.
Bunun doğurduğu öfke ve tepkiyledir ki, seçim ardından Tayyip Erdoğan ve AKP kurmayları ölçüsüzce saldırıya girdiler. Kürt demokratik siyasetinin iradesini kırabilmek için, Kürt özgürlük hareketini tasfiye edebilmek için Türkiye’nin tüm imkanlarını kullanarak topyekün savaş konsepti temelinde yoğun bir saldırı başlattılar. Seçilen milletvekillerin milletvekilliğini düşürdüler, tutuklu olanları bıraktırmadılar. BDP’nin meclise girişini engellemek için bir sürü oyun geliştirdiler. Dahası, İmralı’da Önder Apo üzerindeki işkence, ağırlaştırılmış tecrit ve imha sürecini derinleştirerek sürdürdüler. Beş aydır avukatlarıyla görüştürülmüyor. Sağlık durumu, güvenlik durumunun nasıl olduğunu toplum bilmiyor. AKP hükümeti, siyasi alanda Önder Apo’nun yürüttüğü mücadele karşısında yaşadığı yenilginin intikamını şimdi İmralı’da tehdit, şantaj ve işkenceyi derinleştirerek almaya çalışıyor.
Halk üzerindeki faşist terör ayyuka çıkartıldı
Bu durum gösteriyor ki, İmralı mücadelesinde bir kere daha kazanan Önder Apo, yenilen ise Türk devleti ve AKP hükümeti oldu. Eğer böyle olmasaydı Önder Apo’ya bu kadar saldırmazlardı. Beş ay böyle ağır bir tecrit olmaz, onlarca avukat tutuklanmazdı. Gazeteler, dergiler basılmaz, Önder Apo’nun doğum gününü kutlayanlar bile tutuklanıp hapse konulmazlardı. Önder Apo’ya yönelik bu kadar kirli, psikolojik savaş, kara propaganda geliştirilmezdi. Bütün bunlar aslında AKP’nin yenilgisinin kanıtları oluyor. Yenilmiş olan güç, bunlarla intikam almaya çalışıyor.
Diğer yandan, halk üzerindeki faşist terör ayyuka çıkartıldı. Kürt halkı, gençleri, kadınları sindirilebilmek için her türlü baskıya, zulme tabi tutuldular. Demokratik siyaset üzerindeki soykırım operasyonları kat kat artırılarak gelişti. Seçimden bu yana, 2011 yılının ikinci yarısında topyekün savaş konsepti temelinde AKP saldırılarının siyasi soykırım operasyonları kat kat artmıştır. Adeta siyaset yapacak bir kişiyi bile dışarıda bırakmak istememektedir. Kürt toplumunun tüm aydın ve örgütlü kesimlerini zindanlara koyarak, onları etkisizleştirmeye çalışmaktadır. Dahası, gerillayı ezmek ve imha edebilmek için operasyon üzerine operasyon yapmaktadır. İsrail’den, ABD’den aldığı en son savaş tekniğini kullanarak, kimyasal gazlar dahil her türlü yasak silaha başvurarak, Kuzey’de ve Güney’de gerillayı imha edebilmek için saldırganlığı en üst düzeye çıkartmış durumdadır. Bu konuda herhangi bir gizlisi saklısı da yoktur. Başta Türk başbakanı olmak üzer bütün AKP sözcüleri bu temelde PKK’yi imha ve tasfiye etmek istediklerini açıkça ilan ediyorlar, sonuna kadar savaşacaklarını söylüyorlar. Zaten Kimyasal Necdet isimli birisini de genelkurmay başkanı yaptılar ki, bütün bu katliamları geliştirebilsinler. Askerlik kanununu buna göre ayarladılar, polis örgütlenmesini bu temelde geliştirdiler. Bu temelde kendilerini tümüyle özel savaşı topyekün konsept temelinde en ileri düzeyde yürütür hale getirdiler.
Bütün bu saldırganlığa karşı hareket ve halk olarak 2011 yılının ikinci yarısında biz de direndik. İmralı’da Önder Apo direndi, sokakta Kürt gençleri, çocukları, kadınları direndi, zindanda demokratik siyaset direndi, dağda Kürt gerillası direndi ve savaştı. Bütün bir halk ve hareket olarak Kürdistan’ın her yerinde ve yurtdışında bu AKP zulmüne, faşizmine, soykırımına karşı topyekün bir direniş içine girdik. Önder Apo’ya özgürlük ve Demokratik Özerkliği inşa hamlesi temelinde 14 Temmuz’dan bu yana bu topyekün savaş konseptini kırabilmek için büyük bir direniş yürüttük. Ağır bedeller ödeyerek, şehitler vererek de olsa Kürt halkının özgürlük için direnmekte kararlı ve ısrarlı olduğunu bir kere daha ortaya çıkardık. Sonuç, AKP saldırıları kırılmıştır, boşa çıkartılmıştır, başarısız kılınmıştır. Bunu cumhurbaşkanı Abdullah Gül de, Erdoğan da, Fethullah Gülen de itiraf ettiler.
Birçok çevre “artık PKK savaşamaz, Kürt halkı direnemez, yorgun düşmüştür, zayıflamıştır, artık hiç kimse bir direnç gösteremez, dolayısıyla biraz hile yapar, biraz tehdit eder, terör uygular, bastırırsak ezeriz, teslim alırız” hesabı yapıyordu. AKP hükümetinin de, devletin diğer kurumlarının da umut ve hesabı buydu. İşte bu hesap ve umut kırıldı, boşa çıkartıldı. Bu çok çok önemli bir gelişmedir. Herkes bir kere daha gördü ki, PKK her koşulda, her zaman savaşabilir. Kürt gerillası büyük bir cesaret ve fedakarlıkla savaşma gücüne, hem de her yerde, her türlü düşman hedefini vuracak güce, tecrübeye, örgütlülüğe sahiptir. Yine Kürt halkı ne kadar sürerse sürsün, ne kadar bedel gerektirirse gerektirsin özgür yaşamda sonuna kadar kararlı ve ısrarlıdır. Özgür ve demokratik bir yaşama ulaşmak, özgür Kürdistan’ı elde etmek için sonuna kadar, son ferdine kadar direnmekte, mücadele etmekte kararlı ve ısrarlıdır. İşte 2011 yılının ikinci yarısındaki direnişle de biz bu sonucu elde ettik. Bu da büyük bir kazanımdır. AKP’nin topyekün saldırılarının kırılıp, boşa çıkartılması önemli bir direniş zaferi oluyor.
Bütün bunları birlikte ele alırsak, aslında normal bir yıl olarak yaşanmış olsaydı, rahatlıkla 2011 yılının baştan sona tümüyle kazananı Özgürlük hareketimizdi, PKK ve Kürt halkıydı diyebiliriz. Hem ilk yarıdaki siyasi mücadele sürecinde, hem de ikinci yarıdaki direniş mücadelesi sürecinde aslında kazanan biz olduk; önemli, kalıcı, tarihi kazanımlar da elde ettik. Normal bir yıl açısından kesinlikle büyük başarıları, kazanımları ifade eden sonuçlar ortaya çıkardık.
Fakat 2011 yılı normal bir yıl değildi, olağanüstü bir yıldı. Dolayısıyla sadece mücadele etmek ve kazanım elde etmek gibi bir özelliğe sahip değildi. Kürt sorununu çözüme ulaştıracak büyük kazanımlar elde etmek, bunu sağlatacak mücadeleleri geliştirmek gerekiyordu. Hedefimiz buydu, sürecin özelliği böyleydi. Toplantı, konferans ve genel kurullarda kararlaştırdığımız, planladığımız buydu. Olağanüstü çözüm süreci böyle bir mücadeleyi ve sonucu elde etmeyi gerektiriyordu. İşte bunu sağlayamadık. Bu açıdan baktığımızda da ciddi yetersizlik ve eksiklik var.
Siyasi ve askeri mücadele anlamında AKP hükümetinin, sömürgeci soykırım rejiminin bütün planlarını bozma, hile ve oyunlarını alt etmede başarılı sonuçlar elde ettik, kazanımlar yarattık. Dikkat edilirse kitle tabanımız genişledi, siyaset alanımız açıldı, gerillaya katılım geçen yılın iki katını aştı. Bunların çoğu da Kuzey’de gerçekleşendir. AKP’nin bütün hile ve oyunları bozuldu. Bunların hepsi mücadeleyle oldu ve tarihsel kazanımlar olarak özgürlük mücadelemizin hanesine yazıldı. Fakat Önder Apo’yu özgürleştirme ve Kürt sorununu çözmede daha ileri sonuçlar elde etmeyi umut ve hesap ediyorduk. Daha sonraki sürece kalmadan, çeşitli uluslararası ve bölgesel güçlerin de mücadelenin içine girmelerine fırsat vermeden AKP’nin oyalama politikasını görüp zayıf ve yetersiz durumdayken mücadele edip AKP’yi zorlayıp, başarısız kılarak, Kürt sorununun demokratik siyasi çözümünün önünü açmayı ve süreci bu temelde ilerletmeyi hedefliyorduk. İşte bu noktada da eksikliğimiz ve yetersizliğimiz var.
Dikkat edilirse, Demokratik Özerklik ilanında bulunduk, ama örgütsel düzeyde inşa sürecini fazla geliştiremedik. Elbette bu, AKP hükümetinin Demokratik Özerkliğe azgın saldırıları nedeniyle oldu. Bu anlamda da Demokratik Özerkliği örgütleyememe, inşa edememe anlaşılırdır. İnşa yerine direniş, savaş öne çıktı. O halde saldırıları daha çok kıracak, Demokratik Özerkliği inşa zeminini güçlendirecek düzeyde bir gerilla direnişi ve serhildan hareketini geliştirebilmemiz gerekiyordu. Bu çerçevede Kürdistan’ın dört bir yanında önemli bir direniş gösterdik. Zagros’tan Dersîm’e, Serhat’tan Amanos’a bütün Kürdistan’da gerilla kahramanca direniş içinde oldu. Yine Kürt halkı direniş çizgisine ve değerlerine ölümüne sahip çıkan bir tutumun ve eylemin sahibi oldu. Ama bütün bunlar öngördüğümüz sonucu elde etmek açısından yeterli olmadı, eksik kaldı. AKP’nin çok ciddi biçimde zorlanır hale getirilmesine rağmen, iradesini kıramadık. İmralı işkence ve tecridini parçalayarak Önder Apo’nun özgürlük sürecinin önünü açamadık. Yine hükümetin siyasi ve askeri iradesini kırarak Kürt sorununun çözümünün önünü açmasını sağlayamadık. Bütün bunlar önümüzdeki yıla, 2012 yılına sarktı. Kuşkusuz önemli bir düzey ortaya çıktı. 2012 yılı mücadelesine girerken, daha önceki yıllarda olduğu gibi, 2011 yılının bu önemli birikimi ve kazanımları temelinde giriyoruz, ama Kürt sorununun çözümü konusunda sonuç alma mücadelesini tümüyle yeni yıla da taşırıyoruz. Bu da daha karmaşık, daha zorlu, daha çok yönlü bir mücadeleyi gerektiriyor. 2012 yılında bu temelde mücadele etmemiz gerekiyor.
Her türlü gelişmeye hazır olmalıyız
Ortadoğu’da olduğu gibi, Kürdistan’da da 2012 yılı mücadelesinin çok daha karmaşık, kapsamlı ve derinlikli geçeceğini şimdiden görmemiz ve kendimizi bunun gereklerine göre hazırlamamız gerekmektedir. Bu çerçevede de mücadele içerisinde yer alacak tüm güçlerin izleyebilecekleri olası politikaların neler olacağını doğru öngörmek, bunlara karşı zamanında ve doğru politik tutumlar geliştirerek sonuç alıcı olmayı bilmek lazımdır.
Bu çerçevede, her şeyden önce, küresel kapitalist sistemin öncülüğü olarak ABD’nin bölgesel yönelimlerini ve izleyeceği politikaların neler olacağını doğru kestirmeye ve bunun karşısında doğru tutumlar geliştirmeye ihtiyaç vardır. ABD, Afganistan ve Irak Savaşları ardından, Tunus ve Mısır’daki sonuçları kendi lehine dönüştürmeye çalışmak kadar, Libya’dan aldığı sonuca da dayanarak, Suriye ve İran karşısında da benzer sonuçlar alıp, Ortadoğu’ya tümden egemen olmak, Büyük Ortadoğu Projesi olarak tanımladığı egemenlik sistemini hayata geçirmek istemektedir. Bu temelde 2012 yılında Suriye ve İran’a dönük baskılarını ekonomik, siyasi ve askeri boyutlarıyla geliştirecek ve devam ettirecektir. Özellikle Suriye’de sonuç alıp, Arap alemine tümden egemen olma temelinde İran’ı daraltma ve kuşatmayı ifade eden bir strateji izleyeceği anlaşılmaktadır. Suriye ve İran’a karşı sonuç alıcı bir müdahale geliştirebilmek için de bölgesel müttefiklere her zamankinden daha fazla ihtiyaç duymaktadır. Bu doğrultuda Suriye’ye karşı Arap Birliği’nin desteğine ihtiyaç duymakta, yine Türk devletinin desteğini mutlaka gerekli görmekte ve Kürtlerin de desteğine muhtaç olduğunu her zamankinden daha fazla hissetmektedir.
ABD’nin bu politikaları bölgede AKP hükümetinin ve Türk devletinin rolünü öne çıkartmaktadır. Özellikle Libya mücadelesi sürecinde ABD’ye tümüyle teslim olan ve onunla her düzeyde işbirliği yapan AKP hükümetinin, bölgede ABD’nin bir jandarması, Truva Atı gibi hareket etmekte olduğu herkes tarafından görülmektedir. ABD’nin bu müttefik ihtiyacını ve Türkiye’ye kendi politikaları çerçevesinde biçtiği rolü hem Türk devleti, hem de AKP hükümeti stratejik konum tespiti temelinde değerlendirmek ve buna dayanarak hem Kürdistan’daki mücadelede, hem de Ortadoğu’da etkin olmak istemektedir. Bu durum bir tehlike ifade ediyor. Türkiye’nin rolünün kısmen artmış olduğu, ABD ve NATO’dan istediği desteği en azından şimdilik alabildiği görülüyor. Önder Apo’nun ifade ettiği gibi, bunlar karşılıksız değildir ve işi bittiği zaman da ABD aynı yaklaşımla Türkiye’ye de yönelmekten geri durmayacaktır. Fakat uzak görüşlü olamayan AKP hükümeti ve Türkiye’nin siyasal karar alıcıları şimdi ortaya çıkan bu fırsatı değerlendirmek, bu temelde ABD ve NATO’dan aldığı siyasi ve askeri desteğe dayanarak Özgürlük hareketimize dönük imha ve tasfiye saldırılarını sürdürüp, sonuca götürmek istemektedir.
ABD politikaları Türkiye’ye kısmen güç verse de, sadece Türkiye ile yetinen bir politika değildir. Türkiye’ye ihtiyaç duyduğu kadar, dikkat edilirse Arap Birliği’ne de ve aynı zamanda Kürtlere de ihtiyaç duymaktadır. ABD, Güney’de olduğu kadar Kuzey’de de Kürt gerçeğini kısmen gören, tanıyan bir politikaya sahiptir. Yakın geçmişte böyle bir politikanın ipuçlarını vermiştir. Bir de Kürtlere yer vermeyen bir politikanın 20. yüzyıl statükosunu değiştiremeyeceğini iyi görmektedir. O bakımdan da eski Ortadoğu’nun değişip yeninin yaratılabilmesi için Kürtlerin bu Ortadoğu’da belli bir yerlerinin olması gerektiğini politikalarıyla göstermektedir. Bu da ABD politikalarının sadece Türkiye’yi önemsemediği, Kürtlerin de böyle bir politikada belli düzeyde yer ve rollerinin olacağı gerçeğini ortaya çıkarmakta, AKP hükümetinin umut ve hesaplarının kırılabileceğini göstermektedir.
Ancak AKP hükümetinin tüm umut ve hesaplarını ABD desteğine bağladığını söylemek hiç de abartılı değildir. Nitekim son aylarda bu tutumunu hem açıkça ortaya koymakta, hem de ifade etmektedir. ABD politikalarının İran ve Suriye karşısındaki mücadelede Türkiye’ye ve AKP’ye duyduğu ihtiyacı görerek, bunu Özgürlük hareketimize karşı mücadelede bir avantaja dönüştürebilmek için yoğun çaba harcamaktadır. ABD’nin Suriye ve İran’a yönelimlerini aynı zamanda PKK’ye karşı da bir askeri yönelim haline getirebilmek için yoğun çaba harcamaktadır. AKP’nin hareketimiz ve Kürtler karşısındaki tek gücü ve dayanağı bu kalmıştır. Yoksa onun dışında “sıfır problem” şiarı ile geliştirdiği Ortadoğu ilişkilerinde bütünlüklü bir sorunlar ve düşmanlık yumağı haline gelmiştir. İran’la, Suriye’yle, Irak’la ilişkileri kötüdür. Bölgenin tümü AKP hükümetinin bu kadar ABD kuyrukçusu olup bölgeye üstten bakmasına karşı tepki göstermektedirler. Bu giderek PKK’yi ve Kürtleri bölgeden tecrit etmeye çalışan AKP’nin bölgeden tecrit olmasına ve politik olarak ciddi bir daralmayı yaşamasına yol açacaktır. Bunun karşısında tek umudu, ABD ve NATO desteği olmaktadır. Ne yapıp edip ABD politikalarında Kürtlerin yer edinmemesini sağlatmaya ve ABD’nin gücünü hareketimize saldırır hale getirmeye çalışmaktadır. AKP’nin bütün umut ve hesapları bunun üzerinedir. Bu temelde yoğun bir çaba harcadığı gibi, çok çeşitli oyunlar, provokasyonlar geliştirmek için de çaba harcamaktadır. Bizim bu gerçeği görerek, buna göre bir politik tutum geliştirmemiz, çok dikkatli olmamız gereği vardır. Eğer AKP’nin bu tür provokatif-komplocu yaklaşımları dikkatle değerlendirilip boşa çıkarılır, dolayısıyla ABD politikalarının Kürtlere tümden saldırır hale gelmesi önlenirse, işte o zaman AKP’nin oyunları bozulacak, gücü zayıflayacak, mücadelede daha zayıf düşerek, yenilgiye uğraması gerçekleşecektir.
Suriye ve İran mücadele sahasını kolay terk etmeyeceklerdir
Bunlar karşısında Suriye ve İran ittifakının da belli bir direnme gücüne sahip olduğu gözlenmektedir. Her ne kadar ulus devlet yapısını temsil etseler ve 20. yüzyıldan kalan eski geri statükoyu ifade etseler de, öyle kolay pes etmeyecekleri, elde ettikleri iktidarı kolay bırakmayacakları, ellerindeki imkanları iktidarlarını korumak için kullanacakları ve bu temelde mücadele edecekleri anlaşılmaktadır. Elbette bu mücadelenin sonuç alması, kazanması zordur, hatta imkansızdır. Dolayısıyla Suriye ve İran’ın bir kazanma şansı yoktur. Fakat mücadele sahasını kolay terk etmeyecekleri, teslim olmayacakları, ellerindeki imkanları da sonuna kadar kullanarak, belki de bazı dönüşümler yaşama temelinde sistemle uyumlu hale gelmeye çalışacakları anlaşılmaktadır. Bu çerçevede belli bir güçleri vardır. Özellikle Irak’ın şia yönetimi bu güçlerle belli bir ittifak ve dayanışma içindedir. Diğer yandan Lübnan’daki şia Hizbullah hareketine kadar uzanan bir yelpaze vardır. Bu da şunu gösteriyor: Suriye ve İran’la mücadele tek bir devletle tekil bir mücadele değil, bölgesel bir mücadeledir. Bu güçler de önemli bir yoğunluğu arz etmektedir. Dolayısıyla bu mücadele dar bir alanda kolaylıkla gerçekleşip sona erecek gibi gözükmemektedir. Bu anlamda Kürdistan’da yoğun bir mücadele süreci yaşanırken, aynı zamanda çevresinde de bir dünya savaşı kapsamında çok yönlü bir siyasi ve askeri mücadele yaşanacak, Kürdistan özgürlük mücadelesi tüm bu çelişki ve çatışmalardan yararlanarak kendisini örgütleyip geliştirme imkan ve fırsatı bulabilecektir. Böyle bir çatışmalı durum hem Özgürlük hareketimizin siyasi alanını geliştirmekte, hem de askeri olarak mücadele etme ve kazanma şansını arttırmaktadır.
Böyle bir süreçte büyük önem arz eden ve dikkatle yaklaşılması gereken en önemli husus, Kürtler arasındaki birlik konusudur. PKK dışındaki Kürt hareketlerinin böyle bir süreçte izleyecekleri politikalar sorunudur. Özellikle de KDP ve YNK’nin, yani Güney Kürdistan yönetiminin takınacağı tutum, izleyeceği politikalardır. Özellikle AKP, ABD üzerinden bu güçleri etkileyerek yeni bir Kürt iç savaşı çıkartmaya, PKK’ye karşı yürüttüğü savaşa bu güçleri de dahil etmeye çalışmaktadır. Belli ölçüde tavizler koparmış olsa da, pasif destek sağlamayı başarmış olsa da, bu güçleri şimdiye kadar geçmişteki gibi aktif savaşa katamamıştır ve katacak gibi de gözükmemektedir. Güney Kürdistan yönetimi de bir yandan ABD ve AKP’nin etkisini ve baskısını yaşarken, diğer yandan İran yönetimleri tarafından da yönlendirilmektedir. Bunlara bir de Irak şii yönetimi eklenince, o cephenin de etkisinin az olmadığı açıkça görülmektedir. Böyle bir durumda bu güçler açısından AKP baskılarına karşı durma imkanı ve şansı ortaya çıkmaktadır. Diğer yandan, PKK ile bir çatışmanın kendileri açısından başarı kazandırmayacağını tarihsel deneyim içerisinde görmüşlerdir. Kürt ulusal kamuoyu yeni bir iç çatışmayı kaldıracak ve kabul edecek durumda değildir. Dahası, PKK’nin izlediği politikalar sonucunda Güney Kürdistan yönetimi net olarak görmektedir ki, PKK tasfiye olursa kendileri üzerinde Türk devlet baskıları yoğunlaşacak, mevcut özerkliklerini gittikçe daraltıcı bir baskıyla karşı karşıya kalacaklardır. Bütün bunlar da KDP ve YNK gibi güçlerin daha dikkatli, çatışmadan uzak bir politika izlemesini zorunlu kılmaktadır. Bir yandan AKP’nin oyun ve baskılarına karşı tümden tavır alamaz, onlarla belli ilişki sürdürerek kendini yaşatmaya çalışırken, diğer yandan da geçmişteki gibi tam bir ittifaka gitmemekte, daha ihtiyatlı, dikkatli, mesafeli bir politika izlemek durumunda kalmaktadırlar. İşte 2012 yılında tüm bu güçlerin politik yaklaşımlarını görerek, dikkate alarak politika ve taktik geliştirmemiz ve mücadeleyi bu temelde yürütmemiz gereği vardır. Bunlar dışında da bölgedeki mücadeleyi etkileyen Rusya gibi, Çin gibi güçlerin politik duruşları sözkonusudur. Tüm bunların hepsini dikkate alan, doğru bir biçimde değerlendirerek politika ve taktikler oluşturup mücadele geliştiren bir tutum içinde olmamız hem gereklidir, hem de böyle bir tutum 2012 yılının tarihi mücadelesinde başarılı sonuç almamızı ortaya çıkartacaktır.
Bu noktada en çok üzerinde durmamız ve gerçekleştirmeye çalışmamız gereken birinci husus, Kürt birliğini yaratma konusudur. Bu hem parçalardaki Kürt hareketlerinin demokratik birliğini yaratmak, hem de bütün Kürdistan düzeyinde Kürt hareketlerinin ulusal konferans ya da kongre çerçevesinde demokratik birliklerini ortaya çıkartmaktır. Özellikle böyle bir dönem açısından Önder Apo’nun öngördüğü “beş ilke, üç pratik öneri” temelindeki bir ulusal kongre ve oradan çıkacak ulusal meclis ve yürütme gücü, örgütlülüğü hayati rol oynayacaktır. Fakat içinde bulunduğumuz çatışmalı durum ve politik karmaşıklık KDP ve YNK gibi çıkar üzerinde hareket eden Kürt hareketlerinin net ve ilkeli tutum almalarına imkan vermemektedir. Bu da konferans ve kongre çalışmalarının güçlü ve hızlı bir biçimde gerçekleştirilmesini engellemekte, parçalardaki Kürt birliğinin oluşumunu sürece yaymaktadır. Bütün bunlara rağmen, yine de 2012 yılının karmaşıklığı içerisinde hem AKP hükümetinden gelen oyunları bozabilmek, hem de yeni Ortadoğu yapılanmasında Kürtlere bir statü kazandırabilmek açısından, hem parçaları içinde, hem de Kürdistan bütünlüğünde Kürt Ulusal Demokratik Birliğini yaratmak büyük önem arz etmektedir. Bu doğrultuda hem diplomatik faaliyetleri hem de halkı bilinçlendirme ve halk birliğini yaratma faaliyetlerini yoğunca geliştirmemiz gereği vardır. Başarının, 2012 yılı mücadelesini kazanmanın birinci şartı, Kürt ulusal demokratik birliğini yaratma yönünde parçalarda ve genelde elde edilecek sonuçlar olacaktır.
Bu süreçte Kürtler arası birlik hayatidir
İkinci olarak, Kürt ulusal demokratik hareketinin komşu halkların demokrasi hareketleriyle birliğini ve ittifakını yaratma konusudur. Bölgede demokrasi hareketlerinin gelişmesine büyük katkı sunmak önem arz etmektedir. Bu doğrultuda özellikle Türkiye’de Halkların Demokratik Kongresi, Suriye’de Demokratik Suriye İttifakı gibi birlikler şimdiden oluşmuştur. Bunların daha da geliştirilip güçlendirilerek, sözkonusu ülkelerin iç siyasetinde etkili olmalarını sağlamak için tüm gücümüzle çalışma gereği vardır. Diğer yandan, Irak’taki durumu gözetmek, İran’da da benzer bir ittifakın oluşması için çaba harcama gereği sözkonusudur. Kürt sorununun çözümü, Kürt halkının varlığının ve özgürlüğünün kabulü devlet ve toplum olarak yan yana yaşanan güçlerin demokratikleşmesine bağlı olduğuna göre, ancak kalıcı çözüme Kürt sorunu Türkiye’nin, Suriye’nin, İran ve Irak’ın demokratikleşmesiyle ulaşacağına göre, o halde bu ülkelerde devlet ve toplumun demokratikleşmesi için tüm gücümüzle çalışmak büyük önem arz etmektedir.
Üçüncü olarak, yaşanan bölgesel savaşta var olan çelişki ve çatışmalardan taktik düzeyde ustaca yararlanmayı bilmek önem taşıyor. Yoğun çelişki ve çatışmanın yaşanıyor olması bu konuda bize büyük bir avantaj sağlıyor. Bu gerçeği görerek, bizim de bu avantajı taktik yaklaşımlar temelinde kullanabilmemiz gereklidir. Bu noktada var olan taktik imkanları zamanında ve yerinde değerlendirememek kadar, taktik ilişki ve ittifakı stratejik ilişkiymiş gibi görmek yanılgısına da düşmemek önem taşımaktadır. Biz stratejik ittifakı ancak gerçek demokratikleşmeyi öngören ve bu temelde Kürt sorununun özgür demokratik çözümünü esas alan güçlerle yapabiliriz. Bunun dışındaki güçlerle ilişki ve ittifakımız hep taktik düzeyde olur. Fakat gerçek demokrasiyi öngörmüyorlar ve Kürt sorununun kalıcı çözümünden yana değiller diye birbiriyle çatışan güçler arasında ortaya çıkan taktik ilişki, imkan ve fırsatları görmezden gelmek de kesinlikle doğru olmaz. İçinde bulunduğumuz süreç, 2012 yılı mücadelesi böyle çok yönlü bir taktik ilişki, fırsat ve imkan verecektir. Bunları doğru değerlendirmek, görmek ve kullanabilmek gerekiyor. Özellikle ABD-Türkiye ittifakı karşısında İran-Irak-Suriye şii ittifakı arasındaki çelişki ve çatışmaların, yine her ülkenin kendi iç çelişki ve çatışmalarının bize çok yoğun bir taktik manevra imkanı ve fırsatı vereceğini bilmemiz, görmemiz, bunları ustaca değerlendirerek özgürlük mücadelemiz açısından yararlandırmamız gereği vardır.
Dördüncü olarak, oyunlara karşı dikkatli olmamız gerekiyor. 2011 yılı pratiğinden çıkardığımız en önemli bir sonuç da zaten bu olmuştur. Özellikle AKP’den gelebilecek her türlü oyun ve provokasyona karşı duyarlı olmak, bu çerçevede bu tür provokasyonları boşa çıkartıcı bir tutum gösterebilmek gereklidir. Özellikle Kürtler arası çatışmalar gibi, ABD ile karşı karşıya gelme gibi noktalarda AKP’den veya başka bir güçten gelebilecek her türlü provokasyon karşısında son derece duyarlı olmamız politik olarak büyük önem taşımaktadır.
Son olarak da, AKP’nin oyunlarını bozmak, topyekün savaş konsepti temelindeki saldırılarını kırmak, AKP’yi boşa çıkartacak, yenilgiye uğratacak bir ideolojik siyasi ve askeri mücadeleyi 2012 yılında daha bilinçli ve örgütlü bir biçimde geliştirip, başarıyla uygulama ihtiyacı vardır. Kesinlikle Kürt sorununun çözümü, Kürt özgürlük hareketinin sorunu çözüm yolunda ilerletmesi, Kürt halkının varlık ve özgürlük davasının geliştirilip, ilerletilebilmesi, AKP’nin mevcut zihniyet ve politikalarının kırılmasına ve yenilgiye uğratılmasına bağlıdır. Bu konuda son derece net olmak, kesin olmak kadar, AKP’ye karşı doğru yol ve yöntemlerle, taktik ve tarzla mücadele etmeyi bilmek de başarı için kesinlikle gereklidir.
Bu noktada AKP gelmiş geçmiş Türk hükümetlerinin en demagojik, psikolojik savaşı en etkili kullanan gücüdür. Yalana dolana dayalı, psikolojik savaşı yüzü kızarmadan, başbakanlık düzeyinde bile pişkince en etkili bir biçimde yürütebilmektedir. Polisçik basın tümüyle böyle bir psikolojik savaşın organı, araçları haline getirilmiştir. Yirmi dört saat Kürt toplumunun kafasını karıştırmak, Türkiye toplumunu beyinsizleştirmek, demokratik çevreleri aldatabilmek için her türlü yalan dolan sanki gerçekmiş gibi propaganda edilmekte, insanların beyni yoğun bir propaganda bombardımanına tutulmaktadır. Buna karşı kapsamlı bir ideolojik mücadele ve demokratik propaganda savaşına ihtiyaç vardır. Unutmayalım ki, yaşanan savaşın yüzde sekseninden fazlası ideolojik boyutludur ve propaganda alanındadır. Çünkü AKP hükümeti siyasi ve askeri boyutun kat kat fazlasını psikolojik savaş olarak gündeme getirmektedir. Bizim de buna karşı ideolojik mücadeleyi ve propaganda savaşını çok boyutlu geliştirmemizin gereği vardır.
Bütün mücadelelerin merkezinde Önder Apo’nun özgürlüğü olacaktır
Diğer yandan, siyasi mücadeleyi hem diplomatik düzeyde, hem halkın örgütlenmesi, Demokratik Özerkliği inşa düzeyinde, hem de serhildanları geliştirme düzeyinde çok yönlü yürütmemiz bu dönem açısından kesin gereklidir. Diplomatik çalışmalarla AKP’nin soykırımcı yüzünü açığa çıkartıp, Kürt sorununun çözümüne yaklaşmayan politikalarını teşhir ederek onları daraltmaya çalışmak, Kürt demokratik siyasetinin ilişki ve ittifakını genişletmek gereklidir. Yine Demokratik Özerkliğin inşasıyla özgürlük mücadelesinin kitle tabanını güçlendirmek kadar, örgütlü yapısını da geliştirip sağlamlaştırmak başarı elde etmek için önem taşımaktadır. Dahası, halkın çok yönlü eylemlerini, serhildanını geliştirerek, AKP’nin oyunlarını bozan, gücünü yıpratan bir halk direnişini ortaya çıkartmak zorunludur.
Serhildanla birlikte gerilla direnişini geliştirmek, her türlü asker ve polis baskısına karşı dağda, ovada ve şehirde gerilla direnişini Devrimci Halk Savaşı çizgisi temelinde ele alıp, yoğunca örgütleyip yürütmek, AKP’nin saldırganlığını kırmak, direncini azaltmak, iradesini zayıflatmak ve Kürt sorununun çözümünün önünün açılmasını sağlatmak açısından büyük önem taşımaktadır. Her ne kadar ideolojik siyasi mücadele bu dönemde de önemli ve ağırlıklı olsa da, bu mücadeleyi yürütebilmenin temelinde gerilla direnişinin devrimci halk savaşı çizgisinde etkin bir biçimde geliştirilmesi şarttır. Ancak gerilla direnişi gelişip güçlendirildiği, AKP’nin asker ve polis terörünün kırıldığı, önlendiği oranda ideolojik ve siyasi mücadele gelişebilir, örgütlenip güçlenerek sonuç alıcı bir düzey kazanabilir. Bu bakımdan da önümüzdeki sürecin öncü mücadelesi, temel mücadelesi, belirleyici mücadelesi çok yönlü, çok boyutlu gerilla savaşının, direnişinin devrimci halk savaşı çizgisinde geliştirilmesi ve hayata geçirilmesi olacaktır.
Elbette bütün bu mücadelelerin merkezinde Önder Apo’nun özgürlüğü yer alacaktır. Önder Apo’nun sağlığı, güvenliği ve özgürlüğünü sağlamak üzere geliştirilecek direniş mücadelesi, gerilla ve serhildan temelinde, ideolojik ve siyasi mücadeleye de dayanarak, AKP faşizmini ve saldırganlığını kıracak, geriletecek, dolayısıyla Demokratik Özerkliğin inşa zeminini güçlendirerek, Kürt sorununun çözümünü adım adım gerçekleştirecektir.