Tarihi 1 Haziran 2004 Atılımımızın 20’nci yılını selamlıyor, özgürlük ve demokrasi mücadelesi yürüten herkese başarılar diliyoruz. 19 yıllık büyük mücadelenin kahraman şehitlerini Leyla Sorxwîn yoldaş şahsında saygı ve minnetle anıyoruz.
1 Haziran 2004 Atılımı’nın 20. yılı ve görevlerimiz konusu kuşkusuz üzerinde yoğunca durmamız, doğru anlamamız ve gereklerini yerine getirmemiz gereken bir durumdur. 1 Haziran 2004 Atılımı’nın Uluslararası Komplo’nun AKP biçimindeki yeni, planlı saldırısına ve bu temelde içten dayatılmaya çalışılan her türlü oportünist ve tasfiyeci tutum ve saldırıya karşı ideolojik-örgütsel yönü önde olan tarihi bir devrimci çıkıştır. Bu atılımın askeri boyutunu tamamlayanın ise özgürlük mücadelesini, 1 Haziran 2010 stratejik değişiminin Devrimci Halk Savaşı stratejisi temelinde Uluslararası Komploya karşı geliştirip zafere götürme karar ve iradesidir.
1 Haziran Atılımı Derin Bir Tarihsel Arka Plana Sahiptir
Bugün böyle büyük bir mücadelenin 19 yılını tamamlayıp 20’nci yılına girmiş bulunuyoruz. Kuşkusuz 1 Haziran Atılımı bir anda ve kendiliğinden ortaya çıkmadı. Tersine daha önce yaşanan gelişmelere bağlı gündeme gelmiş bir sonuçtu. Esas olarak da küresel kapitalist modernite sisteminin inkâr ve imha zihniyetinin uluslararası komplo temelinde gelişen saldırıları ve bu saldırıların İmralı işkence ve tecrit sistemi temelinde yürütülmesine bağlı gelişen bir atılımdır. Elbette daha öncesi de var; Önder Apo’nun çıkışıyla, PKK’nin kuruluşuyla, tarihi 15 Ağustos Gerilla Atılımı’yla, 1982 zindan direniş kararıyla, doksanlarda gelişen halk serhıldanlarıyla, kadın özgürlük devrimiyle bağlantıları var.
Dahası yüz yıllık bir sürece uzanıyor; Kurdistan’ın parçalanması, yok sayılması ve yok edilmesini ifade eden soykırımcı zihniyet ve siyasetle bağı var. Böyle bir zihniyet ve siyaset temelinde Kurdistan’ın dört parçasında yoğun soykırımcı saldırılar, katliamlar yürütüldü. Her türlü ulusal-kültürel değer, toplumsal örgütlülük, toplumsal yaşam soykırımı hedefleyen bir saldırıyla yok edilmek istendi. Kutsal kitapların cennet olarak tanımladığı bu coğrafya, bu soykırımcı zihniyet ve siyaset saldırısıyla adeta cehenneme dönüştürülmek istendi. Kürt halkının her parçadaki itirazı, yaşam talebi, bunun için geliştirdiği direniş kanla, katliamla, idamla boğuldu.
İyi biliyoruz ki Önderliksel çıkış ve PKK’nin kuruluşu Kurdistan’da 50 yıl çok ağır bir biçimde uygulanan bu soykırımcı zihniyet ve siyaseti tamamen durdurmak, boşa çıkartmak, onun tahribatlarını önlemek için ortaya çıktı. Yine toplumsallaşmanın beşiği olan bu coğrafyada özgürlük temelinde toplumsal yaşamı yeniden oluşturmak, gericiliği kalesinde, saldırı merkezinde yenilgiye uğratarak özgür yaşamı ve demokratik siyaseti buradan bölgeye ve dünyaya yaymak amacıyla geliştirildi. Tamamen küresel soykırım sistemiyle bağlantılıydı. Soykırımcı sömürgeci zihniyet ve siyasetin imha ve yok etme amaçlı saldırılarına karşı insanlığı özgürce ve demokratik var etme ve onu savunma, koruma, geliştirme hareketi olarak gelişme gösterdi. Önderliksel çıkış tarihsel olarak bunu ifade ediyor. PKK’nin kuruluşu ve onun geliştirdiği gerilla ve halk direnişi tamamen böyle bir Önderlik gerçeğinin hayata geçirilmesi çabasıdır.
Tüm bunları başarabilmek için de Önder Apo tarihin en derin sorgulamasını yaparak bu işe başlamış, adım atmış ve aslında bütün gelişmeleri de böyle derin bir eleştirel-özeleştirel sorgulamaya bağlı olarak geliştirmiş bulunuyor. Kurdistan’a, Kürt halkına dayatılan bu zihniyet ve siyaset nedir, başka halklara karşı tutumu nedir? Bunun Kürt toplumunun duruşuyla, Kürt egemen sınıflarının aşiretçi-feodal yapısının durumuyla, Türk-İran-Arap egemen güçlerinin, ulus devletlerinin zihniyet ve siyasetiyle, küresel kapitalist sistem gerçeğiyle, onun üzerinde yükseldiği beş bin yıllık iktidar ve devlet sistemiyle bağı nedir? Bunları aşabilmek ve soykırımcı zihniyet ve siyaseti yenilgiye uğratarak özgür Kürt varlığını ve yaşamını yaratabilmek için ne gerektiği sorularına cevap arama temelinde varlık ve özgürlük çizgisini, özgür yaşam felsefesini, zihniyetini, özgürlüğü kazandıracak başarılı mücadele tarzını, üslubunu, temposunu ortaya çıkardı.
Mücadelemizin önemli tarihi durakları var
PKK, gerilla mücadelesi ile halkın öz gücüne ve halk direnişine dayalı olarak bu anlayışı başarıyla hayata geçirmek, bu anlayışın öngördüğü amaçları başarmak için tarihin en kahramanca mücadelelerinden birisini yürüttü. Önder Apo hiç tereddüt etmeden 15 Ağustos Atılımı’nı kahramanlık atılımı olarak değerlendirdi. Hiç kimsenin gerçekleşebileceğine ihtimal vermediği bir ortamda böyle bir atılımı geliştirme kararını, iradesini, cesaret ve fedakârlığını gösterdi. Yine hiç kimsenin başarı ihtimali vermediği bir ortamda her türlü sömürgeci- soykırımcı-faşist saldırıyı kıracak, boşa çıkartacak bir gücü gösterdi. Kürtlere dayatılan bu soykırımcı zihniyet ve siyaseti teşhir ederek Kürt halkını, kadınlarını, gençlerini, emekçilerini bilinçlendirip örgütledi. Özgürlük için mücadele eder bir iradeyi doğru bir tarz, kazanımcı bir üslup, yüksek bir tempoyla gece-gündüz demeden yürüttüğü çabayla ortaya çıkardı, geliştirdi. Bütün bunları anı anına tarihsel olarak nasıl yaşandığını anlatan Önderlik çözümlemelerinde, savunmalarında vardır. Bugün ilgi duyan bütün çevreler bunu inceliyor, anlamaya çalışıyor, okuyor ve değerlendiriyorlar. Kendileri için, insanlık için bu tutum ve mücadeleden ders çıkartmaya çalışıyorlar.
Elbette bu mücadelenin önemli durakları var. Tarihsel bir mücadele olarak çeşitli gelişme evreleri, başarıları var. Yine hata ve eksikliklerin yol açtığı başarısızlıkları var. Bu sürecin en önemli durağının da Uluslararası komplo saldırısı olduğunu biliyoruz. 9 Ekim 1998’de başlatılan 15 Şubat ‘99’da Önder Apo’nun Kenya’dan kaçırılarak İmralı işkence ve soykırım sistemine alınması temelinde sürdürülmeye çalışılan uluslararası komplo, bu büyük tarihi mücadelenin, Önderlik çabasının, özgürlük yürüyüşünün en önemli durağıdır.
Bizim açımızdan halk ve hareket olarak böyle bir komplo ile karşı karşıya gelmek neyi ifade ediyor? Kürt sorununu ortaya çıkartan, Kurdistan’ı parçalayan, Kürtlüğü inkâr eden, imha etmek isteyen küresel soykırım sisteminin, uluslararası komplo düzeyinde saldıracak kadar küresel sistemi, insanlığı etkileyebilen önemli, ciddi bir mücadelenin ortaya çıkartılmış ve geliştirilmiş olduğunu gösteriyor. Her şeyden önce bu gerçeğin altını çizmeliyiz. Bu durumu ifade edip doğru anlamamız gereklidir.
Diğer yandan kahramanlık çizgisinde bu kadar etkili, büyük bir mücadele geliştirildi, her türlü saldırı kırıldı, boşa çıkarıldı, gelişme sağlandı ama hedeflediği, amaçladığı sonuçlara da tam ulaşamadı. Uluslararası komplo düzeyinde küresel sömürgeci-soykırımcı saldırının planlanıp yürütülmesine engel olamadı. Bu zemini ortadan kaldıramadı. Komplonun gelişimini tam fark edemedi, yeterince izleyemedi. Dolayısıyla Önder Apo’yu hedefleyen böyle ağır bir saldırının gerçekleşmesinin önüne geçemedi. Ortaya çıkartılan gelişmenin gerçekliği kadar bu da karşımızda duran somut bir gerçekliktir.
Anlama ve uygulamada sorunlar hep olmuştur
Kuşkusuz bunu doğru anlamamız gerekiyor. Birini görüp diğerini görmemek yanlış ve hatalıdır. Bütünü doğru anlamamaya götürür. Biri diğerinden ne kadar önemli sorusunu sormak, cevaplamaya çalışmak da çok anlamlı değildir. Kuşkusuz bu kadar ağır inkâr ve imha koşullarında, kültürel soykırım ortamında böyle bir Önderliksel doğuş iradesi, bilinci, bunun yayılışı, örgütlenişi, eyleme dönüşmesi ve bu soykırımı ortaya çıkartan küresel zihniyet ve siyasete kendisini dayatması tarihin en büyük, en anlamlı gelişmelerinden biridir. Belki de en önemlisidir. Tarihte bu tür olaylardan söz edilir. Bunlara ‘tarihin mucizeleri’ deniyor. Daha çok peygamberlerin geliştirdiği durumlar olarak ifade ediliyor. Önder Apo’nun, PKK örgütlülüğüyle Kurdistan’da geliştirdiği tarihsel olarak tam da bu tür gelişmelere tekabül ediyor, benziyor. Onların da çok ağır ve olumsuz koşullarda geliştikleri biliniyor. Zaten bu nedenle mucize deniyor. Kurdistan’da Önder Apo’nun geliştirdiği Özgürlük Hareketi, mücadelesi de böyle bir olaydır. Dikkat edilirse Önder Apo dışında kimsenin inancı kalmamıştır, kimse böyle bir gelişmenin olabileceğine dair inanç taşımıyor.
Önder Apo’dan etkilenenlerin de ne kadar doğru anlayıp başarılı uyguladığını bu pratiğin irdelemesinde değerlendirip tartışıyoruz. Pratiğin derslerinin çıkartılmasında uluslararası komplo gibi bir saldırıyla karşı karşıya gelmek, hata ve eksikliklerin ciddi biçimde var olduğunu gösteriyor. Kendine sol-sosyalist, Kürtçü, özgürlükçü, ulusal kurtuluşçu diyen hiç kimsenin ihtimal vermediği gelişmelerin, olayların, düşünce ve tarzın yaşanmış olması tam, doğru, yeterli anlaşılamadığı ve başarıyla uygulanamadığını ortaya koyuyor. Uluslararası komplo saldırısı karşısında bizi şoke eden, tekrar tekrar daha derin olarak bizi sorgulama yapmaya götüren, zorlayan gerçeklik bu oluyor.
Pratik süreç içerisinde anlama ve uygulamada sorunlar hep olmuştur. Önder Apo bunları değerlendirmelerde, çözümlemelerde sözlü, yazılı bir biçimde hep ifade etti. Bu bir gerçekliği yansıtıyor. Kendimizi şimdi bu ifadeler temelinde anlamaya, eğitmeye, hata ve eksikliklerimizi aşarak yeterli hale getirmeye çalışıyoruz. Geçmişte Önder Apo defalarca “kazandığımız devrimi bize kaybettirdiniz” diyerek de birçok kez bunları eleştirel bir biçimde ifade etmişti.
Kuşkusuz en ciddi kaybetme tehlikesi uluslararası komplo saldırısıydı. O halde uluslararası komplo saldırısını doğru anlamalıyız. Bu saldırının Kurdistan’a dayatılan inkarcı ve imhacı zihniyet ve siyasetle, soykırım zihniyeti ve siyasetiyle bağını çok iyi görmeliyiz. O zihniyet ve siyasetin de beş bin yıllık erkek egemen iktidar-devlet zihniyet ve siyasetiyle bağını doğru kavramalıyız. Uluslararası komployu doğru anlayabilmek kesinlikle bu gerçekliği doğru anlamaya ve çözümlemeye bağlıdır.
Uluslararası komploya karşı verilen mücadeleyi doğru anlamak ise komployu, onu doğuran zihniyet ve siyaseti, ona karşı yürütülen mücadelelerin durumunu doğru ve yeterli anlamaktan geçer. 1 Haziran 2004 atılımı dediğimiz devrimci çıkış sürecini doğruya yakın anlayabilmek de kesinlikle bütün bunları yeterince bilince çıkartmaktan, anlamaktan, çözümlemekten, böyle bir tarihsel bilincin derslerini iyi ve yeterince çıkartmakla mümkündür.
En iyilerimiz bile çok fazla anlayarak iyi bir uygulama gerçekleştirmiyordu
Yerinde, doğru karar ve o karar temelinde yürüme iradesini gösterme büyük gelişmelere, yeni olaylara yol açar. Tarihin yeniden yazılmasını yaratır. Neden bu karar bu kadar önemli oldu? Böyle bir basın açıklaması bu kadar gelişmeye yol açtı, tarihsel anlam ifade etti? Çünkü bu kararı alamama, onun pratikleştirme adımını atacak iradeyi gösterememe ihtimali fazlasıyla vardı. Önderliksel çıkış döneminde var olduğu gibi, hatta ondan çok daha fazla artık bu sefer Kurdistan’da herhangi bir özgürlükçü-demokratik, ulusal kurtuluşçu çıkışın olamayacağı, Önder Apo’nun bir şey yapamayacağı, bir şey geliştiremeyeceği kanaati, dünyada ilgili olan herkeste hâkimdi. Sadece dışımızdaki güçlere değil, çevremizdekilere de hâkimdi. Dost, sempatizan dediğimiz, demokratik, yurtsever olarak tanımladığımız çevrelere de hâkimdi. Sadece onlara mı hâkimdi? Hayır! İçimizde de çok etkiliydi. İçimizde de birçokları üzerinde etki sağlamıştı. Beyinle yürek olarak onları özgürce var olma ve yaşama iradesinden yoksun kılmıştı. Tam iradesiz, düzene teslim olan, sömürgeci-soykırımcı-köleci sistem içerisinde posası çıkmış bir yaşamı sürdürmeye razı olan duruma getirmişti.
Gerçekten de itiraf etmek lazım. En iyilerimiz bile çok fazla anlayarak iyi bir uygulama gerçekleştirmiyordu. Sadece Önderliğe, Partiye ve mücadeleye duydukları inançla, duygularıyla bir duruş, tutum gösteriyorlardı. Yoksa durumu derin bir bilinçle anlayan, çözümleyen, dolayısıyla önceden ne olup biteceğini öngörebilen, kestirebilen, onun gereklerine göre hazırlık yapan, örgüte ve eyleme yönelen, pratik geliştiren bir durumdan oldukça uzaklık yaşanıyordu.
Böyle bir inanç durumu çok bel bağlanılacak, yalnız başına çok güven duyulacak bir şey değildir. Çünkü içinde her zaman kuşku üretir. Bir yanıyla dört elle sarılıyor, kara sevdayla bağlanıyor gibi bağlı görünürsün ama eğer bu bilinçle birleşmezse süreklilik ve derinlik kazanmaz, çözümleyici olmaz. Neye yol açar? Tereddüde yol açar, kuşkuya yol açar, sürekli acaba sorularını sormaya götürür. Böyle bir durum var mıydı? Evet, vardı.
Şunu bir kere daha net ifade etmekte fayda var: Kim ‘bende yoktu’ diyorsa, en büyük yanılgıyı o yaşıyor. Neden? O kadar bilinçsiz, olup bitenlerin farkında değil demektir. Nasıl ‘bende öyle bir şey yoktu’ denebilir? O zaman demek ki tehlikenin hiç farkında değilsin. Saldırının büyüklüğünü göremiyorsun. Ancak böyle bir durum ona yol açabilir ya da çok derin bir bilinç durumu, anlamlandırma durumu böyle bir şeye yol açar. Biz yönetim ve kadrolar olarak komplo karşısında böyle bir bilinç ve anlamlandırmadan uzak olduğumuzu defalarca eleştirel-özeleştirel sorgulamalarla ifade ettik. Eğer öyle olmasaydık uluslararası komplo olmazdı. Biz tam, her şeyi, her işi doğru bilen olsaydık uluslararası komplo böyle örgütlenemezdi, Önderliği hedefleyemezdi, saldıramazdı, 15 Şubat’ı gerçekleştiremezdi.
Önderlik yürüyüşünün mucizevi karakteri
9 Ekim 1998 Komplosu başlasa bile onu 15 Şubat’a vardırmadan boşa çıkartma imkân ve fırsatları vardı. O arada yaşanan dört aylık süreyi, ortaya çıkan mücadeleyi, halkın tutumunu, Önderliğin yaklaşımlarının yol açtığı gelişmeleri, birçok saldırının boşa çıkartılmış olduğunu görüp değerlendirirsek gerçeğin böyle olduğunu çok daha derin anlarız. O bakımdan kendimizi kandıracak, aldatacak değiliz.
Bu tür günleri anlamlandırmak, büyük mücadelecilerini, şehitlerini anmak, ortaya çıkan gelişmeleri kutlamak kesinlikle doğru, bütünlüklü, derinlikli sorgulamadan, anlamadan ve onun derslerini doğru ve yeterli bir şekilde çıkartmaktan geçiyor. Biz böyle yaparsak bu günleri doğru anmış, kutlamış oluruz. Ama anlamada kıt, dar, yüzeysel bir durumu yaşarsak anma toplantılarımız da kutlamalarımız da fazla bir değer ifade etmez, bize bir şey katmaz, kesinlikle bizi geliştirmez, ileri götürmez.
Uluslararası komplo Kürtlere dayatılan soykırımcı saldırıyı kırabilmek, yenilgiye uğratabilmek, bu temelde Kürt varlığını ve özgürlüğünü sağlayabilmek için Önder Apo’nun PKK örgütlülüğüyle yürüttüğü mücadelenin başarı kazanma yolunda karşılaştığı en ağır darbeydi, en ciddi engeldi, en büyük tehlikeydi. Sömürgeci-soykırımcı zihniyet ve siyasetin en etkili saldırısıydı. Onun için tehlike büyüktü, ciddiydi, saldırı büyüktü. 1 Haziran 2004’e gelene kadar birçok şey yaşandı.
9 Ekim’de Önderliğe imha dayatıldı. Kim vurduya getirilerek imhaedilecekti. Önder Apo tarzıyla, önsezileriyle, öngörüsüyle bunu boşa çıkardı. 15 Şubat 1999’da idam dayatıldı. Öyle ki bu konuda dünyada, Türkiye ve Kurdistan’da hemen hemen herkes artık Önder Apo’nun gideceği bir yolunun kalmadığını, yolun sonuna geldiği noktasında hem fikirdi. Bu sadece Önder Apo gerçeğini iyi bilmemek ve aşırı pozitivist, kıyaslamacı değerlendirmelerdi. Tarihsel olaylarla kıyaslayıp onlara benzeten, onlar gibi olacağını ifade eden değerlendirmelerdi. Bu noktada yanlışı vardı. Yoksa öyle çok basit, yabana atılır bir düşünce değildi. Çünkü sadece TC’nin değil, İran’ın, Irak’ın gerçekliği de böyleydi. Yetmiş yılı aşkın süre Kürtlere dayatılan gerçeklik imha ve idamdı. Soykırıma karşı isyan eden, direnişe geçen, ona karşı itirazda bulunan, mücadeleye giren, hele hele silah kaldıran, savaş yapmak isteyenlere neler yapılmamıştı ki! Ölümden ölüm beğendirilmişti. Dersim ‘38’i hatırlayalım. Sadece eli silahlı, dağa çıkmış savaşanlara mı saldırıldı? Hayır. Bir bütün yediden yetmişe topluma saldırdılar. Yediden yetmişe de değil, ana karnında olan çocuklara da en ağır bir biçimde katliam uygulandı. Çünkü İleride beyninde ve yüreğinde Kürtlük ideali taşıma ihtimali olan herkes de düşmandı ve imha edilmeliydi. Dersim katliamının soykırım fermanı böyledir. Tarihsel olarak belgelerine, arşivlerine açıp bakalım bunun böyle söylenip yazılmış bir husus olduğunu görürüz. Bu bizim bir uydurmamız ya da birilerini suçlamak için söylediğimiz bir şey değildir. Gerçeklik budur. Bu hem böyle kararlaştırılmış hem de en aşağılık bir biçimde uygulanmıştır. İnsanlık göz göre göre katledilmiştir.
Sadece Dersim’de değil, Mahabat’tan Başûr’a, oradan Rojava’ya, Amed’e Elazığ’a kadar uygulamaların hepsi böyleydi. TC Devleti’nin kuruluşu bu temeldeydi. Kanun, hukuk adı altında bazı şeyler oluşturmuşlar ama Kürt varlığı ve özgürlüğü bunların dışında bırakılmıştı. Çünkü zaten orası bir hükümle bu devlet mekanizmasının dışına çıkartılmıştı. Onun kanunu, kuralı ayrıydı; İmha ve yok etmek, hem de hiçbir kural-kaide tanımdan, hiçbir zafiyet göstermeden ortadan kaldırmaktır. Bunu anayasa, yasalara da koymuşlardır.
O nedenle birçok kesimin idam edilecek diye yaklaşması, bu yönlü bir beklenti içine girmesi öyle çok anlamsız, olmayacak bir durum değildi. O nedenle Önder Apo’ya sonunun geldiğini düşündüler, bunu söylediler. Bunu söyleyenler de PKK’ye altı aylık ömür biçtiler. Önder Apo ise buna karşı mücadele etti.
15 Şubat’tan sonra Örgüt ve Halkın Önderlikle bütünleşmesi öngörülen ve beklenilen sonu önledi, tersine çevirdi. Bakın, bir dar anlatımda bile onlarca kez ortaya normal işleyişin tersinden gelişme çıkıyor. Mücadelemizin, Önderlik yürüyüşünün mucizevi olması bu anlama geliyor. Mucizevi karakterini buradan alıyor. Bütün beklentilere, saldırılara, her türlü genel geçer kurallara rağmen gerillanın, halkın, örgütün Önderlikle bir olması ve bu temelde verdiği güçle Önder Apo komplo gerçeğini çözümledi. Komplonun kendisine, PKK’ye, Kürtlere karşı olduğu kadar Türkiye’ye, Türkiye demokrasisine, Türkiye toplumunun geleceğine karşı yöneltilmiş bir saldırı olduğunu ortaya koydu.
Türkiye’de çok bütünlüklü, derin olmasa ve farklılıklar arz etse de yeni düşünceler ortaya çıkardı. Bazıları Önderliğe inandılar. Önderliğin ortaya koyduğu düşünceleri daha doğru ve anlamlı buldular. Bir aydınlanma yaşadılar. Bazıları dönemin Başbakanı Ecevit gibi hiç anlamadılar. Bundan dolayı “ABD, bize Apo’yu niye verdi bir türlü anlamadık” dedi. Bu tür çevreler ‘acaba işin içinde ne vardır, başımıza bela mı açılır?’ kaygısı ve korkusu yaşadıkları için idam gibi bir uygulamaya gitmeye korktular. Devletli olan güçler de çoğunlukla “Biz de bundan yararlanalım. Bir politik araca dönüştürelim. Kürt soykırımını da Türkiye’deki faşist diktatörlüğü de buna dayanarak geliştirelim, gerçekleştirelim, daha güçlü kılalım” dediler. Yararlanılacak bir fırsat olarak gördüler. Bu tür yaklaşım içinde olanların başında MİT geliyordu. Bu yüzden idam uygulaması durduruldu. İdam yerine Önderliğin imhasının İmralı işkence ve tecrit sistemi içerisinde çürütülerek gerçekleştirilmesi hedeflendi. Buna “çürütme politikası” dediler. Böylece “İmralı mücadele süreci” denen süreç başlamış oluyordu.
Bu sürecin yanıltıcı yanlarından dolayı, içimizde bile bazıları hemen bu durumun Kürt sorununu çözmek için gerçekleştirilmiş planlı bir olay olduğunu düşünüp söyleyecek kadar gaflete düştüler. Oysa idam Türk devletinin tekelci sistemini daha çok tehdit edecek, Kürtleri ve insanlığı bu devlete karşı daha fazla birleştirip mücadeleye yöneltecekti. O yüzden idam yerine, İmralı işkence ve tecrit sisteminde Önderliğin çürütülmesiyle kendilerinin daha çok kazanacağını, başarılı olacaklarını varsaydılar ve idam uygulamasını bunun için durdurdular. Çünkü Önder Apo’nun İmralı işkence ve tecrit sisteminde hiçbir şey yapamayacağını düşündüler ve bundan hiç olmadıkları kadar emindiler. Fakat Önder Apo tarzıyla, çabasıyla, yoğunlaşmasıyla bir kere daha hiç kimsenin olabilir demediği bir sonucu, çıkışı olabilir kıldı.
Önder Apo normal insan ölçülerini aşan bir kişiliktir
O dönem çevremizdeki yurtsever, demokrat, sempatizan, aydın dediğimiz çevreler üzerimizde çok büyük baskı oluşturdu. Bunların içinde hem Kürtler hem de Türkler vardı. “PKK’nin yönetimi bu kadar akılsız olabilir mi?” diyorlardı. “Apo İmralı gibi bir yerde ne yapabilecek ki hala onun peşinden gidiyorlar? Artık o devir geçmiştir, Önderlik demeyi bırakın, biraz da bizi dinleyin, gelin bir çare bulalım. Biz size yol gösterebilir, çare bulabiliriz.” diye çağrı yapıp, baskı uyguluyorlardı. Gerçekten buna inananlar da vardı. Tersi gelişmeler olduğunda ona da katıldılar. Aslında herkes çok kötü niyetli de değildi. Akılları ancak o kadar alıyordu. Önderlik gerçeğini tanımıyorlardı. Doğrudur, normal insanın ölçüleriyle İmralı’da yapılabilecek fazla bir şey yoktu. Ama Önder Apo normal insan ölçülerini aşan bir kişilikti. Önderlik vasıfları o temeldeydi.
Zaten o zamana kadar normal insanın yapılamaz dediğini yaparak, olmaz dediklerini olur kılarak gelmişti. Bir kere daha İmralı sisteminde bunu gerçekleştirdi. Herkes hatırlar, Ecevit Başkanlığındaki koalisyon hükümeti Avrupa Birliği ile Türkiye’yi birleştirme, Kürt sorununu Avrupa Birliği’nin bireysel haklar temelindeki yaklaşımıyla çözmek istiyordu. Önder Apo, bu sözde çözüm zihniyet ve siyasetine karşı Kürt sorununun demokratik çözümünü, Demokratik Ortadoğu ve Özgür Kurdistan çözümünü zihniyet ve program olarak ortaya çıkartarak bunu bir demokratik uygarlık gelişmesine yol açacak bir olay biçiminde tanımlayarak boşa çıkardı.
Gerçekten de TC Devleti, komployu Ecevit eliyle yürütmek istedi, ama Ecevit, Önder Apo, 15 Şubat Komplosu’yla kaçırılıp Türkiye’ye teslim edilirken de yapanların ne amaç güttüklerini anlamadığını itiraf etmişti. 2002’de hükümetten düşerken de neden düştüğünü anlamamıştı. Hasta olduğunu söyleyip hastaneye yatırdılar. Adeta tutuklayıp başbakanlık yapamaz durumuna getirmek istediler. O durumu biraz fark edince kendisine reçete veren doktorları bir yana itip hastaneden çıktı. Hastaneden kendini kurtardı ama partisinin parçalanmasını önleyemedi. Çünkü birçok çevre partinin içine üşüşmüştü. Devlet Bahçeli’nin erken seçim kararı aldırtmasını önleyemedi. O zaman da “Bu Bahçeli niye bizi erken seçime gitmeye zorluyor?” demek durumunda kaldı. Yani işi ne başında anladı ne de sonunda. Komployu yöneten, komployu başarıya götüreceği söylenen parti, Başbakan Ecevit ve onun DSP’si, 3 Kasım 2002’de yapılan seçimlerde ancak yüzde bir civarında oy alabildi.
Aslında koalisyonun hepsi barajın altında kaldı. Hiçbirisi barajı geçip de yeni mecliste yer alamadı. TC Devleti’nde uluslararası komploya rağmen yaşanan başarısızlık, yönetim olmada da insanı bu duruma düşürüyordu. Başarırsan yönetim olabilirsin, başaramazsan hiçbir şey olamazsın.
Sosyal demokrat, liberal, milliyetçi koalisyonun iki senede İmralı mücadelesini bu düzeyde kaybedip sıfırı tüketmesi ardından, 2002 Kasımındaki seçimlerde uluslararası komployu başarıya götürmek için Tayyip Erdoğan ve AKP, komployu örgütleyip yürüten güçler tarafından görevlendirildi. Tek başına seçim kazandırtıldı. Dinci AKP, pragmatist Tayyip Erdoğan İmralı işkence ve tecrit sisteminde Önder Apo’yu yenilgiye uğratacak, uluslararası komployu başarıya götürecek bir lider ve parti olarak görüldü, dıştan ve içten bütün destekler verilerek böyle bir yönetim ortaya çıkartıldı.
AKP tehlikesi büyüktü
Önderlik örgütün ve halkın da kısmi desteğiyle önceki birçok saldırıyı boşa çıkartmayı başarmıştı. Fakat yaşanan her saldırı yeni bir saldırıydı ve büyüktü, yeni tehlikeler içeriyordu. Dolayısıyla bir saldırıyı, iki saldırıyı başarısız kılmış olmak tam sonuca gitmiş olmak değildi. Her türlü saldırının boşa çıkartılabileceği anlamına gelmiyordu. Dolayısıyla AKP tehlikesi büyüktü. Tek başına iktidar yapıldı. Türkiye’nin bütün imkânları Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarına verildi. Bizzat NATO arkasında oldu. İçte muhalifler, egemen güçler tarafından susturuldu. AKP’nin İslam ümmeti, İslam kardeşliği fikirleriyle Kürt halkının Önder Apo’dan, PKK’den uzaklaştırılabileceği, AKP etrafında toplanabileceği, böylece Önderliğin ve partinin halk desteğini kaybedeceği hesaplanıyordu.
Aynı zamanda bu saldırı ABD’nin 11 Eylül 2001 İkiz Kule saldırıları ardından Ortadoğu’ya başlattığı siyasi ve askeri müdahaleye paralel, onun bir parçası olarak geliştiriliyordu. AKP’yi görevlendiren de ABD’ydi. Sadece onu görevlendirmekle de kalmamış, önce Afganistan’a, daha sonra Irak’a askeri müdahalede bulunarak kendisini, Ortadoğu’nun en büyük askeri gücüne sahip bir konuma getirmişti. Buna dayanarak bütün devletlere, örgütlere, Ortadoğu’nun tümüne müdahale ediyordu. Herkes “ABD el attı, Ortadoğu’yu kendi çıkarları doğrultusunda yeniden yapılandıracak” diyordu.
2002-2004 tasfiyeciliğinin gelişimi
ABD’nin bu konumu ve dış saldırısı içimizde o kadar etki yaptı ki 2002-2004 tasfiyecileri büyük bir telaşa kapıldılar. “ABD bir ayda bütün Ortadoğu’yu istediği gibi düzenleyecek, dolayısıyla karşı durmayalım, elimizi çabuk tutup ABD’den yana olalım. Yoksa yok olup gideceğiz” hezeyanına kapıldılar. İşte o tasfiyeci yapılanmanın dayandırıldığı zihniyet böyle bir zihniyetti.
Özünde küçük-burjuva bireyciliği ve maddiyatçılığına ilgi duydular. Biraz ‘AKP gibi ihanet edip döneklik yaparsak destek bulur, önümüz açılır’ anlayışına kapıldılar. Bir de ‘üzerimize gelinecek, ABD bir ayda her şeyi altüst edecek, dolayısıyla yok edileceğiz’ korkusu ve telaşı içine düştüler. AKP’nin seçim kazandığı ve uluslararası komployu başarması için iktidara getirilip görevlendirildiği bir dönemde ona paralel olarak PKK içerisinde de her türlü bölünme ve parçalanma, tasfiyeci gruplaşma, yönetimin parçalanması durumu ortaya çıkartıldı. Yani eş zamanlı geliştirilen süreçlerdir. Öyle ki bir yandan AKP iktidara getirilirken diğer yandan “bakın sizde AKP gibi, hocası Necmettin Erbakan’a ihanet edip İktidara getirilen Tayyip Erdoğan gibi yaparsanız önünüz açılır” dendi. Dolayısıyla “sizde Önder Apo’ya ihanet ederseniz önünüz açılacak, KDP-YNK yanında yeriniz olacak” diye bir bireysel kurtuluş yolu, yeni bir maddi yaşam yolu gösterildi. Böylece içte de her türlü oportünist, bireyci, grupçu, tasfiyeci anlayış ve tutum harekete geçirildi.
Bir yandan ABD’nin Irak’a müdahalesi, Saddam Hüseyin yönetimini Bağdat’ta yıkması, diğer yandan Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarının daha parti kurmadan iktidara getirilmesi ve bunlara paralel de içten, her türlü provokatif, tasfiyeci dayatma ortaya çıkartılarak örgüt yok edilmek istendi.
Komplocular, Önder Apo’yu durdurup imha ve idam edemediler, daha sonra geliştirilen İmralı işkence ve tecrit sisteminde Önder Apo’yu çalışmak ve düşünmekten, üretmekten alıkoyamadıkları için Önderlik karşısında başarısız kaldılar. Bunu anladıklarından dolayı bu sefer örgütü parçalayıp, dağıtmak suretiyle Önderlikten kopartmak, yok edip Önderliği yenilgiye uğratmak istediler. 2002-2004 tasfiyeciliği böyle gelişti.
Şimdi biz bu atılıma “1 Haziran 2004 Atılımı” diyoruz ama Önder Apo 2003’ün Nisan ya da Haziran ayındaki bir görüşmede “Ben ateşkes çağrımı geri çekiyorum. Dolayısıyla ateşkes benim çağrım temelinde ilan edildiğine göre ortadan kalkmış oluyor” dedi. Bunun üzerine örgüt Temmuz sonunda tartışma yürüttü. Önder Apo’nun bu kararını uygulamaya koyacak bir görüş ve karar birliği ortaya çıkaramadı. Dolayısıyla Önderlik görüşlerini uygulamayan, ondan kopan bir parti gerçeği ortaya çıkartılmıştı. Ardından 2003 Ekim sonu, Kasım başında Kongra-Gel Birinci Genel Kurulu oldu. Orada bu daha da ilerletildi. Alenen Önderlik çizgisinden, gerçeğinden hareketi kopartmak için örgütlü, planlı, tasfiyeci saldırı yürütüldü.
Bu saldırı öyle zayıf da değildi. Arkalarında Kürt işbirlikçiliği, ihaneti vardı. ABD’nin Irak işgali ve saldırısı vardı. Nasıl ki Semir provokasyonunun arkasında Almanya, İsveç, Avrupa’daki NATO vardıysa Osman-Botan tasfiyeciliğinin arkasında da Kürt işbirlikçiliği ve ABD’nin Irak işgali vardı. Tamamen oraya dayanarak geliştiriliyordu. Yine arkasında, Türkiye’de umutla göreve getirilmiş olan AKP yönetimi vardı.
Önder Apo tasfiyeciliği tasfiye eden bir mücadele süreci geliştirdi
Bu saldırıların ne kadar kafa karışıklığı yarattığı, örgütte dağılma, parçalanma, örgütsel zihniyetten, disiplinden, tutumdan uzaklaşma ortaya çıkardığı biliniyor. Ağır zararlar verdi. Zaten 2004 baharında tümüyle parçalanma, toplumsal mücadeleyi, pratiği pratiği parça parça yönetme gibi bir durum ortaya çıktı.
Bütün bunlara müdahale olarak Önder Apo hem PKK’nin yeniden inşasını gündeme getirdi hem de ateşkesin sona erdirilerek yeniden mücadeleci, direnişçi bir tutum içine girilmesini gündeme taşıdı. Böylece tasfiyeciliği tasfiye eden bir mücadele süreci geliştirdi. Çok iyi biliyoruz ki bütün bunlar da paradigma değişimine dayandı.
İnsanlık tarihinde temel bir dönemeç oluşturan, bütün ezilenlerin özgürlük hareketlerinin başarılı bir şekilde devrim yolunda ilerlemesine engel teşkil eden gerçekliği, Önder Apo özeleştirel bir temelde paradigma değişimi ile aştı. Paradigma değişimi deyip hafife almayalım. Ondan önce Önderlik “İdeolojik bunalımımız var” dedi. Dolayısıyla ‘biz PKK’yi bu biçimde devam ettiremeyiz. İsmi değiştirilmeli, başka biçimde devam etmeli’ tespitini yaptı. Ne zaman ki paradigma değişimi ile birlikte yeniden bir ideolojik-örgütsel çizgi yenilemesi oldu, zihniyet olarak kadın özgürlüğüne, ekolojiye dayalı demokratik toplumcu bir paradigma ortaya çıktı, tanımlandı, geliştirildi, işte o zaman ‘PKK gerçeğine uygun yeni bir ideolojik değişim, devrim yaşandı’ diyerek PKK’nin yeniden inşasını gündeme getirdi.
Tasfiyecilik, PKK’de yaşanan değişimin içini boşaltarak Önderlik gerçeğinden PKK’yi kopartıp sistem içileştirmeyi öngörüyordu. Gerçekten de o zaman onu aşacak bir bilinç düzeyi gösterilemedi. Önder Apo bu boşluğu “Bir Halkı Savunmak” adlı kitabını geliştirerek, kıt imkânlardan yararlanıp bunu örgüte ulaştırmayı başararak telafi etti. Böylece tasfiyeciliğin temel dayanaklarını kuruttu. Önderlik gerçeğini ters yüz eden yalanlarının maskesini düşürdü. Paradigma değişimini bütün kadrolar ve örgüt için anlaşılır hale getirildi. Böylece maskesi düşen, ipliği pazara çıkan tasfiyecilik örgütü bırakıp kaçmak zorunda kaldı.
1 Haziran 2004 Atılımı aslında böyle bir zaferin ilan edilmesiydi. ‘Bir Halkı Savunma’ kitabıyla birlikte örgütte geliştirilen ikinci Kongra-Gel Genel Kuruluyla belli bir yapı kazanan, yeni bir kararlaşma biçiminde şekillenen bu durum, ABD’nin Irak müdahalesine, AKP’yi komployu başarmak için görevlendirmesine, içten provokatif-tasfiyeci dayatmaların hepsine karşı yürütülen mücadelenin zafere ulaşmasını ifade ediyordu.
1 Haziran 2004 günü yapılan basın toplantısında ateşkesin sona erdiğinin ilanı aslında böyle bir zaferin ilanıydı. Bu bakımdan bu kadar anlamlı ve önemliydi. Elbette o tasfiyeciliğin tasfiyesinin ilanı oluyordu. Dolayısıyla 1 Haziran Atılımı tasfiyeciliğin tasfiye edildiğini ilan eden bir atılımdı. 1 Haziran Atılımı büyük bir ideolojik, örgütsel devrim atılımıydı. 1 Haziran Atılımı demokratik, ekolojik, kadın özgürlükçü yeni paradigmanın atılımıydı. Her türlü ulus devletçi çözümsüzlüğe karşı başta Kürt ve kadın sorunu olmak üzere iktidar ve devlet sisteminin, kapitalist modernite düzeninin ortaya çıkardığı bütün toplumsal sorunlara çözüm bulma zihniyetinin ideolojik-politik çizgisinin ilan edilme atılımıydı. O nedenle tabii ki yeni PKK’nin kuruluş atılımıydı. 1 Haziran günlü basın toplantısında bütün bunların ilanı yapıldı. Yeni paradigma ilan edildi. Yeni paradigma temelinde PKK’nin yeniden inşasının başlatıldığı ilan edildi.
1 Haziran 2004 Atılımı ideolojik-örgütsel çizgi atılımıydı
Geçen 19 yıl bunlar temelinde gelişti. Çeşitli aşamalardan geçti. Nasıl ortaya çıktığını bilmek, anlamak önemli ve değerlidir. O bakımdan daha çok bu nokta üzerinde durmak istedik. Gelişen süreci, onun çeşitli aşamalarını herkes biliyor. Bu konuda parti ve halk daha çok bilince sahiptir.
Evet, 19 yıl boyunca bu temelde yüründü, 1 Haziran 2004 Atılımı ideolojik-örgütsel çizgi atılımıydı. Partileşme atılımıydı. Yeni bir iradenin atılımıydı. Uluslararası komployu yenilgiye uğratma, uluslararası komplo karşısında zafer kazanma atılımıydı. Tasfiyeciliği tasfiye etme atılımıydı. Bunların hepsi ilan edildi.
Tabii bu 19 yıllık süreci doğru değerlendirmeliyiz. Onun öncesinde 1 Haziran Atılımı’nı ortaya çıkartan, var eden, geliştiren nedenleri, onun önündeki engelleri değerlendirip bilince çıkartıp anlamamız kadar aslında bu 19 yılda 1 Haziran Atılımı’nın temel ilkeleri, ölçüleri, hedefleri çerçevesinde nelerin yapıldığı, nelerin başarıldığı, nelerin başarılamadığı, eksik kaldığını da sorgulamalıyız.
Aslında yıl dönümleri böyle sorgulama anlarıdır. Dolayısıyla o sorgulamayı iyi yapmalıyız. 1 Haziran 2004’te paradigma değişiminin ilanı oldu. Tasfiyecilik karşısında zafer kazanıldı. PKK’nin yeniden inşası ilan edildiyse o halde yeni PKK bu 19 yılda ne kadar inşa edildi? Yeni paradigma ne kadar anlaşıldı, özümsendi? Ne kadar ideolojik-siyasi-örgütsel olarak geliştirildi? Ne kadar eyleme döküldü, askeri çizgiye dönüştürüldü, başarılı bir savaş uygulaması haline getirildi?
1 Haziran 2010 Dördüncü Stratejik Dönem
1 Haziran 2010 stratejik değişimi de aslında 2004 atılımını askeri boyut olarak tamamlamıştır. Bütün mücadelenin temeline Devrimci Halk Savaşı’nı koydu. İdeolojik-örgütsel atılımı askeri atılıma dönüştürdü. O halde 1 Haziran 2010’dan bu yana dördüncü stratejik dönem olarak tanımladığımız bu dönemde Devrimci Halk Savaşı stratejisinin uygulaması pratik alanda ne kadar geliştirildi? Onun tarzı, taktikleri ne kadar ortaya çıkartıldı? Uygulaması başarılı bir şekilde ne kadar gerçekleştirildi? Tüm bu konularda ne kadar eksik kaldık, hatalı olduk, yetersizliklerimiz oldu? Bunları tekrar bütünlüklü ve köklü bir biçimde değerlendirmemiz gerekiyor. Nasıl ki uluslararası komplo saldırısına, İmralı işkence ve tecrit sisteminin bu şekilde devam etmesine, İmralı’da mutlak tecrit uygulanmasına, Kürt sorununun çözümüne yaklaşılmamasına, Önder Apo ve PKK gerçeğinin imha edileceğine dair çeşitli çevrelerde inanç, kanaatin yeniden oluşmasına ve bu temelde çöktürme eylem planı çerçevesinde 8 yıldır en azgın, topyekûn faşist-soykırımcı saldırının yürütülmesine zemin sunan da bu 19 yıldaki yetersizliklerimiz ve hatalarımızdır.
O halde ‘hata ve yetersizlik’ deyip geçemeyiz. Basite alamayız. Sanki çok basit şeylermiş gibi ‘hatamız, eksikliğimiz var’ diyoruz ve geçiyoruz. Ama bir hata işlemek bu kadar basit olmamalı. Bir işte eksiklik göstermek böyle basit, ucuz ele alınmamalı. Sen bir hata yaptıysan acaba o hata ne tür zararlara yol açtı? Onun üzerine hiç düşünebiliyor musun? Düşünüp o zararları ortaya çıkartabiliyor musun? Gösterdiğin eksiklik ne tür felaketler, zararlar yarattı? Bunları değerlendirebiliyor musun? Bunları değerlendirmeli, anlayabilmeliyiz. Bu soruları kendimize yiğitçe ve cesurca sorabilmeliyiz. Kendimizi eğitmek, değiştirip dönüştürmek, düzeltmek kesinlikle bu soruları cesurca sorup aynı cesaretle bu sorulara doğru ve yeterli cevapları vermekten, bu temelde kendimizi değiştirip dönüştürmekten geçiyor. Hata ve yanılgılarımızdan, eksikliklerimizden kurtarmaktan geçiyor. Bu işin başka yolu yok. ‘Başka bir yol bulunabilir, olabilir’ dememeliyiz.
O halde bugünü böyle önemli bir sorgulama günü olarak ele almalıyız, değerlendirmeliyiz. Geçen o 19 yılın gerçekçi, doğru, ders çıkartır, sonuç verir bir analizini, muhasebesini kesinlikle yapabilmeliyiz. Bunlar üzerinde atılımın 19’uncu yıldönümü vesilesiyle daha çok durmalı, derinleşmeliyiz. Hareket ve halk olarak bunu mutlaka yapmalıyız. Parti kadroları, KCK yurtseverleri olarak, HPG’nin, YJA-STAR’ın komutan ve savaşçıları olarak kesinlikle böyle sorgulayıcı ve düzeltici bir yaklaşımı göstermeliyiz.
Komplo öncesindeki gibi yürüttüğümüz mücadeleyi tek yanlı da ele almamamız lazım. Dikkat edilirse 19 yıl boyunca uluslararası komplo boşa çıkartıldı. Bu atılım temelinde yürütülen mücadeleyle komplonun başarısı önlendi. Kürt halkında özgürlük umutları, özgür yaşama ve var olma umudu, iradesi daha çok gelişti, güçlendirildi. Mücadele dört parçaya yayıldı. Rojava’da büyük bir devrimci hamle geliştirildi. Böyle bir statünün ayakta kalması Başûr’da verilen mücadelenin dolaylı bir sonucu olarak yaratıldı. AKP’nin bütün oyunları, saldırıları boşa çıkartıldı, başarısız kılındı. Dolayısıyla kapitalist modernite sisteminin saldırıları boşa çıkartıldı.
Kurdistan, Türkiye, Ortadoğu ve insanlık için bir umut alanı, özgür yaşam vahası, bir demokratik mücadele alanı, bir coşku ve heyecan alanı olarak tutuldu.
Dolayısıyla ‘hiç gelişme olmadı, mücadele sonuç vermedi’ diyemeyiz. Ama bunu yaparken şunu sormamız lazım; evet, bu kadar mücadele edildi, gelişme yaratıldı da hangi mücadele gelişme yarattı, kazanımları kimler, hangi tarz, hangi mücadele yarattı, kimin nerede verdiği mücadele geliştirdi? Kim böyle bir mücadelenin gelişimine köstek oldu, zarar verdi? Bunları da sormamız gerekir. ‘Mücadele edilmiş, gelişme yaşanmış, ben de bu hareketin içinde olduğuma göre mücadele ediyorum, dolayısıyla bütün gelişmelerde benim de payım var, ben de bunlara ortağım’ diyemeyiz. Bu çok düz bir mantık olur. O nedenle bir yandan gelişmeleri görmeliyiz, büyük mücadeleyi anlamalıyız ama bu mücadelenin yürütülmesinde, gelişme sağlanmasında kimin ne kadar katkısı oldu, kim ne kadar engel oluşturdu onu da sorgulayıp ortaya çıkarmalıyız.
Bu mücadele 19 yılda 19 binden fazla şehidin kanıyla varlık buldu
Diğer yandan tabii 19 yıllık mücadele az değildir. 15 Şubat Komplosu’nun 25’inci yılındayız. İmralı sistemi çeyrek asırdır sürüyor ve biz bu sistemi tümden parçalayamadık. Önder Apo’nun fiziki özgürlüğünü sağlayamadık. Dolayısıyla uluslararası komployu tümden yenilgiye uğratamadık. Kürt sorununun özgürlükçü, demokratik çözümünü gerçekleştiremedik. Peki, zaman tümden tükendi mi? Geçen süreçte mutlaka bunlar olmalı mıydı? Evet, ‘tümden zaman tükenmiştir, her şey bitmiştir’ diyemeyiz. Öyle değerlendirirsek biraz abartılı, keskin bir yaklaşım olur. Fakat 19 yıl da az bir zaman değildir. 19 yıllık mücadele az bir mücadele süreci değildir. Bu 19 yılda en az 19 binden fazla şehit verdik. Bu mücadele Önder Apo’nun 25 yıl İmralı işkence, tecrit ve soykırım sistemindeki direnişiyle varlık buldu. 19 binden fazla şehidin kanıyla varlık buldu. Dolayısıyla şimdi kalkıp “ancak bu kadar olabilirdi, daha fazlası yapılamazdı. Düşman çok güçlü saldırıyor, ABD destek veriyor. KDP hainlik yapıyor, Türkiye’de demokratik bilinç, tutum zayıf, Ortadoğu dağılmış, dolayısıyla müttefiklerimiz zayıf, düşman güçlü ondan dolayı böyle oluyor” diyerek bu sonuçları izah edemeyiz. Bunların hepsi birer gerçeği ifade eder ama unutmamamız gerekir ki bizlerde özgürlük savaşçılarıyız. Bir özgürlük hareketiyiz, özgürlük mücadelesi yürütüyoruz. Hem de bunu fedai çizgisinde, gözünü kırpmadan şehitler vererek yapıyoruz. Böyle bir mücadele de tüm bu saldırıları kırma gücüne sahiptir. Doğru, yerinde yürütülürse, tarzı, üslubu temposu yeterli olursa, başarı çizgisinde sürdürülürse kesinlikle uluslararası komplo yenilgiye uğratılabilirdi. İmralı işkence ve tecrit sistemi yıkılabilirdi.
Şuna inanmak lazım; 9 Ekim ‘98’le karşılaşmayabilirdik. Velev ki karşılaştık, 15 Şubat ‘99’u önleyebilirdik. Kesinlikle ‘önlenemezdi’ dememek lazım. Önder Apo, tek başına örgütten ve halktan kopuk geliştirdiği tarz ve duyarlılığıyla komployu dört buçuk ay önledi, boşa çıkardı. Biraz Önderlik doğru anlaşılsa, bütünleşilse, komplo saldırıları görülebilse, planlı, örgütlü yaklaşılabilseydi 15 Şubat önlenebilirdi.
Nitekim komployu yürütenler, 15 Şubat’ı gerçekleştirdiklerinde karşı karşıya kaldıkları tepkiden ürktüler. “Tepki bekliyorduk ama böylesini de beklemiyorduk” dediler. Demek ki her şeye kadir değillerdi, her şey onların elinde değildi. Elbette küçümsememek lazım, güçleri az değildi ama yeterli ve doğru bir mücadeleyle 15 Şubat önlenebilirdi. Aynı biçimde 25 yıldır süren İmralı işkence ve tecrit sistemi çok daha fazla parçalanabilirdi. Önder Apo parçaladı, savunmalarıyla kendini küresel bir önderlik haline getirdi. Bütün ezilenlere kurtuluş yolunu gösterdi. İmralı yargılamasının verdiği imkânlar temelinde çalışmalar yapıp eserler ortaya koydu. Başta kadınlar ve gençler olmak üzere tüm insanlığa, emekçilere ulaşmanın, kurtuluş yolunu göstermenin gücünü oluşturdu. Bunlar önümüzde duran açık gerçeklerdir. Önder Apo İmralı duvarlarını böyle parçaladı, dünyanın her tarafına böyle ulaştı. “Savunmalar neredeyse ben oradayım” dedi. Savunmalar dünyanın her tarafında olduğuna göre Önder Apo da dünyanın her tarafındadır. Önder Apo İmralı işkence ve tecrit sistemini parçalamıştır. Kendini oradan çıkarmıştır.
Tecrit altında olan bizleriz
Aslında biz kendimizi tam çıkaramadık. İmralı’daki işkence ve tecrit sistemi bizim için sürüyor. Tecrit altında olan bizleriz. Bu sistemi parçalayacak gücü biz gösteremedik. O sistemi parçalamada biz üzerimize düşen görevleri yerine getiremedik. Kendimizi bu şekilde görecek ve böyle değerlendireceğiz. Bu bakımdan İmralı sistemi karşısında eleştiri-özeleştiri vermek boş laf demek değildir. Herkes vermeli, bütün insanlık vermek durumundadır. ‘Herkes İmralı’dan çıkacak bir sözü duymak istiyor’ demek abartı değildir. Önderlik kendisini bu duruma getirdi. ‘İmralı işkence ve tecrit sisteminin yıkılamaması bizim hata ve eksikliklerimizden zemin buldu’ demek de yanlış değildir. Bu kötü bir durum ama bu kötülüğe biz yol açıyoruz. O halde bu kötülüğe yol açan ruh halimizi, düşüncemizi, tarzımızı, üslubumuzu, tempomuzu, duruşumuzu değiştirmeliyiz.
Tersine, zoru Önder Apo başarmıştır. Önderlik görevini, vasfının gereğini yerine getirmiş, bize öncülük yapmış ve yol açmıştır. Peşinden başarıyla yürümeyi gerçekleştirmeliyiz. Önderlik zoru başarmışsa geri kalanı da biz tamamlamalıyız, tamamlamalıydık şimdiye kadar. Gerçekten şimdiye kadar yapılamamışsa eksikliktir. Bu konuda ‘eksikliğimiz, hatamız var’ demek günah çıkarmak değildir. Bir duygusal yaklaşım olarak ele alınmamalı, böyle söyleyip gözyaşı dökmek değerli bir durum değildir. Fakat gerçekten bunu görmemek, böyle ortaya koymamak da aymazlıktır. O biçimde hiç olunamaz. O halde aymazlık yapmayacağız, hakikati göreceğiz.
Hakikatle yüzleşme gücünü göstereceğiz, dolayısıyla hakikat karşısında eleştirel-özeleştirel sorgulamamızı, hata ve eksikliklerimizin ortaya çıkartılıp giderilmesini gerçekleştireceğiz, sağlayacağız. Bunun başka yolu yoktur.
20. atılım yılına Türkiye’deki seçimlerin sonuçları temelinde giriyoruz
Son olarak 20. atılım yılı ve görevleri üzerinde de birkaç şey söylememiz gerekir. Açık ki 20. atılım yılına Türkiye’deki seçimlerin sonuçları temelinde giriyoruz. Böyle ifade etmemiz hatalı değil. Türkiye ve Kuzey Kurdistan’daki 14-28 Mayıs seçimlerine neden gidildi, seçimler neden, nasıl ortaya çıktı, ne ifade etti? Bunları ve benzeri soruları doğru cevaplamalıyız.
Her şeyden önce 25 yıldır uluslararası komploya karşı mücadele ederek bu sürece geldik. 19 yıldır 1 Haziran Hamlesi temelinde mücadele ederek bugünlere yürüyebildik. En önemlisi de 8 yıldır çöktürme eylem planı adı altındaki tarihin en kapsamlı faşist-soykırımcı özel savaş saldırısına karşı direnerek geldik. Bu seçimlerin öncesinde büyük bir mücadele vardı. Böyle büyük bir mücadeleyle AKP-MHP faşizmini yıkma görevini, önümüze temel amaç olarak koyduk.
Bu süreçte karşımıza 14-28 Mayıs seçimlerinin çıkması neyi gösteriyor? 8 yıldır çöktürme eylem planına karşı, tarihin en vahşi, soykırımcı saldırganlığına karşı hareket ve halk olarak büyük bir direniş gösterdik. Bu direnişin temel amacı AKP-MHP faşizmini yıkmaktı. Fakat şimdiye kadar ideolojik, politik, askeri boyutlarda yürüttüğümüz Devrimci Halk Savaşı stratejisi temelindeki topyekûn direnişle önümüze koyduğumuz bu amacı gerçekleştiremedik. Devrimci Halk Savaşı’yla, kitlelerin direnişiyle, dağda, ovada, şehirdeki eylemlerle AKP-MHP faşizmini yıkmış olsaydık herhalde 14 Mayıs seçimine gerek kalmayacaktı. Öyle bir süreç olmayacaktı, başka konular gündeme gelecekti.
Büyük mücadele yürüttüğümüzü kabul etmeliyiz. 24 Temmuz 2015 tarihinde başlatılan çöktürme eylem planı temelindeki topyekûn saldırıya karşı faşizme ağır darbeler vurduk, onu çöküş noktasına getirdik ama dikkat edilirse çökertemedik. İşte 14 ve 28 Mayıs seçimleri böyle bir mücadele içerisinde önümüze çıktı, gündeme geldi.
Yani önceki mücadeleyle AKP-MHP faşizmini yıkamamış olmanın sonucunda gündeme geldi. Bu bakımdan seçimleri bu mücadelenin önemli bir parçası olarak değerlendirdik. Bu temelde 14 Mayıs seçimlerine tarihsel anlam ve önem yükledik. Cumhuriyet tarihiyle, soykırım gerçeğiyle, yürüttüğümüz mücadelenin sonuçlarıyla birlikte ele aldık. Dahası TC Devleti’nin 100’üncü yılıyla, ikinci yüzyıla girmesiyle birlikte değerlendirdik. Bu değerlendirmeler yanlış değildi. Bu seçimleri önemsemek, dolayısıyla Devrimci Halk Savaşı stratejisi temelinde yürüttüğümüz topyekûn mücadelenin bir yöntemi, bir parçası olarak ele almak, önemli bir mücadele yöntemi olarak görmek ve buna katılarak amaçlarımızı böyle bir mücadeleyle de başarmak istemek yanlış değildi.
Şimdi sonuçlar ters çıkınca bazıları hemen ‘seçim zaten faşizme karşı mücadele değildi, faşizm zaten seçimle yıkılmaz’ demeye başladılar. Ama dün seçimden önce böyle demiyorlardı. Böyle olmaz, yanlıştır. En baştan yaptığımız değerlendirmeler doğruydu. Seçimleri, AKP-MHP faşizmine karşı Devrimci Halk Savaşı stratejisi temelinde yürüttüğümüz topyekûn devrimci direnişin bir parçası, önemli bir yöntemi olarak gördük. Dolayısıyla önemli bir mücadele biçimi olarak bunu mutlaka uygulamalıydık. Dikkat edilirse bunlar mücadelemizin, başarı ve başarısızlıklarımızın sonucunda gündeme geliyor. Bir mücadele yöntemi olarak bunlardan kaçamayız. Bunları uygulamalı ve gereklerine göre olmalıyız.
AKP-MHP kesin düşeceğini ancak düştüğü an fark etsin ve inansın istedik
İkinci bir nokta ise ‘mümkünse AKP-MHP faşizmini yıkma hedefinde bu seçimlerle önemli bir hamle yapalım, hedefe ulaşmada ya da onun yolunu açmada sonuç veren bir mücadele haline getirelim’ dedik. Bu şekilde seçimlerde de önümüze hedef olarak AKP-MHP faşizmini yıkmayı koyduk. Bu da doğruydu. Şimdi sonuçlar başka oldu diye biz görüşlerimize ‘yanlış’ diyemeyiz. Ortaya çıkan sonuca göre hemen görüş oluşturmak doğru ve gerçekçi değildir.
Tüm bunlarla birlikte, AKP-MHP faşizmini yıkma amacını hangi yöntemlerle gerçekleştirip, başaracaktık? Bu bizim için önemli bir soruydu. Bu konuda sürecin yönetilmesi üzerinde çok durduk. İzlenecek yol-yöntemlerde yaratıcı olmak gerektiğine işaret ettik. Çünkü amacın belirlenmiş olması, onun gerçekleşeceği anlamına gelmez. Eğer doğru yol ve yöntem izlenirse ancak amaç başarılı olur. Yoksa başarı öyle kolay elde edilemez. O halde “daha dikkatli davranalım, daha doğru yol-yöntem uygulayalım, elimizdeki kozları düşmana yersiz, zamansız açık etmeyelim” dedik. “Hatta öyle bir mücadele yürütelim ki, AKP-MHP kesin düşeceğini, ancak düştüğü an fark etsin ve inansın. O zamana kadar düşmeyeceğini sansın. Bizim elimizde kozlar olsun ve bize karşı tedbirler geliştirmesin. Her şeyi yersiz, zamansız böyle öne sürmeyelim. Bu çerçevede yerinde ve zamanında tutum almak kaydıyla gerekirse Millet İttifakının cumhurbaşkanı adayını da destekleyelim ve AKP-MHP faşizmini bu temelde yıkalım. Böylece demokratikleşmenin önü açılırsa, kendi bağımsız çizgimizi; Kurdistan’ın özgürlüğü ve Türkiye’nin demokratikleşmesi için mücadelemizi bu temelde daha etkili geliştiririz” dedik. Bu yaklaşım da doğruydu. Böyle bir stratejiyle hareket etmemiz de yanlış değildi.
Bu yaklaşımlarımızın, değerlendirmelerimizin büyük ölçüde doğruları içerdiğine inanıyoruz. Fakat bu doğruları uygulamada ciddi pratik hatalar, eksikliklerimiz oldu. Mevcut sonuçlar bu nedenle ortaya çıktı. Dikkat edilirse herkeste birinci gücün Millet İttifakı olacağı yönünde çok güçlü bir kanaat oluşmuştu. Türkiye’de yönetim değişikliğinin gerekliliği ve istemi içte ve dışta tutmuştu, herkes değişimden yanaydı. Neredeyse Tayip Erdoğan ile Devlet Bahçeli bile bir dönem bunu kabul eder noktaya gelmişlerdi. O kadar etkili oldu. Fakat buna rağmen sonuç tersi oldu. 14 Mayıs’ta Cumhur İttifakı Türkiye Meclisi’nde hükümet kuracak çoğunluğu elde etti. 28 Mayıs seçiminde de Tayip Erdoğan Kemal Kılıçdaroğlu’na karşı cumhurbaşkanlığını yeniden kazandı. Bu sonuç, anlayış hatalarımızdan, seçimi önemsemememizden kaynaklanmadı, tersine onları pratikte doğru ve başarılı uygulayamamaktan kaynaklandı.
Zamanında yeterince örgüt kurmamışız, propaganda ve yönlendirmeyi yeterince yapamamışız. Demokratik siyaset alanı yeterli bir örgütlülüğe sahip olamadı. Daha çok kendi kitlelerine propaganda yaptılar, farklı kesimlere açılamadılar. En önemlisi de çok gerekli ve doğru olan ittifak siyasetini pratikte doğru ve başarılı uygulayamadılar.
Kuşkusuz demokratik ittifakın temeli, Kürt ve Türk sol demokratik güçlerinin ittifakıydı. Yaklaşım bu temelde de oldu. Böylece Kürt özgürlük güçlerinin, Türkiye’nin devrimci- demokratik güçleriyle öncelikli olarak ittifakı hedeflemeleri doğruydu. Fakat bu pratikleşmedi, bütün sol demokratik güçleri içine alamadı. Emek ve Özgürlük İttifakı bir listeyle bile seçime giremedi. İkili liste olarak seçime girdi, bu ciddi kayıp verdirdi.
Emek ve Özgürlük İttifakı sol dışındaki demokratik güçleri ittifaka çekemedi
Emek ve Özgürlük ittifakı, sol, sosyalist güçler dışındaki güçleri de ittifakın içine çekemedi. Dahası bu ittifak yeterli değildi. Demokratik güçler sadece solculardan oluşmuyor. Başka eğilimlerden de demokrasi ihtiyacı olan, demokratikleşmek isteyen güçler var. Örneğin Demokratik İslam Hareketi var. Anti-kapitalist Müslümanlar var. Zaten kadın ve gençlik hareketleri, Alevi toplumunun duruşu, bunlar ittifak güçleri. Onlara belli bir yaklaşım oldu fakat mevcut ittifak gücü, sol akım dışındaki demokratik güçleri ittifak içine çekemedi. Önceki ilişkilerini bile koruyamadı. Milletvekili aday listelerini belirlerken de hatalar vardır. Aday belirlemede ciddi hatalar yapıldı.
Bazıları da “Kürt Demokrasi İttifakı sonradan oluşturuldu, fakat üzerinde yeterince durulmadı. Kürt milliyetçiliği bu taraftan üzerimize geliyor, bunun etkisi fazla oldu” diyor. Fakat durum tersidir. Biz Türkiye’deki yönetimi tartışırken, Türkiye’ye çok fazla yönelemedik. HDP gibi Önder Apo’nun Türkiye’nin demokratik siyasi hareketi olarak geliştirdiği bir hareketi neredeyse bir Kürt hareketi derekesine düşürmeye çalıştılar, biz de onu engelleyemedik. Türkiye’ye yayamadık, mevcut aday listesi de buna göre olmadı. Bilançolar veriliyor, değerlendiriliyor.
Onun yanında demokratik siyaset alanı “Bir eleştiri-özeleştiri hareketi başlattık” diye bir ilanda bulundu. Böyle bir süreç sonucunda genel kongreye gideceklerini ve yeniden örgütleneceklerini belirttiler. Önemli bir tutum, cesur bir yaklaşım, başarılar diliyoruz, kesinlikle yapılması gereken budur.
Aslında ‘başarılıydılar, fazla oy kaybedilmedi, basit nedenlerle oldu, çok da üzerinde durmamak lazım’ gibi yaklaşımlar doğru değil. Tersine düzeltmek gerekli, yeniden yapılandırma olmalıdır. Yeni bir mücadele sürecine giriliyor, bunun için yeniden yapılandırma yaklaşımı, düzeltici anlayış doğru oluyor. Kesinlikle önemli değişiklikler ve yenilikler olmalıdır. Eksiklikler giderilmelidir.
Tüm bunlarla birlikte ilk turda Emek ve Özgürlük İttifakı’nın kendi cumhurbaşkanı adayını gösterip göstermemesi baştan itibaren tartışılan bir konu oldu. Aslında biz, parti yönetim toplantımızda Emek ve Özgürlük İttifakının başta kendi adayını göstermesinin ve daha sonra gerekirse ve gerektiği zaman geri çekmesinin daha doğru olacağını değerlendirmiştik. Fakat bu uygulanmadı ve erkenden Kemal Kılıçdaroğlu’na destek verildi. Bunun doğru olup olmadığı noktası tartışmalıdır. Böyle bir durum demokratik güçlere, esas olarak Kılıçdaroğlu’na ne kattı? Çünkü Kemal Kılıçdaroğlu ikinci tura giderken bu durumun kendisine zarar verdiğini iddia etti. Kuşkusuz o söylem doğru değildi. Fakat bu tutum böyle söylemesine imkân verdi. Hâlbuki diğer taraftan yüzde bir oy almak için onun bunun kapısında günlerce bekledi. Fakat yüzde 10.5’luk oy oranı olanlara selam bile vermeden ikinci tur seçimine gitti. Çünkü mevcut tutumdan dolayı oyları kendi çantasında keklik olarak gördü.
Ardından bazı illerde insanlar ikinci turda gidip oy kullanmayınca birileri bilinçli bir şekilde “Kürtler oy vermiyorlar” diye kıyameti kopardı. Bunlar tabi ki çok yanlış, şovenist, ırkçı yaklaşımlardır.
Diğer yöntem üzerinde de biz çok tartıştık. Şimdi ortaya çıkan sonuçlar temelinde bunlar yeniden tartışılacak. Artıları, eksileri vardır. Herhalde ‘kesin olarak şöyledir’ demek doğru değil. Fakat en başta aday çıkartılsaydı belki de o durum Cumhur İttifakı’nı rehavete itebilirdi. O ittifakın Refah’a, Hüda-Par’a, başka yerlere gitmesi, o kadar çok ittifak oluşturması biraz bu yaklaşımın sonucunda gelişti. Öyle olmasaydı ‘nasıl olsa kazanacağız’ diye belki ittifakı o kadar genişletmeye çalışmayabilirlerdi. Sonradan böyle yapınca tuzağa düşerlerdi. Dolayısıyla iyi bir taktik izlenemedi. Bu konuda ‘geç kalınır, toplumu ikna edemeyiz, oy verdirtemeyiz’ kaygısı öne çıktı. Zaten ‘ilk turda iş biter, dolayısıyla ne olacaksa baştan yapılmalı’ dendi. Ama karşı görüş de ‘öyle yaparsak AKP-MHP ittifakı da bizim tutumumuzu boşa çıkartacak tutumlar geliştirebilir, bizi boşa düşürebilir’ diyordu. Kuşkusuz Cumhur İttifakı’nın o kadar büyütülmesi bundan dolayı oldu dersek doğru olmaz. Ama böyle düşünüp söylemek de çok hatalı değildi. Çünkü pratik ona uygun gelişti.
Kemal Kılıçdaroğlu isabetli bir aday değildi
Millet İttifakı’nın, daha doğrusu birçok eski partinin devamı olan sağcı partilerin CHP ile bir listede seçime girmeleri onlara oy kaybettirdi. O politika hatalı oldu. Herhalde CHP kendi içinde bunu tartışacaktır. Çünkü o yöntem hem bazı CHP’lilerin oy vermesini engelledi hem de diğer partilerin tabanlarının kendilerine oy vermesine mâni oldu. Evet, parti başkanları kendi aralarında birlik yaptılar ama taban öyle olmadı. O birlik CHP’ye oy kazandırmadı, oyunu büyütmedi. O politika yanlıştı. Emek ve Özgürlük İttifakı bir listede girseydi sinerji olacak, çok kazanacaklardı. Millet İttifakı ayrı listelerde girseydi kendileri için daha faydalı olacaktı. Örneğin diğer partiler İYİ Partiyle seçime girebilirlerdi ya da dört parti aynı çatı altında birlikte seçime girebilirdi. Zaten ittifakla girdikleri için baraj sorunu olmayacaktı. Milletvekillerini çıkarabilirlerdi. Bu biçimde herkes oy verir, Kılıçdaroğlu daha çok oy alır ve kazanır hesabı yaptılar ama evdeki hesap çarşıya uymadı. O yüzden Tayyip Erdoğan ‘yanlış hesap yaptı’ diye Kılıçdaroğlu’nun hesapçılığını eleştiriyor.
Bir de Kemal Kılıçdaroğlu isabetli bir aday değildi. Bu konuda bizim geçen süreçte kaygılarımız vardı. Tayyip Erdoğan’ın bir proje, Kemal Kılıçdaroğlu’nun da o projenin bir parçası olan başka bir proje olduğunu söylüyorduk. Birine iktidar, diğerine onu iktidarda tutacak muhalefetlik veriliyordu. Kılıçdaroğlu CHP’nin başına böyle getirildi. Nasıl ki Tayyip Erdoğan Refah’tan kopartılıp iktidara bir proje olarak getirildiyse, CHP’de de iç müdahalelerle Kılıçdaroğlu bir proje olarak getirildi. Biz de hep karşı çıktık. Kazanamayacağını düşündük, öyle bir adayı kazandırmazlardı. Bu seçimde de öyle kaygılar vardı, tartışmalar oluyordu ama sonunda kendileri aday gösterince itirazı olan arkadaşlar da fazla ses çıkarmadı. Hiç itiraz olmadı, tartışılmadı denmemeli. Biz hareket olarak bunların hepsini tartıştık.
Böyle söyleyince bazıları alıp kullanıyor. Olsun kullansınlar, yaşananlar bilinmeli. Yaptıklarımızı parti ve halk bilmelidir. Gizli iş devrimcilerin, özgürlükçülerin işi değildir. Baskıcı, zulmedici, egemen, sömürücü güçler gizli davranırlar. Biz düşmana karşı mücadele yürütebilmek için örgütsel gizliliği esas alırız. Bunun dışında öyle partiden ve halktan gizleyeceğimiz bir durum olamaz. Daha çok şu bizi etkiledi; diğer beş partiyi Kılıçdaroğlu birleştiriyordu, başkası birleştiremeyebilirdi. Onları birleştirdiğine göre herhalde oylarını alıp seçimi kazanacak, değiştirilirse o birlik bozulabilir diye düşündük. Bu Kılıçdaroğlu için biraz artı puan oldu, yoksa önceki yaklaşımlarımız değişmedi. Fakat sonunda gördük ki kaygılarımızda haklıymışız. Kılıçdaroğlu’na cumhurbaşkanlığını vermediler. İçte ve dışta çok büyük bir kesim destek verdi, değişim temel bir isteğe dönüştü ama olmadı. Herkes Kılıçdaroğlu kazansın diye çalıştı ama Kılıçdaroğlu kazanamadı. Çünkü mevcut devlet Kılıçdaroğlu’na bu koşullarda karar mekanizmasını vermedi, cumhurbaşkanlığını teslim etmedi. Neden? Çünkü devlet Kürt soykırımında ısrarlıdır. Bunu gerçekleştirmek için 8 yıldır en amansız saldırıyı yürütüyor. Derler ya ‘ırmaktan geçerken at değiştirilmez’. Dolayısıyla böyle bir savaş ortamında komutayı değiştirmek istemediler.
Diğer boyut ise devlet, Kılıçdaroğlu gibi birisini o karar gücüne uygun görmedi. Kürt, Alevi ve de Dersimli. Evet, böyle birisi devlete hizmet edebilir, bürokratlık yapabilir, her kademede hizmet çalışmasında bulunabilir. Her şeyi yapar ama karar gücü olamaz, devlet iradesini temsil edemez. Devlet kendi iradesini oraya vermez. Bunun soykırımla bağlantılı ulusal, mezhepsel boyutu var. Bir de Dersim gerçeği var. Dersim’de, TC’nin soykırım uyguladığını Tayyip Erdoğan’ın kendisi söyledi. Neredeyse dünya kabul ediyor. Biraz şartlar oluşsa TC, Dersim soykırımından dolayı yargılanacak. Şimdi böyle birisini karar gücüne getirip de bu soykırım politikalarını, savaşını yürütmekle görevlendirmezler, bunu yapacağına inanmazlar. O bakımdan bu tür güçler faşizme karşı mücadele ederler ama faşizmi yenecek bir mücadele duruşunu ortaya koymazlar.
Aslında Kılıçdaroğlu’nu aday gösterenler sanki Tayyip Erdoğan’ı iktidarda tutmak isteyenlerdi. Böyle bir proje bu seçimden çıktı. Bu anlamda seçimin önceden ayarlandığı yaklaşımı doğrudur. Perde arkasından böyle bir ayar verme durumu var. Kısaca daha ilk turda kazanacak oy almasına rağmen, bilinen karanlık eller Kılıçdaroğlu’nu kazandırmadılar.
Türkiye ve Kurdistan’daki yönetimler ayrıdır
Şimdi sonuç ne oldu? Türkiye’de yeni yönetimi Tayyip Erdoğan’la Cumhur ittifakı kuracak. Kurdistan’da ise Tayyip Erdoğan da Cumhur İttifakı da yüzde yetmişten fazla bir oyla reddedildiler. Türkiye yönetimi olarak onlar seçildi ama Kürtler onları kendi yönetimleri olarak seçmediler, reddettiler. Dolayısıyla Türkiye’de yönetim ayrı, Kurdistan’da ayrıdır.
Şimdi Tayyip Erdoğan’la Cumhur İttifakı’nın kuracağı yönetim Kürtlerin yönetimi olamaz, Kürtler tarafından reddedilmiş bir yönetimdir. Eğer başka yer olsa, başka toplum olsa dünya “sizler Kürtlerin üzerinde baskı uygulayamazsınız, Kürtler sizi reddetti” diyerek bunların başına üşüşürdü. Fakat burası Kurdistan, Kürt soykırımının arkasında bütün devletler var. BM soykırımın yürütücüsüdür. Dolayısıyla Kürt iradesini değil, soykırımcıyı destekliyorlar. Onun yanındadırlar. Zaten onun için kimse fazla ses çıkarmıyor. Ama yine de bu ciddi bir çelişkidir.
Sonuç olarak bu yönetim tümüyle Kürtleri düşman olarak görecek, çok daha açık üzerine gelecektir. Daha fazla saldırı, soykırım uygulayacak. Dünya da devletler de çok fazla ses çıkarmayacak. Yeni yönetimle ilişki ve çıkar ittifakı içinde olmaya çalışacaklar. Bu bakımdan seçim öncesinde AKP-MHP ve PKK öncülüğünde Kürtler arasında gelişen savaş, şimdi daha yoğun ve derin olarak sürecektir.
Zaten seçim sonrası konuşmasında Tayyip Erdoğan açıkça ifade etti. ‘İçte ve dışta teröre karşı mücadeleyi en derin düzeyde yürüteceğiz’ dedi. Bir de bu konuda diplomasiyi daha fazla kullanacaklarını ifade etti. Şimdi Kürtleri ezebilmek için ABD’den NATO’dan daha fazla talepte bulunacağı, İsveç’in NATO üyeliği süreci üzerinden Avrupa’daki çalışmaları engellemeye çalışacağı anlaşılıyor. Rusya’ya daha fazla imkân, olanak vererek Rojava’ya daha fazla saldırı yapma imkânı yaratmaya çalışacaktır. Irak’a, YNK’ye dönük baskılarını arttırarak Maxmur’a, Şengal’e, Medya Savunma Alanları’na dönük baskı ve saldırıyı arttırma arayışında olacaktır. Bu çerçevede Bakur’da Hizbul-Kontrayı yeniden harekete geçirerek silahlandırıp saldırtma girişimi olacak. Başur ve Rojava’da ise KDP ihanetini, kontralarını saldırtmayı sürdürecek. Zaten bir süredir saldırtıyor, bundan sonra daha fazla yapacak. Zaten bunların hepsi bir oldular. Artık ortak çıkar ittifakıdırlar. Bunlara, PKK’yi yıkma ittifakı, PKK karşıtı ittifak da denebilir.
Önümüzdeki süreç topyekûn direnme sürecidir
Düşman saldırılarının ideolojik, siyasi, askeri her yönüyle içerde ve dışarda daha çok artacağı atılımın 20. yılında, topyekûn faşist soykırımcı özel savaş saldırılarına karşı bizim Devrimci Halk Savaşı stratejisi temelindeki topyekûn direnişimizi her yerde çok daha güçlü geliştirmemiz gerekir. İdeolojik, siyasi, örgütsel, askeri boyutlarda yeterli bir mücadele yürütür hale gelmeliyiz. Geçmişin derslerini çıkararak kendimizi yenilemeli, gerekli değişim dönüşümü yaşamalıyız. Kendi belirlediğimiz, istediğimiz yer ve zamanda, istediğimiz biçimde düşmanla savaşır hale gelmeliyiz. Bunun için yaratıcılığa ve yenilenmeye ihtiyaç vardır. Eskisi gibi olmaz.
Önümüzdeki süreç faşist-soykırımcı zihniyet ve siyasetin topyekûn saldırısına karşı, topyekûn direnme sürecidir. Bunun için Türkiye’de ittifakları daha çok geliştirmeliyiz. Demokratik siyasetten tutalım ideolojik-örgütsel çalışmalara, gerilla direnişine kadar böyle bir mücadeleyi yürütecek şekilde her şeyi düzenleyip yeniden yapılandırmamız gerekiyor. Tarih önümüze yeniden daha yoğun ve şiddetli bir mücadeleyi çıkardı. Bu artık seçimlerdeki yaklaşımlarla olmaz. Kılıçdaroğlu’nun öncülüğünde olmaz. Onlar en başarısız kalanlardır. Dağılacaklar, içlerinde yeniden yapılanmalar gelişecek.
Önceden formülümüz şöyleydi; Tayyip Erdoğan, Kemal Kılıçdaroğlu CHP’nin başından düşmeden devlet yönetiminden düşmez. Şimdi bu gerçekleşti. Bundan sonra da görünen o ki önce Kemal Kılıçdaroğlu CHP başkanlığından düşecek. Artık onun siyasi hayatı bitti. O düşerse Tayyip Erdoğan’ın da düşüş süreci başlayacak. Tayyip Erdoğan’ın düşüşü Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP’nin başından düşüşüyle başlayacak. Bunu defalarca söyledik, yazdık,fakat fazla bizi dinlemediler. Demek ki bizler de düşüncelerimizi çok kararlı, anlaşılır anlatamadık. Şu anda geldiğimiz nokta budur. Bu bakımdan onların yöntemiyle olmaz. Elbette onları da harekete geçirmeye çalışmak lazım. Faşizmin saldırılarına karşı en geniş gücü direnişe çekmek mutlaka gereklidir.
Anti Faşist direnişi büyütmek lazım. Ama bunun yol ve yöntemini devrimciler, demokratlar belirlemeli, Kemal Kılıçdaroğlu tarzıyla, CHP tarzıyla olmaz. Onların öncülüğüyle olmaz. O halde demokratik siyaset kendini daha iyi organize etmeli, direnişe geçmelidir. Eskisi gibi meclisten mücadelesini yürütemeyebilir, her şeye hazır olmalıdır.
Esas olarak da Türkiye devrimci hareketiyle devrimci ittifakımızı geliştirip güçlendirmeliyiz. Halkların Birleşik Devrim Hareketi İttifakı’nı yeniden ele almak, düzeltmek, geliştirmek gerekiyor. Daha mücadeleci kılmaya ihtiyaç var. Başka yeni güçleri de katmalıyız. Çünkü bu dönemde anti-faşist mücadeleyi omuzlayacak, yürütecek, temel ittifak bu olacak. Esas güç de PKK ve Kürt halkıdır.
Kendilerini değiştiremeyenler Türkiye’yi değiştiremezler
Son dönemde toplumda acaba Kemal Kılıçdaroğlu farklı bir şey yapabilir mi gibi bir durum ortaya çıkmıştı ama açıktan kendi kimliklerini bile ortaya koyamadılar. Esasta öyle çok fazla anlayış ve politika farkları yoktu. Sadece Tayyip Erdoğan etrafında toplanmış gücün yıkılması demokrasi mücadelesi açısından gelişme yaratacaktı. Biz bunu hedefledik, bu doğru bir hedeflemeydi. Kendisini değiştiremeyenlerin Türkiye’yi değiştirmeleri mümkün değildi. Dolayısıyla böyle bir CHP, Kılıçdaroğlu ve benzerlerinin öyle çok fazla zihniyet ve siyaset olarak TC kuruluşunun ortaya çıkardığı Kürt karşıtı ideolojik yapılanmayı, zihniyet ve siyaseti aşmaları, değiştirmeleri gibi bir durum söz konusu olmadı. Onun için kazanamadılar.
Faşist-soykırımcı zihniyeti ve politikayı savaş düzeyinde en güçlü uygulayan kuşkusuz AKP-MHP ittifakıdır. Zaten AKP MHP’lileşti. Bu temelde faşist-soykırımcı saldırı oluyor. Devletli güçler aslı dururken taklidine çok gerek görmediler. Onu kendileri için tehlike gördüler. Biz niyet değil, görüşlerimizi açıkça söyledik. Onlar da bunu biliyor. Dolayısıyla buna izin vermediler. Yeni ve çok daha ağır bir mücadele süreci gündeme geldi. Evet, mevcut durumda stratejik olarak AKP-MHP faşizmi zayıf, seçimle daha da zayıfladı, teşhir oldu, propagandalarla maskesi biraz daha düştü. Stratejik ve ideolojik olarak teşhiri daha çok gelişti.
Sonuç olarak seçim, faşizme karşı mücadelede önemli bir rol oynadı. Bir mücadele yöntemi olarak bazı sonuçlar verdi. Ama seçimi AKP-MHP faşizmini tümden aşmada bir başlangıç yapamadık. Bu anlamda seçimden sonuç alınamadı, seçimler başarılı olmadı. Başarısızlık; AKP-MHP faşizmini tamamen yıkma noktasında oldu. Yoksa bir mücadele yöntemi olarak seçimin etkili uygulanmasında herhangi bir başarısızlık yoktur. Seçimi bir mücadele yöntemi olarak görüp uygulama noktası doğrudur, başarılı olmuş ve sonuç vermiştir.
Şimdi ideolojik ve stratejik olarak Hizbul-Kontrayla, KDP ihanetiyle birleşen AKP-MHP faşizmi zayıflar. Türk milliyetçiliği nezdinde AKP ile MHP zayıf, Kürt milliyetçiliği nezdinde ise KDP ile Hizbul-Kontra şaibeli duruma geldi. Dolayısıyla mevcut durum mücadele etmek için önemli imkânlar veriyor. Fakat bu onların saldırı güçleri yok, hiçbir şey yapamazlar, taktik saldırıları geliştiremezler anlamın gelmez. Öyle yaklaşılırsa hatalı olur. Kesinlikle öyle yaklaşılmamalıdır. Taktik açıdan ciddiye almayız. Çılgın, vahşi bir güçtür, vampir gibidirler. Tarih bilinci olarak, siyaset ve iktidar olarak, tüm yaşama sirayet edecek şekilde ırkçı-şoven-milliyetçi bir Türk gerçeğini yeniden yaratmaya çalışıyorlar. Bunun tarih tezini, kültürünü, sanatını, bilincini, ideolojisini ortaya çıkarıyor ve devlet gücüyle toplumu bu temelde eğitiyorlar.
Çeşitli devletlerden karşılık görecek, çıkar elde edecekler, saldırı için imkânlar, fırsatlar bulacaklar. ‘Hiçbir şey bulamazlar, saldırı yapamazlar’ diye düşünmemek gerekir. Kürt varlığını ve Özgürlük Hareketi’ni hedefleyecekler, imha edebilmek için de ellerinden ne geliyorsa onu yapacaklar. Her türlü yöntem ve araçla saldıracaklar. Bunu bilelim bunlara karşı bu bilinçle kendimizi yeniden planlayıp, örgütleyerek kendi gücümüzü, imkânlarımızı doğru ve yerinde kullanarak bu saldırganlığa karşı geçmişte olduğundan çok daha güçlü mücadele edip direnelim. Bunun imkân ve fırsatı vardır.
Bu konuda esas olan bizim kendi eksikliklerimizi gidermemizdir. Kendimizi beklentili, pasif savunma durumundan, saldırı karşısında direnme durumundan çıkarıp saldıran taraf haline gelmeliyiz. Aktif savunma temelinde taktik saldıran haline gelmeliyiz. İdeolojik-siyasi-askeri olarak saldıran, mücadelenin yerini, zamanını, yöntemini kendimizin belirlediği, inisiyatifini elde tuttuğumuz bir mücadele yaklaşımına, tutumuna ihtiyacımız var. Esas düzeltme bu temelde gereklidir. Böyle bir düzeltme sağlarsak, buna göre de elimizdeki imkânları doğru kullanırsak, 1 Haziran 2004 Atılımının 20’nci yılında Devrimci Halk Savaşı temelindeki topyekûn direnişi her boyutta çok daha güçlü hale getirebiliriz. Faşizme daha ağır darbeler vurabiliriz.
Aslında seçimle de zayıfladılar. AKP-MHP faşizminin çöküşünü ve yıkılışını yüzde yüz sağlayabiliriz. Bu hedef önümüzde duruyor, bunu gerçekleştirmenin imkân ve fırsatları daha çok arttı. O halde önümüzdeki görev, bu imkân ve fırsatları doğru kullanarak AKP-MHP faşizminin çöküşünü sağlamaktır. 20’nci yıl görevlerinin esası ve temel amacımız budur. Kendi yetmezliklerimizi, hatalarımızı giderdiğimiz ölçüde de bunu başaracağımıza inanıyoruz. Bu temelde bir kez daha 1 Haziran Atılımı’nın 20’nci yılını selamlıyor, özgürlük ve demokrasi mücadelesi yürüten herkese üstün başarılar diliyoruz.
- Yaşasın 1 Haziran Devrimci Atılımımız!
- Yaşasın Özgürlük ve Demokrasi Mücadelemiz!
- Biji Rêber Apo!