İnsandaki zekanın/bilincin gelişimi iklim, uygun coğrafik koşullar ve mekanlar başta olmak üzere birçok hususa bağlı olarak yaşanmıştır. Dünya üzerinde yaşama uygun coğrafik alanların oluşması, beslenme, korunma ve üremeye dönük olanakların artması, evrim sonucu gözlerin, ellerin, gırtlak yapısının gelişim göstermesi bilincin oluşumu ve gelişimi için gerekli altyapıyı oluşturdu. Tabi grup halindeki yaşamın giderek toplumsallığa evrilmesiyle tüm bunların harmanlanıp düşünceyi geliştireceği zemin gelişti ve insan düşünme gücüne ulaştı. Zeka pratik ve kurumsal sorunlar üzerine esnek ve etkin biçimde düşünme, bunları kavrayıp yargılama yetisidir. Bu temelde ulaştığımız sonuçları pratik, edebi, sanatsal, matematiksel vb yollarla ortaya koyarız. Zeka yeteneği insanın organsal gelişimiyle ilişkili olmakla birlikte tam olarak böyle değildir. Diğer bir deyişle “zeka” diye bir organımız yoktur. Ancak duyu organlarımızdan elde ettiğimiz verileri işleme, aralarında bağlantı kurma, karşılaştırma, daha önce edindiğimiz deneyimler temelinde düzenleme, farklarını görme gibi yeteneklere sahibiz. Zeka anlama gücü ve yeteneği olarak da tanımlanıyor. Evrenin insanda dile gelmesi… Zeka insanın toplumsal gelişimiyle doğrudan bağlantılıdır. İnsan zekasının gerçekleştirdiği kavrama, genelleştirme, soyutlama, yargılama gibi zihinsel işlevlerden hiçbiri toplum-üstü veya toplum-dışı değildir. Zekası gelişmiş insan toplumsal insandır. Tek başına kalmış, toplumsal bağlarından kopmuş insan; kavrama, genelleştirme, soyutlama, yargılama gibi yetenekleri geliştiremez. Dolayısıyla bunların oluşturduğu zekaya da ulaşamaz. Önder Apo “Toplumsallığın kendisi zekanın potansiyel olmaktan çıkıp aktifleşme sürecine etkince girmesidir. Topluluk sürekli düşünceyi gerektirir.” demektedir. Toplumsallık, zekanın gelişimi anlamına gelir. Beslenme, çoğalma, güvenlik gibi toplumsallığın temeli olan etkinlikler, toplumsal bir zekanın yardımıyla sağlanabilir. Topluluğun ihtiyaçlarını karşılayabilen, birden fazla insan veya grubun ortak taleplerine yoğunlaşabilen, kuran, yürüten, organize eden, paylaşan, uzlaştıran, aşırılıkları törpüleyen ve toplumun ihtiyaçlarını gözeten bir zeka oluşmalıdır ki toplum var olabilsin. Toplumsallıkta ifadesini bulan zeka, evrendeki zekanın tezahürü gibidir. Doğadaki zeka tüm varlıklardaki, özelde de canlılardaki zekadır. Bu zeka korunma, üreme ve çeşitlenme, diğer canlılarla bir denge oluşturma yine uyum sağlama, farklılaşma ve seçim yapma, etkileşime girme gibi özelliklerle kendini gösterir. Doğadaki her canlı varlıkta gözlediğimiz bu süreçleri zekadan yoksun süreçler olarak değerlendiremeyiz. Doğadaki zeka insanda özelleşerek yeni ve daha üst bir zeka türüne dönüşmüştür. Doğadaki zekayı da içeren ancak daha üst özellikler gösteren bu zekasıyla insan, doğada en ileri ve karmaşık zekaya sahip canlı olarak adeta canlılığın yaşadığı tüm gelişimin özetini ve zirvesini temsil etmektedir. İnsan, zekasının ayırt edici özellikleriyle diğer canlılardan ayrılmaktadır. Ancak bu insanın içgüdülerden ve hislerden kopuk olduğu anlamına gelmez. Aynı biçimde ‘canlı-cansız’ diye tanımlanan hiçbir varlıkta da zekanın olmadığından söz edilemez. İnsan zihni dikkat, heyecan, merak, öykünme, bellek, hayal gücü, sağduyu, alet kullanımı, soyutlama, inanç ve dil yardımıyla gelişip evrilmiştir. Toplumsallığa yol açan ve toplumsallık içinde gelişen insan zekası, “Analitik Zeka” ve “Duygusal Zeka” olarak ayrılmaktadır. Analitik mi? Duygusal mı? Günümüzde canlı evren anlayışı artık genel kabul gören bir görüştür. Buna göre doğadaki tüm varlıkların canlılık özelliği bulunmaktadır. Bu aynı zamanda evrendeki tüm varlıkların bir zekaya sahip olduğu anlamına da gelmektedir. İşte evrendeki tüm varlıklarda bulunduğuna inanılan en eski ve temel zekaya duygusal zeka denilmektedir. Gelişkin halini genelde canlılarda özelde de insanda gözlemlediğimiz duygusal zeka, içgüdülerin ve reflekslerin yaşamı korumak üzere düzenlenmesi ve yönetilmesi biçiminde tanımlanabilir. Temel işlevi yaşamı korumak, sürdürmek ve çeşitlendirmektir. Duygusal zekadan yoksunluk yaşamı koruma refleksinden yoksunluk demektir. Bir insanda veya toplumda yaşamı koruma, yaşama anlam ve değer verme duygusu, sevgi ve empati ne kadar gelişkinse duygusal zekanın o kadar gelişkin olduğunu söyleyebiliriz. Analitik zeka ise duygusal zekanın insandaki evrime paralel yaşadığı bir farklılaşmaya işaret eder. Kaynağını duygusal zekadan almaktadır. Ancak insanın özellikle grup yaşamından klana yani toplumsallığa adım atmasıyla birlikte kendini gösteren bir zeka türü olarak ele alınmaktadır. Kıyaslama, kurgulama, yorumlama yeteneğimiz, sağduyu olarak değerlendirilen yanımız analitik zekamızın özellikleridir. Analitik zeka yorumlayarak duygusal zekaya yeni yönler, davranış biçimleri gösterir ve gelişkin insan türüne aittir. İnsan türünün toplumsal yaşama adım atması analitik zekanın gelişmesiyle mümkün olabilmiştir. Toplumsal gelişmeyi sağlayan analitik zekadır. Ancak burada toplumsal yaşamın korunması ve geliştirilmesi kaygısıyla yüklü duygusal zekanın güçlü denetimi ve sınırlayıcılığı altındadır ve bu kesinlikle gereklidir. Bu noktada bir zayıflama yaşandığında, denetim ve kontrol mekanizmaları olarak ahlakın, vicdanın, toplumsal kaygı yüklü inanç biçimlerinin etkisizleştiği, zayıfladığı durumlarda sapmaya ve toplumsal yaşam aleyhine olumsuz sonuçlar yaratmaya açıktır. Toplumsallaşan insan zekası giderek kolektif yaşamın korunması ve onun için ayakta kalmaya odaklanmıştır. Toplumsallaşarak kolektifleşen zeka, tüm toplum için yaşam standartlarının iyileştirilmesine odaklıdır. Tasarım, plan, yorum, kurgu geliştirirken esas aldığı komünalitedir. İnsanda bu anlamıyla duygusal ve analitik zekanın büyük uyumu yaşanmaktadır. Bu uyum temelinde; aidiyet, empati, dayanışma, ortak değerler etrafında birleşme, korunma-koruma gibi toplumsal özellikler edinen insan, bir canlı türü olarak kendini sadece yaşatmakla kalmamış doğanın en yetkin canlısı haline getirmiştir. “Toplum, zihniyet düzeyi gelişkin esnek bir yapıdır…” Toplum doğadaki zekanın en yoğunlaştığı, en sistematize olduğu, kompleks bir yapıya ulaşarak işlevsellik kazandığı bir gerçekliktir. Bu anlamıyla toplum zeka düzeyini gerektirmiştir. İnsan sürüden ve sürü yaşamından farklı olarak, ilk toplumsal formu oluşturduğunda yeni bir zihniyet formunu oluşturmuş deektir. İnsanın zeka düzeyi toplumsallığını belirlemiştir. Toplumsallığı da bu zeka düzeyini zihniyet halinde çalışmaya ve gelişmeye zorlamıştır. İnsan paylaşarak, dayanışma içine girerek, birbirini tamamlayarak, bu anlamıyla kendini büyüterek bu yeni yaşam formu içinde yepyeni bir canlıya dönüşmüştür. O artık doğadaki herhangi bir canlı gibi değildir. Toplumsal bir canlıdır. Ait olduğu hayvanlar kümesinden toplumsallığıyla farklılaşan bir türdür. Toplum olarak yaşamanın, yaratmanın, korunmanın büyük geliştiriciliğini an be an yaşamaktadır ve buna kutsallık derecesinde değer vermektedir. Analitik ve duygusal zekanın uyumlu birlikteliğinin oluşturduğu toplumsal zeka harikalar yaratmaktadır. Barınma, korunma, beslenme, giyim, alet yapımı, toprağı işleme ve hayvanları evcilleştirme, sanat, inanç gibi temel toplumsal yaratımların tümünün duygusal ve analitik zekanın dengede olduğu, hiyerarşik ve iktidarcı yapıların henüz ortaya çıkmadığı, komünalitenin özellikle kadın öncülüğünde devrimsel adımlar attığı bu dönemde gerçekleştirilmiş olması; insan zekasının bütünlüğünü koruduğunda, toplumsal zekanın toplum yararına çalıştığında yani doğru işlediğinde nelere kadir olduğunu göstermektedir. Bu dönemde ortaya konulan yaratımların ve yaratıcılığın ancak 18. yüzyıldan sonra aşılabilmesi; ‘insanın zihniyeti kadar insan’ olduğuna en açık kanıttır. Bu anlamda diyebiliriz ki neolitiğin insanı toplumsal aklını doğru işletmesiyle, bunun sonucunda ulaştığı üretkenlik ve yaratıcılıkla, adalet ve hakkaniyetle, oluşturduğu ahlaki ve politik ilkelerle daha fazla insandır. Çünkü zekasını toplumsallaşarak büyüten ve farkını esasta buradan aldığı güçle ortaya koyan insan, zekasını oluşturma, işletme ve geliştirme tarzıyla yaşam biçimini de oluşturmaktadır. Yaşama rengini veren toplumsal aklın kullanım biçimi olmaktadır. Toplumsal aklın oluşturulması, işletilmesi ve geliştirilmesi -ki buna zihniyet diyoruz- tüm gelişmeleri belirlemekte, toplumsal esenliğin, güvenliğin, üretkenliğin, yaratıcılığın düzeyini ortaya koymaktadır. Konuya bu perspektifle yaklaşırsak -ki yaklaşmalıyız- bir toplumu oluşturan çeşitli kimliklerin (dinsel, sınıfsal, cinsel, kültürel, etnik) aralarındaki ilişkilere, üretim ve paylaşımın nasıl gerçekleştirildiğine, toplumu ilgilendiren kararların nasıl alındığına, yönetimin nasıl işletildiğine toplumsal eşitlik ve adaletin nasıl tesis edildiğine, doğaya nasıl yaklaşıldığına bakarak toplumsal zekanın doğru işleyip işlemediğini anlayabiliriz. Toplumsal zeka, duygusal ve analitik zekanın bileşimiyle oluşur. Tarihten beslendiği kadar, geçmiş-bugün-gelecek arasında bağlantı kurarak zihinsel akışı sağlar. Toplumun sağlıklı bir biçimde yaşamasını amaçlayan her kural, tedbir ve uygulama aynı zamanda bireyin de yaşamasına hizmet eder. Zeka toplumu ve bireyini empati, dayanışma, acıma gibi özelliklerle korurken, hırs, saldırganlık, şehvet, ihtiras gibi özelliklere karşı da savunur. İnsan zekası esas olarak bu toplumsal refleksler sayesinde gelişebilmiştir. Çünkü toplumsallık, kurallara bağlanmış belirli davranış biçimlerini gerektirir ki bunlar toplumsal bir zekanın ürünüdür. Tarihsel bilince sahip bireyler bu temelde kendilerini kontrol edebilir, toplumsal kabul ölçülerine uygun davranabilir, ait olunan toplumun yararlı, uyumlu ve üretken bir mensubu olabilirler. Bunun getirdiği saygınlık, değer görme, sevilme gibi sonuçları yaşayabilirler. Bunun ötesine geçerek toplumdaki davranışları, sınırları, yasaları, teşvik ve yasakları toplumsal ihtiyaca göre yeniden oluşturabilir, toplumdaki ret-kabul, iyilik-kötülük, tarih-şimdi, özgürlük-kölelik, doğru-yanlış gibi temel ölçü ve kuralları, yaşama yön veren toplumsal aklın yasalarını, kutsallarını, ilkelerini ve yöntemlerini değiştirebilirler. İnsan zekası akışkanlığı toplumsallığı, sürekli devinim içinde olması nedeniyle esnek ve yeniden yapılandırılabilir özelliktedir. Toplum, zihniyet düzeyi gelişkin ve esnek bir yapıdır. İnsanın sahip olduğu içgüdüler toplumsaldır; korunma, barınma, üreme, çevreyle uyum vb. tek başına karşılanamazlar. İnsan varlığını sürdürmek için toplumsal yaşamak zorundadır. Bu nedenle toplumsal zeka, toplumu oluşturan bireylerin tek tek zihinsel yeteneklerinin toplamından daha fazla bir şeydir. Toplumsal zeka canlı bir organizma gibidir ve bu organizmayı oluşturan duygusal ve analitik zeka arasına keskin sınırlar konulamaz. Durağan değildir. Toplumsal zeka, analitik ve duygusal yanlarının dengede olduğu koşullarda toplumun sürekli olarak var olma ve kendisini var kılma mücadelesinde ona en uygun yaşam koşullarını bulan, organize eden ve uygulayan bireysel ve toplumsal tutumların, yaklaşımların, davranışların kaynağını oluşturur. Dengenin önemi ve kopuş… Yaşamsal ihtiyaçlara cevap veren duygusal ve analitik zeka arasındaki denge durumudur. Kötü ve zararlı olanı ayıklayıp, iyi ve yararlı olanı toplumun kazanımlarına dahil eden de bu birleşik zekadır. Ahlak dediğimiz kurallar dizgesini yaratan, toplumu kontrol altında tutan, uygun üretim ilişkisi ve tarzını oluşturan, toplumsal ilişkileri düzenleyen, toplumun kolektif aklı olan ve çağlar boyunca süzülüp ilerleyen bu zekadır. Bu sayede toplumsal çıkarlara uygun olanın kalıp, zararlı olanın ayıklanmasında yüz binlerce yıl başarı sağlanabilmiştir. Toplumsal her davranış, özünde bu kolektif zekanın ürünü olarak şekillenmiştir. İnsan evrenin bir parçasıdır ve bu evren içinde oluşmuştur. O halde sezgisellik, seçim yapma, farklılaşma ve özgürlük eğilimi evrende olduğu gibi insanda da vardır ve bu farklılaşma her zaman iyiden ve güzelden yana işlememektedir. İşte bu nedenledir ki insan aklı zamanın bir yerinde evrensel akıldan kopmuş, evren aklını ve yasalarını hiçe sayan, çiğneyen bir yola girmiştir. Bunu Önder Apo, “sapma” ve “kanserleşme” kavramlarıyla değerlendirmekte ve toplumsal problemlerin temel nedeni olarak ele almaktadır. Bu sapma temelinde evrenin aklı hiçe sayılmış ve sapkın bir zihniyet yaratılarak toplumsal zeka sakatlanmış, ele geçirilmiş ve tahrip edilmiştir. Bu sapkın zihniyet yapısı tarih içinde geçirdiği dönüşümlerle doğayı, toplumu ve bireyi çelişkiler ve çatışmalara boğmuş, sorunlara çözüm olmak bir yana yaşamı cehenneme çevirerek insanlığı günümüzde uçurumun kenarına getirmiştir. Şüphesiz insan aklının gelişimi, zihin kapasitesinin yüksekliği, esnekliği ve kendini yenileme gücü önemli bir gelişme aşamasıdır. Ancak unutulmamalıdır ki insan zihninin bu esnekliği, sınır tanımayan hareket potansiyeli ve kendini yenileme gücü toplumsallıktan kopulduğunda ya da baskının ve duyguların istismarının yoğun olarak yaşandığı anlarda sapmaya da alabildiğine açıktır. İnsan (özellikle erkek insan) neolitik dönemin sonlarına doğru artan bilinç gücünün farklılığını toplumsallaşmayı güçlendirmenin, yaşamı zenginleştirmenin ve güzelleştirmenin değil, kendini önce kadından giderek tüm canlı-cansız varlıklardan üstün görerek onları nesneleştirmenin aracı olarak kullanmış, erkek egemenlikli bir zihniyeti geliştirmiştir. Bu zihniyet yapılanması toplumsal sistem inşasının kadın-erkek, hayvan-insan, özne-nesne, canlı-cansız, akıl-duygu, metafizik-diyalektik vb. ikilemler üzerinden gelişmesine zemin yaratmış; hiyerarşik ilişkilere, oradan iktidara ve onun kurumlaşmış biçimi olarak devlete ulaşmak zor olmamıştır. İnsanlaşmanın başlangıcı… Oysaki insanlığın ilk oluşturduğu zihniyet yapılanması doğayı gözleyerek ve adeta bir bebeğin annesinden öğrenmesi gibi doğadan öğrenerek oluşturduğu animizmdir. Çevresinde hareket halindeki her şey dikkatini çekmektedir. Her şeyin canlı olduğuna, bir ruhu bulunduğuna inanmaktadır. Kendisini bu alemin bir parçası olarak görmekte, dolayısıyla bunlarla ilişkilerini bu temelde kurmakta, kutsallık derecesinde yaklaşmaktadır. Şimdi bize uzak bir zamanda küçük insan topluluklarının zihniyeti olarak görünen bu zihniyet insanlığın en uzun süre yaşadığı zihniyet yapısı olmuştur. Eşitsizliğe, sömürüye, zulme, yalana, çıkarcılığa kapalıdır. Bu zihniyetin şekillendirdiği klan toplumsallığı doğaya saygılı olduğu gibi kendi içinde dayanışmacıdır. İnsan toplumsallığının bu en saf, en temiz hali animist zihniyetin etrafında şekillenmiştir. Sonraki tüm zihniyet yapıları animizmin yarattığı zemin üzerinde yükselmişlerdir. Totemizme ve bunun etrafında geliştirilen toplumsallığa animist zihniyet üzerinden varılmıştır. Bunlar devrimsel gelişmelerdir. Toprağı işleme ve yerleşik yaşama geçişin sağlandığı neolitik devrim sürecinin zihniyeti de animizme dayalı olarak gelişmiştir. Doğurganlık, analık, yaratıcılık özellikleriyle doğaya benzediği için kadının kutsandığı ve esas alındığı bu zihniyet şekillenmesinde toplumsal yaşam için önem taşıyan her şeyin tanrılaştırıldığı bir insan-tanrı zihniyet yapısı gelişmiştir. Ana tanrıça kültü etrafında gelişen bu zihniyet ve inanç yapısında ana tanrıçaya kutsallık ve tanrısal sıfatlar yüklenmekte ve göklerde yaşayan ölümsüz bir varlık olarak tanımlanmaktadır. İnsan zekasının soyutlama özelliğinin kendini en yetkin ortaya koyduğu bir düzey yaşanmaktadır. Mitolojiyle gelen lanet… İnsan topluluklarının sağladıkları nicel ve nitel gelişim toplumsal zekanın kullanılışı ve toplumsal zihniyetin oluşturulmasında da yenilikleri gerektirmiştir. Bu temelde neolitik dönemin sonlarına doğru analitik ve duygusal zekanın dengede seyrettiği toplumsal zeka üzerinde analitik zekanın etkisi artmaya başlamıştır. Bu öncekilerden çok farklı bir toplumsal şekillenmeye yol açacak köklü bir farklılıktır. Toplumsal zihniyetin bileşenleri olan analitik ve duygusal zeka arasındaki denge bozulmaktadır, ataerkil bir topluma doğru evirilme başlamıştır. Köylerden daha büyük yerleşkelerde toplanan, sayıları binlerle ifade edilen insan topluluklarının yönetilmesi, ihtiyaçlarının karşılanması, aralarındaki ilişkilerin örgütlendirilmesi daha farklı, daha katılaşmış kuralları ve zihniyet yapısını gerektirmektedir. Yine daha gelişkin üretim araçları ve yöntemleri sonucunda artan ürün üzerinde bireysel-grupsal tasarruf geliştirme yaklaşımları ortaya çıkmaktadır. Özellikle de bunun, sömürü ve gaspı tanımayan neolitik insanına kabul ettirilmesi, onun zihniyetinde haklı ve meşru bir gerekçeye dayandırılması için yeni zihniyet yapılanmaları gerekmektedir. Bu da mitoloji dediğimiz düşünüş biçiminin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Mitolojik öyküler üzerinden yeni tanrı ve din anlayışı yaratılmış, toplumsal zihniyetteki en büyük yarılma bu temelde gerçekleştirilmiştir. Toplumsal zihniyetin yarılmasıyla birlikte toplumsal yaşam da yarılmış, doğa ana ile kurulan ilişkide sonu günümüzde uçuruma dönüşen çatlaklar yaratılmış, toplumun “birimiz hepimiz hepimiz birimiz için” ilkesine göre işleyen zihinsel yapısı “her şey ve herkes tanrılar, temsilcileri, krallar, sultanlar için” yani iktidar sahipleri için anlayışına göre yeniden düzenlenmiştir. Toplum pratikte tanrılar-kullar, erkekler-kadınlar, zenginler-fakirler gibi ayrımlara ve sınıflandırmalara gitmeden önce ana tanrıçanın eşitlikçi, sömürü tanımayan, yalan bilmeyen toplumsal zihniyeti bu temelde yeniden dizayn edilmiştir. Politik ve ahlaki özelliklerini komünal nitelikte oluşturan ve bu temelde kendi kendini yürüten neolitiğin toplumu; zihniyetin tapınaklarda sömürüye, egemenliğe, iktidara, eşitsizliğe, baskı ve zora yol açacak şekilde yeniden dizayn edilmesi, bütünlüğünden koparılması, parçalanması, toplumsal yararın bir kenara atması temelinde yeni bir sürece çekilmiştir. Zihniyet gücünün kötüye kullanılması temelinde iradesini, ahlaki ve politik özelliklerini bir kenara bırakarak iktidarı, onun kurumlaşmış hali olarak devleti kabul eder hale getirilmiştir. Bu şekilde geliştirilen yeni zihniyet aslında hiyerarşik, devletçi ve erkek egemenlikli uygarlığın zihniyet yapısının inşasıdır. Günümüzde kapitalist modernitenin kendisini dayandırdığı ve üzerinden var ettiği temel zihniyet yapısı da özünde budur. Zaman içinde değişimler geçirse de esas özelliklerini korumakta ve günümüz egemenlerince sürekli beslenen, korunan ve topluma yedirilen hakim zihniyet olarak varlığı devam ettirilmektedir. Zaten günümüz toplumsal sorunlarının temeli de bu zihniyet yapısına dayanmaktadır. İnsanın devlet gibi bir baskı mekanizmasını kabul etmesi, kendini tanrısal bir güç olarak sunan birini, bir grubu, yaratıcısı ve yaşatıcısı olarak görmesi, ona tapınması, onun uğruna ölümü göze alması, onun için çalışmayı bir ibadet gibi görmesi için algılarının köreltilmesi, bulanıklaştırılması, giderek işlemez duruma getirilmesi gerekir. Bu da yetmez bu temelde kurgulanan iktidarcı, devletçi, sınıflaştıran, parçalayan, kategorize eden zihniyetin temsilcilerinin ve kurdukları toplum karşıtı yaşamın meşrulaştırması da gerekir. Kendi üzerindeki zorbayı meşru gören ve ona tapınan zihniyetinse, açıktır ki toplumsallıkla bağı kalmamıştır. Hiyerarşik-devletçi uygarlığın başlangıcıyla analitik zekanın insanlığın aleyhine dönmesi at başı gelişmiştir. Analitik zekanın sapkın amaçlar temelinde kullanılması temelinde bütünlüğü bozulan toplumsal zihniyet toplumun aleyhine dönüştürülmüştür. Hiyerarşiye, oradan iktidar kliklerine ve devlete bu biçimde varılmıştır. Devletli iktidar tarafından toplumsal zekası bölünmüş, algısı bulanıklaştırılmış insan, yaşamak için devlete ihtiyaç duyar hale getirilmiştir. Düşünme yetisi önce sakatlanmış, sonra saptırılmış giderek tümden elinden alınmış toplum kendi adına düşünemez, kendisi için tartışıp karar alamaz alsa bile bunu uygulayacak iradeyi ortaya koyamaz duruma getirilmiştir. Bu politik ve ahlaki özelliklerini kaybetmiş toplum demektir. Artık toplumun yerine devlet geçmiş, toplumsal zeka yerini devletin yalana dayalı, sömürü ve iktidar amaçlı, bin bir örtüyle örtülmüş zihniyetine bırakmıştır. “Devletli uygarlık zihniyetinin tüm bu hegemonya çabalarına karşın, komünal zihniyetin tamamen ortadan kalktığı iddia edilemez. İnsanlığın özünü yansıtan ve kendi gerçeğini en yalın bir biçimde yaşamasına olanak veren demokratik toplum zihniyeti tarihin her döneminde karşıt zihniyete rağmen direnmiş ve adeta toplumun gözeneklerinde korunarak kendisini günümüze kadar getirmiştir. Birçok peygambersel çıkış, muhalif tarikat ve mezhep, uygarlık merkezlerinden vebadan kaçar gibi kaçan etnisitelerdeki direniş bu zihniyetin sonucu gerçekleşmiş ve toplumun sınıflı uygarlık zihniyeti içerisinde tümden bitirilmesinin önünü almıştır.” –Önder Apo- Hiyerarşik ve devletçi zihniyet yalana dayalı bir zihniyettir ve yol açtığı yaşam yalana dayalıdır. Toplumsal zekanın, bunun en yararlı düzenlendiği ana tanrıça zihniyeti ve inancının istismar edilmesi temelinde insan en büyük darbeyi almıştır. Köleleşmenin yolu açılmış, insan çalışan hayvan derekesine düşürülmüş kendine, emeğine, doğasına, cinsine yabancı hale getirilmiştir. Ahlaki ve politik yetenekleri köreltilmiştir. İnsanın en büyük, en vazgeçilmez, en temel hakikati olan toplumsallığı yaralanmıştır. Doğanın özgür çocuğu köleliğe razı edilmiş, bunun kutsal tanrıların istemi olduğuna inandırılmış, biat ve itaat eder hale getirilmiştir. MÖ 4000 ile 2000 arasındaki iki bin yıllık süre içinde gerçekleşen bu değişim zigguratlarda ve rahiplerin ellerinde biçimlenmiştir. Sümer rahipleri mitolojik öyküler üzerinden ilk sistemli yalan ve talan ideolojisi olan mitolojiyi ortaya çıkarmışlardır. Oya gibi ince ince işledikleri bu ideolojiyi topluma kabul ettirmişler, toplumun tümünün olmasa da önemli bir kesimin ideolojisi haline getirmişler ve böylece devletçi uygarlık sürecini başlatmışlardır. Zor mu ikna mı? İnsanın köleliğe çekilmesi ve buna alıştırılması esasında bu yeni zihniyetin sayesinde olmuştur. Zor ve şiddet sanıldığı gibi bu hususta birincil değildir. Önder Apo’nun da belirttiği gibi Sümer rahiplerinin bu ustalıklı zihniyet yaratma ve bunu büyük bir ikna gücüyle kabul ettirmeleri olmasaydı devlet, iktidar, sömürü, ayrımcılık, eşitsizlik asla kendine yaşam alanı bulamaz, özgür insanların toplumu tarafından iki günde lanetlenir ve yerin dibine gömülürlerdi. Rahiplerin keşfettikleri toplumun zihniyet tarafından belirlendiği gerçeği olmuştur. Buradan hareketle geliştirdikleri yeni zihniyet yapısını büyük bir ikna gücüyle topluma sunmaları ve meşruiyet zeminini bu şekilde oluşturmaları iktidar ve sömürünün devlette kurumlaşmasının ve kalıcılaşmasının yolunu açmıştır. Bilme tekeli daha Sümer rahiplerinden beri devlet tekeline alınarak güçlenmenin en temel araçlarından biri kılınırken toplumu zayıflatmanın, denetim altına almanın, yönlendirmenin, kullanmanın da en temel aracı olmuştur. Sadece artı-ürünler, gelişkin üretim araçları değil, en faydalı bilgi ve bu bilgileri ortaya çıkaranlar da devlet tarafından gasp edilmişlerdir. En amansız ve örgütlü şiddet yeni bilgi ve zihniyet arayanlara uygulanmıştır. Çünkü yeni bilgiler ve bu temelde kurulacak zihniyetler yeni bir toplumsallaşma demektir. Toplumsal zekanın onarılması, ayağa kaldırılması ve harekete geçirilerek kaybedilen toplumsallığın yeniden oluşturulması demektir. Günümüzde akıl, zeka, zihniyet bunların toplumsallıkla ve toplumsal sorunlarla bağları üzerinde yürütülen çalışmalarda değişik yaklaşımlar ortaya konulmaktadır. Ancak hakim olan zihniyet yapılarına parçalı, birbirinden kopuk yaklaşımlardır. Önder Apo’nun da dikkat çektiği gibi neredeyse her topluma, coğrafyaya, dine, felsefeye vb. ait zihniyet yapıları olduğu iddia edilmektedir. Oysaki insanlığımız özünde iki temel zihniyet yapılanması tanımıştır. Birincisi; demokratik komünal toplum zihniyeti, ikincisi ise devletli, sınıflı, hiyerarşik toplum zihniyeti. Diğer tüm adlandırma ve zihniyet yapıları bu iki zihniyet yapısı içerisinde kendini ifade eden formlar olmaktadır. Günümüz bilimciliği toplumda yarattığı parçalanmayı zihniyet yapıları arasında da geliştirerek hakikatin kaybedilmesine ve insanlığın kendi gerçeğinden uzaklaşmasına neden olmaktadır. Bu biçimde de toplum üzerindeki hegemonya devam ettirilmektedir. Sümer rahiplerinin zigguratlarda yarattıkları hiyerarşik, devletçi ve erkek egemen zihniyetin üzerinde yükseldiği zemin özne-nesne ayrımıdır. Bu ayrım günümüzde de ezen-ezilen kadın-erkek, doğa-toplum başta olmak üzere tüm toplumsal çelişkilerin temelinde yer almaktadır. Yine Sümer rahiplerinin duygusal zeka ile bütünlükten kopararak insanlığa saldırı silahına dönüştürdükleri analitik zeka günümüzde de dizginlenmediğinde, küresel felakete sürükleyen bir olgu haline gelmiştir. Pozitivist bilimcilik nedenleriyle ve sonuçlarıyla sorgulandığında onun da bu zemin üzerinde yükseldiği görülecektir. Hakikatin ipi incelir ama kopmaz… İnsanlığımız Sümer rahiplerinin geliştirdiği bu devletçi zihniyete elbette ki kolay teslim olmamış, kolay kanmamışlardır. Daha en başından buna karşı büyük bir direniş ve karşı koyuş tutumu içine girilmiş, nasıl ki Sümer rahipleri tarih içinde kendi ardıllarını yaratarak kendilerini kalıcı kılmaya çalışmışlarsa özgür insan direnişi de kendi ardıllarını, literatürünü, araç ve yöntemlerini yaratarak varlığını devam ettirmiştir. Tarih bu anlamıyla da iki kanaldan yürümüştür. Tarih boyunca hiyerarşik, devletçi, erkek egemenlikli uygarlığın insan düşüncesi üzerindeki hegemonyasına ve yarattığı zihniyet yapılanmasına karşı sürekli bir karşı duruş ve alternatif yaratma çabası süregelmiştir. Bu çabalar zaman zaman zayıflamış ancak asla kesintiye uğramamıştır. İdeolojik mücadele ve alternatif bilim hareketleri her zaman var olagelmiştir. Köleci, feodal diye adlandırılan uygarlıklar zekanın analitik gelişimini en çok istismar eden sistemler olmuşlardır. Kendi istismarcı gerçeklerini örtbas etmek için yalana dayalı, korkutucu, hayali dünyalar kurmuşlardır. Mitoloji, din, felsefe ve bilim alanında kendilerini toplumsal hakikat olarak sunup, başka hakikat aramanın boş ve tehlikeli bir çaba olduğunu vaaz etmişlerdir. Kadının, etnisitenin direnişi, ezilen sınıf hareketleri, peygamberlik geleneği, sayısız tarikat ve mezhep görünümünde yaşanan partileşmeler, Rönesans’ın yaratıcıları, ütopik sosyalistler, reel sosyalistler, ulusal kurtuluş hareketleri, anarşizm, feminizm, ekolojik hareketler, savaş karşıtları, anti modernistler toplumsal zekanın toplum için kullanılması ve çelişkilere boğularak cehenneme çevrilen yaşamın yeniden inşa edilmesini isteyen eğilimler ve akımları oluşturmaktadırlar. Bunların direnişleri tarihin motor gücünü oluşturmaktadır. Özgürlük için sonsuz ve sınırsız direnilmiştir. Ancak bu direniş hiyerarşik, devletçi, erkek egemenlikli uygarlık zihniyetinin hegemonik zihniyet olduğu gerçeğini ortadan kaldıramamıştır. Yürütülen tüm kahramanca çabalara, sınırsız feda ve adanmışlığa rağmen bu zihniyetin hegemonik zihniyet olmaktan çıkarılması sağlanamamıştır. Birçok etnik direniş, yine sınıfsal direniş askeri, siyasi başarıya ulaştığı ve devlet-iktidar aygıtlarını ele geçirdiği halde yenilmekten ve benzeşmekten kurtulamamışlardır. Hiyerarşik, devletçi, erkek egemenlikli uygarlık zihniyetinin sınırlarını aşamadıkları için onun bir versiyonu, bir türevi olmaktan kurtulamadıkları için bu zihniyetin yol açtığı toplumsal sorunları da giderememişlerdir. Buradan da anlaşılmaktadır ki toplumsal zihniyeti kim belirliyorsa, toplumsal yaşamı da o belirlemektedir. Dolayısıyla tarihi bir de bu gözle okumamız gerekir. Yoksa yaşanan direnişlerin anılarına sahip çıkamayacağımız gibi alınan yenilgilerin de nedenlerini ortaya koyamayız. Uçurumun kenarında kanatlanmak… Toplum, tıpkı canlı bir organizma gibidir. Nasıl ki her canlı kendini yaşatmak için tüm zeka potansiyelini kullanıyorsa toplum da öyledir. Ancak geri dönüp baktığımızda insan toplumsallığının bir noktadan sonra kendini korumakta zorlandığını, giderek bu yeteneğini önemli ölçüde kaybettiği görürüz. İnsanlığın günümüzdeki gidişatını bir grup atın bir uçuruma doğru koşmasına benzetebiliriz. İnsan doğası ve toplumuyla en derin çelişkileri yaşamaktadır. Toplumsal zekanın bundan daha fazla kötüye kullanılması olamaz. Toplumsal zihniyet beş bin yıllık hiyerarşik, devletçi, erkek egemen ideoloji tarafından paramparça edilmiştir. Bu zihniyet yapısı kırılmadan ve aşılmadan insanın kendisiyle ve doğasıyla uyumlu bir birlikteliğe ulaşması mümkün görünmemektedir. “Bu zihniyetin yol açtığı sorunlardan kurtulmanın tek çözümü, bu zihniyetin tüm değişmezlerinden, dogmalarından kurtulmak, ondan kaynaklı tüm çarpıtmaların özüne ulaşarak aşmaktır. Bu da ‘Zihniyet devrimiyle’ mümkündür. Özellikle devletli uygarlık karşısında mücadele yürüten tüm toplumların ve toplumsal hareketlerin ilk elden gerçekleştirmeleri gereken bu zihniyet devrimi ile sistemin her türlü zihniyet yapılarından kopuşu sağlamak olmalıdır. Öncelikle de devletli uygarlık zihniyetinin kendini dayandırdığı milliyetçi, dinci, bilimci ve cinsiyetçi düşünce yapıları ve zihni algılamalarından kurtulmak en önemli çaba olmak durumundadır. Günümüz toplumlarının içerisine girdikleri toplum kırım yıkımından kurtulmanın tek yolu da budur. Bu anlamda zihniyet devrimi ilk elden hakim zihniyetten kurtulmakla mümkündür. Çünkü bir zihniyete ait değer yargıları, ideolojiler, inanış biçimleri, yorumlama ve ele alış tarzlarından kopuş gerçekleşmeden, o zihniyete karşı bir mücadele de yürütülemez. Yani zihniyet devriminin ilk adımı, çağımızda sınıflı uygarlık zihniyetinin en son güncellenmiş biçimi olarak karşımızda duran kapitalist zihniyet kalıplarından ve yapılarından olan özel mülkiyetçilik, benmerkezcilik ve bireycilikten kendini arındırmaktır. ” –Önder Apo- “Geçmiş daha gerçektir” Toplumsal gelişmenin dengeli ve uyumlu olabilmesi için öncelikle bunu sağlayacak zekanın oluşturulması gerekir. Bugün sonuçlarına bakarak toplumsal zihniyeti oluşturan zekanın parçalı, bütünlüğünden ve dengesinden koparılmış, hissiz ve duygusuz analitik zeka olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Dolayısıyla böyle bir zekanın toplumun ahlaki politik özellikleri temelinde ve özgürlük ölçülerinde ayağa kaldırılması, sorunlarının çözülmesi mümkün değildir. Gelinen aşamada doğrulanan, devletçi zihniyetin parçalayan, özne-nesne ayrımına tabi tutarak egemenliği meşrulaştıran zihniyeti değil; ahlaki ve politik toplumun birbirini tamamlayan, doğayı canlı gören komünal zihniyeti olmuştur. Bu yönüyle Önder Apo’nun belirttiği gibi “Geçmiş daha gerçektir ve kaybedildiği yerde yeniden bulunması gerekmektedir” Bu zihniyet devriminin ilk adımıdır. Nasıl ki zekanın gelişimi ve duygusal-analitik boyutlarının dengeli birliği insanlığın gelişiminde devrimsel gelişmelere yol açtıysa, analitik ve duygusal zekanın bütünlüğünün yeniden sağlanması da yeni bir zihinsel yapılanmaya yol açacak ve sonuçları devrim niteliğinde olacaktır. Bu anlamda kendisinde zihniyet devrimini gerçekleştiren birey hiyerarşik, devletçi ve erkek egemen zihniyetten tümüyle sıyrılmak zorundadır. Hiyerarşik, devletçi ve erkek egemen zihniyetten kopuş demek aynı zamanda bu zihniyetin yol açtığı ilişki ve yaşam tarzından da kopuş demektir. Bu olmaksızın egemen zihniyetten kopuş iddiasında bulunulamaz. İkisinin birlikte gerçekleştirilmiş olması ise özgür bireyi ortaya çıkarır. Bunu gerçekleştirme çabasını en kutsal çaba olarak tanımlayan Önder Apo, hiyerarşik, devletçi, erkek egemenlikli uygarlıktan kopuşu en büyük özeleştiri olarak değerlendirmektedir. Bizim için zihniyet devrimi böyle bir anlamı ifade etmektedir. Her gün kusarcasına kendini hiyerarşik, devletçi ve erkek egemenlikçi uygarlık zihniyetinden, özelde de kapitalist uygarlık zihniyetinden ve oluşturduğu duygu, düşünce ve davranış kalıplarından kurtarmak; fikir, zikir, fiil birliği içinde bunu gerçekleştirmek zihniyet devrimine doğru bir giriş yapmak anlamına gelmektedir. Özgür birey olarak yeni bir doğuş yapmak, komünal var oluş ilkelerinden uzaklaştırılan insanlık için elzem olan bir doğuşu gerçekleştirmektir. Bunun temeli ise, genel olarak devlet odaklı, özelde kapitalist modernizmin zihniyet ve yaşamından kopuştur. Böylesi bir kopuş, insansal var oluşa dönüş anlamını taşır. İnsan seçmesini bilen bir varlık olduğu için insandır. İyi ile kötü, güzel ile çirkin, doğru ile yanlış gibi şeyler bizi bir tercihte bulunmaya zorlayan gerçekliklerdir. Seçimimizi bunlara bakarak yaparız. İnsan olmanın anlamı budur. Ancak seçim yapmak o kadar kolay değildir. Anlam ve duygu gücü yani zihniyet derinliği sağlanmadan, iyi ve kötünün birbirinden ayırt edilmesi güçtür. Devletçi uygarlığın insanın zihniyetinde yarattığı yıkım oldukça büyüktür. Esas sorun da bu noktadadır. Bu yıkım her geçen gün derinleştirilmektedir. Bunun önüne geçilmedikçe, bu zihniyet çözülüp aşılmadıkça insanın kendini, zekasını, doğasını inkarının önüne geçmek olanaksızdır. Egemen sistemi zihniyette çözmek tarih boyu tüm hakikat arayışçılarının temel çabası olmuştur. Bu boşuna değildir ve çağlar boyu en anlamlı toplumsal uğraş olarak değerlendirilmiştir. Düşüncede çözmek ve aşmak sağlanmadan hiyerarşik, devletçi, erkek egemenlikli sistemin bitişini ilan etmek ve yeni bir toplumsallığın kuruluşuna girişmek söz konusu bile olamaz. Bunun sağlanması ise sistemin gerçek anlamda yenilgisi olacaktır. Bu bir kişi şahsında gerçekleşebilecek bir olgudur. Bir kişi büyük bir arayış temelinde büyük anlam ve duygu gücüne kendisini ulaştırarak, zihniyette sistemin bilme sınırlarını ve yöntemlerini aşarak hakim sistemi yenilgiye uğratabilir. Bu, tarihteki büyük hakikat arayışçılarında, peygamberlik geleneğinde, büyük ahlak öncülerinde kanıtlanmıştır. Önderliğimiz bu kanıtlanmanın günümüzdeki temsilcisidir. Kendisinde “Üçüncü doğuş” olarak tanımladığı gerçekleşme esasında sistemin zihniyet ve yaşam sınırlarını aşmadır. Duygu, düşünce, yaşam boyutunda sistem dışına çıkmadır. Halkımızın sahiplendiği ve ölümüne direnerek kendi toplumsal gerçekliği haline getirdiği, onun kendinde yarattığı sistem dışı özgür toplumsallıktır. Bu konuda son sözü yine onun ağzından söylemek en yerinde bir yaklaşım olacaktır. “Zihniyet devrimiyle kastedilen özgür toplum bilinci ve inancıdır. Bilinç sadece olup biteni bilme değildir. Nasıl yapılacağını da bilmektir. İnanç ise, bildiğine inanmak ve gereklerini yapmaktır. Uygulama gücünü, kararlılığını ifade eder. Ortadoğu toplumuna egemen kılınan zihniyet yapılarını iyi tanımadan, aşılması gereken yanlarıyla miras alınması gereken yanları ayırt etmeden, yine karşı mücadele verilmesi gereken zihniyet kalıplarını tanımadan doğru yetkin bir ideolojik bir mücadele verilemez. Zihniyeti kazanmak demek donanmamız gereken toplumsal bilinci ve inancı büyük bir emek ve ahlaki duruşla elde etmektir. Zihniyet dünyasını büyük kılmayan uzun süreli özgürlük mücadelesini yürütemez. Yozlaşmanın başladığı an ve yer, zihniyetin boşaldığı ve bittiği yer ve andır. Ortadoğu’nun tüm bilge ve peygamberlerinin yaptıkları özünde zihniyet savaşıdır. Zihniyet ahlakla bağlantılı kılınmadıkça değersizdir. Ahlak, bilincin aydınlattığı rotada tüm engellere ve yetersizliklere rağmen yürüme gücüdür. Toplumun olmazsa olmaz vicdani değerlerinde ısrardır. Bilinçle ahlak arasında bağın kopması, serseriliğin, avareliğin kol gezmesidir. Zihniyetimiz karşı tarafın zihniyetini de yakalamalı ve ihtiyacı kadar ondan beslenmelidir. Devlet gücünün zihniyeti her zaman güçlü örgütlenmiştir. Küçümsenemez. Bu zihniyeti kuşatmadan başarılı bir çıkış, çözüm geliştirilemez. Zihniyet ve ahlaktan kopuk, politika ve eylem -askeri olanı da dahil- her zaman serseri bir mayın gibi altımızda patlayabilir. Politika ve eylemlerimiz her zaman zihnimizin aydınlığında ve ahlaki tutumumuzun kesinliğinde seyretmelidir. Aksi halde karşı zihniyetlerin politik hamlelerinin aleti olmaktan kurtuluş sağlanamaz.”