“Benim durumum her yönüyle bir sistem çözümünü dayatıyordu. Öyle sıradan, parçasal, farklı zaman ve mekân çözümlerini değil, bütünsel, derinlikli ve tüm boyutlarıyla bir evrensel çözümü dayatıyordu… Bu tür bir çabaya ve düşünsel yoğunlaşmaya yöneldim. Tümüyle etli butlu olmasa da, kendi sistemimin iskeletini oluşturduğum kanısındayım. Evrensel bakış açım mevcut bilimsel bilgi düzeyini rahatlıkla karşıladığı gibi, hiçbir gelişme karşısında şaşmayacak bir olgunluğa ulaşmış seviyededir. Yaşam-ölüm diyalektiğinde tüm gelişim evrelerini yorumlayabilecek ve karşısında yeterince cesaretle durabilecek durumdayım. Dönüştürdüğüm sadece bilimsel zihniyet yapısı değildir. İnsanlık tarihi boyunca yaşanan mitolojik, dini, felsefi ve bilimsel düşünce tarzlarının iç içe diyalektik gelişmesini zihniyetimin temel kalıpları haline getirmişim. Buna sağlam mantık yapısı da denilebilir. Bu mantık yapısı içinde toplum, doğa ve evren kavramına şüpheli karakterimi doyurabilecek denli bir derinlik, doğruluk kazandırmış durumdayım.”
Anlam ve duygu gücüne sahip insan en güçlü insandır
Önder Apo ‘Özgür İnsan Savunması’nda giriştiği gerçekliği arayış yürüyüşü temelinde ulaştığı evrensel çözümü işte bu cümlelerle ifade ediyor. Bu temelde kazandığı sağlam mantık yapısıyla herkesten daha iyi anladığını ve hissettiğini söylüyor. Anlam ve duygu gücüne sahip insanın en güçlü insan olduğunu belirtiyor. Zihniyet ve vicdan devrimi bu anlam ve duygu gücünün özlü ve derinlikli gelişimi değil midir? Anlayış ve duygu gücündeki bu gelişimden daha fazla insanı coşturan bir şey olabilir mi? Önder Apo’nun bu bakış açısını yakalayıp onunla dünyaya bakmak, kendi iç dünyasının aydınlığıyla yetinen bir körün geçirdiği başarılı ameliyat sonrasında gözleri açılırken haykırdığı heyecan yüklü çığlığı insana attırır: Görüyorum! Bu cümleyi bitirdiğimde, ilkokuldayken okuduğum çocuklar için yazılmış bir şiirin dizeleri aklıma geldi. Şiirdeki çocuk ‘Gördüm, gördüm, gördüm, gördüm!” diye bağırıyordu. Şaşkınlık ve sevinç içindeydi çocuk, çünkü yeni şeylerin varlığını fark etmişti. Kendisinden daha büyük olduğu belli biri, çocuğu, “Dur, bağırma avaz avaz, /Neyi gördün a yaramaz?” diyerek azarlıyordu. Kendi hallerinden memnun ve insanlığın bugünkü durumunu kendileri için sorun yapmayan bazıları, bu değerlendirmeler karşısında belki de aynı sözcüklerle beni azarlayacaklardır. Yürekleri nasır bağlamış insanlar, yaşamının her anı yeni bir keşfe denk düşen çocukların şaşkınlığını ve heyecanını anlayamazlar. Bunu fazla sorun yapmamak gerektiğini biliyorum. Görme eylemi üzerinde durduğumuzdan, buna ilişkin bir gençlik anımı anlatmakla yetiniyorum.
Bakarkör üst toplumun değil, esas olarak alt toplumun içinden çıkar
Lisede okurken kendi köyüm bana artık çekilmez gibi gelmeye başlamıştı. Köyümüz adeta bir dağın zirvesindeydi. Yılın nerdeyse yarıya yakını kıştı. Tarım çok sınırlıydı, hayvancılık köylülerin başlıca geçim kaynağıydı. Üstelik çok fazla hayvan besledikleri de yoktu. Bu duruma şaşıyor, bu insanlar burada ne buluyorlar, neden bu kar deryasına saplanıp kalmışlar diye soruyordum. Kente göçmemiz halinde daha iyi bir yaşama kavuşacağımız konusunda babamı ikna etmeye çalışıyordum. Ancak babam oralı olmuyordu. Üniversite öğrencisiyken Önder Apo ile tanıştım, kendisinden ülke ve halk gerçekliğini öğrendim. Bana adeta yeni bir göz takmış, belki de görmemi engelleyen at gözlüklerini çıkarıp atmıştı. Bu karşılaşmanın ardından kaçmak istediğim yer beni müthiş bir güçle kendine çekiyor, kendisinde sarhoşluğa sürükleyen güzellikler görüyordum. Oysa köy aynı köy, dağlar aynı dağlardı; onlarda değişen bir şey yoktu. Gerçekte sınırlı da olsa değişen, benim onlara nasıl baktığımdı; bu bakış farkının anlama ve hissetme yetilerimi harekete geçirmesiydi. En büyük değişimi duygu dünyamda yaşıyordum. Duygular daha derin düşünmeye yöneltiyordu, bu kesindi; kendi yaşam deneyimimle buna bizzat tanıklık ediyordum. Kente yönelişin inkâr ve imha sisteminin kişiliğimi etkileme gücünden kaynaklandığını fark etmiştim. Şimdi gerçeği eskisinden çok daha iyi görüyor, giderek kendi köklerime dönüş yapıyordum. Bu sadece benim için değil, Onunla buluşan herkes için bir yeniden doğuştu.
Bakarkör diye bir kavram vardır; gerçeği görebilecek gözleri olmasına rağmen doğru bakmasını bilmeyen ve gerçeği olduğundan farklı gören insanı anlatır. Bakarkör üst toplumun değil, esas olarak alt toplumun içinden çıkar. Kendilerini yönetmek için üst toplum ezilenleri bakarkörler haline getirmeye çalışır. Egemenler hiç de bakarkör sayılmazlar, onlar gerçeğin ne olduğunu bilirler, ama onun egemenlikleri altındakilerce bilinmesini istemezler. Çünkü alt toplum gerçeği tüm çıplaklığı içinde tanıyıp bilirse egemenlerin otoritesi sarsılır, baskı ve sömürüye dayalı egemenliklerini sürdürmeleri zorlaşır. Baskı ve sömürünün egemenliği bakarkörler topluluğunun bulunduğu yerde gelişir. Bir yerde baskı ve sömürü varsa, orada bakarkörler var demektir. Bu yüzden her egemenlik sistemi, baskı ve sömürü mekanizmalarını işletebilmek ve sömürüye dayanan varlıklarını sürdürebilmek için sömürdüklerini bir bakarkörler topluluğuna dönüştürmek zorundadır. İnsanların algılama sürecinin çarpıtılabilir olması ve gerçeği olduğundan farklı görebilecek bir zayıflığı göstermeye yatkınlık arz etmesi, egemenleri bu konuda sürekli daha etkili yöntemler bulup kullanmaya yöneltir. Bu yöntemlerden biri olan ‘beyin yıkama’ aklın gücünü harekete geçirecek bir müdahaleyi değil, beyni düşünme işlevinden arındırma operasyonunu anlatır.
Devlet sadece bir şiddet tekeli değil, belki de bundan daha fazla bir bilgi tekelidir. Egemenler bilginin önemini sonradan keşfetmemişlerdir, oluştukları andan beri bunun farkındadırlar. Yakın yılların gözde sloganı olarak dillendirilse de, egemenler için her dönemde geçerliliğini koruyan bir kuraldır: Bilgi iktidardır. Yani iktidarın korunup sürdürülmesi şiddetten daha fazla bilgi üzerinde tekel kurmayı şart kılar. Ezilenlerin bağımlılığını süreklileştiren köle zihniyeti bu bilgi tekeli sayesinde mümkün hale gelir. Köleliğin asıl kaynağı cehalet, aynı anlama gelmek üzere bilgisizliktir. Ancak bilgisiz, daha doğru bir tanımla bilinçsiz insan doğru yoldan sapar; ancak bilinçsiz insan karşı yazgı olmaktan çıkıp kendisine dayatılan yazgıya boyun eğer. Şiddet kullanımı tek başına egemenliğin sürdürülmesi için yetmez; Önder Apo’nun da ifade ettiği gibi, sadece zor kullanımı yoluyla bir hayvanı bile uzun süre ağılda tutamazsınız. Bu anlamda egemenliği kurumlaştıran şiddet değil, ezilenlere dayatılıp benimsetilen zihniyettir. Devletçi sistemin egemenliğinin meşru kabul edilir hale gelmesi yaşanan bu zihinsel çarpıtmanın ürünüdür.
Yalanda derinleşen analitik zekanın laneti: devlet
Devletçi uygarlık sisteminin yalana dayalı bir sistem gerçekliği olarak doğup geliştiğini, oluşumu kadar varlığını sürdürmesini de öncelikle yalandaki derinleşmesine bağlı olduğunu biliyoruz. Mitoloji ve din gibi ideolojiler bu yalanlaştırmaya hizmet eden düşünce ve zihniyet biçimleri olmuştur. Kaldı ki, devletin kendisi de duygularla bağlarını koparıp yalanda derinleşen analitik zekânın en lanetli ürünüdür. Nereden bakılırsa bakılsın, devlet ve iktidarla bilgi tekelinin adeta bir zorunlu birlik içinde bulundukları görülür. Bilgi ve ona götüren bilim her şeyden önce yeni bir toplum alanı demektir. Gerçeğin kaynağına inen bilimin doğruyu açığa çıkarması ve buna bağlı olarak ezilenler için bilgiye ulaşma olanağının doğması, verili dünyanın uysal kölelerinin bir karşı yazgı olarak yeniden kendilerinin farkına varmalarına yol açar. Böylece onlar yürürlükteki egemen sistemin kendilerini mahkûm ettikleri yaşamın insanlığın yazgısı olamayacağını, dolayısıyla daha insanca ve onurlu bir yaşamın mümkün olduğunu anlarlar. Egemenler için nasıl bilgi iktidarsa, ezilenler için de evrene, doğaya, topluma ve insana dair sistematik bilgi ve bilinç özgürlüktür. Yalan olmaksızın kendilerinin de olamayacağını bilen egemenler, bu yüzden bilimi hep kontrollerinde tutar ve bilgiyi tekellerine geçirirler. Fakat devlet sadece kendi kontrolü dışında gelişen bilgi alanları ve birikimlerini kendi tekeline geçirmekle yetinmez, aynı zamanda bilgi üretimi için bizzat eylemde bulunur. Bu çalışma için dolgun ücretler verdiği uygun elemanlar seçerek çıkarları için ihtiyaç duyduğu bilgilerin üretimine yöneltir. Kuşkusuz üretilecek bilgilerin niteliği iktidarı savunup koruyan cinsten olmak durumundadır. Tüm araştırmalar ve incelemeler buna hizmet edecektir.
Efsanenin gerçeği anlattığına, güncel gerçekliğin ve gerçek sanılanın ise yalanın ta kendisi olduğuna en iyi kanıtı oluşturan Prometheus’un hikâyesi, aslında devletçi toplum sisteminin sahip olduğu bilgi tekelini kıskançlıkla koruma konusundaki duruşunu yansıtır. Ateş elbette ışıktır, bilinçtir, aydınlanmadır. En koyu karanlık bilinçsizliğin neden olduğu karanlıktır. Karanlıktaki insan istenilen yöne çekilebilir, istenildiği gibi yönetilebilir. Karanlık tüm renkleri yoklukta eşitlediği için, karanlığın içindeki insan seçim yapamaz, seçimi doğrultusunda davranamaz; dolayısıyla başkalarının öngördüğü seçimlere tabidir. Cehalet karanlıkta yaşamanın da ötesinde, aydınlık bir dünyanın varlığından bihaber olmaktır. Bunun içindir ki, devletçi sistemin yalana dayalı ideolojileri ezilenlerin yaşadıkları zindan karanlığını kendilerine yaşamın yegâne gerçeği olarak kabul ettirmek isterler. Bu örnekte de ateş sadece Olympos’ta vardır, panteonun içindedir, yalnızca tanrıların hizmetindedir. Buradaki ‘çalmak’ sözcüğü de önemlidir, çalmak mülkiyete saldırıya denk düşer. Bilgi efendilerin mülküdür ve mülkiyet kutsaldır. Mülkiyete saldırı egemenliğin köklerine, egemenlerin en kutsal değer saydıkları şeye saldırı olduğundan en şiddetli şekilde cezalandırılmayı gerektirir. Prometheus da bu temelde akla gelebilecek en ağır cezaya çarptırılır.
Prometheus’un eylemi ve bunun bedeli olarak tanrıların gazabına uğraması belki de daha fazlasıyla Önder Apo için geçerlidir. Önder Apo’nun itirazı, arayışı ve örgütlü eylemi olmasaydı, sistemin tanrılarının Kürdistan’ı ve Kürt halkını mahkûm ettikleri statü ya da statüsü bile bulunmayan kölelik durumu sürüp gidebilirdi. Hatta olasılığın da ötesinde kesinlikle böyle olurdu. İnsanlığın beşiğini sallayan en kadim topluluk olan ve uygarlığı besleyen tüm temel değerleri yaratan bir halkın statüsüz bir kölelik altında yok oluş sürecine alınması, gerçeği ebedi muğlâklığa terk etme ve mevcut sistemi gerçekten de ‘tarihin son sözü’ kılmanın en etkili yöntemiydi. İster bunda tam bir bilinç açıklığını yaşasın, isterse farkında olmadan bunu yapsın, sistemin Kürdistan’a dayattığı inkâr ve imha politikasının götüreceği yer burası olacaktı. İnsansızlaşmayı esas alması ve varlığını buna dayandırması itibariyle, kapitalist sistemin insanlığın beşiği Kürdistan’a ve hayati toplum tanımına veri teşkil eden tüm unsurları bağrında taşıyan Kürt toplumuna bu görülmemiş düşmanlığını anlamak artık fazla zor olmasa gerekir. Bunu başka bir yerde ‘suçluyu tamamen aklamak için iz bırakmadan tanığı ortadan kaldırmak’ olarak değerlendirdim. Onca gözü karalığa ve kararlılığa rağmen Kürt halkı hala ayaktaysa, ‘ya özgürlük ya ölüm’ şiarıyla özgür yaşamdaki kararlılığını haykırıyor ve üstelik bunu kendi eylemine yansıtıyorsa, yani ateş artık Kürt insanının elindeyse ve onu geri almak mümkün değilse, o zaman buna yol açan kişi kendisi için artık ölümlerden ölüm beğenmelidir. Toplumundan ve canlı insan dünyasından koparılmalı, yalnızlığa tabi tutulmalı, akbabalar gibi beynini ve yüreğini gagalamalı, bir defada yok etmek yerine her gün birkaç kez öldürmekle özdeş olan koşullara mahkûm edilmelidir. İmralı’da yaşanan, tamı tamına budur.
Uluslararası komploya karşı mücadele bir onur sorunudur
Halkımızı soykırım politikaları için kurban olarak seçenler Önder Apo için ‘kırk bin kişinin katili’ diyorlar. Bu iğrenç tanımlamayı yapanlar sözcüğün maddi anlamında bunun doğru olmadığını, Önder Apo’nun eline silah dahi almadığını ve hatta gereksiz yere bir karıncayı bile incitmekten özenle sakınan bir kişilik yapısına sahip olduğunu çok iyi biliyorlar. Aynı şekilde bu tanımlamayı yaparken sadece kişiliğini karalama amacı da gütmüyorlar. Şunu demeye getiriyorlar: “Sen olmasaydın asla Kürt dirilişi olmayacaktı, kimlik ve özgürlük talep eden bir toplumla yüzleşmek zorunda kalmayacaktık. Sen olmasaydın, kırk bin kişinin öldüğü bir savaş yaşanmayacak, bizim politikalarımız kırk milyon Kürt’ün sessiz ölümüne götürecekti. Kürt toplumunu kültürel açıdan yok denilecek noktaya çekmiş, kendi tarihini egemenliğimizin kuruluşuyla başlatan bir kişilik yaratmıştık. Bunlar sevinçle sistemimize katılmaya koşuyorlardı. Sen bunların gözlerini açtın, yüreklerindeki buzları çözmek ve beyinlerini örümcek ağlarından temizlemek istedin. Bunlar sonuçta tam olarak senin istediğin düzeye gelmeseler de, bizim sistemimizi de yaşamadılar. Onlara bunu yaşatmadın, onları sen bize karşı isyan konumunda tuttun. Hatta bizim kesin kazandığımız tipleri bile geçici de olsa bize karşı kullanacağın bir sistem yarattın. Ömründe eline silah almamış olsan dahi ne çıkar? Uyandıran sensin, yol gösteren sensin, amaca bağlayıp yola düşüren sensin, maddi ve manevi gıdalarını veren sensin, varlığınla onları yaşama çeken sensin. Öyleyse tüm yaşananların müsebbibi de sen olacaksın ve bedelini ödeyeceksin!”
Sebebi ortadan kaldırdığınız zaman sorunu da çözmüş olursunuz: Uluslararası komployu planlayıp hayata geçirenler de aynı görüşteydiler. Kürt sorununa el atıp Kürt toplumunu sisteme karşı isyana kaldıran Önder Apo devre dışına çıkarıldığı zaman, PKK ve Kürtlerin durumu geçici bir süre için başı kesilmiş tavuğun oradan oraya savrulmasına benzeyecekti. Biraz tepki gösterecekler, ama sonuç komplocuların öngördükleri gibi olacaktı. Kürt olgusu ve sorunu gündemden düşecekti. Sistem özünde Kürt’ü kazanmıştı; sistemin politikalarını pratikleştiren TC yöneticilerinin iddiası da buydu. Önder Apo gerçekte onların olması gereken bir malzemeyi kendilerine karşı kullanıyordu. Evden kaçtıklarına pişman olup yeniden baba ocağına dönen çocukları andıran itirafçılar da aynı şeyi dillendiriyorlardı. “Abdullah Öcalan olduğu sürece, istediğiniz kadar şiddet kullanın, Kürt direnişini asla bastıramazsınız. Yanında tek bir kişi bırakmasanız bile, o gerekirse taşa can verip savaşan insana dönüştürür ve size karşı savaştırır” diyorlardı. Şahin Dönmez’den Şemdin Sakık’a kadar tüm dönekler ve hainler Öcalan’ı işaret ediyorlardı. Şahin kandırıldığını belirtirken, bununla gerçekte sisteme ait olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Bir süre bu kandırılmış haliyle farklı bir zeminde bulunsa da, o her zaman ‘sistemin malı’ olarak kalmıştı. Dönekler kralı sadece kendisinin bu durumu yaşamadığını, gerçekte herkesin biraz böyle olduğunu ortaya koymak istiyordu. Önder Apo etkisizleştirilirse bu durumda başarı kazanan ‘mallaştırma’ olacak, hemen herkes tekrar ‘sistemin malı’ haline gelecekti.
Uluslararası komplo da stratejisini bu hedefe ulaşma üzerine kurdu. En özlü bir tarzda ifade etmek gerekirse, uluslararası komplonun amacı PKK’yi Önder Apo’dan, Kürt toplumunu PKK’den ve Kürdistan’ı Kürt gerçeğinden azat etmekti. Bunu başardığı takdirde lanetli tarihi tekerrür ettirmiş olacak, özgür Kürtlüğün bitirilişinin altına nihai imza atılacak, geride kalan posa haline gelmiş Kürtlük ise bir malzeme olarak sistemin hizmetinde kullanılacaktı. Bunun içindir ki, Önder Apo, lanetli tarihi tekerrür ettirmek istemiyorsak, uluslararası komploya karşı mücadeleyi bir onur sorunu olarak ele almamız gerektiğini belirtiyordu. Bu komplonun anlamını bilince çıkarmak, özgürlük bilincinde en büyük derinleşmeyi yaşamak olacaktı.
Tasfiyeci-provokatif eğilim yoğun çaba harcadı
Acı da olsa bir gerçeği peşinen kabul etmek, eleştiri konusu yapılan olumsuzlukları aşmak açısından son derece önemlidir. Bu gerçeği şu şekilde ifade etmek mümkündür: Önder Apo’nun benliğini katık edercesine kendisini adadığı özgür yaşam tarzına aykırı yaşam biçimleri, Onun 15 Şubat komplosuyla gerçekleşen esaretini kendileri için özgürlük olarak algıladılar. Önder Apo devrimci pratiğin başında bulunduğu müddetçe ancak kendisini gizleyerek saflarda varlığını sürdüren birçok olumsuzluk, Onun İmralı tabutluğuna kapatılmasıyla birlikte zakkum çiçeği misali zehir zıkkım etkilerini ortamımızda sergilemeye başladı. Uluslararası komplonun adeta tek kişilik bir ordu gibi sistemin ağır ideolojik saldırıları karşısında set oluşturan Önder Apo’yu aramızdan çekip alması, sistem açısından elbette müthiş başarılı bir hamleydi. Uzun bir süreden beri Önderliğin yaşam tarzına uzak durarak kendisini dışa vuran yetersiz yoldaşlığın bu hamlenin başarısında belirgin bir rolü bulunuyordu. Tekrar da olsa altını bir kez daha çizmek gerekir: Komplo sonrasında oluşan genel kanıya bakılırsa bu durumda Önderliğin önünde durduğu baraj yıkılacak, PKK militanları her tarafı kaplayan kapitalizmin kirli sularında vaftiz edilerek sisteme yeniden kazanılacaktı. Doğrudur, belki baraj yıkılmadı ve bu anlamda beklentiler tamamen vücut bulmadı; ancak barajın duvarlarında oluşan çatlaklar, birçok sahte özgürlük anlayışının devrimci mücadele ortamına sızmasına yol açtı.
Tasfiyeci-provokatif eğilim, Önder Apo’nun PKK Hareketi için öngördüğü değişim ve dönüşümü kapitalist sisteme eklemlenme olarak göstermek için yoğun çaba harcadı. Adı geçen eğilimin bu tersinden dönüşümü başarması için geçmişi alabildiğine karalaması gerekiyordu. Çünkü kopuşu sağlatacak ölçüde ağır olumsuzluklarla yüklü olduğu somut olgularla kanıtlanmadıkça, geçmişten kopmak mümkün değildi. Kaldı ki, bu geçmiş birçok kesim ve kimse için dün kadar yakındı. Öte yandan değişim ve dönüşümün zihniyet devrimini gerektirecek ölçüde köklü olması ve kadroları böyle bir devrimi gerçekleştirme sorumluluğuyla yüz yüze getirmesi, kavrama işinin hiç de kolay olmayacağını gösteriyordu. Bu anlamda partiye gerçekten bağlı kadroların yapılması gereken değişimin nasıl olacağı konusunda erken yorumlara girişmekten kaçınması, tasfiyeci-provokatif eğilime değişimi istediği gibi yorumlama fırsatı sunuyordu. Bu eğilime göre PKK demokratik bir parti değildi. Parti saflarında farklı eğilimlerin varlığına izin verilmemesi de sözüm ona bunu kanıtlıyordu. Özellikle kadın-erkek ilişkilerinde ‘yasağı’ çağrıştıran sorunlar vardı ve demokratikleşme adına bunların giderilmesi zorunluydu. Kısacası PKK’nin geçmişte Semir provokasyonu şahsında mahkûm ettiği ne kadar parti karşıtı özellik varsa hepsine özgürlük tanınıyor, demokratik dönüşüm adına provokasyon aklanıyor, buna karşılık mahkûm edilen PKK tıpkı Semir’in yapmak istediği gibi toprağa gömülmek isteniyordu.
Önder Apo’yu arkasına almaya çalışsa da, PKK’deki değişim ve dönüşüm başlangıçta ABD’nin Ferhat-Botan çetesine dikte ettiği çerçevede gelişti. ABD’nin istemleri esas olarak üç noktada toplanmıştı: “Bir, Abdullah Öcalan’ın özgürlüğü için mücadele edebilirsiniz, bunu kendiniz için ahlaki bir sorumluluk alarak değerlendirebilirsiniz; ancak kesinlikle İmralı’yı dinlemeyeceksiniz. İki, 1 Eylül ’99 tarihinde içine girdiğiniz ateşkes konumunu sürekli kılacak ve bunu silahsızlanmaya kadar götüreceksiniz. Üç, PKK’de çağdaşlıkla bağdaşmayan yaşam tarzını değiştireceksiniz; erkeğin kadınla ilişkilenmesine özgürlük tanıyacak, bunun için bir sosyal reform projesi hazırlayacaksınız.” ABD’nin istemleri özetle böyleydi. Aslında Türkiye de PKK’nin içine yönelik ABD’nin bu iğrenç ve tehlikeli müdahalesinden haberdardı. Daha doğrusu, ABD yetkilileri PKK’yi bölme girişimleri konusundaki fikrini sorduğunda, Türkiye’den olur yanıtını almışlardı. Ancak Ferhat-Botan ihanet çetesi başarılı olacağından emin görünse bile, ABD tümüyle benzer kanıda değildi. Daha ötesine geçmeyi çok istese de, ABD’nin amacı PKK’yi bölmek, mümkün olduğu ölçüde fazla sayıda insanı PKK’den koparmak, böylece örgütü olabildiğince zayıflatmaktı. Sonuçta işbirlikçi çeteden çok, bir ölçüde ABD’nin öngörüsü gerçekleşti. PKK’ye hâkim olmayı başaramayan çeteciler safları terk edip sahiplerinin yemliğine koştular. Aynı şekilde kafa karışıklığı yaşayan çok sayıda kadro en kötü biçimde düzene savruldu.
Kendini bil, kendin ol
Elbette bu mücadelede sonucu tayin edecek olan dağ zeminiydi, dağdaki gerilla gücüydü. Gerilla düzeni içinde yer alan kadro ve savaşçı topluluğu kendi gücünü koruyup Önder Apo etrafındaki birliğini sağlamlaştırdıkça, parti de varlığını koruyup gelişimini sürdürecekti. Nitekim bu zeminde çok yönlü bir mücadele yaşandı. Hayati öneme arz eden ve öteki mücadele zeminlerinde sonucu tayin edecek olan ideolojik mücadele kesintisiz olarak sürdürüldü. Önder Apo’nun yeni sisteminin temel özelliklerini ortaya koyduğu Bir Halkı Savunmak adlı kitabı temelinde kadroların eğitimine hız verildi. Kadrolar evrene, doğaya, tarihe ve topluma ilişkin yeni bir bakış açısıyla donandı. Bu çerçevede tüm eksikliklerine rağmen zihniyet devrimini gerçekleştirmede küçümsenemez bir mesafe kat edildi. Bütün bunların toplam ifadesi olarak PKK’yi Yeniden İnşa Kongresi başarıyla gerçekleştirildi. Atılan bu adım henüz bir başlangıcı ifade etse de, özellikle gerilla cephesinde büyük coşkuya yol açtı; gerillanın komuta ve savaşçı yapısında Apocu militan ruhunu yeniden yükseltti. Öncü parti ve kadroda somutlaşan teorik donanım ve öngörü her zaman pratikte başarı kazanmanın temel koşulu durumundaydı. Nitelikçe büyümenin yolu buradan geçiyordu. Bütün bunlar yapılmasa ve böylesi kararlı bir mücadele yürütülmeseydi, Zap direnişinde zirveleşen gerilla mücadelesinin sistemi zorlayacak bir düzey kazanması da kesinlikle mümkün olamazdı.
Tasfiyeci-provokasyon eğiliminin başını çeken şahıslardan birçoğu hareketin yönetiminde yer alıyordu. 2002 yılı sonundan itibaren toplantılar yapıp sözcüğün gerçek anlamında ayrı bir eğilim olarak örgütlenmeye başlamışlardı. KONGRA GEL yapılanmasının ilk Genel Kurul Toplantısında örgütü tamamen ele geçirmek, öngörülen değişim ve dönüşümü bağlandıkları güçlerin istemleri doğrultusunda gerçekleştirmek istiyorlardı. ABD’nin yukarıda özetle ortaya koyduğumuz istemlerini kendi programları haline getirmişlerdi. Daha da önemlisi, yaşadıkları kararlaşma çerçevesinde Genel Kurul Toplantısı öncesinde hareketin Türkiye, Kuzey Kürdistan ve Avrupa zeminindeki çalışmalarını yönlendirmek ve onları kendi programlarıyla uyumlu davranır bir konuma getirmek için yoğun çaba harcamışlardı. Karşı çıkışları önlemek için de bunu bir eğilimin görüşleri olarak değil, hareketin içine girmesi gereken yeni doğrultu olarak sunmuşlardı. Elbette kendi eğilimlerini açık olarak ifade edip kendileriyle birlikte hareket etmelerini istedikleri ve ikna edip eğilimlerine kattıkları kişiler de az değildi. Doğu, Güney ve Güneybatı Kürdistan çalışmaları zaten kendi kontrolleri altındaydı. Temel sorun dağdı, gerillayı bir biçimde boşluğa düşürmek ve etkisizleştirmekti. Dolayısıyla sistemin bu yeni yetme çanak yalayıcıları önlerinde olası yegâne engel olarak dağı görüyorlardı. Bu engeli aşarlarsa önlerinde çözümü olanaksız ciddi bir sorun kalmayacaktı. Kendilerine göre öteki alanları önemli ölçüde kazanmışlardı.
Bazı sapmalar, saplantılar ve sapkınlıklar karşısında, halkın kimi insanlarda bunlara karşı gelişen ilgiyi açıklamak üzere kullandığı bir deyiş vardır: Eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürmek! Yanlış bir şeye saplantı derecesinde bağlanmak, kafasını hep onunla meşgul etmek, onun dışında bir şey düşünmemek anlamında kullanılan bu deyiş, tam da bazılarının tasfiyeci-provokatif eğilimin her şeyin çözümü olarak gördüğü ‘Sosyal Reform Projesi’ne olan yaklaşımlarını ifade eder. Bu deyiş kısmen bizim ‘virüs bulaşması’ dediğimiz durumla da benzerlikler taşır. Ancak ikinci tanım yaşanan durumun teşhisinde kanımca ilkinin izah gücüne ulaşamaz. Dolayısıyla olası tepkilere rağmen halkın bu deyişi üzerinde biraz daha durmakta yarar vardır. Halk deyişi, insanların içine girdikleri bir yanlışlığa parmak basmak ister; ama deyişteki özne ‘eşek’tir. Bununla halk, insan olan bile bile yanlışa düşmez demek ister. Kuşkusuz doğru olan da budur. Öyleyse, PKK’nin özgür yaşam konusundaki muazzam açıklığına, netliğine ve kararlılığına rağmen, Ferhat-Botan çetesinin ‘karpuz kabuğu’ misali bir yoldan çıkarma silahı olarak kullandıkları ‘Sosyal Yaşam Projesi’ne takılmak, özde değil sözde bir PKK’liliğin yaşandığını kanıtlar. Yani ‘karpuz kabuğu’ gerçek PKK’linin değil, ancak sözde partililerin aklını çelebilir. Bu da bize şunu gösterir: Tasfiyeci-provokatif eğilim Önderlik gerçeğini kavramadaki yüzeyselliği, partileşmedeki zayıflığı, bu konuda yaşanan kişilik yetmezliklerini, sistemden tam kopamama ve yeniden sistemle bütünleşme potansiyelini kendine basamak yaparak sonuç almak istemiştir.
Bizde partililik bazen çok yanlış anlaşılır; örnek bir parti militanı haline gelmek, adeta insanda var olmayan özellikler ve erdemlere sahip olmakmış gibi değerlendirilir. Bu aslında doğru temelde partilileşmeyi sekteye uğratan bir anlayıştır. PKK kendi mensuplarından insanda bulunan özellikler dışında insanüstü bir özellik aramıyor; gerçek insanda bulunan erdemler dışında bir erdeme sahip olmalarını da istemiyor. Herkesten istenen, özü itibariyle en sadece insan haline gelmesi ve en sade insan olarak davranmasıdır; bunun için de devletçi sistemin yaratımı olan yaşamdaki yapaylığı aşması, onun bulaştırdığı kirlerden arınması ve kendi doğallığıyla buluşmasıdır. Kaybeden kendisinde bir şeyler kaybetmiştir, kazanmak istediklerini de kendisinde bulacaktır. Bu anlamda parti insana ‘dışarıdan’ bir şeyler yüklemiyor, insanda var olan ama derinliklerde bir yere itilen özellikleriyle buluşturmaya ve böylece kendisi olmasını sağlamaya çalışıyor. Daha farklı bir deyişle ‘kendini bil, kendin ol’ diyor. İnsan kendisi olmaktan çıktığı için zayıf ve zaaflıdır ya da zayıflıkları ve zaaflarının tutsağı olmuştur. Bu tutsaklık da devletçi uygarlığın yaşam tarzına kazanılmasının sonucudur. O zaman tutsaklıkla özdeş olan zayıflıklar ve zaaflardan arınmak, her şeyden önce ve mutlak anlamda devletçi uygarlık sisteminin yaşam tarzından kopmayı gerektirir. Yanlış yoldan çıkmadan elbette doğru yola girilemez; devletçi uygarlık sisteminin soktuğu kölelik yolundan çıkmadan özgür yolunda tek bir adım bile atılamaz. ‘Karpuz kabuğu’na tamah eden insan işte o zaman insanlaşır.
Zincirsiz, bukağısız ve kelepçesiz kölelik
“Üçüncü yaşam dönemi, eğer adına ve özüne yaşam denilebilecekse, 15 Şubat 1999’dan sonuna kadar gidilebilecek aşama olarak ayrıştırılabilir. Belirgin niteliği, genelde devlet odaklı (-yaşamdan), özelde kapitalist modern yaşamdan kopuşla başlamasıdır.” Önder APO, insanlığın özgürlük mücadelesinde evrensel çözümün yakalanması olarak değerlendirdiği yeni dönemin belirgin niteliğini işte böyle ortaya koydu. Bunun sonuna kadar gidebileceğini söyledi ve evrensel çözüm olması da zaten buradan kaynaklanıyordu. Önderlik devletçi uygarlık yaşamından kopuşu yeni döneme başlangıç olarak değerlendiriyor, ancak bununla yetinmeyip aynı yaşam tarzının içinde sayılabilecek kapitalist modern yaşamdan kopuşun olmazsa olmaz gerekliliğini özellikle vurguluyordu. Klasik köleci devlet uygarlığının yaşam tarzı aşılmıştı, feodal uygarlığın yaşam tarzı da büyük ölçüde aşılıyordu. Dolayısıyla asıl sorun verili yaşama damgasını vuran ve insansızlaşmaya doğru yol alan kapitalist modern yaşamdan kopmayı başarmaktı. Bu noktaya yapılan vurgunun temel bir nedeni buydu. Zincirsiz, bukağısız ve kelepçesiz kölelik: Kapitalist modern yaşam tarzı işte budur. Bu yaşamın içindeki insan zincire vurulmaksızın da köle olarak yaşayabilecek kadar özgürlükten uzaklaştırılmıştır. En tehlikeli kölelik sistemi olması işte buradan kaynaklanır. Tehlikesinin de ötesinde, onun insanı dehşete düşüren yanı, özgürlük sunuyormuş gibi algılanıp büyük bir heves ve istekle yaşanmasıdır.
“Yaşam ya özgür olacak, ya hiç olmayacak”
Önder Apo’daki en büyük derinleşme özgürlük çizgisinde sağlanan derinleşmedir. Geçmişte devlete sahip olmak, iktidarı ele geçirmek ve bunu da savaşarak başarmak özgürlüğe götüren yol olarak düşünülüyordu. Bağlandığımız özgürlük idealiyle çeliştiği için bunun bizi devletçi sistemin uzantılarına dönüştürme ve PKK Hareketini sistemin bir mezhebi haline getirme tehlikesi vardı. Gerçekleştirilen üçüncü doğuş bu tehlikeyi en azından çizgi düzeyinde bertaraf etti. Bunu sağlatan da Önder Apo’nun özgürlük idealine sınırsız ve sonsuz bağlılığıydı. Nitekim Önder Apo, Demokratik Uygarlık Savunması’nda, “Yaşam ya özgür olacak, ya hiç olmayacak ilkesine bağlılığım, doğuştan ölüme veya sonsuzluğa kadardır” diyordu. Uçurumun başındaki insana uçmasını sağlayan kanat taktıran ve insanın beynini felç eden koşullarda bile kanatlı düşünmesini sağlattıran bu önünde durulamaz özgürlük tutkusudur. Kapitalist modern yaşamın içindeki insan özgürlüğe en uzak ve en yabancı insan olduğu için bu gerçeği kavrayamaz. Buna karşılık Önder Apo’nun yaşam pratiği ve özellikle onun İmralı safhası, özgürlüğe kenetlenmenin nasıl mucizevî sonuçlar doğurduğunun dolaysız kanıtlanmasıdır. Kapitalist modern yaşamdan kopuşun özgürlük yoluna girişin ilk adımı olduğunu bir başkası değil, özgürlüğü insanlık için hayal olmaktan çıkarıp yaşamın gerçeği haline getirecek bir sistem oluşturup insanlığa armağan eden Önder Apo söylüyor. Üstelik bunları sevinçle haykırıyor. “Kürt teşisi dönüyor… Kürdistan halkının demokratik çözüm projesi heyecan veriyor” diyor. Yakalanan evrensel çözümün bu projenin Kürdistan’dan başlayarak uygulanmasıyla hayat bulacağını ve bunun neolitik devrimin günümüz tekniğiyle birleştirilerek yeniden yaşamsallaştırılması anlamına geldiğini bize anlatmak, bizi de kendi sevinci ve heyecanına ortak etmek istiyor.
Peki, Önder Apo’nun yol arkadaşları iddiasında olanlar, yani bizler O’nun bu sevinç ve heyecanını ne kadar paylaştık? Özellikle heyecan verdiğini söylediği demokratik çözüm projesinin hayata geçirilmesinde öncü düzeyinde sorumluluk yüklenmeleri istenen kadının ve gençliğin tutumu ne oldu? Öncülük rolüne ne kadar sahip çıkıldı? Bu sorumluluk temelinde proje hangi ölçüde hayata geçirildi? Kuşkusuz burada sözünü ettiğimiz kadın halk kapsamı içinde ele aldığımız Kürt kadını değildir. Paradigma değişimiyle birlikte yaşanan kritik geçiş sürecinde birçok kesimde bireysel kaygılar öne çıktığı halde, eğer Kürt halkının kendi Önderliğine bağlılığında en ufak bir sarsıntı olmamışsa, bu esas olarak Kürt kadınının kendi tarihinden devralıp getirdiği o soylu özgürlükçü duruşunun eseridir. Tutarlı bir öncü kadro bu soylu kadının ayaklarına türap olmayı en büyük onur sayacaktır. Ve elbette kadın özgürlük hareketi özünde bu kadının hareketidir. Dağdaki kadın gerilla da bu soru’nun muhatabı değildir. Buradaki soru’nun asıl muhatabı, gençliğin yanı sıra, esas olarak legal sahada kadın özgürlük hareketi adına konuşma hakkını kendilerinde bulanlardır, kadın kadrolardır. Soru bu arkadaşlara yöneltiliyor: Sizden isteneni ne kadar yerine getirdiniz? Büyük çözüm döneminin heyecanını ne kadar yaşadınız?
Dürüstçe verilecek cevap bu sevinç ve heyecanın paylaşılmadığı, en azından yeterince paylaşılmadığı, öncülük rolünü üstlenmenin uzağında kalındığı, lafzından söz edilse de özünden uzak durulduğu doğrultusunda olacaktır. Daha önce de değinildi: Tasfiyeci-provokatif eğilim KONGRA GEL Birinci Genel Kurulu’ndan çok önce legal sahaya el atmış, burada kendi eğiliminin kadrosunu oluşturmaya çalışmış, genelde kadrolarda bir kafa karışıklığına ve muğlâklığa yol açmıştı. Ömrünün yirmi yılını en acımasız işkence koşullarında geçiren kadrolar bile bundan nasibini almışlardı. Onlardan bir kesimi bile kendilerini kopuşa götürecek ölçüde yanlış temelde bir geçmiş sorgulamasına girişmişlerdi. İnkârcılık zaten bu eğilimin temel özelliklerinden biriydi ve bu tehlikeli hastalık şu veya bu ölçüde herkese bulaşmıştı. Ortam kişilik zaafları ve zayıflıklarının kendilerini dışa vurup boy vermeleri için adeta gübrelenmiş toprak gibi elverişli bir zemin sunuyordu. Bu duruma müdahale edecek birileri de yoktu. Onun da ötesinde Genel Kurul sonuçlanmış, KADEK şahsında PKK feshedilmiş, toplantının en temel belgesi sayılan ‘Sosyal Reform Projesi’ onaylanıp alelacele her yere ulaştırılmıştı. Zayıf ve zaaflı kişiliklerin hemen bunun üzerine atlayacakları kesindi. Özgür yaşam ölçüleri ve parti militanının özellikleri bir tarafa atılmıştı. Özgürlük ve ölçü bir artık bir kişisel yorum sorunuydu; isteyen PKK ölçülerini de esas alabilirdi, bunun önünde engel yoktu. Ama herkesten bu ölçüleri esas almasını istemek özgürlüğe aykırıydı. Geçmişte PKK herkese kendi ölçülerini dayatarak demokrasiyi ihlal etmişti. ‘Sosyal Reform Projesi’ bu ihlale son verip demokrasiyi yerleştirecekti. Provokatörler böyle söylüyorlardı. Özcesi tasfiyeci-provokatif eğilimin örgüte yerleştirmeye çalıştığı demokrasi, mahkûm edilmiş PKK’nin yok oluşu üzerinde vücut bulacak bir demokrasi olacaktı.
Komplo sonrasında yaşananlar göz önüne getirildiğinde, yukarıda Önderliğin bir çözümlemesinden yapılmış olan alıntı, adeta bir kehanetin doğrulanması olarak insanı dehşete düşürüyor: “Bu davada ağır bir yenilgi kendisini kapıya dayattığında, ‘Bize bireysel yaşam yolu açıldı’ diyemezsiniz. Ben bu tehlikeyi açıkça görüyorum. Yenilgi kapıya dayandığında yüreğiniz rahatlıkla kendini yaşatacağını sanıyor!” Öncelikle bu değerlendirmenin uluslararası komplonun uygulamaya konuluşundan kısa bir süre önce yapıldığını belirtmek gerekir. Büyük bir duygu dehasına sahip olan Önder Apo, belli ki komplonun geleceğini daha önceden sezmişti. Uluslararası devletçi sistem bu komployla Kürt halkının özgürlük davasına ‘büyük bir yenilgi’yi tattırmak istiyordu. Beyin ve yürek, büyük davalara yönelik ağır tehditler söz konusu olduğunda, kendini paralarcasına bir isyan konumuna geçiyorsa beyin ve yürektir. Özgürlük savaşçılarının beyni ve yüreği böyledir, kendilerinden beklenen budur. İkincisi, Önder Apo’nun kendilerine hitap ettiği ve tehlike konusunda uyarıda bulunduğu insanlar en azından görünürde PKK’nin kadro ve savaşçılarıydı. Onların şahsında PKK’nin kadro ve militanları oldukları iddiası taşıyan herkese sesleniyordu. Dolayısıyla böylesi kritik bir süreçte kapıyı çalmaya hazırlanan yenilgiyi kendileri için ‘bireysel yaşam yolunun açılması’ olarak görecek kişilikler onların arasından çıkacaktı. Özgürlük davaları için gerçek tehlike her zaman için içerden gelir. Özgürlük düşmanları elbette özgürlük davalarının canına okumak isteyeceklerdir. Bunun tersini düşünmek eşyanın doğasına aykırıdır. Ne var ki, özgürlük savaşçıları da özgürlüğün yeminli düşmanlarının bu heveslerini kursaklarına tıkmakla mükelleftir. Dolayısıyla onlar başarı ve zaferin güvencesi oldukları gibi, gerçek tehlike de onlardan gelir. Asıl büyük tehlike, davanın başarısına kefil olmuş insanların, böylesi kritik süreçlerde bu kefaleti feshetmeyi anlatan ters bir duruşu ve ruh halini yaşamalarıdır.
“Yenilgi kapıya dayandığında yüreğiniz rahatlıkla kendini yaşatacağını sanıyor!” Bunun ürkütücü bir eleştiri, hatta deyim yerindeyse ağır bir itham olmadığını kim iddia edebilir? Dava yenilecek ve belki de belini bir daha doğrultamayacak, ama davanın sözcüsü iddiasındaki yürek ise kendisini yaşatacağına inanacak! Bu bir potansiyel ihanet konumunda bulunmak değil midir? Bir özgürlük savaşçısında şeref varsa ve sol göğsünün altında bir tezek parçası değil de gerçek bir yürek taşıyorsa, elbette bu tür bir ölüm kalım anında yüreğini bir bomba haline getirip özgürlük düşmanlarının tepesinde patlatmayı düşünecek, buna gücü yetmeyip yaşamak isteyen bir yüreğin de orta yerinden çatlayıp paramparça olmasını dileyecektir. Bu duruş Mazlum’ların, Kemal’lerin, Hayri’lerin, Ferhat’ların, Zilan’ların ve Halit Oral’ların duruşudur. Bu duruş, “Artık yeter, İmralı sistemiyle birlikte yaşamak istemiyorum” diyen, herkesi buna davet eden ve ‘êdi bese’ hamlesinin başlatıcısı olan Viyan’ların duruşudur. Gerçek özgürlük savaşçıları onlardır. Demek ki PKK’de böyleleri de vardı, hala vardır ve hep var olacaktır. Önder Apo bu gerçeği yadsımıyor, tersine tüm PKK kadro ve savaşçılarını bir büyük yenilgi anında onlar gibi davranmaya çağırıyor. Ama bu gerçek, potansiyel tehlikeye dikkat çekmesinin önünde engel oluşturmuyor. Yanı başında duran, doğrudan ilgilendiği, özgürlük iddialarını güçlendirip özgürlük davasının yenilmez militanları olmalarını istediği, bunun için her şeyini paylaştığı insanlara ‘Sizde bu tehlikeyi görüyorum” diyor. Fiziksel yakınlık anlamında da olsa en yakınında duran, günlük ve hatta anlık olarak müdahalede bulunduğu kadroların durumu buysa, bu olanaktan yararlanamayan kadronun durumu acaba nasıl olabilir? Birileri kalkıp da “Orada olup Önderliğin insanı yetkinleştiren eğitiminden geçmesem de, bu eleştiriler bana değil” diyebilir mi? Bir canlı tanık olarak biliyorum: Önder APO her zaman “Benim eleştirilerim en çok da bu eleştiriler benim için geçerli değil diyenleredir” derdi. Kaldı ki, Önder Apo hep an’da tarihi, kişi somutunda ise geneli ve toplumu çözümledi. Burada da yaptığı şey yine buydu.
Legal çalışmadaki kadro yaşamının her anında düşman tehdidi altındadır. Bunu yalnızca her an siyasi polisin tuzağına düşmek, bir köşe başında arkadan aldığı bir kurşunla yere yıkılmak, faşistlerin saldırısına uğramak, tutuklanmak, işkence görmek, sakatlanmak, hapse girmek ya da yargılanıp en ağır cezaya çarptırılmak biçiminde ele almamak gerekir. Bu kadro düşmanın egemenlik alanındadır ve düşman sadece örgütlü zor gücüyle değil, ideolojisiyle, sosyal yaşamıyla, kültürüyle egemendir. Kadro bedensel açıdan olduğu kadar anlam ve duygu bakımından da bir kuşatma çemberinin içindedir. Kendisini savunma konumunda bulunan kadro, böyle bir kuşatma çemberinde sağ ve sağlam kalmak için öncelikle varlığının anlamını savunmak ve korumak zorundadır. Bir devrimci açısından en onursuz ölüm varlığının anlamını yitirmesiyle gelen ölümdür. Bu anlamda böylesi bir düşman kuşatması altında kendini en etkili biçimde savunmak, ancak sağlam bir ideolojik duruşu sergilemekle mümkündür. İdeolojik duruş sahibi olmayan kadro, anlam ve duygu gücü olarak varlığını koruyamaz. İşkenceci polislerin sınır tanımayan uygulamaları altında akla durgunluk veren bir direniş sergileyen, işkencecilere diz çöktüren ve düşmanın yenilmez dediği devrimcilerin bile sistemin ideolojik ve kültürel saldırılarına yenik düşebildiklerini iyi biliyoruz. Biz nasıl yenilmezliğimizi ideolojik duruşumuza, yaşam tarzımıza ve devrimci kültürümüze bağlıyor ve bunlarla zafere gideceğimizi söylüyorsak, aynı şekilde düşman da esas olarak bu alanlardan geliştirdiği fazla fiziksel şiddet içermeyen saldırılarla sonuç almak istiyor. Dolayısıyla kadronun direnişini en çok bu noktada yoğunlaştırması gerekiyor.
Peki, legal sahadaki kadrolarımız bu duruşu ve direnişi gösterdiler mi? Hayır. Bir kere tasfiyeci-provokatif eğilim sisteme yönelme ve yeniden sisteme eklemlenmenin kapılarını ardına kadar açmıştı. Uluslararası komplonun kapsamlı ideolojik ve kültürel saldırıları ve atılamayan düzen etkileriyle birleşince, bu durum kadrolarda ciddi bir savrulmayı ortaya çıkarmıştı. Komplonun ideolojik, sosyal ve kültürel saldırılarının beşinci kolu rolünü üstlenen tasfiyeci-provokatif eğilim, bu yönüyle sadece bir çöpçatanlık hareketi değildi; parti gerçeğine karşı örgütlendirilmiş bir ideolojik, politik ve örgütsel tahrip operasyonuydu. Tahribatın hedefi parti kadrolarıydı. Adı geçen eğilim, bu operasyonu başlatmasının ifadesi olarak yeni bir kadro tanımı yapıyordu. PKK, “Kadro için hak görevdir” demişti. Bu tanım kadronun kişilik haklarının ihlaliydi. Bir birey olarak kadronun bireysel hakları vardı; evlenip aile kurma hakkı bunlardan sadece biriydi. Bireyin mutlaka bir özel yaşam alanı olacaktı ve parti bu alana müdahalede bulunmamalıydı. Kadronun kişilik haklarına saldırıyı ifade ettiği için eleştiri-özeleştiri de bir yana bırakılmalıydı. Talimat vermek kadronun iradesine dayatmada bulunmaktı ve terk edilmeliydi. Örgüt bunun yerine yönergeler çıkarabilir, kadro bu yönergelerde uygun bulmadığı hususlara uymayabilir ve uygulamayabilirdi. Kadroya belli bir ücret ödenmeli, yılda bir ay izne çıkmasına imkân tanınmalıydı. Kendi görüşünü almadan kadroyu ihtiyaç duyulan yerde görevlendirmek yanlıştı. Kadro artık proje hazırlayacak, bunu uygulamanın maliyetini saptayacak, nerede hayata geçireceğini ortaya koyup örgüte sunacak, örgüt de kendisine maddi destek verecekti. Bütün bunlarda bir ihlal gördüğünde, düzeltilmesini sağlamak üzere kadronun yargıya başvurma hakkı vardı. Burada eksik bir özetini ortaya koyduğumuz bu durumun en çok da legal sahalardaki kadrolar üzerinde etkide bulunması bir bakıma kaçınılmazdı.
Tasfiyeci-Provokasyon eğiliminin propagandaları
İblisin yeryüzündeki cisimleşmiş hali olan kapitalist devletçi sistemin yeni yetme çocukları işbaşındaydı. İblise özgü yöntemleri iyi kullanıyorlardı. Örgüt içinden kendilerine karşı bir direnişin mutlaka gelişeceğini onlar da biliyorlardı ve bu direnişi boşa çıkarmak için tedbirler almışlardı. En etkili tedbir, direnişe geçecek ve çağrılarıyla başkalarını da direnişe katacak olanları kadrolar ve halk nezdinde farklı gösterip haklarında kuşkular oluşturacak tanımlamalarda bulunmaktı. Onlar da aynen bunu yaptılar. Parti değerlerini korumak, parti ve kadro ölçülerinin muğlâklaştırılmasına ve giderek ortadan kaldırılmasına karşı koymak ve bu temelde direnişe geçme çağrısında bulunmak demek, geçmişe gömülüp kalmak, değişim ve dönüşüme karşı çıkmak, bu anlamda Önderliği reddetmek, tutucu ve muhafazakâr olmak demekti. Bu sol muhafazakâr eğilimin başını hareketin Ankara’daki oluşum sürecinden bugüne gelen eski kadrolar çekiyorlardı. Bunların yaptığı iktidar savaşıydı; uzun yıllardır alıştıkları iktidar sevdasından vazgeçmek istemiyorlar, iktidar koltuklarını terk etmeye yanaşmıyorlardı. Bu ‘Ankara çetesi’ tasfiye edilmedikçe arzulanan demokratik değişim ve dönüşümü sonuca götürmek oldukça zordu. Bunların öyle savunduklarını iddia ettikleri kutsal değerler yoktu; savundukları aslında kendi iktidarlarıydı, bugüne kadarki konumlarını yitirmemekti.
Tasfiyeci-provokasyon eğiliminin bu propagandaları kendisine yönelecek direnişi etkisizleştirmede bir tedbir olmanın ötesinde, geçmişi en çirkin tarzda karalama ve bu temelde geçmişten tümüyle kopmanın oldukça önemli bir parçasıydı. Bunu başarmak üzere kafalarda belli bir kuşku yaratmak bile nihilizmin tohumlarının ekilmesi için yeterliydi. Kuşku partiye bağlı kesimleri en azından bir ‘bekle-gör’ duruşu içine sokacak, tasfiyeciler de boş meydanda istedikleri gibi at koşturacaklardı. Önder APO en ağır tecrit ve izolasyon sürecine sokulmuştu; dolayısıyla gelişen bu olumsuzluklara müdahale edemeyecekti. Böyle bir ortamda gelişen elbette tasfiyeci-provokatif eğilimin etkileri olacaktı. Nitekim süreç kadroların ağırlıklı kesimi açısından bu doğrultuda işledi. Provokasyon sayesinde keşfedilmiş gecikmeli bir bireysellik kadroların önemli bir bölümünü kötü bir bireyciliğe savurdu. Değişme ve gelişmeyi köstekleyen dogmatizmin kalıplarını kırmak adına zakkum çiçeği misali bir açılıp saçılma yaşandı. Kişisel ilgiler ve beğeni ölçüleri hızla öne çıktı. Zevkler ve renklerin tartışılamayacağı söylendi. Özünde kendisiyle bir bütünleşmenin sağlanamadığı anlamına gelen kapitalist modern yaşam tarzına duyulan özenti kendisini en çok biçimde dışa vurdu. Gösterişe önem veren postmodern kişilik için esas olan imajdı. Değişim adına imaj her gün yeniden tazelenebilirdi. Gerçekten de legal sahadaki kadronun yönelimi postmodern tipin yaşam tarzına yönelimi ifade ediyordu. Eskinin halka değer veren, halkla kaynaşma ve gerektiğinde halkın içinde erimeyi esas alan kadrosunun yerini halka yabancılaşan, giderek halktan kopan elitist bireyci bir kadro tipi alıyordu.
Gelişmelerin genel doğrultusu biliniyor: Tasfiyeci-provokatif eğilim tasfiye edildi. ‘Sosyal Reform Projesi’ arzuladığı şekilde uygulanma olanağı bulamadı. Ancak yine de gizli sosyal reformculuk her yerde şu veya bu düzeyde ve ölçüde varlığını sürdürdü. Buna karşı en sistematik ve etkili direnişin gösterildiği ve tasfiyecileri efendilerine sığınmak zorunda bırakan dağ zemininde bile sosyal reformculuğun izlerini tümüyle silme başarılamadı. Başka sahalarda ‘bekle-gör’ tutumu içine girip nihai sonucu bekleyenler söz konusu eğilimin etkilerini taşısalar da, bu eğilim tasfiye edildiğinde hareketten kopmadılar; kendine göreliklerini koruyarak saflarda kaldılar. Ortam da bu davranışları için uygun zemin sunuyordu. İç savaşıma öncülük edecek, bu savaşımı başarıyla yürütecek, tasfiyeciliği tasfiye edip ortamda netleşmeyi sağlayacak ve kadroları yeni bir kararlaşma olgusuyla karşı karşıya getirip ölçülerle bütünleşmelerine yol açacak bir öncü kadro düzeyi yoktu ya da çok zayıftı. Doğrudan muhataplarla yüz yüze gelmedikçe, hareketin yakaladığı genel çözüm düzeyi dağ dışındaki sahalara istendiği düzeyde yansıtılamıyordu. Kadro özelliklerine ters bir duruş sergilenmesine rağmen kadro olma konumunda ısrar etmenin tehlikeleri büyüktü. Bu terslik halkın hareketten soğumasına da yol açabilirdi. Mevcut kadro tipi Müslüman mahallesinde salyangoz satan adamın konumunu yaşıyordu. Özüyle sözü arasında hiçbir uyum yoktu; dıştan modernist bir kişilik imajı sergilemeye özen gösterirken, ağzından bununla uyumsuzluk arz eden sözcükler dökülüyordu. Halk elbette bu tersliği münafıklık sayacak ve ağızlardan dökülen tatlı sözlere beş metelik değer vermeyecekti.
Her şey işin lafız kısmında olsaydı, demagoglar halkın en saygın önderleri olurdu
Şunu hiç unutmamak gerekir: PKK’nin kadro gerçeğinden kopmak, PKK’nin geçmişinden kopmaktır. PKK Hareketinin ilk kadroları hizmetine girmek üzere kendisine doğru yürüdükleri halkın huzuruna çıkmayı bir ibadet gibi ele aldılar; halkın içine girmeyi kutsal bir mabede giriş gibi gördüler. Onlar hizmetin sadelik ve arılık istediğini iyi biliyorlardı. Bu küçük amatör topluluk sözlerinden çok daha fazla duruşu, davranışları, yaşama biçimi ve adanmışlığıyla halkı kazandı. Her şey işin lafız kısmında yoğunlaşmakla sınırlı kalsaydı, demagoglar halkın en saygın önderleri olurdu. Nitekim işin laf bölümü söz konusu olduğunda, bu işi onlardan daha iyi yapabilecek kimseler çoktu. Bunlar işin teorisini daha iyi yapıyorlardı ve abartmasız gerçek buydu. Buna karşılık PKK’nin bu ilk kadrolarının dilleri yeni çözülmüştü ve bu yüzden anlatmak istediklerini belki de iyi anlatamıyorlardı. Ancak halk arifti ve onların neyi anlatmak istediklerini anlıyordu. Düşünün: Giyimdeki bir aykırılık, saç kesimindeki bir farklılık bile kişinin ilgisinin nereye yöneldiğini gösterir. Bu anlamda basit bir mimiğin bile anlatmak istediği bir şey vardır. Halk bütün bunları ciddiye alır, ölçüp biçer ve ona göre karar verir. Halkı önüne ne konursa yemeye hazır yılların açlar topluluğu olarak görenler kendilerini aldatıyorlar. Halkın kadroda aradığı şey, ağzından dökülecek birkaç doğru sözden önce kişiliğindeki bütünlüktür. Örneğin kadroda ilgi bütünlüğü var mı? Tüm ilgisini genel dava üzerinde mi yoğunlaştırıyor, yoksa ilgisinin bir bölümü başka alanlara mı kayıyor? Sevgisini tümüyle sevdiğine adanmak tarzında mı sergiliyor, yoksa burada bir parçalanmayı mı yaşıyor? Sorular daha da çoğaltılabilir. Ancak bu kadarı yeterlidir.
İki şey birden sevilmez, tersini iddia etmek ikiyüzlülüktür. Sevgi bütünlük ister, parçalama sevgiyi katletmedir. Özgürlüğün başkalarına adanmak olmasının anlamı da budur. O hayatlarını genel ve özel tarzında parçalayıp “Kimse benim özel yaşamıma ve ilgilerime karışamaz” diyenler sahtekârlığın ve şarlatanlığın temsilcileridir. Bu sahtekârlık, kişilikteki parçalanmışlığın dışa yansımasıdır. Ne yazık ki sömürgeciliğin ağır tahribatları altında bulunan toplumsal zeminin derin etkilerini yaşayan Kürt kişiliğinin en belirgin özelliği de bu parçalanmışlıktır. Parçalanma, bir bakıma her şey olmak isterken hiçbir şey olamamadır. Söz gelimi adam kapitalist bireyciliğe özenir, ama aslı karşısında bir kopya değeri bile taşımaz. Türkleşme yoluna girer, ama benzeşmek istediğinin gözünde yine de ‘kıro’dur. Devrimci olmak ister, ama düzenin yaratımı olan zaaflar ve zayıflarının küçük bir maketidir. İkisinden birinde karar kılamaz, birini olumlayıp ötekine hayır diyemez. Bunun için de nerede olursa olsun dışlanmışlık duygusunu yaşar. O bir güzel olanın arayışçısı değil, adeta çöplükler bulup karıştırmak isteyen biridir. Bu tutarsızlığın taşıdığı patolojik karakter yapısıyla bağlantısı vardır. Güzel olanı arayan, kirleri arındırmak ve çöplükleri temizlemek gerektiğini bilir. Çöplükleri eşeleyip pis kokulara tanık olduktan sonra, burası da temiz değilmiş diyerek yeni çöplüklere yönelen biri gerçekten de patolojik bir tiptir. Yinelemekte yarar var: Sevgi adanmışlıktır, adanmışlık hizmettir, hizmet arılık ve temizliktir, hizmetine girdiğini geliştirip güzelleştirmek ve onunla birlikte gelişip güzelleşmektir. Bunun tersi, insan hayatını paramparça eden kapitalizmin çöplüklerinde yaşam arayışına götürür.
Bilişim ve iletişim çağında yaşıyoruz. Birilerinin yanı başında bulunmasanız da televizyon var, bu bile size ekranlarda gördüğünüz kişi sanki sizin yanınızdaymış duygusunu vermeye yetiyor. İzlediğiniz kişinin fiilen yanınızda olmamasının doğurduğu bazı sonuçlar var: Öfke duyuyorsanız öfkeniz sizinle sınırlı kalıyor, seviniyorsanız sevincinizi kendisiyle paylaşamıyorsunuz. Yani duygularınızı izlediğinize doğrudan yansıtamıyorsunuz. Daha da ötesi, yanlış gördüğünüz şeylerine anında müdahale edemiyorsunuz. Örneğin ekran karşısına çıkan birileri eylem öncesi bir açıklama yapıyor; ama açıklama yapanın podyuma çıkmayı mı, eylem alanına girmeyi mi düşündüğünü bir türlü kestiremiyorsunuz. Esas aldığınız bir ölçü varsa ister istemez karşılaştırma yapma yoluna giriyorsunuz. Ölçü aldıklarınız özgürlük uğruna bedenini ateşe verip kömüre dönüştürüyor, buna karşılık bir diğeri ise kendi bedenini süslenme nesnelerinin sergilenme alanı olarak değerlendiriyor. Güzelliği burada buluyormuş gibi davranıyor. İlkinin örneği, ruhsal güzelliğin insan bedeniyle mükemmel uyumunun eşsiz timsali olan Viyan’dır. O özgür yaşamak isteyen her insanın önünde huşu içinde secdeye yatacağı bir özgürlük tanrıçasıdır. İkincisiyle arasında benzerlik değil tam bir karşıtlık söz konusudur. Karşılaştırmada Viyan sahi olandır, öteki sahtedir; Viyan gerçeğin, öteki yalanın ifadesidir. Eleştiri çok ağır gelebilir, ancak bu eleştiriyi yapmak Viyan’a bağlılık ve saygının gereğidir. Viyan esas alınmalı, öteki terk edilmelidir. Kuşkusuz kimseden bedenini yakıp kül etmesi istenmiyor. Viyan tekrarlanamaz, böylesi bir girişim Onu hiç anlamamak olur. Viyan’da görülmesi gereken sınır tanımaz özgürlük aşkıdır, Özgürlük Güneşi’ne kenetlenmektir, köleliğe artık yeter demektir. Viyan’ı anlamak demek, söze yitirdiği değerini iade etmek, anlam ve duygu gücünü zirveleştirmek, devletçi uygarlık sistemine en ağır yenilgiyi burada tattırmak demektir.
Bu gerçeği kapitalizmle bağlantısı içinde ele alıp izah etmek de zor değildir. Hiçbir sistem kapitalizm kadar genelde insanı ve özelde kadını bu ölçüde köleliğe alıştırmamış, bu anlamda içselleştirmemiştir. Kapitalizm köleliği genelleştiren, derinleştiren ve içselleştiren en vahşi sistemdir, insansızlaştıran bir sistemdir. Kapitalizmin eseri olan köleliğin mevcut düzeyinden daha ötesi düşünülemez, insanlık bundan daha fazla düşürülemez. Bu sistemin devletçi uygarlık sisteminin çözülme ve çöküş aşamasını oluşturmasının nedeni de budur. Önderlik, kadının kapitalizmde sistemin bir özetini yansıttığını söyledi. Bunun bir başka anlatımı, köleliğin en fazla da kadında derinleştirilmiş ve içselleştirilmiş olduğudur. Bu sistemde kadın ruhsal, düşünsel ve bedensel olarak paramparça edilmiştir. Parçalanan kadın bedeni, her parçasının bir fiyat konup satışa arz edildiği bir metalar toplamıdır. Ses ve süs alanındaki gelişme, bu metalara talebi arttırmak ve fiyatı daha fazla yükseltmek içindir. Kapitalizmin kadın köleliğine eklediği en önemli şey ses ve süsteki bu gelişmedir. Bizde sıkça eleştiri konusu yapılan ve aşılmasına çalışılan pazarlama olgusunun anlamı budur. Köleliğin kendisinde içselleştiği kadın, metalaşmayı benimsemiş kadınla aynıdır. Böyle bir kadın bir meta olarak elbette kendisini pazarlamaya, başka bir deyişle kendisini alıcısı konumundaki erkeğe beğendirmeye çalışacaktır. Süslenme, değerli bir metanın göz alıcı bir ambalaja kavuşturulmasıyla aynı anlama gelir. Moda bu ambalajlamanın en etkili yöntemlerinden biridir. Bu belirlemelere kadına bir küfür ve hakaret olarak bakmak, kapitalizmi aklamaya çalışmaktır. Kadına ve onun şahsında insanlığa en ağır küfür ve hakareti yapan kapitalizmdir. Kadının büyük öfkesi kapitalizme yöneltilmelidir. Yeni toplumu yaratmanın öncüsü olmak da bunu gerektirir.
Güdüselliğe bağlanmış insanla tüketim toplumu arasında sıkı bağ var
Tüketimi çılgınlık derecesine vardıran bir sistem olarak kapitalizmin uygun fiyatla elden çıkarmak istediği hemen her metanın içine bir parça cinsellik kattığını söylemek yanlış olmasa gerekir. Tüketim ve kullanım eşyalarında satışları arttırmak için yapılan reklâmların hangisinde kadın çekiciliği ya da cinselliği yoktur? Zaten çılgınlık düzeyinde kışkırtılıp tüketilen veya tüketimi arttırmakta kullanılan bir olgu da cinsel güdüdür. Bunun objesi de yine kadındır, kadının cinselliğidir. Kendisiyle en küçük bir ilgisi bulunmayan bir eşyanın satış reklâmında bile kadının kullanıldığını nasıl görmezden gelebiliriz? Tıraş bıçağından lüks arabaya, bisküviden losyona, peynir çeşitlerinden apartman dairesine kadar her metaa cinsellik enjekte edildiğinde daha erken ve uygun fiyatla satılacağına inanılır. Bu yaklaşımda kadın bir promosyon aracıdır. Bu işe uygun kadınlar yüksek ücretler –daha doğrusu fiyatlar- ödenerek reklâm sektöründe istihdam edilir. Reklâmlarda en yüksek fiyatla kullanılan kadın en değerli, hatta en özgür kadın olarak yansıtılır ve öteki kadınların benzeşmek isteyeceği bir idole dönüştürülür. Oysa o bir metadır, ötekilerden yegâne farkı fiyatının çok daha yüksek olmasıdır. Meta, yüksek ya da düşük olsun, belli bir fiyatı olan bir şeydir. Fiyatı olan her şey, etiketindeki rakam hangi ölçüde yüksek olursa olsun, yine de bir alıcı bulabilir. Dolayısıyla meta birinden bir diğerine aktarılan bir şeydir. Sistemin kadını bu metalaştırıp eşyalaştırması gerçeği karşısında insan kendi kadın yoldaşlarının biricikliğini ve özgürleşmede kat ettikleri büyük mesafeyi düşünmeden edemiyor. Bütün bir sistem varını yoğunu ortaya dökse bile, bizim tek bir kadın yoldaşımızı satın alamaz. Özgürlük budur işte! Özgürlük paha biçilemezliktir; üzerindeki rakam onlarca sıfır içerse bile, boynunda bir fiyat etiketiyle yaşamamaktır.
Güdüsellik denildiğinde akla sadece cinsellik güdüsünün gelmesi yanlıştır. Yine güdüsellik ile güdü de aynı şeyler değildir. Güdüleri asla yok sayamayız. Güdüler canlılığın bir parçasıdır, canlı varlık olarak insanın ayrılmaz bir gerçeğidir. Akıl ve duygu gücüyle birleştiğinde güdüler güç kaynaklarına dönüştürülebilir. Örneğin açlık güdüsü bizi emeğin en yüksek üretkenlikle değer yarattığı, bu değerlerin toplumsal yaşamın hizmetine sokulduğu ve bireyin bunlardan ihtiyacına göre payını aldığı adil bir ekonomik sistemin kuruluşuna götürebilir. Korku güdüsü bizi örgütlenmeye, örgütlü mücadele vermeye ve halkımızın özgürlüğünü kazanmaya yöneltebilir. Öteki güdüler için de benzer şeyler söylenebilir. Ancak kapitalizmin yaptığı şey bu değildir; onun kışkırttığı güdüsellik bundan çok daha farklı bir şeydir. Bir kere bu güdüsellik güdülerin aklın rehberliğinden yoksun kılınmasıyla ortaya çıkar. İnsanın anlam arayışı çarpıtılmadan, insanın gerçeği algılama yetisi sakatlanmadan ve insanın duyguları köreltilmeden kendisini güdüselliğe bağlamak zordur. Dolayısıyla insanı güdüselliğe bağlı kılmak bilincin devre dışına çıkarılmasıyla mümkündür. Kapitalizmin özellikle postmodern aşamasının insan tipi bu tarzda güdüselliğin egemenliğine giren bir tiptir.
Güdüselliğe bağlanmış insanla günümüzün tüketim toplumu arasında sıkı bir bağ vardır. Tüketim toplumu insanın arayışlarının çarpıtılarak sistemin özenle hazırladığı kanallara akıtılması üzerinde vücut bulan bir toplumdur. Bilindiği gibi arayış hemen her zaman yeninin arayışıdır. Güdüsel insan da arayışları olan insandır. Bilincin kılavuzluğunu dışlayan bu arayışlar, esas itibariyle güdülerin anlık tatminine yönelmiş olmak gibi bir özellik taşır. Aslında güdülerin tümü açısından bu böyledir. Her şeyde daha fazla tatmin hissi, daha değişik bir tat, daha farklı bir çeşni, daha özel bir görüntü, daha önce duyulmamış bir ritim vb. şeyler bireyin arayışının da genel çerçevesini çizer. Gerçek arayış hayallerin sürüklediği arayıştır, mevcut zaman ve mekânın uzağına yöneltir. Buradaki arayış ise güdülerce yönlendirilmenin ürünüdür ve aradıklarını reel gerçekliğin içinde bulmaya çalışır. Reel gerçeklik, her şeyin meta haline getirilip bireyin ‘hizmetine’ sunulduğu pazar gerçeğidir. Değişiklik ve yenilik arayışına cevap verecek her şey burada mevcuttur. Daha fazla meta daha fazla tüketim imkânıdır, daha fazla tüketim pazara sürülmek üzere daha fazla ve özellikle daha çeşitli mal üretmek demektir. Bu açıdan tüketim toplumu, daha fazla kâr için kendisini daha çok ürün satmaya zorunlu hisseden kapitalist sistemin yaratımı olan ve güdüselliğe bağlanmış insanlardan oluşturulan bir öğütme makinesidir; öğüttüklerinden geriye sadece çöp dağları bırakan bir fabrikadır.
Yalçın Küçük Hoca’nın hoş ve anlamlı bir sözü vardı: “Öküz dağa bakarken çayır görür, insan dağa baktığında güzellik görür” demişti. Öküz, Çin’i ziyaretinden dönen Süleyman Demirel’di. Uçaktan iner inmez basına yaptığı açıklamada, Çin’de büyük bir pazar gördüğünü söylemişti. Tüketim toplumunun insanı da pazara baktığında yonca çeşitlerindeki zenginliğe tanıklık eden bir varlığa indirgenmiştir. Bakmak bilincin oluşumunun ilk adımıdır: Bakıp görmek, gördüğünü algılamak, algıladığını hafızasına yerleştirmek ve kavramlaştırmak bilincin gelişimini anlatır. Örneğin tatlı, acı, ekşi, mayhoş gibi tanımlamalar da birer kavramlaştırmadır; ama bilincin oluşumu için son derece yetersizdir. Postmodern kişiliğin tanımlamaları genellikle bu çerçevede seyreder. Derinliği yakalamak bilincin ihtiyaç duyduğu bir şeydir. Oysa güdüsel olan bu derinliğe ihtiyaç duymaz. Onun için önemli olan yüzeyde yansıtılandır, görüntüdür, biçimdir. Öz önemsizdir ya da geriden gelir. Oysa bilinç özü yakalamaya çalışır. Kuşkusuz biçim önemsiz değildir, gerçekte öz ile biçim birbirinden ayrılamaz, yani öz kendine uygun biçimi bulmakla yükümlüdür. Bu anlamda biçim özün yuvasıdır. Öz kendisini biçimde gösterir. Kişi göründüğü kadardır.
Ortamımızın postmodern yaşam tarzına kapılmış kişiliklerle dolduğunu söylemek doğru değildir. Bizim gerçekliğimizde bütün bunlar esas olarak özenti biçiminde kendisini dışa vurur. Kürdistan gerçeğinde toplumun ezici kesimi açısından tüketim toplumunun insanına özenti duymanın katlanılmaz bir durum olduğu kesindir. Özenti daha çok gençler arasında görülür. Özenmek özenilenin biçimine bürünmektir. Giysilerinin onunkine benzemesini arzular, saçlarını onunki gibi kestirir, onunki gibi sakal bırakır. Saç modeli, küpesi, kolyesi, yüzüğü, bileziği ve fuları onunki gibi olsun ister. Genelde gençler açısından bunlar bir ölçüde mazur görülebilir, kabul edilmese de anlayışla yaklaşılabilir. Hiç kabul edilmemesi gereken şey, kadroların böylesi bir özentili yaşama meyletmesidir. Belli bir süre dağda kalıp sonra legal çalışmalara katılan kadrolarda bu eğilimi görmek çok daha acı ve ürkütücüdür. Örneğin bir kadronun alt dudağının altında bir parça sakal bırakması çirkin bir şeydir. Yine bir başka kadronun küpe takması, boynunu takılarla doldurması, saçlarını her gün değişik bir renge sokması gibi ilgisinin başka alanlara kaydığını gösteren davranışlar özgürlükçü bir militanın duruşuna terstir. Önder Apo küpenin, hızmanın, halhalın, gerdanlığın kölelik alametleri olduğunu söyledi. Kadının burnunda ve kulağında delikler açıp kölelik halkaları takan efendisi olarak erkektir. Kölelikte yaşanan yumuşama ve aynı anlama gelmek üzere kölelikteki derinleşme bunların süs eşyalarına dönüştürülmesinin de yolunu açtı. Üst toplum insanından farkı belli olsun diye köleler için kullanılan iğrenç işaretler, özellikle kapitalizmle birlikte muazzam bir pazar değeri kazandı. Bunun köleliğin kapitalizmdeki korkunç içselleştirilmesiyle bağlantısını görmemek için özgürlük iddiasının sahibi olmamak gerekir…
İdeoloji yaşamın kendisidir, nasıl yaşadığınızdır
Bütün bu olumsuzlukların ana nedeni tutarlı bir ideolojik duruşun sahibi olmamak, sağlam bir ideolojik doğrultuya girmemek, ideolojik kimlik sahibi olmanın kadrolaşmanın önkoşulu olduğunu bilmemektir. İdeoloji yaşamın kendisidir, nasıl yaşadığınızdır, neye ilgi duyduğunuzdur, neyi kabul edip neyi reddettiğinizdir, halka nasıl yaklaştığınızdır, halkımızla bütünleşme yeteneğinizdir, bu halkı örgütleme gücünüzdür. İdeoloji özellikle kapitalist modern yaşam gerçeğine karşı kararlı duruşunuzdur, ondan kopuşunuzun gerçekleşme düzeyidir. Yoksa ideoloji bir kuru laf kalabalığı değildir. İdeolojik tutarlılık günlük ve anlık yaşamda somutlaşır. İdeoloji ölçüdür, bu ölçülerle uyum içinde bulunmak ve onların cisimleşmiş abidesi olarak yaşamaktır. Legal sahalarda ölçülerin muğlâklaştırıldığı, bunun da ideolojik doğrultunun yitirilmesi anlamına geldiği inkâr edilemez. Öyleyse öncelikle yapılması gereken şey gerçeğimizle karşıtlık arz eden yaşam duruşlarına ‘êdi bese’ demek, ideolojik netliği yakalamak, bunu da ‘nasıl yaşamalı’ sorusunun cevabı olarak kendi yaşam pratiğinde somutlaştırmak olmalıdır.
Biz bir yol hareketiyiz. Önder Apo’nun da özünde bu yola işaret ederken söyledikleri bizim için bugün çok daha derin bir anlam taşıyor. Biz bu yolda “…kadınlar ve erkekler olarak yaşamın en ateşli imtihanlarından geçerken, birbirimize eşitlik ve özgürlük sözü verdik. Bu sözün ancak özgür bir ülke ve demokratik bir toplumda gerçekleşebileceğine ant içtik.” Bu söze ve yemine bağlılığımızın tavsamasına asla izin veremeyiz. Bugüne dek yaşanan Newroz’lar içinde en görkemlisi olan 2008 Newroz’u halkımızın büyük bir özgürlük devrimini yaşadığına tanıklık etti. Bu durum da gösteriyor ki, söze bağlı kalınmıştır. Ancak onu gerçekleştirmek üzere daha almamız gereken uzun bir yolumuz vardır. Kürt toplumunu demokratikleştirmenin de, Kürdistan’ı özgürleştirmenin de koşulları hiçbir zaman bu denli elverişli hale gelmedi. Koşulların elverişliliği bir yana, bunlar anı anına gerçekleştirmemiz gereken görevler olarak bizleri beklemektedir. Bundan başka bir işimiz, kaygımız ve tasamız olamaz. Bu anlamda kendi kararlılığımızı halkımızın kararlılığının çok daha üstüne çıkarmalı, hizmette öncülüğe layık olduğumuzu halkımıza da gösterebilmeli, bütün dünya birleşip üzerimize gelse bile yenemeyeceği bir devrimci duruşun temsilcisi olmalıyız…
Bütün bunlar anlamlı çağrılardır. Rehin tutulan Önderliğimizi haydut-devletin elinden kurtarmak, Onunla Özgür Kürdistan topraklarında buluşmak ve Viyan yoldaşın gerçekleşmeyen özlemi olarak ifade ettiği gibi başımızı Onun göğsüne dayayıp derin bir oh çekmek için yapılan çağrılardır. Bu çağrılar büyük bir özgürlük devrimi gerçekleştiren halkımızı örgütleme ve demokrasiyi kurma hedefine kilitlenmiş çağrılardır. Bu çağrılar Zilan gibi, Viyan gibi, Sorxwin gibi soylu özgürlük tanrıçalarının öncülük ettikleri ve yol gösterdikleri kadın rengini taşıyan bir dünyayı yaratma mücadelesine katılma çağrılarıdır.
Çağrı özgürlük yolu yürüyüşüne daha büyük bir coşku ve heyecanla katılmayı sağlamak ve herkesi bu yola katmak için yapılır. Yolumuz açık olsun demiyorum, çünkü yol açıktır, çünkü bu yol Önder Apo’nun yoludur. Eksik olan yürüyüşe geçmek, yürüyüşün temposunu sürekli arttırmak ve Demokratik Özerk Kürdistan’ı kurmaktır. Öyleyse iş başına!