Türk devlet yönetimi ve ordu gücü, uluslararası güçlerden de aldığı destekle Güneyli güçleri önlerine katarak sınırötesi bir operasyon başlatmışlardı. Sandeviç operasyonu demişlerdi ismine. Gerilla güçlerini çepeçevre kuşatmış, adeta bir sandeviç gibi her yerden yiyerek bitireceklerdi güya… Operasyon Güney Kürdistan’daki üs alanlarımızın tamamını kapsıyordu. Savaş üç ana cephede şiddetli bir şekilde başlamış ve sürüyordu. Bu ana cepheler Çukurca, Xakurkê ve Haftanin’di. Ancak ana cephelerin dışında da savaşın sürdüğü yerler vardı. Ama genelde bu üç ana cephede yoğunlaşıyordu.
Savaş başladığında Cudi dağındaydık. Savaşın başlamasıyla, takviye ihtiyacından dolayı Güney’e (Haftanin’e) geçtik. Savaşa da orada katıldım. Ama henüz yeni bir savaşçıydım ben. Mücadeleye katılalı daha bir yıl olmuştu. Cudi’de Şehit Ahmet Rapo arkadaşın bölüğündeydim. Ve zaten onunla Güney’de süren savaşa katılmak için Cudi’den Haftanin’e geçmiştim. Haftanin’e geçer geçmez savaşta aktif rol alması için hemen bölük komutanlığı görevine getirildi. Ben de onun bölüğündeydim. Bölükteki arkadaşların çoğu yeniydi… Haftanin genelinde yaklaşık iki bin arkadaş vardı. Çoğu yeni katılımdı. Henüz eğitim bile görememişlerdi birçoğu. Ve sıcak savaş içerisinde eğitimlerini alıyorlardı. Haliyle bu durum kayıpları çoğaltıyordu.
O süreçte, Suriye’den gerillaya katılmak için gelen bir grup arkadaşın, KDP tarafından pusuya düşürülerek şehit düşürüldükleri haberini almıştık. Hepsi de silahsızdı. Hepimiz çok öfkelenmiştik. Tek düşündüğümüz şey henüz bize ulaşmadan şehit edilen arkadaşlarımızın intikamını almaktı. Başka hiçbir şey düşünemiyorduk. Bu temelde silahsız, savunmasız bir şekilde vurulan arkadaşların intikamını almak için her alanda eylemler yapılıyordu. KDP’ye ait yedi tepe düşürülmüş ve gerillanın denetimine geçmişti. Bu arada düşman, güçlerini Xakurkê ve Çukurca’dan çekip, bulunduğumuz alana, yani Haftanin’e yöneltiyordu. Xakurkê sorumlusu olan Ferhat (Osman Öcalan) KDP ve YNK ile uzlaşmış, açık olarak teslim olmuştu. Önderlik bu durumu daha sonra ihanet ve tasfiyecilik olarak değerlendirecek, V. Kongre’de de mahkum edilecekti.
Yapılan anlaşmaya göre iki cephede savaş duracaktı. Bu da, bulunduğumuz alana daha büyük bir yönelim olacağı anlamına geliyordu. Yani Ferhat yaptığı anlaşma ile Xakurkê ve Çukurca’da savaş durmuş, Haftanin’de yoğunlaşmıştı. Anlaşma dönemi çatışmalar hafiflemişti. Bu savaşın sona erdiği anlamına gelmiyordu…
Ki, Türk ordusu da tanklar eşliğinde Güney Kürdistan’a girmiş, Haftanin alanına doğru ilerlemeye başlamıştı. O günlerde bir arkadaşımız Türk askerleriyle girilen çatışmada şehit düşmüş, arkadaşın cenazesi Zaxo kent merkezine giren tanklara bağlanarak yerlerde sürüklenmişti. Bu tip olaylar hem bizim hem de Güney halkının yoğun tepki ve öfkesine sebep oluyordu.
Savaşın duracağı noktasındaki söylentilerin gerçek olmadığını anlıyorduk. Türk ordusunun silah ve asker sevkiyatının durmaması, savaşın hafiflemesi bir yana daha da şiddetleneceğini gösteriyordu. Biz bir bölük, yani yaklaşık altmışa yakın arkadaş bir tepeyi tutuyorduk. Tuttuğumuz tepe, KDP açısından da, bizim açımızdan da stratejik öneme sahipti. KDP, Türk ordusunun sevkiyatından cesaret almıştı. O yüzden savaş bulunduğumuz alanda yoğunluğundan hız kaybetmeden sürüyordu. Tabur olarak bulunduğumuz tepe, çatışmanın en ön cephesindeydi. Tepeyi bırakamıyorduk. Sabahları hava ağarırken, alana havan ve kobralarla saldırılar başlıyor, karanlık çökene kadar devam ediyordu. Ayrıca karadan da ilerleyebildikleri kadar ilerliyorlardı. İki gün kalan cephanemizle bulunduğumuz yeri savunduk. Üçüncü günden sonra orada kalmak intihar anlamına gelecekti. Çünkü cephanemiz bitmek üzereydi. Üçüncü gün artık tanklar karadan, tepeye yaklaşık bir km kadar yaklaşmışlardı. Alt tarafımızdaki cadde ise peşmerge ve askerlerle dolu arabalara ev sahipliği yapıyordu.
Artık üçüncü günden sonra, tepeyi bırakıp geri çekilmek de tehlikeli bir duruma gelmişti. Geri çekilmek için de geç kalmıştık. Çünkü karadan da kuşatılmış durumdaydık. Fedaice bir eylem kurtarabilirdi bizi belki… Ortak tartışıp karar almamız gerekiyordu. Kısa süren toplantıda çıkan karar, bir arkadaşın tepede kalıp savunma yapması ve bu süre içinde de diğer arkadaşların sağlıklı bir şekilde tepeden geri çekilmeleriydi. Böyle bir karar belki de arkadaşların -en azından bir grup arkadaşın- sağ kurtulmalarının tek yoluydu. Biraz düşündükten sonra arkadaşları savunma ve sonra da geri çekilme temelinde kendimi önerdim. Önerim kabul edildi.
Akşam karanlığı çökmeden önce, arkadaşlar hazırlıklarına başlamışlardı. Herkes malzemesini toparlamış, biraz buruk, vedalaşma vaktini bekliyorlardı. Karanlık basar basmaz tek sıra halinde, mesafeli geri çekilmeye başlayacaklardı.
Buruk bir veda…
Giden arkadaşların çoğu sanki bir daha görüşmeyecekmişiz gibi, gelip sarılarak vedalaştı. Kimisi de duygularını biraz da bastırarak ‘kendine dikkat et, başarılar’ diyerek, daha sade vedalaştılar. Sanki uzun soluklu, birbirine uzun temenniler dileyen vedalar ayrılığı getirecekmiş de, kısa vedalar kavuşma şansını artıracakmış gibi…
Gidenler arttıkça, yalnızlığım da artıyordu. Bu bana korku vermiyordu. Aksine görevimi nasıl başarıyla yerine getirip tekrardan onlara ulaşacağım üzerine düşünüyordum. Beş dakika içerisinde tepe boşaltılmıştı. Silahımı, dolu şarjörlerimi ve boş sayılabilecek çantamı da sırtıma alarak; zamanın ve bir an önce de arkadaşların sağ salim geçmelerini beklemeye başladım. Bu arada yer yer atış yaparak, yakınımızdaki güçlere henüz tepede olduğumuz, tepeyi bırakmadığımız izlenimini vermeye çalışıyordum. Aradan yarım saat geçmemişti ki bir hareket geldi kulağıma. Göremiyordum, ama hissediyordum. Bir şeyler üzerime geliyordu. Tam silahıma davranmak üzereydim ki, bir ses geldi. Şaşırdım. Çünkü bir kadın sesiydi…
‘gidemedim…’
Ses yabancı gelmiyordu, ama kimin sesi olduğunu çıkaramamıştım. Biraz yaklaşarak;
“Heval benim” dedi. Bir arkadaş gruptan habersiz bir şekilde tepede kalmıştı.
“Heval niye kaldın” diye biraz da öfke ile sordum. Arkadaşlar çoktan buradan uzaklaşmışlardı. Haber bile vermemişti onlarla birlikte gitmeyeceğine dair… Ama anlaşılan o ki beni yalnız bırakmak istememişti. Adını bile bilmiyordum. Ne kadar zorladıysam da ayrılmak istemedi oradan. İçinde bulunduğumuz savaş ve güvenlik psikolojisinden dolayı fazla konuşmadık. Zaten kızmanın, onu gitmeye zorlamanın hiç bir anlamı da kalmamıştı. Çünkü gruplar uzaklaşmış, hava aydınlanmak üzere idi. Kısa bir süre sonra çatışma sesleri geldi. Düşman güçleri arkadaşları fark etmiş olmalıydı. İçime bir kurt düşmüştü, acaba şehit vermiş miydik! (Yolda üç şehit verdiğimizi sonradan öğrenecektim. Bunlardan birisi çok eski bir arkadaş olan Welat arkadaştı.)
Uzaktan helikopter sesleri gelmeye başlamıştı. Heyecanlıydım. Tek başıma koca tepeyi tutuyordum. Birazdan belki de dünya kadar top ve mermi bana yönelecekti. Tabii bununla da sınırla kalmayacaklar, tank, helikopter ve uçaklar da tüm güçleriyle bana saldıracaktı. Ben de tepenin koruması olarak mecbur onlara karşı direnecektim. Bu düşünce beni güldürmüştü. Her ne kadar zor bir durumda olsam da içimde hiç korku yoktu. Hatta ‘hadi gelin bakalım’ diyordum.
Tepenin diğer ucundan tanklar ve asker taşıyan araçlar yaklaşmaya başlamışlardı. Saldırı her günkünden erken başlamıştı. Bir an önce tepeyi ele geçirmek istiyorlardı. Bombardıman aralıksız devam ediyordu. Fakat tepenin durumunu tam olarak bilmediklerinden fazla yanaşmıyorlardı. Biz de iki koldan ateş ettiğimiz için sayımız anlaşılamıyordu.
Türk askerleri fazla yanaşmıyordu. Mayın eşeği olarak peşmergeleri önü sürmüşlerdi. Onlar da yaya olarak bize tepeye doğru kontrollü bir şekilde geliyorlardı. Yanımdaki kadın arkadaşa kendisini korumasını sıkı sıkı tembih ettikten sonra, yolu daha iyi görebilmek ve denetime almak için uçurum tarafına gittim. Orada yanımda bulunan tüm şarjörleri harcadım.
Geri dönüp kadın arkadaşı da alarak, arka vadiden geri çekilmeyi düşünüyordum. Tam o anda kobralar geldi. Ve tüm yükünü üzerimize boşalttı. Artık gitmeliydik, bir an önce tepeyi terk etmeliydik. Amacımıza ulaşmıştık. Tepede hala çok gerilla olduğu görüntüsünü yaratmıştık. Ne asker ne de peşmergeler üzerimize gelememişti. Daha doğrusu yavaş yavaş gelebiliyorlardı. Bu da geri çekilen arkadaşlara zaman kazandırmıştı.
Kobra saldırısı sona erince, bu defa toplar başlamıştı. Fırsat bu fırsat diyerek hızla kadın arkadaşın olduğu yere koştum. Amacım onu da alarak hemen uygun bir şekilde geri çekilme yapmaktı.
Arkadaşın yanına ulaşınca, adeta dondum kaldım. Hayatım boyunca unutamayacağım olaylardan birine tanık olmuştum. Henüz adını dahi bilmediğim, ama beni yalnız bırakmaya yüreği el vermeyen, yiğit kadın yoldaşım kobralara hedef olmuştu. Şok olmuştum. Böyle duygusal bir sarsıntıyı daha önce hiç yaşamamıştım. Henüz yaşıyordu. Ama ağır yaralıydı. En kötüsü de elimden hiçbir şey gelmiyordu. Onu kurtarabilmek için. Bir nevi suçluluk duygusu ve çarelerin tükenmesinin verdiği öfkeyle, göz yaşları arasında arkadaşın başında oturup kalmıştım. Kafasını kucağıma aldım daha sonra, bir yandan saçlarını okşarken diğer yandan ona bir şeyler söylemeye çalışıyordum. Bir süre sonra yaşama veda etti kadın arkadaş. Onu tepede uygun bir şekilde sakladım. Ne yaptığımın çok da farkında olmadığımı hatırlıyorum şimdi. Sanırım içimdeki bir savunma refleksiyle hareket ediyordum artık. Silahını ve raxtını aldıktan sonra kendi boş silahımı kullanılmaz hale getirerek, oradan, sanki tanımadığım bir parçamı orada bırakırcasına, buruk, acı dolu bir şekilde uzaklaştım. Koruyamamıştım, saklayamamıştım onu ve gömememiştim.
En kötüsü ise, ismini bile soramamıştım. Kahrediyordu bu beni…
uçurum…
Peşmergeler, tepeden fazla ses gelmediğine iyice ikna olduktan sonra bulunduğumuz yere artık daha cesaretlice yaklaşıyorlardı.
Peşmergelerin bir özelliği var. Çatışmada eğer canlı yakalayabilirlerse, arkadaşlara işkence yapıyor; sanki sadece bunun için savaşıyorlarmış gibi erzak ve cephane (ve tabii ki varsa para) depolarını öğrenmek istiyorlardı. Bunun için de beni sağ ele geçirmek isteyeceklerini tahmin ediyordum. Öfkem, sağ ele geçmemi yasaklamıştı adeta… Ama öyle kolay ölmeyi de düşünmüyordum. Söz vermiştim ismini bile bilmediğim yoldaşıma. Onun ve onun gibi birçok yoldaşımın intikamını almadan ölmeyi de yasaklamıştım kendime.
Tepenin sağ tarafında bulunan ve caddeden görüntü alan uçuruma doğru ilerledim. Benim kurtuluşum uçurumdu, onların da kaybı… Ölsem de, yaşasam da uçurum benim umudumdu.
“İnsan uçurumun kenarında kanatlanır” derler ya, işte bende ya burada kanatlanacak ya da boşluğa yuvarlanacaktım. Uçurumun ucundaydım artık, sağ ele geçmeyecektim. Buna yemin etmiştim. Uçurum yere çakılmak ve parçalanmak için yeterince yüksekti. Sorun sadece kendini oradan bırakmaktı. Baktım bir süre uçuruma. Ve kendimi bir kurtuluşa bırakır gibi bıraktım…
neredeyim…
Uyandığımda nerede olduğum konusunda en ufak bir fikrim yoktu. ‘Öldüm de öbür dünya da mıyım’ gibi bir sorunun ışık hızıyla zihnimden gelip geçtiğini hatırlıyorum. Kısa süre sonra önce beynime hücum eden vücudumdaki sızılardan henüz ölmediğimi anlamıştım. Tüm vücudumda sızı vardı, fakat ayağa kalkmadığım için yaralı olup olmadığımın farkında değildim. Atlarken görüntü vermiştim sanırım, çünkü yukarıdan uzak, ama telaşlı koşturan birkaç kişilik kalabalık ses geliyordu. Arada bir Kürtçe tek tek kelimeleri seçebiliyordum. Sürünerek uçurumun dibine kadar gittim ve etrafımda bulabildiğim otlarla bedenimi kamufle ettim. Hareketsiz durduğum birkaç saat içinde sesler gittikçe azaldı ve sonunda benden, öldüğümden ya da kaçabildiğimden kaynaklı umudu kesmiş olmalılar ki ilgilenmez oldular. Düştüğüm yerin biraz ilerisi cadde olduğu için, şimdi olmasa bile ilerleyen vakitlerde görünme olasılığı halen varlığını koruyordu. Akşam karanlığı bir dost gibi etraftaki her nesneyi görünmez kılmaya başladığında, ayağa kalkıp karşıdaki ağaçlıkların arasına gitmeye ve ne kadar olacağını bilmediğim bir süre için orada gizlenmeye karar verdim. Fakat ayağa kalkamıyordum, düşmeden sonra ayağım da dahil olmak üzere sızılar hissetmiştim, bu kadarını beklemiyordum. Bir ayağıma basamıyordum. Süründüm. Sürünerek vardığım ağacın altında bacağımı kontrol ettiğimde, dizkapağının altındaki bacak kemiklerimin kırıldığını görecektim. İlk saatlerde yaralar henüz sıcak olduğundan fark edememiştim. Bu halimle hareket edemezdim. Raxtımdaki boş şarjörlerle ve belimdeki şutiğin bir bölümüyle kemiklerin kaynaşmasını sağlamak ya da en azından daha da zedelenmesini, acı vermesini önlemek amacıyla bağladım. O gece oradan çıkmam gerekiyordu. Ama yürüyemiyordum.
Bu arada, tepenin boşaldığını gören peşmerge ve askerler; yığınağı daha da içerilere ilerletmeye başlamışlardı. Bulunduğum yerden, caddeden onlarca dolu araba geçti. Tepedekileri ise uzaktan görebiliyordum. Tepeye yerleşmeye başlamışlardı. Etraftan büyük taşları bir araya getiriyor, mevzi yapıyor, uygun konumlanmayı ayarlamaya çalışıyorlardı.
Kendimi saklamıştım. Sanki caddeden gelen askerlerin kamufle ettiğim göğsümün üstündeki yaprakların iniş kalkışını fark edeceklermiş gibi, nefesimi tutmuştum… Ellerine geçseydim bana neler yapabileceklerini tahmin edebiliyordum. En ufak bir ses, bir öksürük belki çok da dikkatli olmayan askerlerin anlık dikkatini çekebilirdi. Ya da yaprakların arasındaki bir yükselti veya arada bir metrelik uzaklıkla ancak fark edilecek olan insan nefesinin yarattığı hareket… Nefesimi tutamadığımı gördüm. Bir gün ve geceyi öyle geçirdim.
İkinci gün akşamüzeri olmuştu. Bir gün boyunca, uzunca bir süreyi, yer yer uyandıysam da büyük bir bölümünü uzun bir uyku halinde geçirdim. Öğleden sonra etrafımı izleyerek ve nasıl hareket edeceğimi düşünerek geçirdim. Bu arada, sükunetin olduğu birkaç dakikalık zamanda kafamı kaldırıp etrafı kontrol etmeye, çıkış için nereleri kullanabileceğimi arayıp bulmaya çalışıyordum… Bulunduğum yerden sol tarafımda birkaç metre ileride sanki toprağın ve ağaçların birdenbire sona erdiğini seziyordum. Bir uçurumun dibinde ikinci bir uçuruma ihtimal vermemiştim. Diğer yol ise caddeydi, burayı kullanmayı zaten aklımdan bile geçirmedim. Ne olursa olsun, bu gece bir şekilde ayrılacaktım buradan… Belki de sürünerek… Akşam karanlığı yine yavaş yavaş çökmeye başlamıştı, susadığımı hissettim. Ayağımdaki kanamanın da bunda payı olmuştu.
Tahmin ettiğim gibi caddenin alt tarafı da uçurumdu. Ama daha küçük bir uçurum. Belimdeki şutikle belki buradan inebilirdim. Belimde yine şehit bir arkadaşa ait olan yirmi metrelik bir şutik vardı. Karanlık artık beni saklayabilecek kadar çökmüştü. Şutiğimi sağlam bir ağaca bağlayıp, yavaş yavaş yaralı bedenimi bırakmaya başladım. İnerken ufak tefek sesler çıkarmıştım. Ayağımın altından taşlar kayıyordu. Artık iki günlük zaman etrafta canlı bir gerillanın veya bir insanın olması olasılığını akıllarından silmiş olmalı ki; tepenin yakın çevresinde çıkan bu sesler düşmanın dikkatlerini çekmemişti.
Çevredeki birçok köyde yurtsever aileler vardı, fakat hem araziyi, hem de bu ailelerin isimlerini çok iyi bilmiyordum. Bildiğim sadece Berkare köyünden bir ailenin ismiydi. Bu ailenin reisi daha sonra zaten bizimle hareket ediyor diye şehit düşürüldü. Tabii o süreçte yaşıyordu. Tahminen bu ailenin de o köyde akraba çevresi olabileceği düşüncesi kararımı giderek netleştirdi. Ne yapıp edip o köye ulaşacaktım. Ama nasıl?
Arkadaşlardan ayrılışımın üçüncü günüydü. Şimdiden çok özlemiştim hepsini. İçime en çok dokunan duygu arkadaşlardan ayrı kalmaktı. Bir de tabii yanımda şehit düşen, ismini bile bilmediğim yoldaşımdı. Bu, günlerce susuz kalmaktan daha kötü ve acı vericiydi. Artık gündüzleri saklanıp, geceleri daha çok gündüzden yapabildiğim keşfe ve sezgilerime dayanarak ve yine sürünerek hareket ediyordum. Bitmek bilmeyen bu gündüz saatlerinde bir saniye bile uykuya dalsam, onları, arkadaşlarımı rüyamda görüyordum. İlk defa yaşadığım ve bir insanın ancak bir kere yaşayabileceği bu durum, zaten duygusal olan benliğimi daha da duygusallaştırmıştı. Mesafe almak için kullanabildiğim organlarımsa, sadece ellerim ve dirseklerimdi. Gündüz hareket edemediğim zamanın birkaç saatini, gecenin vücudumda unuttuğu dikenleri temizlemeye ayırıyordum. Su bulmam gerekiyordu. Açlık değil, ama susuzluk hareketimi engelleyen ikinci hayati sebepti. Ve bulunduğum yerden, sonbaharın o bitimsiz ve sınırsız sarılığının içinde yeşil alanlar, küçük yeşil bir toprak parçası arıyordu gözlerim.
Gündüz gizlenip geceleri hareket ederek geçirdiğim beşinci gündü. En fazla bir hafta dayanabilirdi beden susuzluğa. Bu yüzden bir taraftan köye ulaşmaya çabalarken, diğer taraftan en büyük arayışım su olmuştu. Gece pür dikkat kesilip kurbağa seslerini duymaya çalışıyordum. Bu ses su demekti. Kendi kendime gülümseyerek ‘şimdi en büyük dostum kurbağalar’ diye düşünüyordum. O an yanımda bir arkadaşım olsaydı, bunu ona da söyleyecek ve beraber gülecektik. Hayvanlar içinde en çok kurbağaları sevebileceğimi tahmin edemezdim. O psikoloji içinde kendime espriler yapıyordum. Gündüzleri hiç ayağa kalkmıyordum. Sadece görülmemek veya tehlikeli olduğu için değil, vücudumu kaldıramıyordu ayaklarım. Bunun dışında birkaç kaburgamın da kırık olduğunu sürünme günlerinde fark etmiştim. Yer yer sürünerek, yer yer emekleyerek ancak hareket edebiliyordum.
bu aynadaki de kim?
Altıncı güne girmiştim. Sürünmekten, yorgunluktan, açlıktan bitap düşmüştüm. Cebimde aynam vardı ama bir türlü bakmaya cesaret edememiştim. Yorulduğum için biraz dinleniyordum ki, bacağıma sanki iğne sokmuşlar gibi bir ağrı hissettim. Çok ağrıyordu. Ağrının nedeni anlamak için biraz doğrulduğumda, bacağımı bir akrepin soktuğunu fark ettim. İçinde bulunduğum durum yetmiyormuş gibi, bir de bacağımı akrep sokmuştu. Sanki sınanıyordum. Lanet okudum içimden akrebe. Aynı gün, uzun süredir su içmemekten kaynaklı idrarımdan kan geldiğini gördüm. Acele etmeliydim. Karanlık basar basmaz da yine kurbağa sesleri duymak için sürünmeye devam ettim.
Altıncı günün gecesi, bir buçuk saatlik yolculuktan sonra, uzaktan günlerdir aradığım o sesleri duymaya başladım. Kurbağalardı… Birden kendime gelmiştim. İlginçtir kurbağa seslerinin hiç bu kadar güzel olabileceğini düşünmemiştim. Vırak, vırag bağırışları sanki o an için dünyanın en güzel orkestrasına benziyordu. Tabii ben böyle düşünürken kurbağalar daha çok bağırmaya, başladılar. Git gide yaklaşıyordum. Sesler de haliyle çoğalıyordu. Elimle dokunduğum toprakta ıslaklık hissettiğimde saat sabaha doğruydu. Birkaç dakika daha ilerledikten sonra ses çıkarmadan yavaş akan küçük bir dereye rastladım. Kalkmadan, ağzımı suya dayayıp kana kana içmek ilk işim oldu…
Yedinci gündeydim artık… Yine kalabalık bir ağaç grubu bulup, üzerimi kamufle ederek gecenin olmasını bekliyordum. Aklıma aynam ve yüzümün hali geldi. Bugün kendime bakmak istiyordum. Aynamı çıkardım. Topraktan ve uzun süredir kullanmadığımdan netliğini yitirmişti. Elimle silip yüzümün hizasına getirdim… Kendimi tanıyamamıştım. Yüzüm, aynanın halinden daha kötüydü. Baruttan tenimin rengi kaybolmuştu. Bu halimi bir çocuk görse öcü görmüş gibi korkar, belki de bayılıp kalırdı. İnşallah ilk göreceğim insan çocuk olmaz demekten kendimi alamıyordum.
kurtuldum mu?
O geceki yürüyüşüm, daha doğrusu sürünüşüm beni bir bahçeye götürdü. Köye yakın bir bahçeydi bu…
Kaç gündür rüyamda hep köy ve bahçeleri görüyordum. Ama gözümü açınca kayboluyordu her şey. Yine bir rüya olmasından korkmuştum. Ama hayır, sebzeleri toplanmış domates ve diğer ürünlerin sadece saplarının kaldığı bir bahçeydi bulunduğum yer. Sebze fideleri artık solmaya yüz tutmuştu. İçlerinde tek tük kalmış küçük ve çürümüş domatesler, burasının ya bir köye ya da bir eve yakın olduğunun işaretiydi. Kafamı yukarı kaldırıp etrafa baktığımda, ayrıca üzüm ve incir ağaçlarını, üzerlerindeki meyveleri gördüm. Artık bahçeye birilerinin gelmesini bekleyecektim. Ama tedbirli olmalıydım. Çünkü ele de verilebilirdim… Günlerden sonra ilk kez, elimi uzatıp topladığım incir ve üzümler yediğim ilk yiyecekler olmuştu. Güneş iyiden iyiye yükselmişti, artık saklanmalıydım. Bahçe içinde ilkbahar ve ilkyaz aylarında kullanıldığı, ama daha sonradan kuruduğu belli olan bir çeşmenin veya suyun değdiği yerde açtığı boşluğa girdim. Üzerimi yine gayet büyük olan üzüm ve incir yapraklarıyla kapattım. Bu kez de kendimi Adem gibi hissetmiştim. Ama beni örten incir yaprağı bir ‘ayıp’ı değil, yaşam gerillasını saklıyordu.
Şimdi daha iyi saklanmalıydım. Çünkü köylüler veya mal sahibi, her kimse bahçeye gelebilirdi. Kısa bir süre sonra küçük bir kız çocuğunun sesiyle uyandım. Kendi çocuk dünyasına dalmış, kendi kendine bir türkü tutturmuştu. Çocuk, kardeşi mi akrabası mı olduğunu bilmediğim kendisiyle yaşıt bir diğer çocukla sayıları on beşi bulmayan koyunları otlatmaya getirmişti. Onlara görünmemek en iyisi olacaktı, korkup kaçabilirler, belki de gidip köylülere haber verebilirlerdi. İstemesem de, ilk göreceğim insanların çocuk olacağını sezmiştim önceden. Her ne kadar beni görmemelerini istesem de, bunca zaman sonra ilk kez bir insan yüzünü görmenin güzel duygusuyla, zamana müdahale etmeden orada öylece onları seyrettim. Çocuklar, bağlardan meyve koparıyorlar; koşup oynuyorlar, arada bir de koyunları gözetliyorlardı. Bir süre sonra düşüncelerim, çocuklardan arkadaşlarıma ulaşma hayallerine kaymıştı. Tekrar uykuya dalmışım. Öğleye doğru, sanırım biraz da içten gelen bir hisle gözlerimi açma gereği duydum. Hani çoğumuzun başına gelir böyle şeyler, altıncı his de denilen sezgi vardır ya, bana gözlerimi açtıran sanırım bu his oldu. Gözlerimi açmamla yaşlı sayılabilecek adamın şok geçirmesi bir oldu; anlamadığım dualar okuyor, salavat getiriyordu. Yabancı ve gerilla olmamdan çok, sanırım yüz ifadem onu böyle korkutmuştu. Ardından da bir Kelime-i Şahadet getirdi. Bu birkaç saniyelik süreçte ben de ne olduğunu, kim olduğumu; bu adamın ne yaptığını, ne yapabileceğini anlamaya çalışıyordum.
karker misin?
Biraz kendine gelir gibi oldu; Karker misin? diye sordu. Güney halkı bize yani gerillaya “Karker” derdi.
Bu arada, yeleğinin iç cebinden çeşitli ilaçlar çıkardı, hemen yan tarafta akan cılız akıntıdan birkaç yudumla haplarını içmeye çalıştı. Adamın kalp hastası olduğunu ve beni görünce, heyecandan kriz geçirmek üzere olduğunu sonradan öğrenecektim. Ona henüz cevap vermeden; “sen kimsin, kimlerdensin?” diye sordum.
Bunu hem ailesini, hem de siyasal görüşünü öğrenmek için sormuştum.
“Benim kim olduğum önemli değil!” diye cevap verdi adam geçiştirircesine. “Ben bir köylüyüm.”
“Tamam, öyleyse, ben de bir gerillayım. Gidip kimseye söylemesen iyi olur. Eğer bana yardım edebileceksen de etmeyeceksen de açık söyle” dedim.
Çatışma sırasında arkadaşlardan koptuğumu, yaralandığımı, şimdi de arkadaşlara ulaşmak istediğimi adamın yüzüne bakarak anlattım.
“Benim durumum bu, eğer yardım etmeyeceksen söyle. Ve o zaman ne ben seni gördüm ne de sen beni. Herkes kendi yoluna. Bahçenden çıkıp gideceğim. Benimle açık konuşmalısın” dedim.
Yaşlı adam duygusallaşmıştı. Ne yapacağını bilemeyen bir duygu karmaşasıyla kah benim içinde bulunduğum duruma ağlıyor, kah ciddileşip ciddi cevaplarla bana yardım sözleri veriyordu. Köylü yiyecek bir şeyler ve biraz da pansuman malzemeleri getirmek için köye doğru gittiğinde, yerleştiğim su oyuğu yerini değiştirip, ters tarafa birkaç yüz metre uzaklaştıktan sonra, ağaçların arasına gizlendim. Bunu tedbir amaçlı yapmıştım. Adamı tanımıyordum. Yaşlıca bir kadının elinde bohçasıyla bahçeye girmesi kısa bir zaman almıştı. Anladığım kadarıyla adamın eşiydi. Yanıma geldi, selamından önce gözlerindeki nem dikkatimi çekti. İçinde bulunduğum durumu anlamak için sorduğu birkaç kısa sorudan sonra alelacele elindeki bohçayı açıp getirdiklerini peş peşe önüme dizmeye başladı. O da kendisini tutamayınca, bu ailenin yurtsever olabileceğine inancım daha da arttı. Yaşlı kadın, beni başımdan öperek vedalaştığında vakit çoktan ikindiyi bulmuştu. Kadın vedalaşırken bana, “sen buradan sakın ayrılma, bizimkiler birazdan gelip seni alacaklar” dedi.
Her ihtimale karşı yerimi biraz daha ilerleyerek değiştirdim. Son cephanem olan bombam henüz elimdeydi. Eğer bir tehlike sezersem hem kendimi hem de bana saldırmak isteyenleri yok edecektim. Bu konuda oldukça kararlıydım. Yarım saat sonra, kuru yapraklardan çıkan kalabalık hışırtılarla zihnim yeniden tetiğe geçmişti. Neden bu kadar kalabalıklardı? Sorularıma cevap ararken, bana seslendiklerinde seslerindeki güvenirlik beni cesaretlendirir gibi oldu. Bir grup gençti, beni almaya gelmişlerdi. Köyde Türk askerleri ve peşmergeler konumlanmış olduklarından, kimsenin dikkatini çekmeden beni eve götürebilmek için bu kadar çok sayıda geldiklerini ve götürmek için bir plan yaptıklarını öğrendim. Planları birkaç tanesi köy meydanına giderek kavga ediyorlarmış gibi birbirlerine vurmaya başlayacaklarmış. Meydanda çıkardıkları kavga havasıyla tüm köylüler ve peşmergelerin dikkati çekilecek, herkes oraya toplanırken köyün kısmen kenarında sayılabilecek bir eve beni sokacaklar.
Öyle de yaptılar.
Evlerinde kalan çocuk ve kadınlar da, kavgayı pencereden izlemeye başlamışlardı. Erkeklerse ‘sözüm ona’ kavgayı ayırmaya gidiyorlardı. Aslında çoğunun amacı da kavgayı izlemekti. Bu arada, kah gençlerin kolunda, kah omuzlarına yaslanarak ben de eve sokulmuştum.
İyi taktikti. Ve o taktikle beni kurtarmışlardı. Yanımdaki iki delikanlı hem gururlu hem utangaç bir yüz ifadesiyle yaptıklarını sahiplenmekten çekinmemişlerdi. Yaptıklarının büyük bir iş olduğunu söylediğimde, “görevimizdir biz Kürt delikanlıları ne için varız?” diye cevap verdiler.
Geldiğim ev daha önceden adını duyduğum, bu çevrede yurtsever olarak bilinen Sadık Ömer’in akrabalarıydı. İyi bir tesadüftü. Akşam aynı gençler, ne kadar karşı çıktıysam da; beni omuzlarına alıp banyoya götürdüler. Laf geçirememiştim. Sırtımı, kollarımı bile zorla kendi elleriyle yıkadılar. Duygu olarak zorlanıyordum. Hem içinde bulunduğum durumu kaldıramıyordum, ayrıca onlara da bu kadar aşırı yük olmak istemiyordum. Toparlanıp kendime gelmem üç günü aldı. Kendi işlerimi, ancak toparlandıktan sonra görmeye başlayabildim.
O ailede on altı gün kalacaktım. Anne ve babayla aramda duygusal bir bağ gelişecekti. On yedinci gün her gece olduğu gibi haber gönderdiğim arkadaşlarımı beklerken, kapı çalındı. Beni almaya gelmişlerdi. Zaten hazırdım.
O bahçeye ulaşana kadar geçen sekiz gün, sekiz yıl gibi uzun gelmişti bana…
O günden sonra şekillenmemde, yaşadığım bu birkaç günlük zaman diliminin büyük etkisi olacaktı. Tepede, hiç tanımadığı, ama uğrunda ölümü göze aldığı yoldaşları için kendisini feda eden kadın yoldaşımın adını sonradan öğrenecektim… Adalet’ti* adı… Bunu öğrenmek bana büyük bir mutluluk vermişti. Ve sanırım ömrüm boyunca unutmayacaktım o ismi. Kadının dağlardaki mücadelesini daha iyi anlamak için uğraşacaktım Adalet’ten sonra. Ve kadına bakış açım değişecekti. Daha adil olmayı öğretecekti bana Adalet; adını sonradan öğrendiğim, tanımaya fırsat bulamadığım yoldaşım…
Beni, bütün tehlikeleri göze alarak evlerine götürüp tedavi eden, sahiplenen ailenin bir şehit ailesi olduğunu, yani belki de kendi ailemden bana daha yakın olduğunu sonradan öğrenecektim. O annenin ve babanın, çocuklarını benim yaşımdayken kaybettiklerini, kaygısızca beni bağrına basmalarının nedeninin bu olduğunu da…
Menal Zagros
*Adalet (Zahide Kılıç): 1976 Eruh Çobanköyü doğumlu. 1991 yılında mücadeleye katılmış ve 20 Ekim 1992 yılında şehadete ulaşmıştır.