Denilebilir ki, PKK’nin şimdiye kadarki mücadelesi esas olarak Kürt sorununu görünür kılma amacına yönelikti. Ortaya çıkış koşullarında Kürt realitesinin inkar edilmesi, doğal olarak varlık sorununu gündeme getiriyordu. PKK de önce ideolojik argümanlarla sorunun varlığını kanıtlamaya çalıştı. Türk solunun dahi soruna realist yaklaşmaması, ülke ve ulus bazlı düşünme ve örgütlenme gereğini ortaya çıkardı. PKK’nin ad olarak ortaya çıkması da yaşanan süreçle bağlantılıdır.
İnkarcılığın ince yöntemlerle solda da sürdürülmesi, ayrı kimlikler temelinde örgütlenme ve eylemliliği gündeme taşıdı. Türk ulus-devletinin geleneksel inkar ve imha politikası bu sürecin herhangi bir politik çözüm arayışıyla ele alınmasına imkan vermeyince, tersine bu arayışı 12 Eylül darbesine doğru tırmandırılan faşist terörle karşılayınca, PKK’nin Devrimci Halk Savaşı hamlesi tek seçenek olarak gündeme geldi. Bu durumda PKK, ya Türkiye’nin demokratik sol grupları gibi tasfiye olacak ya da direnişte karar kılacaktı. Kürt sorununun ideolojik kimlik sorunu olmaktan çıkıp savaş sorununa dönüşmesinde, sistemde örtülü olarak yürütülen inkar ve imha politikasının 12 Eylül faşizmiyle açık terör halinde sürdürülmeye çalışılmasının belirleyici payı vardır. 15 Ağustos 1984 Hamlesi’ni bu çerçevede değerlendirmek daha gerçekçi olacaktır. Hamle kurtuluş hareketinden ziyade, varlığın kanıtlanması ve sürdürülmesi amacına çok daha yakındır.
İnkar ve imha politikası sadece gizli ve örtülü olarak sürdürülmüyordu. Bu politikanın seksen yıllık uygulamaları Kürtlerde önemli bir yabancılaşmaya yol açmıştı. Kürtler kendi varlıklarını terk etmeye zorlanmıştı. Zorla ve ekonomik araçlarla sağlanan bu terk ediş önemli oranda içselleştirilmişti. Kendine yabancılaştırılan bir halk ve toplum gerçekliği söz konusuydu. 15 Ağustos Hamlesi esas olarak bu yabancılaşmayı kıracak, böylelikle inkar ve imha politikasını ve sonuçlarını boşa çıkaracaktı. Bu anlamda önemli oranda başarılı olunduğunu belirtmek gerekir. Yani Kürtlük yeniden gün yüzüne çıkıyor, Kürtlerin kendilerince kabul edilen bir olguya, realiteye dönüşüyordu. Kabul görme devletler katında da gerçekleşmişti. Sorunun kabul görmesi çözülmesi anlamına gelmiyordu. Çözüm niyetleri ortaya çıkmayınca, çatışma ve sınırlı savaş ortamı yozlaşarak devam etti. Her iki taraf da sorunu askeri zorla çözme konumundan uzaktı. Zaman zaman bu şansı elde etseler de, kullanma yeteneğini gösteremediler. 1993’deki çözüm şansı sabote edilince, çatışma süreci daha da acımasızca ve yozlaşarak devam etti. Bu anlamda1993-1998 dönemi taraflar açısından askeri çözüm şansının boşa çıkarılması biçiminde de ifade edilebilir. 1993’teki politik arayış komplo ve suikastlarla boşa çıkarılmasaydı, hem Kürt sorununun çözümünde hem de TC’nin yapılanmasında çok daha pozitif bir dönem başlayabilirdi. Kaçan veya kaçırılan bu tarihi fırsat oldu. 1997-98’deki çözüm arayışları da aynı akıbete uğradı veya uğratıldı. Aynı komplocu ve suikastçı güçler siyasi çözüme şans tanımadılar. İmralı süreci çelişkili bir süreç ortaya çıkardı. A. Öcalan’ın şahsında çözüm yanlılarıyla karşıtları arasında büyük bir çekişme yaşandı.
Abdullah Öcalan hem PKK’ye hem de TC’ye karşı tavrını KCK çözümünden yana koydu
Çatışma başlangıçta her iki tarafın iç bünyesinde de devam etti. Fakat PKK’nin 2005’ten itibaren kendisini KCK temelinde çözümleyici bir güç olarak netleştirip sunması, TC içindeki iktidar tartışmasını ve çatışmasını hızlandırdı. Bu tartışma ve çatışma Kürt sorununun çözümünde kilit rol oynuyordu. Abdullah Öcalan hem PKK’ye hem de TC’ye karşı tavrını KCK çözümünden yana koydu. Bu durumda tam uzlaşmış olmasalar da, devlet kurumlarıyla yeniden diyalog süreci başladı. Diyalogda AKP’nin payı pek yoktu. Bu bir devlet inisiyatifiydi. AKP’nin 4 Mayıs 2007’de gizli Dolmabahçe mutabakatıyla Genelkurmay başkanlığıyla, daha sonra 5 Kasım 2007’de ABD ile uzlaşması durumu daha da karmaşık hale getirdi. AKP hükümeti PKK’yi tasfiye temelinde çözüm arayışına girdi. Göstermelik bazı haklar (Kürtçe kurs, çok kısıtlı yayın serbestisi) karşılığında dış destekler de sağlanarak savaş yeni boyutlara taşındı. Başbakan R. Tayyip Erdoğan, 2005’te Diyarbakır’daki konuşmasında önemli bir taktik hamle yaparak, Kürt sorununa çözüm vaadinde bulundu.
Bu vaatlerde PKK’yi tecrit etme ve AKP’ye destek sağlama temelinde adı geçen sözde bireysel haklara dayalı niyetler söz konusuydu. Üzerinde oldukça çalışılmış, ABD, AB ve komşu ülkelerin yanı sıra içte diğer devlet partileri, birçok basın yayın kuruluşu ve sivil toplum örgütüyle yeniden örgütlendirilmiş, Kürt işbirlikçilerin desteğinin sağlandığı bir tasfiye planı ‘demokratik açılım’ adı altında piyasaya sunuldu. Ayrıca pratikte eskisinden katbekat arttırılmış, askeri, siyasi, ekonomik, kültürel, psikolojik ve diplomatik cephede yoğunlaştırılmış topyekün bir seferberlik ve eylem hamlesi planla birlikte uygulamaya konuldu. Yeni milis güçler eskinin ülkücüleri ve Hizbullah’ı değil, bizzat AKP hükümetinin yönetimi altında geliştirilen ve çok parçalı inşa edilen bir nevi ‘Kürt Hamas’ıydı. Deniz Baykal’ın CHP’siyle ordu içinde bazı komutanların da başlangıçta uzlaştığı ve desteklediği plan ve hamle buydu. Devlet içinde bazı kurumların önemli muhalefetiyle karşılaşsa da, bu planın yürütülmesinden çekinilmedi. KCK operasyonları bu plan ve uygulamaların can alıcı bir parçasıydı. Hava saldırıları ve Güney Kürdistan’a icazetli operasyonlar da aynı plan kapsamındaydı.
Planın ve uygulamaların arkasında 2002-2004 tasfiyecilerinin sergiledikleri tavrın ve geliştirdikleri ilişkilerin de önemli payı olduğunu önemle belirtmek gerekir. Aslında plan ve uygulamalardan AKP ve işbirlikçileri tam başarı bekliyorlardı. Karmaşık ve çok boyutlu olan bu plan kendilerince bu sefer tarihi bir başarıyla sonuçlanabilirdi. Gerçekten karmaşık ve kurnazca sahnelenen bu planın başarısı önündeki tek engel PKK gibi görünüyordu. Dolayısıyla hamle tüm yönleriyle PKK’nin tecridine ve silahsızlandırılmasına kilitlendi. Bu temelde tüm güçler kullanıldı. Takke düştü kel göründü misali kendini açığa vurmayan güç neredeyse kalmadı. Ama hem kendini KCK olarak demokratik ulus çözümü temelinde sunması ve pratikleştirmesi, hem de daha önceki yetersizlikler ve saplantılardan önemli ölçüde arındırması PKK’nin tasfiyesini imkansız kılıyordu. Eskisi kadar darbe alması bile mümkün değildi. Dönüşüm ve düzeltme hareketi yeni olmasına rağmen, oldukça ilerleme ve gelişme sağlamıştı. AKP’nin belki de ilk defa ordunun önemli bir kesimiyle hayata geçirmeye çalıştığı bu planın boşa çıkacağı aslında daha başından belliydi. Ama AKP bu planı ordunun da dolaylı desteğiyle iktidara iyice oturma temelinde kullanmaktan geri durmadı. Denedikçe ve iktidardaki konumunu pekiştirdikçe, Kürt sorununun çözümü konusunda teorik ve pratik olarak ciddi ve dürüst hiçbir hazırlığı, çabası ve inancı olmadığı halde, ‘mal bulmuş Mağribi’ misali sarıldığı ‘demokratik açılım’ sözcüklerini sakız gibi çiğnemeye devam etti. İktidar merkezli, tam günübirlik, kara bakan bir tüccar hesabı söz konusuydu. Kürt sorunu bu kapsamda daha da karmaşık bir hal aldı. Karşısında anlamlı ve onurlu bir barış ve demokratik çözüm şansını bulamazsa, bu sefer ‘varlığını koruma ve özgürlüğünü özgücüyle sağlama’yı esas alacağı topyekün bir direnme ve özgür yaşam aşamasına girdi.
1970’lerin başlarında yola çıkan PKK’nin bu aşamada önündeki görev Kürt varlığını tartışılır olmaktan çıkarmak ve Kürt sorununu reel sosyalist bir devlet anlayışıyla çözmeye çalışmaktı. Kürt varlığı tartışılır olmaktan çıkarılmasına rağmen, ulus devletçilikte adeta çakılı kaldı. Yaşanan özeleştiri süreci ulus devletçiliğin antisosyalist ve antidemokratik özünü ortaya koydu. Demokratik toplum olmadan sosyalizmin inşa edilemeyeceğini netçe yaşayan PKK, Kürt sorununun çözümünü demokratik ulus inşasında gördü. Şimdiki sorun kayması, bu amaca demokratik yasal siyasetle mi, yoksa topyekün devrimci halk savaşımıyla mı varılacağına ilişkindir.
1921 Anayasasında rejimin demokratik nitelikleri açıkça yansıtılmaktaydı
Anadolu’da 1920’lerin başlarında verilen Türk-Kürt Ulusal Kurtuluş Savaşımı sonrasında, Osmanlı devletinin enkazı üzerinde Misak-ı Milli çerçevesinde demokratik cumhuriyet şansı doğmuştu. 1919’daki Amasya Tamimi ile Erzurum ve Sivas Kongrelerinde bu yönde temel adımlar atılmıştı. 1920’de açılan TBMM’nin ilk Anayasasında (1921) kurulacak rejimin demokratik nitelikleri açıkça yansıtılmaktaydı. Kürtlere ilişkin 10 Mart 1922 tarihli Kürt Özerklik Yasası TBMM’de ezici çoğunlukla kabul edilmişti. M. Kemal 1924 başlarında düzenlediği İzmit Basın Konferansında, Kürtler için çözüm modeli olarak sınırlara dayanmayan en geniş ‘muhtariyet’ten, yani demokratik özerklikten bahsetmekteydi. Misak-ı Milli kapsamında olan bugünkü Irak Kürdistan’ı üzerinde İngilizlerle varılan uzlaşma sürecinde, Kürtlere yönelik en tehlikeli komplo sürecine de adım atıldı. İngilizlerin M. Kemal önderliğine dayattığı ‘ya Cumhuriyet ya Musul-Kerkük’ ikilemi bu komplonun temelindeki politik girişimdi. Sonuçta Musul-Kerkük’ün İngilizlere bırakılmasına karşılık, TC’nin payına düşen Kürdistan’ın inkarı ve imhası oldu. Bu ikilem Cumhuriyeti hızla tek parti diktatörlüğünün kılıfı haline getirdi. 15 Şubat 1925’te Şeyh Sait önderliğine düzenlenen komployla Kürtlerin ipi çekildi.
Bundan önceki ilgili bölümlerde üzerinde uzun uzadıya durduğumuz bu konuyu ana tezler halinde değerlendirirsek şunları belirtebiliriz:
a- İttihat ve Terakki’nin İkinci Meşrutiyet iktidarında Yahudi kadro ve sermayesince desteklenen Jön Türklerin, yani genç Türk burjuvazisinin gelişmesi Cumhuriyet’le birlikte daha da hızlandı. Ulusal Kurtuluş Savaşında müttefiki olan komünistleri, ümmetçileri ve Kürtleri sadece iktidardan dışlamakla kalmadı, aynı zamanda ötekileştirdi. Sadece İngiltere destekli Yahudi Siyonist kadrolarla sermayedarları kendisine müttefik seçti. İktidar ve ekonomik tekel esas olarak bu iki güç arasında paylaşıldı. Yahudiler açısından bu sistem Proto-İsrail anlamına gelmektedir. Rejime verilen İngiliz desteği de bu çerçevededir. Asıl müttefiklerinden kopartılan ve çeşitli komplolar ve suikastlarla etkisizleştirilen M. Kemal sembolü, tanrısal nitelikler atfedilerek Çankaya’daki yeni tapınağa mahkum edildi. Cumhuriyet’in diğer kurucu kadrolarınca oluşturulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (1925) ve Serbest Fırka (1930) tasfiye edilerek, tek partili pro-faşist Beyaz Türk rejimi kesinleştirildi. Cumhuriyet’in demokratik inşa şansı böylece ortadan kaldırıldı.
b- Bu rejimi gerek Osmanlı dönemine gerekse Cumhuriyet’e yol açan Ulusal Kurtuluş Savaşındaki rollerine ihanet sayan Kürtler, kendilerini 15 Şubat 1925 komplosuyla karşı karşıya buldular. Kürtler tarihte Türklerle karşılaştıklarında, ortak stratejik çıkarlar nedeniyle hep ortaklığa yakın bir müttefiklik statüsünde yaşamayı tercih etiler. Bu yaşamı fethedildikleri ve zorla boyun eğdirildikleri için değil, çıkarlarına uygun buldukları için benimsediler. Malazgirt (1071), Çaldıran (1514) ve Ridaniye (1517) Savaşları ile Ulusal Kurtuluş Savaşının (1919-1922) neredeyse beş yüz yıllık aralıklarla aynı stratejik gerekçeler temelinde ortaklaşa girişilmiş ve kazanılmış savaşlar olması bu gerçekliği doğrular. Türk-Kürt ilişkileri tarih boyunca karşılıklı rızaya dayanan ve güçlü stratejik, dinsel, siyasal, ekonomik ve kültürel temelleri bulunan ilişkilerdir. Kürtler pro-faşist Beyaz Türk komplosuyla birdenbire tek taraflı bir inkar ve imha çemberine alınınca, varlıklarını savunma konumuna düştüler.
Tek tip vatandaşlık üzerinden bir ulus devlet inşa ediliyordu
Bu sürece isyan bile denilemezdi. Tek taraflı komplolarla yürütülen ve amacı Kürtleri etnik ve ulusal kimlik olmaktan çıkarmak, yani tasfiye etmek olan saldırılar karşısında daha da ezilmekten kurtulamadılar. 1938’lere kadar fiziki olarak yürütülen bu inkar ve imha kampanyası, daha sonrasında ağırlıklı olarak asimilasyonist yöntemlerle sürdürüldü. Kürtler Kürt olarak tüm askeri, siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel sahalardan silindiler. Kürtçe adlar bile yasaklandı. Pazarlarda bile dillerini kullanamaz oldular. Homojen, tek tip vatandaşlık üzerinden bir ulus devlet inşa ediliyordu. Açık ki, Prusya modelini esas alan bu devlet, Hitler’le varılan Alman faşist devletinin de prototipini oluşturuyordu. Öyle kökleşti ki, tüm Cumhuriyet tarihi boyunca sağcısı, solcusu, islamcısı ve liberali ile bu modelden etkilenmeyen düşünce, siyasi elit ve çevre kalmamış gibidir. Kısacası bu döneme Birinci Cumhuriyet dönemi de diyebiliriz. Banisi yani kurucusu 1930’ların pro-faşist CHP’sidir. Değişik pratiklerle de icra edilse, bu sistem 1980’lere kadar taşınabilmiştir.
c- 12 Eylül 1980 askeri darbesi, içte halkların artan muhalefeti, dışta değişen Ortadoğu konjonktürü (İran İslam Devrimi, Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgali) nedeniyle ilk Cumhuriyet’in ‘laik Beyaz Türk milliyetçiliği’ yerine ‘Türk İslam-Yeşil Türk milliyetçiliği’ne dayalı İkinci Cumhuriyet’in inşasına girişti. Bu girişimin hedefinde de esas olarak demokratik ve sosyalist Türk muhaliflerle Kürt ulusalcı muhalifler vardı. Ümmetçileri, daha doğrusu islamcı Evangelistleri (musevi-islam yenilikçi tarikat) kendisine ideolojik zemin seçti. Aslında Nurculardan tutalım tüm Nakşi ve Kadiri tarikatları kendilerini hızla yenileyip ABD’deki hıristiyan-Yahudi Evangelistlerin Türkiye versiyonu olan modern islami-Yahudi ekolüne dönüştüler. 12 Eylül faşizminin esas ideolojik zemini bu ekoldür. Reagan-Thatcher-Kohl hegemonyasının Türkiye versiyonu oluşturulmuştu. Bu yeni sistemde ilk etapta demokratik ve sosyalist güçler tasfiye edildikten sonra, tümüyle PKK öncülüğünde direnişe geçen Kürtlere yüklenildi. Cumhuriyet’in bir nevi 1925-1938 süreci tekrarlanır gibiydi. Yani 1984-1998 döneminin İkinci Cumhuriyeti, Birinci Cumhuriyet’in 1925-38 döneminin tekrarıydı. Sistemin çıkmazını görenlerin ve siyasi yöntemle çözümden yana olanların tasfiyesiyle birlikte rejim kendini iyice kurumlaştırdı. İkinci Cumhuriyet de faşizm ile sonuçlandı. Fakat bu seferki ideolojik maya beyazdan yeşile çalmaktaydı. Daha muhafazakar bir cumhuriyet anlamını da taşımaktaydı. Kürtlerin payına düşen aynı inkar ve imha siyasetiydi. 1925-45 döneminde inkar ve imha politikasının arkasındaki küresel hegemonik güç, esas olarak küresel sistemin de hegemonik gücü olan İngiltere’ydi. İkinci Cumhuriyet’in arkasındaki küresel hegemonik güç ise, yine küresel sistemin de hegemonik gücü olan ABD’ydi. Hegemonik sistemin 1920’lerden beri Kürtlere biçtiği ‘sorunlu tutma statüsü’ 2000’lerin başlarına kadar değişmeden sürdü.
d- 1980 darbesiyle başlayan İkinci Cumhuriyet değişimi, 2000’lerin başlarında yaşanan şiddetli bir bunalımla Birinci Cumhuriyet’ten kopmayı yaşadı. Birinci Cumhuriyet’ten kalma ideolojik, politik, ekonomik ve sosyal yapılar krizden ağır darbe alarak zayıf düştüler. ABD’nin de destek vermesiyle temeli 1980 öncesinde atılan Evangelik islam-Yahudi ideolojik ve ekonomik tekelleri, AKP (Adalet ve Kalkınma Partisi) somutunda devlet iktidarına da el attılar. Zayıf düşen Birinci Cumhuriyet’in zihniyet ve kurumlarına karşı İkinci Cumhuriyet’in ideolojik ve altyapısal kurumlarını hızla inşa etmeye yöneldiler. AKP iktidarı denilen olgunun arkasında ABD Neo-conlarıyla (yeni liberal muhafazakarlar) hızla palazlanan Anadolu Konya-Kayseri merkezli sermaye tekellerinin işbirliği yatmaktadır. Bir anlamda 1923’lerden beri iktidardan dışlanan İslamcı anlayışa devletin kapısı tekrar açılmış oluyordu. Fakat sosyalistler, radikal demokratlar ve kolektif Kürt kimlik ve özgürlükçülerine devlet kapıları sımsıkı kapalı tutulmaya devam ediyordu. AKP bir anlamda CHP’nin Birinci Cumhuriyet’teki rolünü daha kısa bir süre içinde İkinci Cumhuriyet’te oynamış olmaktadır.
AKP’nin Kürt inkarcılığı ve imhacılığı CHP’den geri kalmaz
Şüphesiz sermaye ve iktidar tekelleri arasında bir hegemonik kaymadan bahsedilebilir. İki hegemonik güç arasında elbette Çin Seddi yoktur. Cumhuriyet’in birçok ideolojik ve politik kurumunu ortaklaşa paylaşmaktadırlar. Fakat yine de aralarında önemli farklar, dolayısıyla çelişkiler vardır. Görünüşte çatışmalar laiklik-şeriat ekseninde, daha çok da sembolleşmiş olarak türban tartışmalarında geçmektedir. Özünde ise iki hegemonik kesim arasında ciddi ideolojik, politik, ekonomik ve kültürel çelişkiler vardır. Çelişkiyi tarihsel arka planıyla bağlantılandırırsak, Osmanlı-Cumhuriyet çelişkisi Yeni Osmanlılar-Laik Cumhuriyetçiler çelişkisi olarak devam etmektedir. AKP’yi 12 Eylül rejiminin ideolojik, politik, ekonomik ve kültürel kurumlaşması olarak değerlendirmek daha gerçekçidir. Birinci Cumhuriyet’in CHP’si neyse, 12 Eylül’ün İkinci Cumhuriyet’inin AKP’si de odur. AKP hegemonik iktidarını kendi anayasasıyla (Aslında 12 Eylül Anayasasının liberal versiyonudur) taçlandırmak istemektedir. 2011 seçimlerinin temel hedefi budur.
e- AKP hegemonyasının Kürt politikası CHP hegemonyasının politikalarından farklı değildir. Her iki parti de Kürtleri inkar ve imha politikasını eskisi gibi sürdüremiyorsa, bunun temelinde PKK’nin yürüttüğü ve bastırılamayan mücadelesi yatmaktadır. Yoksa kendisine kalsa, AKP’nin Kürt inkarcılığı ve imhacılığı CHP’ninkinden geride kalmaz. Hatta bazı yönleriyle, özellikle dinci ideoloji fanatikliğiyle (Hizbul-Kontra örneğinde görüldüğü gibi) CHP’ninkine taş çıkartır. PKK’de yaşanan 2002-2004 tasfiyeciliğinin arkasındaki teşvik edici güç esas olarak AKP’dir. Yine devlet içinde başlayan siyasi çözüm arayışlarını tıkayan güç de esas olarak AKP’dir. Devletin çözüm eğilimini kendi hegemonik tırmanışı için kullanmaktadır. Hem bu eğilimin içeriğini sulandırmakta, hem kendi propagandası için kullanmakta, hem de içini boşaltıp boşa çıkarmaktadır. Bu yönüyle daha açık tavırlı MHP ve CHP’den çok daha tehlikeli olmaktadır. Ergenekon davalarını da aynı amaçla kullanmaktadır. Gerçek darbecilerle Kürt tasfiyeciliğinde uzlaşıp ayak takımını yargılar gibi gözükerek meşruiyet kazanmaktadır. Ordunun vesayetine karşı çıkması ve demokratik davranması söz konusu değildir. Kürt meselesinin bastırılmasında orduyla uzlaşma, ilk defa AKP döneminde daha planlı ve kapsamlı olarak hayata geçirildi.
Bu politikanın kilit kavramlarından biri olan ‘bireysel ve kültürel haklar’, özünde Kürt sorununu çözme adı altında kolektif ve özgür Kürt kimliğini tasfiye etme planını ve uygulamalarını maskelemek içindir. 2002-2004 tasfiyeciliğinin boşa çıkarılmasından sonra geliştirilen ‘bireysel ve kültürel haklar’ çözümü, KCK çözümüne karşı ordunun komuta kesimiyle birlikte ABD, AB, Irak Arap ve Kürt yönetiminin desteğiyle (Ayrıca İran ve Suriye ile başka destekleyici bir ittifak daha devreye sokuldu) 2005’ten itibaren uygulamaya konuldu. Başbakan R. Tayyip Erdoğan’ın deyimiyle ‘teröre karşı askeri, politik, ekonomik, kültürel, diplomatik ve psikolojik boyutlarda topyekün bir seferberlik ve mücadele’ dönemine geçildi.
AKP hükümetinin hiçbir hükümetin yükümlenmeye cesaret edemediği kapsamda kendi Gladio’sunu da (beşinci gladio savaşı dönemi) oluşturarak yürüttüğü bir savaş söz konusudur. AKP savaştan vazgeçmedi; savaşın kapsam ve boyutlarını geliştirip derinleştirerek devam ettirdi. AKP kendisinden önceki bütün devlet partilerinden daha fazla devlet partisi, hükümeti de tüm önceki hükümetlerden daha fazla ‘özel savaş’ hükümetidir. JİTEM bağlantılı Hizbullah tetikçi örgütünden daha kapsamlı bir islami kontra örgütlenmesi peşindedir. Başta Diyanet İşleri’nin kadrolu imamları olmak üzere, birçok tarikat cemiyetinin üyelerini Hamas tarzı bir çatı örgütlenmesi halinde çok amaçlı olarak kullanmaktadır. Ekonomi üzerindeki denetimini özel savaşın hizmetinde yürütmektedir. Dinsel yaşam kültürünü aynı amaçla değerlendirmektedir. Diplomasinin ağırlık merkezi aynı yönde işletilmektedir. Özcesi, hükümetin faaliyetlerinin merkezinde Kürt özgürlük hareketinin tasfiyesi vardır.
KCK bir engel değil çözüm fırsatıdır
AKP hükümeti sadece adım adım devlet iktidarını ele geçirmiyor, aynı zamanda hegemonikleştiriyor. Tıpkı Cumhuriyet’in kuruluş döneminde olduğu gibi çöküş sürecinde de iktidarı hegemonikleştirerek sürdürmek istiyor. Kuruluş sürecinde Kürtlere yönelik tasfiye hareketi nasıl Beyaz Türk faşist hegemonyasına götürdüyse, faşizmin çözülüş sürecinde de Kürt özgür kimlik hareketi hedeflenerek aynı hegemonya yeniden inşa edilmektedir. Kürtlerin tasfiye edilmesi, Cumhuriyet’i tüm aydınlanmacı ve demokratik özünden uzaklaştıran etkenlerin başında gelmektedir. Nasıl ki Kürtlerin tasfiyesi Cumhuriyet’teki tüm olumsuz gelişmelerin temel etkeniyse, tersi de doğrudur. Yani başta demokratikleşme olmak üzere, Cumhuriyet’in olumlu temelde ilerlemesi de Kürtlerin özgürleştirilmesiyle bağlantılıdır. Doksan yıllık Cumhuriyet tarihi, bu gerçeği bütün çıplaklığıyla artık gün yüzüne çıkarmış bulunmaktadır.
f- Önümüzdeki aşamada TC tam bir yol ayrımıyla karşı karşıya gelecektir. Kuruluş aşamasında İngilizlerce anti-Kürt savaşımına yönlendirilen Cumhuriyet, ne yazık ki yine aynı İngiltere ve bir numaralı müttefiki olan ABD tarafından yönlendirildiği anti Kürt savaşımıyla kendini daha büyük bir çıkmazın içinde bulacaktır. Zaten İkinci Cumhuriyet’in son otuz yılı bu çıkmaz içinde debelenmekle geçti. Yaşanan sadece ‘düşük yoğunluklu savaş’ değildi; toplumsal değerlerin hücrelerine kadar ayrışması ve yozlaşmasıydı. Çöküş veya çözülüş kavramlarından daha ağır bir toplumsal çürüme ve dağılma yaşandı. Bir Gladio organizasyonu olarak kendini icra eden irade her tipten karanlık bir rejim olabilir, ama asla cumhuriyet rejimi olamaz. Savaşta ısrar ancak Gladio’nun son hamlesi olabilir ki, bunun da bertaraf edilmesi için sadece kozmik odadan çıkarılıp aydınlatılması yeterlidir. Cumhuriyet’in önündeki kavşakta beliren ikinci yol, Ulusal Kurtuluş Savaşında yaşanan demokratik birlikteliğin tekrar Cumhuriyet’in temeli yapılarak yürünecek yoldur. Cumhuriyet’i cumhuriyet yapan, 1919-1922 yıllarındaki ulusal demokratik savaş ittifakıdır. Anti-hegemonik yönü de olan bu ittifakın reddi, demokratik cumhuriyet şansının kaybedilmesi ve yerine komplocu, pro-faşist ve Gladiocu darbe ve çete iktidarlarının kurulmasıyla sonuçlanmıştır. Defalarca denenip başarısızlığı kanıtlanan bu yolun Cumhuriyet’in gerçek yolu olamayacağı açıktır. Daha başlangıçta içine girilmesi gereken demokratik cumhuriyet yolu, önümüzdeki aşamada toplumsal barışın ve sorunların çözümünün yegane yoludur. AKP ve hükümeti için son şans olan bu yolda KCK bir engel değil, çözüm fırsatıdır.