Adı, soyadı: Mehmet KURTTEKİN
Kod adı: Cesur GAP
Doğum yeri ve tarihi: Suruç, 1983
Katılım tarihi: 2000, Kelareş
Şehadet tarihi ve yeri: 29 Ağustos 2007, Garisa/Botan
Her gün batımında yola çıkmak için hazırlanırken, Cûdî parıldayan gözleri ile yanıma gelir, ‘arkamda yürüyeceksin, pusuya düşersek ben vuracağım, sen çıkacaksın’derdi. Ben de bu sözleri bir türlü kendime yediremez, benden on yaş genç olan bu gerillaya ‘abin kendini korumasını bilir, sen kendini koru yeter’derdim. Benim bu sözlerime gülerdi, gülerdik.
Cûdî’nin bu sözlerinin şaka değil de, nasıl büyük bir gerçek olduğunu, 29 Ağustos günü bombasının pimini çekip, etrafımızı sarmış ve ‘teslim ol!’çağrısı yapan yüzlerce askere saldırdığı zaman anlayacaktım. Cûdî o gün bu sözleri hiç söylemedi. Her zaman yaptığı o şakayı hiç yapmadı. O gün sözlerini sadece uyguladı.
28 Ağustos gecesi yine neşe içinde yola çıkarken, ihanetin kör hançerinin sinsice sırtımıza yaklaştığından habersizdik. Garısa ormanlarına girdiğimiz o gece yarısı bir hainin bizi ihbar ettiğini ve Türk ordusunun yüzlerce askeri ile yolumuzu gözlediğini hiç birimiz bilmiyorduk. Ulaşmamız gereken noktaya hızla yaklaştığımız o sırada, Garısa korucuları su başlarına pusu atmış, özel harekata bağlı birlikler çoktan yerlerini almışlardı. Yoldaşlarımız bize haber ulaştırmak için çabalamışlar ama bir türlü yetişememişlerdi. İhanet birkez daha Kürt çocuklarını acımasızca bekliyordu.
Kuryelerimizin daha önceden kararlaştırdığı yere ulaştığımızda saat gece yarısını çoktan geçmişti. Karanlığın içinde hep beraber oturup kilometrelerce öteden sırtımızda taşıyıp getirdiğimiz ekmeğimizi ve suyumuzu paylaşırken, yıllar önce Hozan Serhat ile birlikte oturup yemek yediğimiz o son Botan gecesini hatırladım. Serhat’ın şehit düştüğü çatışma öncesi hissettiğim o his birkez daha gelip içime oturdu. Yemeklerini yemekte olan arkadaşlarımın karanlık içindeki siluetlerine şöyle bir göz gezdirdim ve ‘sanırım yarın operasyona takılacağız arkadaşlar’dedim. Yıllar önce Hozan Serhat’a söylediğim gibi dökülmüştü bu sözler dudaklarımın ucundan ve sözlerimi tamamlar tamamlamaz söylediklerimden pişmanlık duyup sustum. Sanki ben söylediğim için oluyormuş gibi bir hisse kapıldım.
Sabaha az bir vakit kala bütün herkes uyuduğunda, ben ve Cûdî ayaktaydık. O nöbetçiydi. Ben ise uyuyamıyordum. Cûdî’nin genç ve meraklı bakışları altında ormanı dinlemeye koyuldum. Bir ses, bir işaret bekliyordum ama hiç bir şey duyamadım. Cırcır böceklerinin o eşsiz cızırtısı bile duyulmuyordu. Bir orman böylesine sessiz ıssız olamazdı!
Cûdî omzuma dokunup ‘vur’diye fısıldadığında, silahımı doğrultup her taraftan üzerimize yağmur gibi mermi yağdıran askerlerden ilkine nişan aldığım o kısa anda içimdeki o hissi son kez duyumsayacaktım. Ve yıllardır kalıcı kılmak, yaşatmak için bakan gözlerim, kameranın, fotoğraf makinesinin objektifinden bakan gözlerim, bu defa öldürmek için bakacaktı. Cûdî’nin ‘Bijî Serok Apo’diye haykıran sesini duyduğumda tetiğe basmış ve ilk askerin yere yıkılışını görmüştüm bile…
Bu yolculuğa Kürdistan’ın güzellikleri için koyulmuştum. Kameramla onun uçsuz bucaksız coğrafyasındaki güzellikleri toplayacaktım. En içten seslerin, en güzel gülüşlerin var olduğu bu ülkeyi taşıracaktım bütün herkese. Gerillanın yaşadığı bütün dağlara çıkacak, kokladığı bütün çiçekleri soluyacak ve uyduğu bütün kayalıklara sarılacaktım. Silahım en son kullanacağım eşyam olacaktı. Demek ki bıçak kemiğe dayanmıştı.
Cûdî ilk mevziyi gösterip ‘saldıralım’diye haykırdığında bir an bile tereddüt etmedim. Otomatik silahlarıyla aralıksız bir şekilde üzerimize mermi yağdıran ilk mevziye yöneldiğimizde, çektiğim filmler geldi aklıma. ‘Tîrêj’ile başlayan ve ‘Bêrîtan’a uzanan sinema günlerim bir çırpıda geçiverdi gözlerimin önünden. Şimdiye kadar çekimini yaptığım hiç bir sahneye benzemiyordu mevzilerin üzerine ölümüne koştuğumuz bu an…
Cûdî, ilk mevziye bombayı vurmuştu bile. Artık her şey bir film şeridi gibi akıyordu. Çemberi yarmak üzereydik ve bütün mevzilerden mermi yağıyordu üzerimize. Bir an için sağ kolumda bir boşalma hissettim. Önden mi, arkadan mı vurulduğumu bilemiyordum. Sıcak bir sıvının kolumdan aşağıya doğru aktığını fark ettiğimde Cûdî’nin, sırt çantamı çıkarmam için bağırdığını duydum. Kameramı taşıdığım ve gözüm gibi koruduğum çantamı acı içinde ve hızla omuzlarımdan çıkardım. Aynı mermi hem kolumu hem de çantamı delip geçmişti.
Ancak göz atabildim çantama ve can dostum kamerama. Ona bir vefa borcum vardı. Onun sayesinde Kürt özgürlük hareketiyle tanışmış, Avrupa’dan Ortadoğu’ya olan yolculuğum onunla başlamıştı. Dağlara birlikte adım atmış ve gerilla ile birlikte tanışmıştık. Onunla giriştiğim her çalışmayı başarmış ve elime aldığım hiç bir çalışmam yarım kalmamıştı. O, beni ben yapan yegane arkadaşımdı. Demek ayrılma vakti gelmişti.
El bombası yanımıza düştüğünde sadece doldurduğum kasetleri boynuma sarmış ve ancak kendimi yan tarafa atabilmiştim. Patlama ve mermi vızıltıları arasında bir kez daha kameramın bulunduğu tarafa bakmadım.
Cûdî’nin hemen karşımızdaki mevziyi gösterdiği ve ‘saldıralım!’diye haykırdığı sırada kolumda ve boynumda asılı duran hatıralar geçiverdi aklımdan. Yoldaşlar uğur getirsin diye takmışlardı yola çıkarken. Ancak kız çocuklarının kullandığı kolumdaki saat, ne olduğunu şu an bile tam olarak bilemediğim deri kayış, Bêrîtan’ın mezarından aldığım şütik parçası, beş yüzyıl taşımak için söz verdiğim boynumdaki muska ve bütün bunları bana veren arkadaşlarımın yüzleri belirdi gözlerimin önünde.
Bütün bu hatıralar gerçekten beni koruyacak mıydı, yoksa bir hikaye olup geçecek miydi?
Boynumdaki muskayı dişlerimin arasına sıkıştırıp, Cûdî ile birlikte hemen önümüzdeki mevziye yöneldiğimiz o esnada bunları düşünüyordum. Üzerimize sıkılan yüzlerce mermiden birisinin ona doğru koşan bedenimi delip geçmesini beklerken, bir anda asker cenazelerinin üzerinden geçtiğimi farkettim. Göz açıp kapayıncaya kadar olmuştu her şey ve önümüzdeki mevzi de düşmüştü.
Gözlerim hızla Cûdî’yi aradı. Silah sesleri içinde var gücümle haykırdım:
– Cûdîîîî..!
Cevap gelmedi. Yan mevziden üzerime açılan ateşe şarjör değiştirip hızla cevap verdiğim sırada hala haykırıyordum. Ama bir türlü Cûdî’nin sesini duyamıyordum.
Son anda Cûdî’yi gördüm. Bir kayaya yaslanmış, göğsünü germiş, bütün sakinliği ile duruyordu. Artık ateş etmiyordu. Mermiler tek tek gelip kanlar içindeki göğsüne yerleşiyordu. Güzel yüzünde acıya ait tek bir ifade yoktu.
Ona defalarca seslendim:
– Kalk Cûdî! Kalk, çıkalım buradan! Bak, bu son mevzi! Bak, bu son çember! Arkadaşlar hemen şuradalar. Kalk be kalk! Yalvarıyorum kalk! Beni yalnız bırakma bu çemberlerin içinde! Kalk be Cûdî, kalk!
İsmini ne kadar haykırdım, bilemiyorum. O ateş altında ne kadar bekledim, onu da bilemiyorum ama, zaman bir ömür gibi geçti ve Cûdî oradan kalkmadı, kalkamadı. O eşsiz ıslak gözleri ile bana son defa baktı ve o bombardıman içinde sadece benim duyduğum şu sözleri söyledi:
– ‘Ben sana dememiş miydim, ben vuracağım sen çıkacaksın diye?..’
O gece çatışmadan kurtulanları aramak için Pervari dağlarına indirme yapan helikopterlerin altında tek başıma yürürken, esen soğuk rüzgarların çarptığı yaralı sağ kolum ve yaralı kalbim sızlıyordu. Karanlık içinde titreyen dudaklarımdan Cûdî’nin sözleri ve kimsenin görmediği gözlerimden ise yaşlar dökülüyordu.
O genç gerilla sözünü tutmuştu. Ya ben?..
Şehit Halil Uysal
yıldız ışıltısı
yitik ülkenin özlem dolu bakışlarını
taşıyan çocuk
o küçük yüreğinde
ne de büyük sevdalar taşırsın
doruğunda dağların
ne anlamlıydı
o göz kırpışın tarihe
o yiğit duruşun
peki neydi çocuk
neydi seni acımasızca
zulmün bağrına iten
hani bir sevdan vardı
maviden yana
hani bir tutkun vardı
güneşten yana
yarım mı kaldı küçük
o küçük yüreğin
büyümedi mi daha
hadi söyle
kardelen bakışlarına ne oldu
aç gözlerini
bak anan kan ağlıyor
şehittir diyemedi
varamadı dili
bak güneşin çocuğu
dinle ateş yürekli yiğit
seninle beraber
şaha kalkıyor bu dağlar
seninle gülüyor
aç gözlerini