Ortadoğu kültüründe bunalım ve çıkış-çözüm evrensel kültürdeki konumunu halen sürdürmektedir. İlgili ciltte konu üzerinde kapsamlı durulduğundan tekrarlamayıp dikkat çekmekle yetineceğim. Üzerinde daha yoğunluklu durulmayı gerektiren konu merkezî iktidar olgusudur. Toplumsal bunalımların temelinde iktidar olgusunun yattığı bilimsel bir tespittir. Çözümlerin de bu nedenle iktidarla bağlantılı olarak geliştirilmesi gerekir.
Beş bin yılı aşan bir süre boyunca Ortadoğu kültüründe merkezî uygarlık sisteminin başat rol oynadığını uzunca değerlendirdik. Merkezî uygarlık merkezileşen iktidarla bağlantılıdır. Uygarlık bir anlamda iktidarın merkezileşmesiyle at başı gider. Beş bin yıllık merkezî uygarlık, aynı süre boyunca merkezileşen iktidar anlamına da gelir. İktidarın dağılıp merkezileşmesi hâkim tarih anlayışının en çok işlediği konudur. Diğer bir ifadeyle hegemonik merkez ve çevre oluşturma aynı tarih anlayışının izlediği temel diyalektiktir. Hegemonik güçler her zaman derin bir bunalımın ardından yeniden oluşturulur. Her hegemonik sistem yeni bir iktidar ve üretim tekniğine dayalı olarak oluştuğundan, bu iktidar ve üretim tekniğinin eskimesiyle birlikte aşılması da kaçınılmaz olur. Yeni iktidar ve üretim teknikleri genellikle eski hegemonik merkezin çevre ilişkileri içinde ortaya çıkar. Çevre ilişkilerinde daha güçlü iktidar teknikleri ve verimli üretim araçları yeni güçler ortaya çıkarır. Bu yeni güçlerin eski hegemonik güce üstünlük sağlaması, genellikle eski güçlerin kendini yenileyemeyip bunalıma düşmesiyle başlar. Bu süreç çatışmalı geçer. Eski güçler merkezî iktidar tekelini kolay kolay kaybetmek istemezler. Yeni güç merkezi ise ayakta durmak ve daha da güçlenmek istiyorsa eski merkezin yerini almak zorundadır. Bunalım zaten bu sürecin çatışmalı karakterinden doğmaktadır. Hegemonik bir güç kendi kendine bunalıma düşmediği gibi, yeni bir güç de hegemonik sisteme karşıt olmadan gelişemez. Ortadoğu kültüründe ve uygarlık sisteminde bu yönlü çok sayıda gelgitler oluşmuştur. Kentlerin, sınıfların ve devletlerin yükselişleri ve dağılmaları, beylikler ve imparatorlukların kuruluş ve yıkılışları, hanedanlıkların yükselip düşmeleri hep bu hegemonik merkez-çevre ilişkilerindeki bunalımlarla bağlantılı olarak gerçekleşir. Tarihi doğru okumak istiyorsak, tüm bu süreçlerin temelindeki diyalektiği doğru kavramamız zorunludur.
Yeni hegemonya kendini kutsallaştırıp tanrısallaştırır
Hegemonik güç merkezinin nasıl oluştuğu tarihsel diyalektiğin kilit sorusudur. Hegemonyanın oluşması öncelikle yerel güç odaklarının oluşmasını gerektirir. Bunlar genellikle kırsal beylikler, kabilesel ve aşiretsel hiyerarşiler ve kentsel devletçiklerdir. Yerel güç odakları oluştuktan sonra, aralarında dayandıkları artı-üründen kaynaklanan pay arttırma savaşları başlar. Payını arttırma savaşları sınırlar meselesini ortaya çıkarır. Sınırlar daha önceki çağların aile ve kabilelerinden kalma mülkiyet sınırlarının yerel iktidarların sınırlarına dönüşmesi anlamına gelir. Her yerel iktidar daha da genişletilmiş aile hanedanlığı veya kabile birlikleri demektir. Ne denli büyürlerse sınırlarını da o denli büyütürler. Sonuçta sınırlar birbirleriyle çakışır. Her sınır dahilindeki güçlerin dengesiz gelişme durumları vardır. Dengesizliği doğuran, yeni iktidar teknikleri (yeni silahlar, ulaşım araçları vb.) ve verimli üretim araçlarıdır. Gücünü sürekli arttırmak sermaye birikiminin ilkel halidir. Kapitalist sermaye nasıl birikimini sürekli arttırmadan ayakta duramazsa, yerel iktidar güçleri de güçlerini büyütmeden ayakta duramazlar. Sınırların boş alanlarda genişlemesi tamamlanınca, farklı güçler karşı karşıya geldiklerinde çatışma yani bunalım dönemi kaçınılmaz olur. Kaçınılmazlık oluşan yerel güçlerin artık-ürün büyümesi olmadan güçlerini koruyamamalarından kaynaklanmaktadır. Çünkü artan bürokrasi, çoğalan hanedanlıklar ve kabileler nedeniyle mevcut nüfus şişmeye başlar. İktidar büyüyen kanser hücreleri gibi diğer tüm toplumsal alanlar üzerinde yayılmak ister. Bu ise, kendini korumak isteyen canlı hücreler örneğinde görüldüğü gibi korunma savaşına yol açar. İlk Sümer şehir devletlerinde ve hanedanlık savaşlarında bu süreci çok çarpıcı olarak izlemekteyiz. Günümüz Irak’ında da aynı süreç bütün çıplaklığıyla devam etmektedir. Uruk Tanrıçası İnanna’nın laneti yüzünden olsa gerek.
Yerel iktidarların çatışma süreci ya birbirlerini hep birden tüketmeleri ya da birinin bu çatışma veya bunalımdan üstün çıkmasıyla sona erer. Üstün çıkan site veya hanedanlığın etrafında yeni hegemonik merkez oluşur. Tüm alt ve üstyapısıyla, yani maddi üretim teknikleri ve mülkiyetleriyle manevi ideolojik ve politik yapılanmaları yeniden düzenlenir. Yeni hegemonya kendini kutsallaştırıp tanrısallaştırır. Ya eski dini kendi çıkarlarına uyarlar, ya mezhepleştirerek farkını ortaya koyar, ya da yeni bir din veya mitoloji ile ideolojik yönden de kendini kalıcı, ebedi kılmak ister. Ortadoğu’nun merkezî uygarlık sistemi, beş bin yılı aşan bir süre boyunca bu diyalektik işleyiş temelinde kendini hep merkezileştirerek bunalımlardan çıkış yaptı. Her çekişme ve çatışma süreci daha da büyüyen merkezî iktidarla sonuçlandı. Zaten bunun sonucudur ki, merkezî uygarlık sistemi olmayı hep başardı. Artan merkezileşme sadece yerel iktidarların güç kaybı pahasına gerçekleşmedi. Genel olarak toplumların özyönetim haklarını da sürekli gasp ederek, gerek merkezindeki gerekse çevresinde ve hatta dışındaki aile ve kabilelerin doğal demokratik düzenlerine de sürekli müdahale ederek, onların özyönetim haklarını elinden alıp kendine bağlayarak hegemonik merkezi güçlendirdi. Gerek hegemonik iktidar gerekse yerel iktidarlar hep doğal ilkel komünal düzeni yaşayan kabile, aşiret, köy ve hatta kent özyönetimlerinin geriletilmesi veya yıkılması pahasına gerçekleşti.
Avrupa’da demokratik ulus eğilimleri hep güçlü olmuştur
Hegemonikleşmiş merkezî iktidar her zaman yerel demokratik otoritelerin aleyhine gerçekleşir. Ortadoğu kültüründe demokratik ruhun ve zihniyetin çok zayıflatılmış olmasında binlerce yıllık hegemonik iktidarların belirleyici payı vardır. Avrupa’da iktidar kültürü yakın bir tarihe dayandığı için demokratik ulus eğilimleri hep güçlü olmuştur. Ortadoğu’da ilkel komünal otorite imkânı kalmadığından, gelişim gösteren muhalif dinsel ve mezhepsel akımlar çarpık bir demokratik geleneği yansıtır. Özünde iktidar muhalifi olan her hareket demokratiktir. Hegemonik geleneğin 16. yüzyıldan itibaren Batı Avrupa’ya kayması, Ortadoğu’da siyasi ve ekonomik bunalımın sistemik karakterde yaşanmasına yol açar. İslâmî hegemonyanın Osmanlı İmparatorluğu’nda bu yüzyılın sonlarından itibaren gerilemesine karşılık, Avrupa hegemonik iktidarı yükselişe geçer. Hegemonik iktidarı bir sistem olarak düşünmek gerekir. Bir bölgede bir yüzyılda düşüşü ve bunalımı yaşarken, başka bir bölgede başka bir yüzyılda yükselişle karşılık bulur. Gittikçe merkezileşir ve küreselleşir. 19. ve 20. yüzyıllar hegemonik sistemde merkezileşme ve küreselleşmenin en çok yaşandığı yüzyıllardır. Son iki yüz yılda ağırlıklı olarak İngiltere ve ABD hegemonyasının geliştiği Ortadoğu, derin bir bunalım yaşayan çevre kültürü konumundadır. Osmanlı hegemonyasının dağılmasından sonra, binlerce yıllık merkezî hegemonik iktidar kültüründe yaşanan bunalım daha da derinleşmiştir.
İngiltere ve ABD’nin temsil ettiği hegemonik iktidar sistemi son dört yüz yılda inşa edilip yükselişe geçen ulus-devletlerle icra edilir. Ulus-devletlerin doğasını çok iyi tanımak gerekir. Küçük burjuva ideolojisinin iktidara indirgediği bağımsız ve yarı-bağımsız devlet yorumları iktidar gerçeğini örtbas etmekten öteye bir rol oynamaz, ulus-devlet gerçeğini açıklamaz. Özellikle Ortadoğu’da hegemonik güçlerce kurulan ulus-devletler hakkındaki bu tür küçük burjuva yorumlar devlet ve demokrasi sorunlarını gizlemeye ve kapitalist sistemden soyutlamaya yarar. Çok iyi bilinmesi gerekir ki, İngiltere’nin kendi hegemonyasında önce Avrupa’da, sonra bütün dünyada inşa edilmesine öncülük ettiği ulus-devletlere ilişkin iki temel amacı vardır. Birincisi, hegemonyası önünde engel teşkil eden imparatorlukları ve büyük devletleri parçalayarak küçültmek ve böylece engel olmaktan çıkarmaktır. İkincisi, ortaçağdan çıkışta oluşan demokratik ulus geleneğini kapitalizmin gelişmesi önünde engel olmaktan çıkarmaktır. Her iki amacın başarısı sonuçta kapitalist hegemonyanın tesisine yol açacaktır. Hegemonik ulus-devlet tekeli son dört yüz yıldır Anglosakson İngiltere ve ABD’nin elindedir. Diğer tüm ulus-devletlerin hegemonik ulus-devletin çıkarlarıyla bütünleştirilinceye kadar minimize edilmeleri kaçınılmazdır. Her hegemonik sistem bunu gerektirir. Tarih boyunca da bu böyle olmuştur. Kapitalist hegemonya döneminde devlet düzenlenmeleri daha çok sistematize edilmişlerdir. Dolayısıyla sanki dünyada sistem dışında tamamen bağımsız devletler mümkünmüş gibi görüşler ileri sürmek, kasıtlı değilse küçük burjuva ukalalığıdır. Son beş bin yıllık tüm hegemonik sistemlerde bağımsız devlet olgusuna yer yoktur. Kapitalizm gibi son derece şiddet ve emperyalizm yüklü bir sistem hegemonyasında bağımsız devletlerden, keyfince devlet kurmalardan ve var olan devletlerin varlıklarını bağımsızca sürdürmelerinden bahsetmek bir safsatadır.
Kapitalist sistem neden hegemonik ulus-devlete ihtiyaç duyar? Açık ki, sistem başka tür bir devletle sürdürülemez de ondan. İmparatorluklar dağıtılmadan, özellikle ortaçağdan çıkışta kentlerde yoğunlaşan demokratik cumhuriyetler ortadan kaldırılmadan, böylelikle demokratik uluslaşmanın önü kesilmeden kapitalizm hegemonik sistem halinde yükselemez. Ulus-devlet olarak iktidar yeniden düzenlenmeden, kapitalizm varlığını koruyup geliştiremez.
Hegemonyayı paylaşmak sistem mantığına aykırıdır
İngiltere hegemonyası özellikle Hindistan’a kadar olan egemenlik yolu üzerinde bulunan Ortadoğu’ya stratejik bir rol biçmişti. Napolyon’dan sonra Ortadoğu üzerindeki denetimini adım adım geliştirirken sistemin bütünselliğini göz önünde bulunduruyordu. İspanya ve Fransa İmparatorluklarını bu amaçla minimize etmişti. Rus İmparatorluğu’nun güneye inmesinin önüne set çekmişti. Osmanlı İmparatorluğu’nu da kullandığı süre boyunca tampon statüsünde tuttu. Yükselen Alman hegemonyasıyla ittifaka girince de parçalanma sürecine soktu. Birinci Dünya Savaşı ile amacına ulaştı. Bu tarihten sonra Ortadoğu’da kurulan tüm ulus-devletler önce İngiltere’nin, sonra stratejik müttefiki ABD’nin damgasını taşırlar. Başta TC olmak üzere kurulan tüm ulus-devletler merkezî ulus-devletin rızası olmadan varlıklarını sürdüremezlerdi. Sovyet Rusya’nın kuruluşundan yetmiş yıl sonra çözülüşü, Çin’in halen kapitalizm yolunda ilerlemesi bu gerçeği doğrular. Başlangıçta bazı çelişkilerin -örneğin TC’nin kuruluş yıllarında yaşanan çelişkiler- olması, sonucun böyle gelişmesinin önünde engel teşkil edemez. Dört yüz yılı aşkın hegemonik bir birikimi olan sistem bunu kolay kolay terk edemez ve bağımsız devletler adıyla başka ulus-devletlerle de paylaşamaz. Hegemonyayı paylaşmak sistem mantığına aykırıdır. Ya savaş olur, biri kazanır, hegemonya onda kalır, ya da daha verimli yeni bir sistem doğar. Eski hegemonyanın ona gücü yetmez. O da diyalektik bütünlük içinde gerektiğinde savunma savaşlarıyla gerektiğinde uzlaşmalarla varlığını sürdürür. Kapitalizmi tercih edip de sistem dışında bağımsızlık taslamak kendini kandırmaktan veya ukalalıktan öteye anlam taşımaz.
O halde Ortadoğu kültüründe inşa edilen ulus-devletleri hegemon ulus-devletin en yoğunlaşmış ajan kurumları olarak yargılamak gerçekçidir. Örneğin yirmi iki minimal Arap ulus-devletinin varlığı ancak hegemon ulus-devletin çıkarlarıyla izah edilebilir. Başka türlü bir izahı olamaz. Osmanlı bakiyesi olan TC’nin varlığı ancak minimal bir ulus-devlet olmayı kabul edince tanındı. Başka türlü vücut bulamazdı. Genelde olduğu gibi Ortadoğu’da da ulus-devletler bunalımdan çıkışın değil, bunalımın derinleşmesinin araçlarıdır. Amaçları hegemonik ulus-devletlerin küresel istikrarını sağlamaktır. Bu da sonuçta kapitalizmin bunalımını küreselleştirir. Ortadoğu ulus-devletleri bölge kültüründen beslenen araçlar olmadıklarından hep bir çelişki yaşarlar. Geleneksel iktidar bunalımına kendi yabancılıklarından kaynaklanan unsurlar eklerler. Böylece bölge toplumlarının kültürel gerçeğinden tümüyle koparlar. Hiçbir toplumsal sorunu çözemeyen bu ajan kurumlar gittikçe gereksizleşirler. Bölgedeki ulus-devletler kapitalizmin başlangıç döneminde devlet kapitalizmi ile varlıklarını biraz meşrulaştırdılarsa da, kısa bir süre içinde toplumsal sorunların altında nefessiz kaldılar. Sadece antidemokratik olmakla kalmadılar, anti-toplumsal da oldular. Ulus-devletlerin doğuşları mantıkları gereği demokratik ulusa karşıtlık temelindeydi. Geç dönemlerinde bu karşıtlık toplumsallık karşıtlığına dönüşür. Çevreyi çöküşe götürür. Günümüzdeki konumlarını somut ele alarak gerçekliklerini daha iyi kavrayabiliriz.
TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN KURGULANIŞI
Osmanlı İmparatorluğu İslâmî hegemonyanın son büyük temsilcisiydi. Önce Bizans hegemonyasına, sonra başını Habsburg Avusturya’sının çektiği Avrupa Haçlı hegemonyasına, ayrıca kuzeyden Rus Çarlığı’nın güneye doğru yayılışına, en son İngiliz hegemonyasına karşı savaşlarla geçen altı yüz yılın sonunda yıkıldı. İmparatorluğun enkazından çıkarılan Cumhuriyet’i sık sık çözümlemeye tabi tuttuk. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışını Almanya ile ittifakına bağlayanlar yanılmaktadır. Almanlar kazansaydı bile yine dağılacaktı. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu da önce Hıristiyan halkların, sonra müttefikleri olan komünistlerin, İslâm ümmetçilerinin, Çerkezlerin ve Kürtlerin tasfiyesine, Yahudi-Siyonist milliyetçiliği ile Türk bürokratik burjuvazisinin ittifakına bağlamak mümkündür. İngiltere hegemonyasında kurulan bu ittifakla Ortadoğu’da İsrail’in oluşumuna giden yolda önemli bir kilometre taşı döşenmişti. Bütün göstergeler Türkiye Cumhuriyeti’nin minimal gerçeğini Proto-İsrail’e bağlamaktadır. Kuzey Kürdistan’da Kürt varlığının tasfiyesiyle Güney Kürdistan’da minimal bir Kürt siyasi oluşumuna gidilmesi de Cumhuriyet’in Proto-İsrail rolüyle yakından bağlantılıdır. O dönemin konjonktürü bunu emretmektedir. Arapların çok sayıda ulus-devletçiğe bölünmesi de İsrail’in oluşumuyla bağlantılıdır. Günümüzde yeni kurulmakta olan Filistin ve Kürt ulus-devletçikleri de aynı program kapsamındadır.
1919–1922 Ulusal Kurtuluş Savaşında iki temel unsur olarak rol oynayan Türkler ve Kürtlerin bu tavrı tarihsel geleneklerine uygundu. Selçuklu, Eyyubi ve Osmanlı Hanedanlıklarında görüldüğü gibi, kurulan tüm iktidar-devlet oluşumlarında ortak bir tutum benimsemişlerdi. 19. yüzyılda her iki tarafla oynayan İngiltere hegemonyasının etkisiyle bu ortaklık bozulmak istendiyse de, bunda başarılı olunamadı ve ortaklık sürdürüldü. Dizginleri Yahudi milliyetçiliği ve Masonluğun ellerinde olan Jön Türklerin, sonraki adlarıyla İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin komplo ve provokasyonları da aynı tarihsel ortaklık geleneğini bozamadı. Ulusal Kurtuluş Savaşının zaferini belirleyen de son tahlilde bu tarihsel ortaklıktı.
Rus Çarı, Fransız Kral, Osmanlı İmparatoru Abdulhamit ve yaşadıkları aynı kader
Burada sorulması gereken temel soru, dokuz yüz yıllık stratejik müttefik ve Cumhuriyet’in asli kurucu unsuru olan Kürtlerin varlığının neden yadsındığıdır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurgulanış mantığını çözümlerken, Fransız ve Rus Devrimlerindeki Yahudi milliyetçiliğinin etkisini ve sermayesinin gücünü kesinlikle hesaba katmak gerekir. Bilindiği gibi Fransız kralları katı Katolik olup Yahudi aleyhtarıydı. Ortaçağdan beri Yahudileri gettolara kapatmada ve antisemitizmi geliştirmede önemli rol oynamışlardı. Rus Çarları da katı Ortodokstular ve Katoliklerden daha fazla Yahudi pogromlarında (katliamlarında) rol oynadılar. Gerek Yahudi entelektüelleri (Yazarları da diyebiliriz; daha önceleri peygamber unvanını taşıyorlardı) gerekse Yahudi sermayedarları (Tarih boyunca marjinal sermayenin önde gelen birikimcileriydi) bu krallık hanedanlarını iyi tanıyorlar ve bunlara diş biliyorlardı. Uygun buldukları zamanda bunlardan intikam almak için bileniyorlardı. Fransız ve Rus Devrimleri onlara bu fırsatı fazlasıyla sundu. Her iki devrime de boşuna burjuva devrimleri denmemiştir. Devrimlerin ideolojik ve pratik hazırlanışında etkindiler. Her iki kralın idam edilmesinde ve devrimlerin burjuvazinin hegemonyasında gelişmesinde rolleri katalizör düzeyinde belirleyiciydi.
Şüphesiz bunların etkileri niceliklerinden değil niteliklerindendi. Kaldı ki, burjuvaziye öncülük edecek kadar sermaye ağırlıkları da vardı. Londra-Amsterdam hattında bir hegemonik yükselişi yaşayan Protestan Anglosaksonlarla ittifaklarının her iki devrim üzerindeki etkisi oldukça yüksekti. Liberal veya reel sosyalist çizgide gelişen devrimlerin arkasındaki temel itici güçlerdi. Anglosakson Protestan burjuva ulus-devletçiliği Avrupa’daki Katolik ve Ortodoks imparatorlukları hegemonik amaçlarla yıkıp parçalarken, temel yol göstericileri ve müttefikleri Yahudi entelektüelleri ve sermaye güçleriydi. Yahudi entelektüellerinin ve sermaye güçlerinin etkisini hesaba katmadan, Avrupa burjuva devrimlerini çözümlemek çok yetersiz ve dogmatik kalacaktır.
Anglosakson ulus-devlet hegemonyasına karşı çıkan Prusya burjuvazisiyle (Alman Habsburg Hanedanlarınca yönetilen İspanya ve Avusturya Katolik İmparatorluklarını da buna eklemek gerekir) Rus Çarlığı ve burjuvazisinin Yahudilere karşı soykırımlara kadar varan tavırlarının altında, giriştikleri hegemonik savaşları kaybetmelerinde Yahudilerin bu iki yönlü etkisinin, yani Anglosakson ulus-devlet projesine ve kapitalist moderniteye sundukları desteğin belirleyici rol oynadığına inanmaları yatar. Aynı hususlar Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü için de geçerlidir, hatta daha fazla geçerlidir. Çünkü İmparatorluk 1896’da toplanan ve Filistin’i Yahudi anayurdu olarak kabul eden Siyonist Kongre’nin kararları önünde bir engel konumundaydı. Yahudi militanlar ve sermaye sahipleri önce dostlukla Abdülhamit’ten Filistin’e Yahudi göçünün yolunu açmasını istediler. Abdülhamit istedikleri gibi davranmayınca (Yine de Yahudilerle sıkı fıkıydı) veya yaptıkları yetersiz kalınca, İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni kuran (Dönemin İngiliz Elçisi, Jön Türklerle İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin iktidara gelişini Yahudilerin İmparatorluğa el koyuşu olarak değerlendirir) Jön Türkler İmparatorluğu etkileri altına aldılar. İkinci Meşrutiyet (1908) ve 31 Mart 1909 darbeleriyle Abdülhamit’i de tıpkı Fransız Kralı ve Rus Çarı gibi etkisizleştirdiler. Cumhuriyet’in kuruluşuyla Anadolu ve Mezopotamya’daki etkilerini zirveye çıkardılar.
Çok daha çarpıcı olan bir benzerlik daha vardır. Fransız ve Rus Devrimlerindeki demokratik ulusçuların yani komünarların, Sovyetçilerin ve radikallerin tasfiyesiyle ulus-devlet diktatörlüklerinin kurulması tarzındaki gelişmenin Türkiye Cumhuriyeti’nde de tekrarlandığını görmekteyiz. Fransız Devrimi esas olarak halkın demokratik ulusal devrimiydi. Babeuf ve Robespierre gibi önderler bu gerçeği kanıtlar. Tıpkı Kral 16. Louis gibi onların da başlarının giyotinle kesilmesi, ulus-devletçi diktatörlüğe giden yolda atılan temel bir adımdı. Ulus-devlet Anglosakson modelinde geliştiği gibi, onların fiili denetiminin etkisini de taşıyordu. Tarihçilerin üzerinde birleştikleri görüş, Fransız Devriminin ulus-devletçilikle sonuçlanmasının İngiliz Anglosakson kapitalizminin hegemonik güç haline gelişinde en büyük adımlardan biri olduğudur.
Tam olmasa da, aynı görüş Rus İmparatorluğu’nun yıkılışı sonrasında kurulan Rus ulus-devleti için de ileri sürülebilir. Devrimin başlangıcında sadece Çarlık tasfiye edilmedi, demokratik Rus ulusçuluğu da Sovyetler Birliği somutunda tasfiye edildi. İyi bir Rus demokratik ulusçusu yani Sovyetçisi olan Kropotkin bizzat Lenin’e, Sovyetlerin ulus-devlet diktatörlüğüne kaymaması konusunda öneri ve uyarıda bulunmuştu. Daha sonra Rus ulus-devletinde olup bitenler Kropotkin’in öneri ve uyarılarını haklı çıkarmıştır.
Demokratik ulus karakterli yapı komplocu yöntemlerle
diktatoryal ulus-devlete dönüştürüldü
Osmanlı İmparatorluğu’nda kademeli olarak önce kontrolü, sonra iktidarı eline geçiren İttihat ve Terakki Cemiyeti, özünde Yahudi militanları ve sermaye güçlerinin ideolojik ve pratik öncülüğünü ifade eder. Cemiyette diğer milliyetlerden kurucular ve yöneticilerin rolü belirleyici değildir. Türk ve Kürt katılımcılar da buna dahildir. Türk ve Kürt öğeler daha çok Yahudi etkinliğinin maskeleyicisi rolünü oynadılar. Kuruluşunda Cumhuriyet’in ulusal kurtuluşçu yönü kadar demokratik kurtuluş yönü de vardı. Devrim olarak başlangıçta demokratik ulusal güçlerin ittifakı ile başarılmıştı. Komünistler, İslâm ümmetçileri, Çerkezler, Kürtler ve Türklerden oluşan bir ittifak söz konusuydu. Fransız ve Rus Devrimlerinde olduğu gibi Anadolu Devriminde de demokratik ulus karakterli yapı komplocu yöntemlerle diktatoryal ulus-devlete dönüştürüldü. Burada da başrolü oynayan İngiliz hegemonyacılığıydı. Fakat Cumhuriyet ulus-devletçiliğinde sadece demokratik ulusal unsurlar tasfiye edilmedi. Yine öncü rol oynayan beş paşadan Mustafa Kemal dışındakilerin tasfiyesiyle de yetinilmedi. İngiltere’nin yeniden düzenlemek istediği Ortadoğu’daki minimal (İngiliz hegemonyasında kalacak büyüklükte ulus-devletler) ulus-devlet sisteminin köşe taşlarından olan Türkiye Cumhuriyeti, Ulusal Kurtuluş Savaşında düşünülenden çok farklı biçimde âdeta yeniden tasarlanıp inşa edildi. İsrail’in kuruluşuna giden yolda Proto-İsrail olarak kurgulandı. Musul-Kerkük meselesi (Kürdistan’ın parçalanması) bu konuda bir manivela olarak kullanıldı. Mustafa Kemal Paşa’nın önüne konulan ‘ya Cumhuriyet ya Musul-Kerkük’ ikilemi bu anlama gelmekteydi. Burada da bir taşla iki kuş vuruluyordu. Hem Musul-Kerkük ellerinden alınıyor (Misak-ı Milli’ye aykırı olarak), hem de orada İsrail’in kuruluşuna giden yolda bir ikinci Proto-İsrail Kürt oluşumunun temeli atılıyordu. Büyük Kuzey Kürdistan parçası ise Cumhuriyet tarihi boyunca kan revan içinde bırakılarak kıpırdayamaz hale getiriliyordu.
Kendi ümmet dincileri, baş müttefikleri komünistler ve Kürtlerle sürekli kavgalı olan, onların varlığını sürekli inkâr eden, sık sık provokasyonlarla imha ve idam eden bir Cumhuriyet’in gelişme ve büyüme şansı elbette olamazdı. Küçük bir azınlık olan bürokratik Türk burjuvazisiyle Yahudi unsurların bu yeni sınıf jargonuna Beyaz Türkler denilmektedir. Bunlar laik milliyetçiliği çok katı bir din olarak benimseyip Cumhuriyet’in tüm demokratik unsurlarını ötekileştirmişlerdi. Cumhuriyet tarihi bu özün korunmasından ibarettir. Menderes, Özal, Erbakan ve Ecevit gibi bazı devlet adamları Cumhuriyet’in bu özünü biraz aşıp içerde demokratikleştirme, dışarıda ise Ortadoğu’da minimalizmi aşıp maksimize etme sürecine girmek istediklerinde hemen tasfiye edildiler. Minimal diktatoryal özün ‘tunç kanunu’ ısrarla korundu. Bunun için Kürtlere, Müslümanlara ve Komünistlere, hatta Çerkezlere yönelik provokasyonlar ve komplolarla tasfiyeler sürekli gündemde tutuldu. Katliamlar, tutuklamalar ve idamlar hiç eksik olmadı. NATO’ya girildi. 1952’den bu yana Türkiye’yi fiilen Alman merkezli Gladio adlı gizli NATO ordusu yönetti. Ordu vesayeti ve darbeleri denilen süreçlerin arkasında hep Gladio vardı. Gladio yönetimi için sağ-sol, Alevi-Sünni, Türk-Kürt gerginlikleri sürekli çözümsüz bırakılarak askeri ve sivil diktatörlüğe gerekçe kılındı. 1925’ten sonra benzer rolü Kürtlere yönelik provokasyonlar oynuyordu. Soğuk savaştan sonra Türkiye Cumhuriyeti’ne yeni roller biçilmek istendi. Ne de olsa İsrail’in kuruluşu tamamlanmış, Ortadoğu’daki hegemonya ilerleme sağlamıştı. Sovyet Rusya tehdidi ortadan kalkınca (1990), Ortadoğu’da ABD’nin tam hegemonyası için tarihî gün doğmuştu.
Kalıcı yeni strateji ve taktiklere ihtiyaç vardı
Bu tarihî günün önemini anlamak için temel göstergemiz yine İsrail’in konumu olmak durumundadır. İsrail kurulmuş ama güvenlik sorunları halledilememişti. Arap milliyetçiliği tarafından her an yutulabilirdi. Bunun için kalıcı müttefiklere, yeni strateji ve taktiklere ihtiyacı vardı. 1920’lerde Türkiye Cumhuriyeti’nde Beyaz Türk ulus-devletçi diktatörlüğün oynadığı rolü bu sefer Kürdistan’da Beyaz Kürt ulus-devletçiliği oynayacaktı. 1990’lar dönemi ikinci bir 1920’ler dönemidir. 2000’lerin başlangıç yıllarındaki İkinci Körfez Savaşı için de aynı şeyleri söyleyebiliriz. 1990’ların başlarında Sovyetler Birliği’nin çözülüşü, kapitalist dünya hegemonyası (önder güç ABD) için yeni bir düşman belirleme sorununu ortaya çıkarmıştı. Sonuçta İsrail’in güvenliği temel alınarak, İslâm radikalizmi yeni tehdit veya düşman olarak ilan edildi.
Açığa çıkan bu yeni gerçeklik İsrail’in bölgedeki konumu üzerinde yeniden düşünmeyi zorunlu kılmaktadır. İsrail’in inşası herhangi bir bölge ulus-devletinin inşası değildir, olamaz da. İsrail sadece bir Yahudi ulus-devleti de değildir. Böyle anlamakla yetinilemez. İsrail’in kuruluşuna giden süreci yeniden göz önüne getirdiğimizde, Siyonist Kongre’nin toplanması (1896), Sultan Abdülhamit’in kıskaç altına alınması (1876–1909), İkinci Meşrutiyet darbesi, 31 Mart 1909’da Abdülhamit’in düşürülüşü, 23 Ocak 1913’te İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin bir darbe ile iktidarı ele geçirmesi, 1914’te bir oldu bittiyle Birinci Dünya Savaşına girilmesi, Sykes-Picot Antlaşması temelinde Ortadoğu’nun İngiltere ile Fransa arasında parçalanması, Balfour Deklarasyonu (1917 Filistin’de bir Yahudi yurdunun, İsrail’in kurulması planı), Filistin’de İngiliz mandacılığının kurulması ve TBMM’nin ilanı (aynı tarih, 1920), Ulusal Kurtuluş Savaşı sonrasında Lozan Antlaşması’nın kabulü ile birlikte Beyaz Türk ulus-devletçiliğinin demokratik ulus cumhuriyetçiliğini tasfiye edip (Ulusal Kurtuluş Savaşındaki ittifakı dağıtma ve azınlık diktatörlüğünü kurma) CHP diktatörlüğünü kurması (1923), 15 Şubat 1925’te Şeyh Sait’in provoke edilmesiyle Kürt katliamları sürecinin başlatılması (1925–1938), İngiltere-TC ittifakı (1939), İsrail’in kuruluşunun resmen ilanı (1948), TC’nin NATO’ya girişi (1952), 27 Mayıs darbesi (1960), 12 Mart darbesi (1971), 12 Eylül darbesi (1980), Çiller-Demirel darbesi (1993), Çevik Bir darbesi (1997) ve en son Ecevit’e darbe ve AKP’nin hükümete getirilişi (2002), bunlara ek olarak Birinci (1990) ve İkinci Körfez Savaşları (2001’de görünüşteki Afganistan’ın işgali aslında İkinci Körfez Savaşı ve Irak’ın işgali için bir prova niteliğindedir) gibi olayların ve benzer birçok olayın birbirlerine zincirlemesine bağlı ve İsrail eksenli olduklarını görürüz. Ayrıca bölgede kurulan ulus-devletleri de (Bunlar için ayrı bir bölüm ayırmak gerekir) bu olaylar bağlamında düşünmek ve bu zincire eklemek gerekir. Kilometre taşları niteliğindeki tüm bu olayların iç bağlantısına girmeden rahatlıkla diyebiliriz ki, İsrail’in inşa süreci bölgede Anglosakson hegemonyasının gelişmesinin temel göstergesi durumundadır. İsrail, Osmanlı İmparatorluğu’nun bilinçli yıktırılışından sonra bölgenin yeni hegemonyasının ÇEKİRDEK GÜCÜ olarak tasarlanmış ve inşa edilmiştir. İngiltere-ABD hegemonyası dünyada neyse, bölgenin yeni hegemonik gücü olan İsrail de Ortadoğu için odur. İsrail küçük bir Yahudi ulus-devleti değildir sadece, aynı zamanda büyük bir hegemonik güçtür.
AKP Hükümetinin damgasını vurmaya çalıştığı Cumhuriyet’in temel kurgulanışı değişmemekle birlikte, hegemonik sistemin yeni baş düşman tespitine göre kısmi bir dönüşüme uğratılmaktadır. 1920’lerde esas olarak İsrail’e giden yolda bir ön oluşum olan laik ve milliyetçi Cumhuriyet, 2000’lerde İslâm radikalizmi ile İran ve Arap milliyetçiliğini İsrail’e yönelik tehdit olmaktan çıkarmayı amaçlayan bir Ilımlı İslâm Türk Cumhuriyeti’ne dönüştürülmek istenmektedir. CHP’nin damgasını vurduğu Birinci Cumhuriyet döneminde, esas olarak toplumda egemen olan İslâm ümmetçiliği laik-ulusçu devletle tasfiye edilmek istenmiştir. Altı yüz yıllık İslâmî hegemonik güç olan Osmanlı Sultanlarının aynı zamanda halife unvanını da ellerinde bulundurmaları, Cumhuriyet’e güçlü bir İslâmî ümmetçi miras bırakmıştır. İslâm âleminde bu İslâmî ümmet bütünlüğü korundukça, İngiliz hegemonyasının ve bunun bölgedeki çekirdeği olacak İsrail’in inşası son derece güç olacaktı. Laik ulusçu CHP diktatörlüğü altındaki Cumhuriyet’e biçilen rol, bu ümmetçi bütünlükte parçalanmaya giden yolu açmasıydı. İngiltere ulus-devlet silahını bu amaçla dünyanın birçok köşesinde kullanmıştı. Ortadoğu için de bu son derece gerekli ve etkin bir silah olacaktı. Cumhuriyet’in demokratik ulus temelinden kopartılıp, acele ve çok kanlı biçimde katı Beyaz Türk ulus-devletine dönüştürülmesi ancak bu stratejik rolü ile izah edilebilir.
Daha sonraki kilometre taşı niteliğine sahip gelişmeler bu strateji doğrultusunda olacaktır. 1920’lerde ulus-devlet olarak Cumhuriyet’in önüne konulan ikinci misyon, Sovyet Rusya’nın Ortadoğu’ya yönelik yayılmasını ve ayrıca Cumhuriyet Türkiye’sinde komünizmin gelişmesini önlemeye yönelikti. Türkiye’nin iç ve dış politikası esas olarak bu iki temel amaca göre şekillenmişti. Denetleyici güç İngiltere idi. 1979’da İran İslâmî Devrimi ve aynı tarihte Afganistan’da başlayan Sovyet Rusya işgali bölgede tesis edilen ulus-devlet dengesini kökten sarsmıştı. Birinci Cumhuriyet döneminde Ortadoğu’da İngiliz ve ABD himayesinde kurulan ulus-devlet dengesi İsrail bağlamında tamamlanmıştı. Eksik halka Kürt ulus-devletiydi; o da kurulma aşamasındaydı. Şu hususu önemle belirtmek gerekir ki, 1979 İran İslâmî Devrimi ve Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgaline kadarki süreçte, Ortadoğu’da İsrail (müttefikleri İngiltere ve ABD ile ortak olarak) hegemonyasında ulus-devlet dengesine varılmıştı. Ortadoğu’daki ulus-devletçiliğin iddia edildiği gibi bağımsız ulus gereği olmayıp kapitalist modernitenin bölgedeki hegemonik hesaplarına uygun olarak düzenlenmiş olması, İsrail’in hegemonik çekirdek güç olarak varoluşunu gayet iyi izah etmektedir. Ortadoğu’da ulus-devlet sistemi İsrail’in gerçekleşmesinin önkoşulları niteliğinde olup hegemonyanın, dolayısıyla İsrail’in varlığının süreklilik kazanması için gerekli bir sistemdir. Sistemin bu mantığı Türkiye Cumhuriyeti’ne ilişkin minimalizmi de gayet iyi açıklamaktadır.
1979’lardan itibaren sisteme yönelik olarak iki kanaldan gelen tehdit (Sovyet Rusya ve İslâmî İran) Türkiye Cumhuriyeti’ndeki dönüşümün temel dış nedeni olmakla birlikte, içte üst boyutlara varan demokratik ulus muhalefeti de tehdit teşkil etmekteydi. Bu iki tehdit yüzünden zaten güçlü bir konumda olan Gladio çerçevesinde 12 Eylül 1980 darbesinin gerçekleştirilmesi sistemin vazgeçilmez çıkarları gereğiydi. Birinci Cumhuriyet döneminin laik ulusçu ideolojisi yeni tehditler nedeniyle yetersiz kalmaktaydı. Türk-İslâm sentezi her iki tehdidi önlemek açısından gerekliydi. İkinci Cumhuriyet döneminin resmi ideolojisinin Türk-İslâm sentezi olarak geliştirilmesi bu bağlamda anlamını bulur. İran İslâm radikalizmine Türkiye’nin ılımlı Türk-İslâm sentezciliği ile yanıt verilecek, ayrıca demokratik ulus hareketleri de faşist terörle imha edilecekti. Gladio’nun denetiminde esas olarak bu iki yönlü iç ve dış tehdide karşı böylesi bir darbe cumhuriyetiyle -İkinci Cumhuriyet ile- yanıt verilecekti. Uygulamalar da bu yeni ideolojik konsept temelinde oldu. AKP 1980’de başlayan İkinci Cumhuriyet döneminin daha yaygın ve oturmuş aşamasının hegemonik partisi olarak tasarlandı. İkinci Cumhuriyet’in temel iç ve dış politikalarına bağlı, ama artık hegemonyasını tamamlamak isteyen bir parti olarak kurgulandı. Bir nevi İkinci Cumhuriyet’in CHP’si olarak tasarlandı. Geçen sekiz yıllık uygulamaları da bu ifadeyi doğrulamaktadır. Günümüzde AKP’nin İsrail’le yaşadığı yapay çelişkiler kimseyi şaşırtmamalıdır. Aralarında hiç çelişki olmadığı da iddia edilemez; fakat bu çelişkiler aynı hegemonik sistem içinde çözülebilir çıkar çelişkileridir.
Birinci Cumhuriyet döneminde de Proto-İsrail olarak ciddi ve kanlı geçen çelişkiler yaşanmıştı. Genç Türk bürokrat burjuvazisi Yahudi sermayesiyle olan ittifakını sürekli kendisinden yana yontmaktaydı. Yahudilerin, Masonların payını sürekli azaltmak istiyordu. İngiliz yanlısı Maliye Bakanı Cavit Beyin (İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin önde gelen liderlerinden) 1926’da idam edilmesinden 1943’te Varlık Vergisi adı altındaki el koymalara kadar varan birçok uygulama Yahudi sermayesini sürekli kırpma amaçlıydı. Tüm bu olaylara rağmen, Türk Yahudiliği sistemin ideolojik, politik ve ekonomik yapısına hep damgasını vuran belirleyici güç konumunda kaldı. Ordu ve dış politikada da ağırlıkları hep belirleyici oldu.
AKP’ye biçilen rol
AKP ile Türk burjuvazisinin yeni bir kanadı, Konya ve Kayseri merkezli Anadolu özel sermayesi, Yahudi sermayesinden ve devletteki (Birinci Cumhuriyet’teki) gücünden daha fazla pay istemektedir. ABD-İngiltere-İsrail üçgeninin Ortadoğu’daki hegemonyasına hizmet etmek için bizzat bu üçlü tarafından oluşturulan AKP, hegemonyaya hizmet karşılığında payının arttırılmasını talep etmektedir. Bunun yolu da ordunun kendisine yönelik vesayetinin hafifletilmesi, kendisine karşı yeni darbelerin düzenlenmemesi ve Ortadoğu’daki sömürü pastasından daha fazla pay ayrılmasıdır. İsrail bu yeniyetme Anadolu burjuvazisini biraz aşırı bulmakta, taleplerini kısmasını beklemektedir. Ayrıca ‘bölgesel güç’, ‘küresel güç’ teranelerini fazla abartılı bulmakta, bölgede ve dünyada kimin hegemon olduğunu doğru okumasını istemektedir. AKP’ye biçilen rol, İran Şii milliyetçiliği ile Arap radikal İslâmcılığını ve laik milliyetçiliği yumuşatıp hegemonik sisteme entegre etmektir. Bunun için ordu ve dışişlerinde kendisine bir rol tanıdıkları açıktır. AKP de bu rolü oynuyor. Bu kısma ilişkin çatışma görüntüsü danışıklı dövüştür, ama pay arttırımına ilişkin çelişkileri gerçektir, ancak bunlar sistem içinde çözülebilecek çelişkilerdir. Orta ve uzun vadede AKP’nin hegemonik sistemle tam uyumu kaçınılmazdır. Dik kafalılık ederek, hele İran’la ve radikal İslâm’la, hatta Ilımlı İslâmcılıkla ittifak kurup hegemonik sistemi zorlarsa, eski seleflerinin ve CHP’nin başına gelenlerden farklı bir durum yaşamayacaktır.
Türkiye’nin sistemin zayıf halkası olduğu rahatlıkla söylenebilir. Sistemden kopması ihtimali zayıf bir olasılık değildir. Kopma iki eksende gelişebilir: Birinci eksen, eğer aldatmaca değilse, İran, Suriye, hatta Rusya ve diğer BRIC ülkeleriyle (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin) geliştirmek istediği, eksen kayması olarak da yorumlanan ve küresel güç olmaya kadar varacak kuvvetli bir bölgesel güç olma, böylelikle İsrail, ABD, İngiltere ve AB hegemonyasına karşı çıkma yoludur. İmkânsız olmasa da, mevcut Türkiye Cumhuriyeti’nin öz varlığı ve somut dengeleri itibariyle bu yol çok zor geçilebilecek bir yoldur. İkinci kopma eksenine giriş, Cumhuriyet’in Ulusal Kurtuluş Savaşındaki ittifaklarının demokratik ulus temelinde güncelleşmesiyle mümkündür. Kapitalist moderniteden kopmayla sonuçlanabilecek bu yolda, ulusal ve bölgesel düzeyde yaşanan temel sorunlar ancak demokratik modernite ile köklü çözüm şansına kavuşabilir.
ARAP ULUS-DEVLETLERİ VE İSRAİL’İN KURGULANIŞI
Ortadoğu’nun yaşadığı bunalımın temel kaynaklarından bir diğeri, Arap ulus-devletlerinin ve İsrail’in birlikte inşa süreçleridir. İngiltere 19. yüzyılın başından itibaren Osmanlı İmparatorluğu üzerinde operasyonlara başladığında, Arap şeyhlerini koçbaşı olarak kullandı. Balkanlarda Grek kökenli Ortodoks din adamlarını kullanıp Yunan ulus-devletinin inşasına destek vererek, İmparatorluğun Balkanlardaki çözülüşünü hızlandırdı. İmparatorluğun güneyinde bulunan ve Hindistan yolu üzerinde stratejik bir konuma sahip olan Arabistan Yarımadasında benzer bir faaliyeti, yani Arap ulus-devletçiliğini Müslüman din adamlarının üst hiyerarşisini temsil eden şeyhler aracılığıyla desteklemeye başladı. Aynı dönemde Kürdistan üzerinde de Süleymaniye kökenli tarikat önderleriyle (Nakşiler ve Kadirîler başta olmak üzere) benzer girişimlerde bulundu. İran Şahlığı’nın güneyi üzerinde de gittikçe artan kontrolünü geliştirdi. Önce isyanlarla başlayan süreç, Birinci Dünya Savaşından sonra mandater rejimlerle, İkinci Dünya Savaşıyla da tam teşekküllü ulus-devletlerle sonuçlandı. Bu arada Osmanlı İmparatorluğu tasfiye oldu. Bölgede büyük bir boşluk oluştu veya oluşturuldu. İngiltere’nin kendisi Hindistan’da yaptığının aksine direkt bir sömürgeci güç olarak bölgeye yerleşmedi. Ama rakip bir güç de bırakmadı. Türkiye Cumhuriyeti’ni Arap manda rejimleriyle aynı çerçevede (Sivas Kongresi’nin ana tartışma konusu İngiliz veya ABD mandacılığı üzerineydi) ve aynı tarihte (1920) kurgulamak istedi. M. Kemal’in radikal duruşu (Fransız Devrimi’nde İngiliz tasarımı olan Meşruti Anayasal Krallığa karşı Montagnarların, Robespierre ve arkadaşlarının radikal cumhuriyetçi çıkışlarına oldukça benzeyen duruşu) sonucu cumhuriyete doğru çevirdi. Fakat özde değişen hiçbir şey yoktu. Arap manda rejimleri de kısa bir süre sonra benzer ulus-devletlere dönüşmüşlerdi. Krallık veya cumhuriyet adlarını takmaları minimalist ulus-devletçi özlerini değiştirmiyordu.
Ulus devlet inşacılığında Yahudi entelektüalizmi ve sermayeciliği
hep öncü rol oynamıştır
İsrail’in doğuşunun hızlanması da tam bu sürece denk düşer. Yahudi kabilesi üzerine daha önceki bölümlerde ifade edilenlere ilaveten, İsrail’in kökeninin bu kabilelere ve ideolojilerine (Yahudi ideolojisi-tek tanrılı dinler ve milliyetçilikler) dayandırıldığını bir kez daha belirtmeliyiz. İsrail özünde 1550’lerde Amsterdam-Londra hattında modern devlet olarak gelişen, yaklaşık dört yüz yıl süren ve Avrupa’yı kan deryasına çeviren ulus-devlet savaşlarının doğal bir ürünüdür. Ulus-devlet inşacılığında Yahudi entelektüalizmi ve sermayeciliği (kapitalizmi) hep öncü rol oynamıştır. Ancak Katolik, Ortodoks ve İslâmî İmparatorlukların parçalanmasıyla Yahudilerin özgürlüklerine kavuşacaklarına ve giderek süreç içinde gelişen Yahudi milliyetçiliğinin Siyonist ideaları temelinde bir İsrail-Yahudi devletinin kurulacağına inanılmaktaydı. Birinci Dünya Savaşı öncesi, sırası ve sonrasında bu inançlı, bilinçli ve örgütlü çalışmalar sonuç verdi. Osmanlı İmparatorluğu’nun enkazı üzerinde kurulan minimalist Türkiye Cumhuriyeti ulus-devletçiliğiyle birlikte, çok sayıda minimalist Arap ulus-devletçiğinin yol açtığı ortamda, kutsal Sion ideolojisinin amaçladığı Yahudi ulus-devleti İsrail (1948) resmen ilan edildi. Türkiye Cumhuriyeti kendi Proto-İsrail özünü kanıtlarcasına, bu devleti tanıyan ilk ulus-devlet oldu.
İsrail’in kuruluş ve ilanı sıradan bir olay değildir. İsrail bölgede hegemonik rol oynayan en son güçler olan Osmanlı İmparatorluğu ve İran Şahlığı’nın bağımlı minimalist ulus-devletlere dönüştürülmelerinden doğan iktidar boşluğunu dolduran kapitalist modernite hegemonyacılığının çekirdek hegemon gücü olarak doğmuştur. İsrail’in çekirdek bir hegemon güç olarak kurgulanışı çok önemli bir husustur. Bu demektir ki, bölgedeki diğer ulus-devletler hegemon güç olan İsrail’in varlığını tanıdıkça meşru kabul edilecekler, tanımamaları halinde savaşlarla hizaya getirilinceye kadar yıpratılarak tanıyacak hale getirileceklerdir. Türkiye Cumhuriyeti, Mısır, Ürdün ve bazı Körfez ülkeleri İsrail’i ilk tanıyanlardan oldukları için meşru birer ulus-devlet olarak kabul edilip sistem içine alınmışlardır. Geriye kalanlarıyla İsrail ve müttefikleri ve diğer ülkelerle birlikte savaş devam etmektedir. Filistin sorunu çerçevesinde Araplarla, Körfez sorunu çerçevesinde diğer İslâm ülkeleriyle yürütülen savaşlar ve çatışmalar İsrail’in bölgedeki hegemonik varlığıyla yakından bağlantılıdır. İsrail’in hegemonyası tanınıncaya kadar bu çatışma, komplo, suikast ve savaşlar devam edecektir.
Kapitalist modernitenin Ortadoğu’daki hegemonik kurgulanışını doğru kavramadıkça, neden yirmi iki Arap ulus-devletinin inşa edildiğini de doğru kavrayamayız. Ulus-devletçi küçük-burjuva bağımsızlıkçılığının sağ-sol, dinci-mezhepçi, etnikçi ve kavmiyetçi tarih yorumlarıyla Ortadoğu’da kurgulanan kapitalist modernite doğru çözümlenemez. Bu bağlamda Arap sorununun gerçeklikte olduğu gibi kavranması (tıpkı Türkiye Cumhuriyeti ve diğer Türki cumhuriyet ve toplulukların sorunlarının doğru kavranmasında olduğu gibi), öncelikle kapitalist modernite hegemonyacılığının Ortadoğu’daki kurgulanışı ve tesis edilmesinin doğru kavranmasını gerektirir. Kendi başına filan ‘ulus-devletin şanlı kuruluşu’ gibi gerçeklerle alay eden tarih ve toplum zihniyetleriyle hiçbir devlet ve toplum sorunu kavranamaz. Dolayısıyla Arap sorunu sadece İsrail ile ilgili bir sorun olmadığı gibi, bir Filistin-İsrail sorununa da indirgenemez. Arap toplumlarının yaşadığı en derin birincil sorun, öncelikle Arapların yirmi iki ulus-devletçiğe bölünmesinden kaynaklanmaktadır. Bu yirmi iki devlet kapitalist modernitenin kolektif ajan örgütü olmaktan öteye bir rol oynayamaz. Varlıkları Arap halkları açısından en temel sorundur. Bu bağlamda Arap sorunu bölgede kapitalist modernitenin kurgulanışı ve tesisiyle ilgili bir sorundur. Ancak bu kapsamda, yani kapitalist modernitenin bölgedeki hegemonik gücü olarak İsrail ile ilgili bir sorunları olabilir.
Koca bir sahtekarlığı gizleyen maskeli sahte diplomasi
Fakat unutmayalım ki, İsrail’i inşa eden güçlerle yirmi iki Arap-ulus-devletini inşa eden güçler aynıdır. Dolayısıyla İsrail’le ilişkileri ve çelişkileri kamuflaj niteliği taşır. Özde onlar da aynı hegemonik sistemi paylaştıkları için, bu çelişkiler güçlü olsa bile, ancak kapitalist modernitenin dışına çıkmaya cesaret ettiklerinde anlam taşıyabilir. Hem aynı kapitalist modernite hegemonyası içinde kalacaksın, hem de İsrail’i tanımayacaksın! Maskeli, sahte diplomasi işte bu gerçeği inkâr etmekten kaynaklanmaktadır. İster radikal İslâm, ister Ilımlı İslâm, ister Şia İslâm’ı olsun, kapitalist modernite yerine ikame edilmek istenen bütün İslâmî milliyetçi yaklaşımlar koca bir sahtekârlıktan ibarettir. Çünkü bu İslâmcılık 19. yüzyılın başından itibaren kapitalist modernitenin hegemonyasında gelişen bir milliyetçilik türevi olup, İslâm uygarlığıyla da ilişkisi olmayan, kapitalizmin Ortadoğu’daki İslâm ülkelerine özgü bir ideolojik aracıdır. Son iki yüz yıldaki siyasal İslâmcılıklar, kapitalist hegemonyanın maskeli ajanları olmaktan öteye bir rol oynayamazlar. Çünkü kapitalist modernite bağlamında böyle kurgulanıp harekete geçirilmişlerdir. Zaten son iki yüzyılda Ortadoğu’daki ulusal ve toplumsal sorunları daha da derinleştirmekten öteye rol oynayamamaları bu gerçekliği doğrular. Komünalizmin, demokratik ulusalcılığın önündeki temel ideolojik ve politik engellerdir. Kültürel İslâm farklı bir konu olup, bu İslâm’ı gelenek bağlamında savunma ve sahip çıkmanın anlamlı ve pozitif bir yönü vardır.
Ulus devlet sorun çözmez sorun üretir
Eğer kapitalist modernite bağlamını aşamazsa, Arap-İsrail ve Filistin-İsrail çatışmaları kedi ile fare arasındaki kavgaya benzemekten kurtulamaz. Sonuçta ortaya çıkan, yaklaşık yüz yıldır bütün Arap halklarının yaşam enerjisinin sonucu önceden belli olan bu çatışmalarla heba edilmesidir. Bu çatışmalar icat edilmeseydi, sadece petrol gelirleri üzerinde on tane Japonya bedelinde bir Arabistan söz konusu olabilecekti. Bu saptamadan çıkan en önemli sonuç, Ortadoğu’daki ulus-devlet sistematiğinin iddia edildiği gibi temel ulusal ve toplumsal sorunların çözüm kaynağı olmadığı, tersine sorunları geliştirmenin, ağırlaştırmanın, derinleştirmenin ve içinden çıkılmaz hale getirmenin kaynağı durumunda olduğudur. Ulus-devlet sorun çözmez, sorun üretir. Daha da ötesi, aynı sistem sadece Ortadoğu devletlerini değil, toplumlarını da güçleri tükeninceye kadar birbirleriyle çatıştırarak tüketmenin aracıdır. Irak gerçeği bu tespiti gayet iyi doğrulamaktadır. Burada sorumluluğu tümüyle kapitalist moderniteye yıkamayız. Sorun çözücü ve kurtuluşçu olarak ortaya çıkan İslâmcı ve solcu (reel sosyalist) ideolojiler ve politik organizasyonlar da en az kapitalist modernitenin taşıyıcı unsurları (Jön Türk, Jön Kürt, Jön Arap, Jön Fars) kadar sorumludur. Yaklaşık yüz yıldır halklarına önerdikleri hiçbir yöntem ve program başarılı olmadığı gibi, bunlar kapitalist modernitenin bölgesel inşasına hizmet etmekten ve bu temelde kullanılmaktan öteye rol oynayamamışlardır. Arap ulus-devletçi ideolojiler ve politik örgütlenmeler bağlamında da bu gerçekliklerin rolünü inkâr edemeyiz.
Arap sorunları da Türk, Türkiye sorunları gibi çözülmez sorunlar değildir. Burada sorunlar iki ana eksen üzerinde çözümlenmeye ve çözülmeye çalışılmaktadır: Birinci eksen, aynı sistem içinde kendi devlet ve toplum paylarını arttırarak, bunun için güdümlü çatışmalar yaratarak sonuç almaya dayanmaktadır. Filistin Kurtuluş Örgütü de dahil, Arap ulus-devletlerinin son elli yıldır denedikleri çatışma yöntemiyle varmak istedikleri sonuç budur. Mısır ile varılan Camp David benzeri anlaşmalarla bu eksen er ya da geç tamamlanmak istenecektir. Fakat bu yol Arap toplumsal sorunlarını daha da ağırlaştırmaktan ve radikal çözümlere zorlamaktan öteye bir anlam ifade etmez. Bu yol petrole dayalı Arap oligarşik ulus-devletçilerini tatmin edebilir; ama halklarının çok derin olan ekonomik ve demokratik taleplerini asla karşılayamaz. Arap halklarının tarih boyunca dağ gibi birikmiş ekonomik ve demokratik sorunları vardır. Kapitalist modernitenin uydusu olan Arap ulus-devletleri bu sorunları çözmek bir yana, çözümün adını bile ağızlarına almak istemezler. Sürekli ağırlaştırılarak, sahte dinci ve mezhepçi çatışmalarla gizlenerek sorunlar öyle bir noktaya doğru evrilmektedir ki, ya Irak örneğinde görüldüğü gibi sonuna kadar çözülme, dağılma ve çatışmalara götürmekte, ya da köklü ekonomik, sosyal, kültürel ve demokratik ulusal çözümler istemektedir.
Arap sorunlarının çözümünde ikinci ana eksen ancak kapitalist modernitenin aşılması temelinde söz konusu olabilir. Burada sistemden kopuş söz konusudur. İslâmî radikalizmin veya siyasi İslâm’ın alternatif modernite teşkil edemeyeceğini çok iyi bilmek gerekir. İslâm kültür olarak ancak kapitalist moderniteye alternatif bir modernite yaşamında rol oynayabilir. Tüm Ortadoğu halklarının tarihsel ve toplumsal gerçekliklerine uygun modernite paradigması Arap halkları için de en güçlü ve doğru seçenektir. Halklar için alternatif modernite, kapitalist moderniteye karşı hep mücadele içinde olmuş, demokratik ulus, sosyalist, ekolojist, feminist ve kültürel hareketlerin bütünlüğünden oluşan demokratik modernitedir.
Arap sorunları bağlamında ikinci önemdeki sorunlar demeti İsrail’in varlığıyla bağlantılıdır. Arap milliyetçiliği, İslâmcılığı ve ulus-devletçiliğinin İsrail’e bakışı bizzat İsrail-Yahudi ideolojisinin hegemonyasınca güdümlenmiştir; İsrail-Yahudi ideolojisi ve devleti tarafından çizilen sınırların içinde kalmaktadır. Aynı modernite içinde kaldıkça, küçük bir nüfusu bulunan İsrail hegemonyasının oyuncağı olmaktan öteye rol ifade edemez. İsrail’in kendisi de kendi icadı olan kapitalist modernitenin tutsağı olmaktan kurtulamaz. Arap denizinin ortasında kendisini her an boğmaya hazır güçlerin varlığını çevresinde hissettikçe, İsrail, atom da dahil, teknolojik silah üstünlüğü ile kendini savunmaktan asla geri kalmayacaktır. İsrail ya kendi hegemonyasında kendisiyle barışmış bir Ortadoğu ulus-devlet dengesini yaratacaktır ki, anlatmaya çalıştığımız nedenlerle bunun ne kadar güç olduğu ortaya çıkmış bulunmaktadır; ya da kendi var ettiği sistemin tutsaklığından kurtulmak istiyorsa, kapitalist modernitenin aşılmasını göze almak durumundadır. Demokratik modernite Ortadoğu cangılında sadece Yahudi sorunu için değil, etrafı kendi yarattığı milliyetçi ve dinci canavarlıklarla kuşatılmış İsrail devlet sorunu için de kalıcı çözüm yolunu oluşturan seçenek konumundadır.
İRAN Şİİ ULUS-DEVLETÇİLİĞİ VE ORTADOĞU’DAKİ ROLÜ
Türkiye Cumhuriyeti’nin aksine, İran devlet geleneği minimalizme çekilmeyi kolayca kabul etmemektedir. Modern çağdaki İran Şahlığı bile Cumhuriyet’ten daha çok minimalizme karşı direndi. 1979 İran İslâm Devrimi Ortadoğu’ya özgü sınırları çizilen ulus-devlet minimalizmine ve denge sistemine karşı önemli bir tavır geliştirdi. Başından itibaren İsrail hegemonyasına karşı kendi hegemonyasını dayattı. Türkiye Cumhuriyeti ve Arap ulus-devletleri İsrail’i mümkün kılan ulus-devlet sisteminin meşruiyetini kabul etmiş oldukları halde, İran İslâm Devrimi tüm tutarsızlığına rağmen çizilen statüyü olduğu gibi kabul etmemiş, karşı hegemonyayı oluşturma çabasına girişmiştir. Günümüzde gözlemlenen İran-İsrail gerginliği sadece iki ulus-devlet arasında olmayıp, hegemonya peşinde koşan iki güç sistemi arasında cereyan etmektedir.
Tampon devlet politikası günümüze kadar genellikle
başarıyla uygulanan bir İngiliz sistemidir
Hegemonya peşinde koşan ikinci bir güç olması nedeniyle İran üzerinde daha yakından durmak gerekir. Savunmanın diğer ciltlerinde de bahsettiğim gibi, İran devlet geleneğinin kökeni Med Konfederasyonu’na kadar (M.Ö. 1000–550) gitmektedir. Med-Kürtlerle benzer bir kültürü paylaşmaktadır. Zerdüştlük ve Mitraizm bu kültürün tarihte varlığını duyuran iki önemli kaynağıdır. İlk İrani devlet olan Pers İmparatorluğu tamamen Med Konfederasyonu’nun izleri üzerinde kurulmuştur. Bir nevi Medlerin de başat rol oynadığı bir imparatorluk aşamasına denk düşmektedir. İlkçağ köleliğinden antikçağ (M.Ö. 1000–500) köleliğine geçişte temel rol sahibidir. Grek ve Roma antik köleciliği varlığını Pers-Med yayılmacılığına borçludur. İskender fetihleriyle başlayan Helenistik Çağ (M.Ö. 300-M.S. 300) Doğu-Batı kültürü arasında yaratıcı bir sentezi ifade eder. Roma ile Partlar ve Roma (Bizans) ile Sasaniler (yaklaşık M.Ö. 100 – M.S. 630) arasında yüzlerce yıl süren dünya hegemonya savaşlarının yarattığı derin bunalım İslâmiyet’in hegemonik güç olarak yükselişiyle sonuçlanmıştır. İran devlet geleneği İslâmî fetihlerden Safevi Hanedanlığı’nın kuruluşuna kadar geçen (M.S. 650–1500) yaklaşık bin yıllık süre boyunca kendi kültürüne yabancı Arap, Türk ve Moğol Hanedanlıkları tarafından temsil edilmiştir. Şiilik Safevi Hanedanlığı’yla devlet ideolojisi haline gelmiştir. Modern İran’ın temelleri bu dönemde atılmıştır. Kürdistan üzerinde Osmanlı İmparatorluğu’yla giriştiği hegemonik savaş 1639 Kasr-ı Şirin Anlaşmasıyla sonuçlanmıştır. Kürdistan modern çağa girişte ilk defa bu anlaşmayla ikiye bölünmüştür. Kürdistan’da olası modern bir devlet oluşumu bu bölünmeyle önemli darbe almıştır. Kürt beyliklerinde iç özerklik temelinde hegemonik güçle ortak yaşama politikası iyice yerleşmiştir.
Birkaç hanedan değiştiren İran devleti, Birinci Dünya Savaşından sonra tıpkı Türkiye Cumhuriyeti ve Afgan Şahlığı örneğinde olduğu gibi İngiltere’nin hegemonik hesapları sonucu modern bir ulus-devlet olarak yeniden inşa edilmiştir. Tıpkı M. Kemal’le uzlaşıldığı gibi, Rıza Şah’a da iktidar minimal bir İran karşılığında tevdi edilmiştir. İngiltere bu dönemde minimize ettiği Türkiye Cumhuriyeti, İran ve Afgan Şahlığı’nı Sovyet Rusya’nın güneye iniş yolu üzerinde birer tampon ulus-devlet olarak kurgulamış ve tesis etmiştir. Bu alanları klasik sömürge rejimlerine dönüştürmemesi güçsüzlüğünden değil, Sovyet Rusya’nın yayılmasından çekindiği içindir. Tampon devlet politikası 19. yüzyılın başlarından günümüze kadar genellikle başarıyla uygulanan bir İngiliz sistemidir. Rıza Şah Hanedanlığı İran kültür geleneğini bir tarafa bırakan Batı taklidi bir modernite programı uyguladı. Önce İngiltere, sonra ABD ve hatta İsrail’in uydu bir rejimi olarak ayakta tutulmaya çalışıldı. Ortadoğu ulus-devletlerinin uydu devlet niteliği en açık biçimiyle son Pehlevi Hanedanlığı’yla sergilenmiştir. Asker ve polis gücüyle ayakta tutulan bu devletler hegemonik gücün desteğini çekmesiyle bir günde devrilmişlerdir. Pehlevi Hanedanlığı’nın sonu da böyle olmuştur.
1979 İran Devriminin esas sahibi demokratik ulus ittifakıydı
Şii ulema ve orta tüccar zümre devrimi saptırdı
1979 İran İslâm Devrimi siyasi olduğu kadar kültürel bir devrimdir. Bu devrim gücünü sadece Şii ulemanın örgütlenmesinden almadı; tersine esas gücünü İran halkının kökleri tarihin derinliklerinde olan toplumsal kültüründen aldı. Devrim başlangıçta tıpkı Fransız, Rus ve Anadolu Devrimlerinde yaşandığı gibi demokratik ulusal nitelikteydi. Geniş bir demokratik ulusal güçler ittifakına dayanıyordu. Komünistlerden, Şii ümmetçilerinden ve başta Kürtler olmak üzere diğer İrani halkların yurtsever kesimlerinin geniş dayanışmasından kaynaklanan demokratik ulus ittifakı zaferin esas sahibiydi. Ama tarihsel ve toplumsal yönetim geleneği daha güçlü olan Şii ulema ve orta tüccar (bazar) zümresi kısa süre içinde kendi hegemonyasını kurdu. Diğer müttefiklerini acımasızca ezdi. 1920’lerin Türkiye Cumhuriyeti’nde de benzer hegemonik bir süreç yaşanmıştı. Devrimin demokratik ulus temeli Şii ulema tarafından saptırılsa da, özünde kapitalist moderniteye aykırılık teşkil etmekteydi. Şii oligarşi tarihsel ve kültürel anlamı oldukça büyük olan bu anti-kapitalist birikimi kapitalist sistemin hegemonik güçlerine karşı varlığını meşrulaştırmada bir koz olarak kullanmak istedi. Halen de bu temelde kullanmak istemektedir. İran oligarşisinin tüm çabası devrimin anti-modernist (anti-kapitalist) temelini Batılı hegemonik güçlere karşı bir silah olarak kullanarak, Ortadoğu ulus-devlet dengesinde onaylanmış ve itibarlı bir konuma yerleşmektir. Farklı bir modernite anlamında özünde kapitalist moderniteyle çelişkisi yoktur. Sistemle var olan çelişki, tıpkı Arap ulus-devletlerinde ve Türkiye Cumhuriyeti’nin birinci ve ikinci aşamalarında taktik hesaplarla sistem içinde azami pay elde etme, onaylanma ve desteklenme karşılığında yararlanmalarına benzer bir amaçla kullanılarak, aynı sonuçlar elde edilmek istenmektedir. İran geleneğinde güçlü bir konumda olan bazar’ın tipik tüccar pazarlığı söz konusudur. İran’da çelişki tam da bu noktada başlamaktadır. Güçlü kültürel gelenek kapitalist moderniteyle uzlaşmış bir Şia oligarşisini de kabul etmemektedir. Dolayısıyla İran’daki çelişkinin iki alternatif modernite arasında bir mücadeleye dönüşme şansı her zaman vardır. Türkiye ve Arap ulus-devletlerinin aksine kolayca tasfiye edileceğe de benzememektedir.
Ağırlıklı olarak söylem düzeyinde sürdürülse de, İran oligarşisi günümüzde İsrail’le Ortadoğu üzerinde hegemonik bir çatışmaya girişmiş bulunmaktadır. Özellikle nükleer çalışmalarını bu amaçla ikinci bir koz olarak kullanmaya çalışmaktadır. Şia geleneği tarihte de hegemonya peşinde koşmuştur. Arkasında binlerce yıllık hegemonik bir İran’ı silah olarak tutmakta, fakat kapitalist modernite koşullarında kendi gücünü abartmaktadır. Sistemin azami küreselleştiği bir çağda, eğer köklü modernite tercihine yönelmezse, İran Şia oligarşisinin başarı şansı çok zayıftır. Kendisini BRIC ülkelerine benzeterek blok oluşturma hesapları da yapmaktadır. AKP’nin İkinci Cumhuriyeti ile de anti-PKK temelinde kurmaya çalıştığı ittifakı Suriye ile birlikte genişletmek istemektedir. Tüm bu hesapların hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur. Diğer bölge ulus-devletleri gibi İran ulus-devletinin önünde de sorunlarını iki eksenli çözme yolu vardır. Birinci eksenin çözüm vaadi, tıpkı Şahlık rejimi gibi sistemle uzlaşmaktır. Aslında Şia oligarşisi buna hazırdır. Ama sistem kendisini olduğu gibi kabul etmemektedir. Fakat yürütülen uzlaşma görüşmeleri ya barışçı yolla ya da savaş yoluyla kapitalist hegemonik güçler lehine sonuçlanmak durumundadır. İkinci olarak sorunların çözümü gündeme girdiğinde, sistemden radikal bir kopuş söz konusu olacaktır. Bu da hem Şia oligarşisi hem de Batılı hegemonik güçler (başta İsrail) çözümsüz ve güçsüz kaldıklarında devreye girmesi kaçınılmaz olan demokratik modernite çözümü olacaktır.
IRAK, AFGANİSTAN VE PAKİSTAN’DA ULUS-DEVLETİN ÇÖZÜLÜŞÜ VE
KAPİTALİST MODERNİTENİN YAPISAL ÇIKMAZI
11 Eylül 2001’de New York’taki İkiz Kulelere düzenlenen komplo olasılığı yüksek saldırı, aslında kapitalist sistemin ‘Üçüncü Dünya Savaşı’nı başlatma girişimiydi. NATO tarafından, dolayısıyla dünya hegemonik sistemince Sovyet Rusya’nın 1990’lardaki çözülüşünden sonra çoktan yeni düşman olarak ilan edilen radikal İslâm aslında ideolojik maske olarak kullanılmaktaydı. Özünde ise amaç, Birinci Dünya Savaşından sonra Ortadoğu’daki Müslüman kültürlü ülkelerde yarım kalan kapitalist hegemonyanın tam tesisini sağlamaktı. Özellikle asi, eşkıya devletler denilen İran, Irak, Suriye, Libya vb. devletleri sisteme düzgün biçimde entegre etmek, genelde de ABD’nin dünya hegemonyasını pekiştirmekti. ABD hegemonyasında girişilen ‘Üçüncü Dünya Savaşı’ ile Sovyet sisteminin çöküşü sonrasında doğan hegemonik boşluk doldurulacaktı. Ayrıca muhtemel yeni rakip olan Çin’in yükselişinin de önüne geçilecekti. Afganistan’a yönelik ilk hamlenin amacı, Orta Asya’da doğan hegemonik boşluğu Rusya ve Çin’in doldurmaması için acil davranıp inisiyatif almaktı. El Kaide ve Taliban bu amaçla kullanılan paravan araçlardı. İstense yirmi dört saat içinde sonları getirilebilirdi. Fakat savaşın meşruiyeti için varlıklarının gündemi sürekli işgal etmesi gerekirdi. Yapılan hazırlıklar doğrultusunda savaşın ilk hamlesi başarıyla geçti. Irak hamlesi teknolojik üstünlükle aynı hızla amacına ulaştı. Amaç Saddam Hüseyin rejimini düşürmekti. Bu amaç gerçekleşti, ama asıl zorluk siyasi alanda baş gösterdi. Irak gibi asi bir rejim (Sistemin isyan eden valiliği de denilebilir) devrildikten sonra, uygarlıklar tarihi boyunca biriktirilen tüm kötülükler Pandora’nın Kutusu açılmışçasına bir bir dökülmeye başladı.
Ulus devlet kabuğu kırılınca
binlerce yıldır biriken kültürel sorunlar ortaya çıktı
Irak herhangi bir ülke değildi. Merkezî uygarlık sisteminin ilk kurulduğu bölge olup, binlerce yıl ona beşiklik etmişti. Tüm etnisite, din ve mezheplerin biriktiği bölgeydi. Siyasi olarak ya katı despotik bir rejimi ya da en radikalinden demokratik bir sistemi gerektirirdi. Batılı liberal siyasal rejimlerin uygulanma şansı yoktu. Ayrıca Batılı sosyolojiyle çözümlenecek bir alan da değildi. Özcesi, Batılı ideolojik ve siyasal paradigmalarla kolayca üstesinden gelinecek bir kültür de değildi. Ortaya çıkan durum, Birinci Dünya Savaşı sonrasında İngiltere’nin karşısına çıkan durumla benzerlik arz ediyordu. Askeri olarak elde edilen zafer siyasi alanda aynı rolü oynayamıyordu. Bilakis geleneksel despotik rejimlerin devrilmesiyle asıl toplumsal sorunlar ortaya dökülmüş ve kapitalist modernitenin baş edebileceği sorunlar olmaktan çıkmıştı. Sümerlerden beri aynı döngü tekrar ediyordu. Çözüm amacıyla atılan her adım sorunları daha da büyütüyordu. En çok Irak bölgesindeki kültürler ulus-devlet uygulamalarının ne denli çözümsüzlük ve sorun büyütme kaynaklı olduğunu ortaya koymaktaydı. Batı modernitesinin elinde ulus-devletten başka bir araç da yoktu. Onun yıkılmasından sonra yaşanacak olan tipik bir kaos ve anarşik durumdu.
Afganistan’daki durum da Irak’takinden farksızdı. Orada da ulus-devlet sonrasında ikame edilecek elde hazır bir araç yoktu. Aslında tüm bölgede ulus-devlet kabuğu kırıldıktan sonra ortaya çıkan durum birbirine benziyordu. Ulus-devlet cilası sadece yüzeyde bir modernite algısına yol açmıştı. Bu cila kazındığında ortaya çıkan gerçeklik, binlerce yıldır biriken kültürel sorunlar oluyordu. Geleneksel despotik rejimler sadece kültürleri baskıyla sindirmişlerdi. Bu kültürleri yok etmeleri mümkün değildi. Modernite cilası çok yüzeyseldi. En ufak bir kıpırdanışta dökülecek ve gerçek tablo ortaya çıkacaktı. ABD hegemonyası Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan oluyordu. Modernite hegemonlarının çıkmazı tamı tamına bu nitelikteydi. Irak’ta Saddam Hüseyin’in idamıyla içine girilen süreç Ortadoğu ulus-devletçiliği açısından Fransız Devrimi’nde 16. Louis’nin idamıyla monarşik rejimlerin sona ermesine benziyordu. Nasıl 16. Louis’nin idamıyla monarşik rejimler bir daha kendilerine gelemeyip tükeniş çağına girdilerse, Saddam Hüseyin’in idamıyla da ulus-devletlerin faşist rejimleri bir daha kendilerine gelemeyecek ve tükeniş çağına gireceklerdi.
Hegemonik sistem tüm gücünü kullanmasına rağmen, 1815–1830 döneminde Avrupa’da monarşik rejimlerin restorasyonlarının tutmaması gibi, Irak’ta ve Afganistan’daki ulus-devleti yeniden restore etme çalışmaları da tutmamaktadır: Ulus-devletin çözülüşünü yaşayan sadece Irak ve Afganistan değildir. Çin sınırında bulunan Kırgızistan’daki ulus-devletten Atlas Okyanusu kıyısındaki Fas’a, Yemen ve Sudan’daki ulus-devletten Bosna-Hersek ve Güney Kafkasya’daki (Kuzeydekiler de benzerdir) ulus-devletlere kadar bütün ulus devletlerde benzer krizler yaşanmaktadır. Pakistan’ın daha şimdiden Afganistan’dan farkı kalmamıştır. Lübnan, Yemen ve Sudan sürekli kaynamaktadır. Mısır en ufak bir demokratik yumuşamada rejimin çöküşüyle karşı karşıya gelmiştir. Cezayir henüz iç savaştan tümüyle çıkmış değildir. Kendini istikrar adası ilan eden Türkiye ancak Gladio’nun özel harekâtlarıyla ayakta tutulmaktadır. Sorun yaşamayan tek bir Ortadoğu ülkesi yok gibidir. ABD ve müttefikleri tüm askerlerini yığsalar da krizleri çözmekten uzaklar. Kaldı ki, sorunlar askeri olarak çözümlenecek sorunlar değildir. İslâmî teröristler diye ilan ettikleri kendilerinin yarattığı ajanlardır. Karşılarında askeri olarak savaşacak bir güç yoktur. Belki bir İran vardır. İran vurulsa bile katbekat daha fazla sorunlu güç ortaya çıkacaktır.
Ortadoğu bunalımına ilişkin tüm göstergeler ulus-devletlerin restorasyonlarla çıkış bulmasının zayıf bir olasılık olduğunu göstermektedir. Aslında 1990’lar sonrasında ABD hegemonyasının yapmak istediği, 1815–1830’daki monarşik rejimlerin restorasyonuna benzeyen bir ulus-devlet restorasyonuydu. Fakat monarşik rejimlerin restorasyonu nasıl tutmadıysa, ulus-devlet restorasyonları da özellikle Ortadoğu’da tutmamaktadır. Kaldı ki, ulus-devletin doğuş alanı olan AB ülkelerinin son yaşadığı ve giderek derinleşen kriz de özelinde bir ulus-devlet krizidir. AB eğer krizi aşmak istiyorsa, ulus-devlette radikal dönüşümler gerçekleştirmek durumundadır. Ulus-devletler mevcut egemenlik durumlarını korudukça kriz daha da derinleşecektir. Hâlbuki Avrupa Birliği altmış yıldır ulus-devlet egemenliğini sınırlandırarak kendini geliştirmeye çalışıyordu. Bu çabalar bile yetmediğine göre, ulus-devlet krizinin küreselliği açıkça ortaya çıkmaktadır. Sorun artık ulus-devletlerin, dolayısıyla kapitalist modernitenin yapısal kriz yaşayıp yaşamaması değildir; krizden sonra neyin nasıl yaşanacağına ilişkindir. Bunalım, kaos neyle ve nasıl aşılacaktır? Eğer durumu Roma veya Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşleri sonrasına benzetirsek, ulus-devletlerin yerine nelerin, ne tip rejimler, siyasi oluşumlar ve ortak toplumsal yaşam biçimlerinin gelişeceğini tartışmak ve çözüm bulmak gerekecektir.
Ulus-devlet krizi ve sonrasını değerlendirmek için demokratik modernite tartışmalarını geliştirmek istedik. Ortadoğu’da trajedi boyutunu çoktan aşan ve büyük felaketler anlamına gelen çok sayıda olay ilgili halklarla (Ermeniler, Süryaniler, Helenler, Yahudiler, Filistinliler, Kürtler, Türkler, Araplar, Afganlar vb.) sınırlı olmaktan çıkmış, bölgenin tüm toplumsal yaşamını sarmış durumdadır. Kendileri bu büyük trajedi ve felaketlerin nedeni olan kapitalist modernite ve ulus-devlet rejimleri, artık bu sistemi ve rejimlerini yeniden çözüm olarak sunamazlar. Modernite tartışmalarını yoğunlaştırmak ve demokratik modernitenin bunalımdan çıkış ve çözüm olanaklarını değerlendirmek bu nedenle büyük önem taşımaktadır.
ORTADOĞU’DA ULUS-DEVLET DENGESİ VE KÜRT SORUNU
Ortadoğu’nun güncel temel sorunlarının altında ulus-devletlerin kurgulanması yattığı gibi, Kürt sorunu da esas olarak bu kurgulamadan kaynaklanmaktadır. Birinci Dünya Savaşında kurgulanan Ortadoğu siyasi haritası, en az yüzyıl sürecek sorunlar oluşsun diye çizildi. Avrupa için Versailles Antlaşması neyse, Ortadoğu için de Sykes-Picot Antlaşması oydu. Avrupa’da ‘Barışa Son Veren Barış’ olarak rol oynayan Versailles Antlaşması İkinci Dünya Savaşına yol açtı. Sykes-Picot Antlaşması da aynı rolü oynadı. Osmanlı barışı yerine Ortadoğu’yu derin bir bunalıma ve çıkmaza sürükledi. Savaşın sonunda ortaya çıkan tüm ulus-devletler içte kendi halklarına, dışta birbirlerine karşı savaştırılan organizasyonlar durumundaydı. Geleneksel toplumun tasfiyesi halklara karşı savaş demekti. Cetvelle çizilen haritalar ise, yapay devletler arasındaki savaşlara çağrı demekti.
‘Barışa son veren barış’ antlaşmaları
Sadece İsrail’in kurgulanışı mevcut haliyle yüz yıllık savaşı geride bırakmıştır. Daha ne kadar büyük savaşlara yol açabileceği kestirilememektedir. Küçücük Lübnan sürekli savaş halindedir. Suriye sürekli sıkıyönetim altında ve İsrail ile savaş halindedir. Irak devleti zaten kuruluşu boyunca iç ve dış savaş demekti. İran’ın farklı bir konumu yoktur. Ortadoğu’nun tüm ulus-devletlerinin inşasındaki mantık var olan toplumsal sorunları çözmeye değil, sorunları daha da çoğaltarak bu ulus-devletleri daimi iç ve dış savaş rejimleri halinde tutmaya dayanır. Bunun temel nedeni İsrail’in hegemonik güçlerin çekirdeği olarak inşa edilmesidir. İsrail’i hegemonik çekirdek olarak kavramadıkça, Ortadoğu ulus-devlet dengesinin veya dengesizliğinin nasıl kurgulandığını ve tesis edildiğini de kavrayamayız. Bu saptamanın en açık kanıtlayıcı unsuru Kürt sorunu ve Kürdistan’ın parçalanmasıdır.
Sykes-Picot Antlaşması (Ortadoğu’nun İngiltere ve Fransa arasında paylaşılması) Sevr Anlaşmasının da temelidir. Sevr Anlaşması Anadolu ve Yukarı Mezopotamya’nın parçalanmasını düzenlemektedir. Ulusal Kurtuluş Savaşı öyle iddia edildiği gibi Sevr’i tümüyle ortadan kaldırmadı; kısmen etkisiz kılınmasına yol açtı. Anlaşma önemli oranda uygulandı. Minimal Cumhuriyet Sevr’in gereği olarak kabul edilmiştir. Yine Musul-Kerkük’ün İngilizlere bırakılması Sevr’in sonucudur. Dolayısıyla Kürdistan’ın modern dönemindeki ikinci önemli parçalanması (Birinci parçalanma modern dönemin başlangıcı öncesine, 1639 Kasr-ı Şirin Antlaşmasına dayanır) Kürt sorununun ana nedenidir. Irak’ta ve Anadolu’da kurulan iki minimal ulus-devlet, Kürdistan’ın ve Kürtlerin bedenlerini parçalayan iki savaş eylemi demektir. Ulus-devleti böyle kavramadıkça, ne Kürdistan’ın bölünmesini ne de Kürt sorununun bu kadar uzun sürmesini ve çözümsüz bırakılmasını kavrayabiliriz. 1920’den beri, yani temeli atıldığından günümüze kadar Irak devletinin yalnız Kürtlere uyguladığı rejim bile doksan yıllık savaş olmuştur. Bu devletin kendi toplumuna karşı da bir savaş rejimi olduğunu günümüzde yaşananlar gayet iyi açıklamaktadır. Sadece Kürtler açısından bakıldığında bile Beyaz Türk ulus-devletinin de soykırımlara kadar varan seksen beş yıllık bir özel savaş rejimini uyguladığı artık herkesin itiraf ettiği bir gerçekliktir. Rejimin kendi içindeki kavgaları da baştan günümüze kadar eksik olmamıştır. Kürtlere yaşatılan sorunlar kendiliğinden oluşmuş sorunlar değildir, planlı geliştirilen sorunlardır; Ortadoğu’yu problemlere boğarak yönetmenin en önemli bir parçası olarak planlanmış ve sürekli kılınmış sorunlardır.
Kapitalist modernitenin hegemonik güçlerinin yaklaşık iki yüz yıldır Kürtleri önce İran ve Osmanlı İmparatorluğu’na, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra da Türkiye, İran, Irak ve Suriye ulus-devletlerine ezdirmelerinin nedenlerini çok iyi çözümlemek gerekir. Bunda sadece bir değil birçok amaç vardır. Birinci amaç, Kürtlerin tarih boyunca birlikte yaşadıkları ve aralarında az çok meşru bir statü bulunan Arap, Türk ve İran halkları ile çelişkilerini derinleştirmek, var olan statüyü bozarak kargaşa içine itmek ve birbirleriyle daimi savaşır halde tutmaktır. İkinci amaç, Kürtlerin tasfiyesiyle tasarladıkları Ermeni, Süryani ve Yahudi ulus-devletlerine geniş yurtluklar kazandırmaktır. Böylelikle hem kendilerine mutlak bağlı durumda kalacak üç tampon ve aracı halka rolü oynayacak ulus-devlet kazanmış olacaklar, hem de Kürtleri Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi komşularıyla daimi çatıştırarak ve sorunlar içinde tutarak, hepsini ve bir anlamda çekirdek Ortadoğu’yu kendilerine bağımlı halde tutmayı başaracaklardır. Tabii kapitalist modernitenin hegemon güçleri bu parçalanmış Kürdistan’a ve soykırımlara kadar varan sorunlara boğulmuş Kürtlere kendilerini zaman zaman kurtarıcı melek gibi sunmaktan da geri durmayacaklardır. Günümüze kadar yaşanan gelişmelere baktığımızda, bu ‘barışa son veren barış’ antlaşmalarıyla planlananların büyük ölçüde uygulandığını rahatlıkla belirtebiliriz.
Irak Kürdistan’ındaki gelişmeleri bu görüşlerimizin kanıtlayıcı argümanı olarak gösterebiliriz. Bugünkü Irak Kürdistan’ındaki Kürtlere ilk başlarda önderlik etmeye çalışan bütün Kürt önde gelenleri önce Osmanlılara, daha sonra Irak yönetimlerine ezdirildi. İngiltere bunda bizzat güç kullandı. Arapları ve Kürtleri daimi çatışma konumunda tutarak, iki kesimi de kendine bağladı. Bu arada bağımsız yurt vaadi ile Süryanileri Kürt beyliklerine, Bedirhan Bey’e, Bedirhan Bey’i de Osmanlılara ezdirerek hepsini kendisine bağladı. İkinci Dünya Savaşından sonra hegemonik çekirdek olarak kurulan İsrail devreye girdi. Çok önceleri alanda bulunan Irak Kürt Yahudilerini esas alan İsrail, kuruluşundan çok önce Anadolu’da Türk bürokratlarıyla birlikte ‘dönme’ denilen Sabetaycı Türk Yahudilerine dayalı olarak inşa edilen bir Beyaz Türk ulus-devletini (CHP diktatörlüğü) nasıl bir Proto-İsrail olarak kendine dayanak kılmışsa, bir benzerini de Kürtlere (esas olarak KDP’ye) dayalı ikinci stratejik bir oluşum olarak tasarlayıp tesis etmek istemiştir. Geliştirilmek istenen Kürt siyasi oluşumunu elbette sadece dış hegemonik hesaplara bağlayamayız. Belirtilmek istenen husus, Ortadoğu’da ulus-devlet dengesinin kapitalist modernite hegemonik güçlerince tasarlanıp uygulandığıdır. İddia edildiği gibi belirleyici irade içteki üst tabaka güçleri değildir. Milli burjuvazinin öncülüğü tam bir safsatadır. Bazı radikal burjuva veya küçük burjuva unsurların önderlik rolü oynamaları sistemi belirleyen güç oldukları anlamına gelmez. Örneğin M. Kemal, Cemal Abdülnasır, Saddam Hüseyin gibi önderlerin çıkması bunların ulus-devlet sistemini belirleyen önderler olduklarını kanıtlamaz. Zaten sistem bu kişiliklerin ulus-devlet inşasındaki rollerini tersyüz etmede de beceriklidir. Tersyüz etmiştir de. Hatta Lenin ve Stalin gibi Rus ulus-devlet sistemini sosyalizme dayalı olarak inşa etmek isteyen sosyalist önderlerin rolünü bile, üzerinden yetmiş yıl geçse de, tersyüz etmekte büyük beceri göstermiştir. Aynı hususlar Mao’nun Çin’i için de belirtilebilir. Burada önemle belirtmek istediğimiz, kapitalist modernite paradigması bütün boyutlarıyla aşılmadıkça, belirleyici esas gücün o modernite ve onun hegemon güçleri olacağıdır.
Gecikmeli de olsa Kürt ulus-devlet çekirdeğinin kurgulanıp tesis edilmesi ancak kapitalist modernite bağlamında doğru kavranabilir. Özellikle İsrail’in bölgedeki hegemonik hesapları içinde Kürdistan ve Kürt ulus-devlet çekirdeği çok önemli rol oynar. Nasıl Anadolu’daki Türk ulus-devleti İsrail’in ortaya çıkışında öncü (Proto-İsrail) rol oynamışsa, Kürt ulus-devleti de İsrail’in İran, Irak, Suriye ve Türkiye’ye yönelik hegemonik hesaplarında çok önemli bir rol oynamaktadır. İsrail’i kuran güçlerin daha 1945’lerde KDP’nin inşasına destek olmaları ve 1960’lardan itibaren Türkiye üzerinden fiili destekte bulunmaları, bölgedeki stratejik ve hegemonik hesaplarıyla bağlantılıdır. 1990’lardan itibaren Gladio ile iç içe geçen Kürtlerin PKK’yi tasfiye temelinde Kürt Federe Devleti’ni oluşturmaları bu stratejik hegemonik hesaplardan ayrı düşünülemez. Zaten PKK’nin üzerine birleşik hareket halinde gelmeleri bu gerçeği gayet iyi açıklar. 2000’lerdeki İkinci Körfez Savaşı hamlesinin en önemli amaçlarından biri de Irak’ta Kürt ulus-devlet çekirdeğinin kalıcı olarak tesis edilmesidir. Bu kararı verip uygulayanlarla son yüzyılda Kürdistan’ı parçalayıp Kürtleri katliam sınırlarında tutanlar aynı güçlerdir. Sistemin hesapları neyi gerektiriyorsa o yapılmaktadır. Günümüzde çekirdek Kürt ulus-devleti kapitalist sistem açısından en az İsrail kadar gerekli bir unsurdur. Güçler ve ulus-devletler dengesinde Ortadoğu son derece vazgeçilmez stratejik bir role sahiptir. Genelde sistemin güvenliği ve petrol ihtiyacı, özelde İsrail’in güvenliği ve hegemonyası için Kürt ulus-devlet çekirdeğinden vazgeçilemeyeceği gibi, güçlendirilmesi için ne gerekliyse o yapılmaya çalışılacaktır. Böylece sisteme 1920’lerde tasarlanan en önemli bir halka daha eklenmektedir. Sistemin başlangıcı için Beyaz Türk ulus-devletinin önemi ne ise, tamamlanması için de Beyaz Kürt ulus-devletinin önemi de odur.
Bu konuda yanlış bir anlamayı önlemek için şu hususları da önemle belirtmeliyiz. Ulus-devletler sistem mantığınca inşa edildi diye halklar açısından önemsizdir veya mutlak düşmandır sonucu çıkarılmamalıdır. Tam tersine, ulus-devletleri çok önemli kuruluşlar olarak görmek ve halkın demokratik toplum programıyla ilişki ve çelişkilerini düzenlemek gerekir. Demokratik toplum programları ulus-devletleri yıkıp kendilerinin devlet olmasını hedeflemezler. Ulus-devletlerden kendi demokratik toplum projelerine anayasal uzlaşma temelinde saygılı olmalarını beklerler. Birlikte barış içinde ortak yaşamın temel şartı olarak, demokratik toplum projeleri ve uygulamalarının temel anayasal bir hak olarak kabulünü isterler. Birbirlerinin varlıklarını karşılıklı olarak tanımayı, bunu anayasal hüküm haline getirmeyi esas alırlar.
Açık ki, Kürdistan ve Kürtler, 2000’ler Ortadoğu’sunun hem ulus-devlet hem de demokratik toplum dengesinde etkin ve dinamik bir realite olarak yerlerini almışlardır. Türkiye Cumhuriyeti önderliğinde İran ve Suriye ile girişilen anti-Kürt ittifakının fazla başarı şansı yoktur. Çünkü kapitalist sistemin hesaplarına terstir. Bu yöndeki ittifak çabasının temelinde Kürtsüz ve Kürdistansız bir sistem işbirlikçiliği yatmaktadır. Ama özellikle İsrail ve ABD’nin bu yaklaşımı kabul etmesi artık mümkün değildir. 1920–2000 yılları arasında uygulanan bu Kürtsüz ve Kürdistansız emperyalizm işbirlikçiliği artık uygulanabilir bir politika olmaktan çıkmıştır. Irak’la zaten ittifak içinde inşa edilen Kürt ulus-devletinin yakında İran, Suriye ve Türkiye tarafından tanınması güçlü bir olasılık dahilindedir. Fakat güçlük bu tanınma karşılığında PKK ve KCK’nin tasfiyesinin dayatılmasından kaynaklanmaktadır. Bu da boş bir taleptir. Bundan sonra Kürdistan’ın ve Kürtlerin kaderini hem KCK’nin demokratik toplum gerçeği, hem de Kürt burjuva ittifakın ulus-devlet gerçeği iç içe ve belli bir yasal uzlaşma temelinde belirlemeye çalışacaklardır. Ortadoğu modern tarihinde ilk defa demokratik toplum erki ile ulus-devlet erki birlikte rol oynamaktadır. Özellikle Irak, Afganistan ve İsrail-Filistin’de, hatta Türkiye’de yaşanan savaşlar ve yol açtıkları derin çıkmazlar Kürtler için önemli dersler içermektedir. Katı sınırlara sahip ulus-devletçi politikaların kanlı geçmişlerini tekrarlamamak için ikili bir sistemi, yani demokratik moderniteyi esas alan KCK ile kapitalist moderniteyi esas alan Irak Kürt ulus-devletinin uzlaşmasına dayalı bir sistemi esas alacaklardır. Böylece reel sosyalizmin ulus-devletçiliğinden de ders alınmış olacaktır. Kürtler ve Kürdistan ne ikinci bir İsrail ne de diğer ulus-devletler gibi olacaktır. Hepsinin de içinde boğuştuğu temel sorunları aşan yeni bir modernite sentezinin öncü güçleri ve mekânı olacaktır.