Onun yaşamın anlamına ulaşma konusundaki bu yüksek duyarlılığı bugünkünden çok daha gerilere, daha kesin bir ifadeyle çocukluk günlerine kadar götürülebilir. Onda gördüğümüz bütün ilkelerin anası olan “Olacaksa bir yaşam, özgür olacak ya da hiç olmayacak” ilkesindeki ısrar, aslında bu çocukluk döneminde başlar. Söz konusu ilke doğuştan mezara, hatta mezarın ötesine, daha doğrusu sonsuza kadar esas alınması gereken bir ilkedir. Bu ilkeye bağlılığın gevşemesi kopuşa, dolayısıyla özgür yaşamdan uzaklaşmaya götürür. Önder Apo’ya göre “yaşam tüm değerlerin üstünde tutulmak durumundadır. Özgür yaşamak isteyenin esas görevi de yaşamı anlamaktır. Anlayabilmek yaşamaktır, yaşayabilmek anlamak içindir.”
Yaşamın büyük anlam yitimine uğradığı bir yerde ve zamanda anlamak fiilini işletmek, öncelikle anlamsız olanın fark edilmesiyle mümkündür. Yaşamın anlamını tümden yitirdiği ve yaşamı anlamlı kılan her türlü değerin parayla ölçüldüğü bugünün kapitalizm dünyasında yaşıyorsanız, bunun yol açtığı dehşeti iliklerinize kadar hissetmeden özgür yaşam dünyasına asla kulaç atamazsınız. Uygarlık dünyasında hakikat arayışı özgür yaşam arayışıdır. Bu arayış, her şeyden önce yanlış temelde inşa edilmiş anlamsız yaşamın reddedilmesiyle başlar. Dolayısıyla hakikat arayışına çıkışta yapılması gereken ilk iş, ihanete uğramış yaşamdan kopmak ve bu temelde verili yaşama katılmayı kesinlikle reddetmektir. Kapitalizmin anlamdan boşalmış dünyasını reddetmeden, anlamlı bir yaşam arayışı söz konusu olamaz. Bu olmadan da doğru yaşamla buluşma sağlanamaz.
Önder Apo’nun kendini tanımaya başladığı andan itibaren fark ettiği gerçeklerden biri, özellikle Kürdistan somutunda yaşamın ağır bir ihanete uğradığı ve mevcut haliyle yaşanmaya değer bir özellik taşımadığıdır. Daha çok duygularının yön verdiği bu çocukluk döneminde sergilediği bu duruş, Önder Apo’nun daha sonraki tüm yaşamını da şekillendirecektir. Kuşkusuz en tehlikeli körlük, yalanı gerçek olarak belleyen insanın duruşunda kendisini dışa vurur. Bunun, uygarlığın toplumda yarattığı zihinsel çarpıklıkla bağı açıktır. Herkeste bir çift göz vardır, herkes etrafına bakmasını bilir, ancak herkes aynı biçimde görmez. Özellikle kapitalist modernite sahasındaki insan tam bir bakar kördür, bir aldanıcı ve aldatıcıdır. Önder APO’nun çok erken yaşlarda fark ettiği bir başka gerçeklik de budur. Bu da onu tüm yaşamı boyunca aldanmayan ve aldatmayan insan haline getirecektir. Bu fark edişle birlikte o artık başkaları gibi yaşamayacak, başkaları gibi ihanete uğramış bir yaşama katılmayacak, yaşama karşı işlenmiş bu bağışlanması zor suçun ortağı olmayacaktır. Bundan böyle kişiliği ve eylemi artık bu tavır alışa göre şekillenecektir.
Önder Apo’nun çevresini ve mevcut gerçekliği sorgulamaya başladığı bu süreçte Kürdistan’da soykırıma dayalı bir sömürgeci egemenlik yürürlüktedir. Kürt toplumu dehşet verici bir yabancılaşma sürecine alınmıştır. Yaşanan durum Kürt toplumu açısından kendisi olmaktan çıkma ve hakim uluslaşmanın bir hammaddesine dönüşmedir. Kürt toplumundaki mevcut durumu izah edebilecek yegane kavram, ihanettir. Bu ülkede yaşamın ihanete uğramamış tek bir alanı kalmamıştır. Kürdistan bir bataklık görünümündedir ve sürekli hastalık üretmektedir. Sağlıklı bir toplumdan söz etmek artık imkansızdır. Bunun da ötesinde mezara yatırılmış bir toplum gerçekliği söz konusudur. Müdahale edilmemesi halinde bu toplumu bekleyen akıbet tamamıyla bitiş ve tükeniştir.
Düşüşün dip noktası
Bilindiği üzere sömürge toplumları yabancı egemenlik altında şekillendirilmiş toplumlardır. Sömürgeci egemenler salt zor kullanmak suretiyle hükümranlıklarını uzun süreli kılamayacaklarını çok iyi bilirler. Bunun için de sömürge toplumunu kendi çıkarları doğrultusunda yeniden biçimlendirmeye çalışırlar. Bunun için yapmaları gereken ilk iş, egemenliklerini onaylayan işbirlikçi ve uşak bir tabaka oluşturmaktır. Zor kullanımı sonucunda sindirilmiş olan toplumun üst kesimleri genelde kendi kişisel ve ailesel çıkarlarını esas aldıkları için, yabancı egemenlerle bütünleşmeyi varlık gerekçeleri olarak benimserler. Kürt toplumunda bu durum uygarlığın ilk dönemlerine kadar uzanır. Uygarlığa karşı direnen ilk topluluklar Proto-Kürtler olduğu gibi, onunla işbirlikçilik temelinde bağ kuran ilk kesimler de yine Kürtlerin içinden çıkmıştır. Üst tabakanın ihaneti seçmesi ve bu çerçevede toplumu içten içe kemiren bir kurda dönüşmesi, yenik ve bitik bir toplumun ortaya çıkmasında en belirleyici etkenlerden biri olmuştur.
Devletçi uygarlık sistemi mütecaviz bir sistemdir. Baskıcı ve sömürücü karakteri nedeniyle bu böyledir. Baskı ve sömürü sanatında uzmanlaşma tecavüz kültürünü doğurmuştur. Bu kültürle yoğrulmak istenen ilk toplumsal kesim kadınlar olmuştur. Düşürülen kadın düşürülen toplumdur, düşürülmüş insanlıktır. Kadının toplumsal bir güç olarak alt edilişi tüm toplumun alt edilişinin de önünü açmış, bu temelde tecavüz kültürü tüm alt topluma egemen kılınmaya çalışılmıştır. Tecavüzü salt cinsellikle ilgili bir olgu olarak düşünmemek gerekir. Bu kültürün en etkili olduğu alan, zihniyet alanıdır. Zihinsel tecavüz ve bunun ürünü olan zihniyet fahişeliği, en onur kırıcı bir gerçekliğin ifadesidir. Toplumun köleliğe alıştırılması ve kendi varoluş gerçekliğine aykırı bir konumda yaşamak zorunda bırakılması, bu kültürün etkisini gösterir. Zihni teslim alınmış bir toplumun bireyi, artık egemen sistemin gözüyle gerçeğe bakar, beynini bu sistemin arzu ettiği biçimde çalıştırır, onun hissetmesini talep ettiği biçimde tepkiler verir veya tepkisizliğe gömülür. Zihinsel olarak teslim alınmış bir toplum, giderek sistem için uysal köleler üreten devasa bir fabrika görünümü kazanır. Kadın en bozulmuş neslin en basit fiziksel soy sürdürücüsüne dönüşür. Düşmenin dip noktası işte budur.
Önder Apo, PKK’nin ortaya çıkışı öncesinde Kürdistan’daki durumun bir genelevdeki durumdan çok daha ağır özellikler taşıdığını dile getirir. Her şeye rağmen genelev sisteminde belirli bir düzen vardır ve bir ticaret mantığı hakimdir. Patron, bekçiler ve sermaye olarak kullanılan kullar, bu ticaret mantığı çerçevesinde hareket eder, gerekli olan neyse kader sayıp yerine getirirler. Buna karşılık, Kürdistan kırk haraminin yatağını kirlettiği bir kadını andırır. Kürt toplumu adeta bir kapatma durumundadır. Mevcut duruma karşı en küçük bir itirazı olamaz, olursa en şiddetli biçimde cezalandırılır. Bu halk insanlığın kök kültürü olan neolitik kültürün yaratıcı gücüdür. Ancak bu kültüre sahip çıkma sorumluluğuyla hareket eden tek bir kişi bile yoktur. En üstte olanından en diptekine kadar her Kürt bireyi, kendi gerçekliği karşısında tam bir vurdumduymazlık ve ihanet içindedir. Bir tavuk ya da köpek için adam öldürür, ancak insanlığın bu kök kültürünü temsil eden kimliğin yaşaması için bir damla ter dökmeye yanaşmaz.
Soykırıma alınmış bir halk
Böylesi bir ortamda herkesin bir biçimde bu ihanete bulaştığını anlamak zor olmasa gerekir. Farklı bir varlık olma hakkı bile gasp edilmiş bir toplumun kendisine yaşatılan bu korkunç haksızlık karşısında isyan etme takatini bile kendisinde bulamaması, son derece ürkütücüdür. Doğadaki her canlı varlık kendisine yönelik saldırıları savuşturmak üzere bir savunma duruşu içinde bulunur. Kendi güvenliğini göz ardı eden hiçbir canlı varlık yoktur. Beslenme, güvenlik ve varlığını sürdürerek evrensel sonsuzluğa katılma tüm canlı varlıklarda gördüğümüz üç temel varlık koşuludur. Varlığa yönelik saldırı esas olarak bu üç alana yönelik saldırıdır. Önder Apo’nun deyişiyle Kürt halkı ekmeğin ülkesinde bir parça ekmeğe muhtaç bırakılmıştır. Soyunu sürdürmesi üreme derekesine düşürülmüştür. En kutsal varlıkları olan çocuklarını kendi ahlaki ve politik gerçekliğine uygun tarzda eğitememekte, Kürt çocukları egemen ulusun kimliksel ve kültürel gerçekliği içinde eritilmektedir. Güvenliğini sağlama alma, öncelikle örgütlü olmayı akla getirir. Oysa Kürt halkı dünyanın en örgütsüz halkıdır. En tehlikeli soykırım türü budur. Böylesi bir ortamda sadece biyolojik olarak bir varlıktan söz edilebilir ki, bu da ölümden beter bir duruma mahkum edilmişliği ifade eder.
Diriliş; aslında dinsel literatürde geçen bir kavramdır. Ölünün yeniden hayata dönüşünü veya döndürülüşünü anlatır. Buna ilişkin en çarpıcı örnek, İncil’de anlatılan bir olaydır: Dört günlük ölü olan Lazarus’un cesedi bezlerle sarılmış olarak evde bulunmaktadır. Evde yas vardır. İsa yas evine uğrar. Ölünün annesi ve kardeşlerinin feryadı karşısında “Lazarus, ayağa kalk ve yürü” der. Lazarus ayağa kalkar ve yürür. Ölü, yeniden can bulur. Önder Apo da bir bakıma benzer bir eylemin peşindedir. Kürt halkının direnmesiz bir biçimde ölümünden yana değildir. Yaşam gibi ölüm de elbette anlamlı olmalıdır. Kürdistan’ın tüm vadilerinin Kürt insanının cesetleriyle dolması, Kürt halkının yatırıldığı ölüm döşeğindeki zavallı halinden çok daha evladır. Çıkmayan candan umut kesilmez denir ya, Kürt halkı da hala yaşam emareleri göstermektedir. Sadece saçının tek bir telinde dahi canlılık emaresi varsa, buradan tutup yaşam kavgasına atılmak gerekir. Önder Apo’nun damgasını vurduğu Kürt dirilişi, bu direnişin ürünüdür.
Başkalarını savunmak isteyenler, önce kendilerini savunmayı bilmek zorundadır. Kürt gerçeğinde kendini savunmak, her şeyden önce verili yaşam tarzına katılmayı reddetmekle başlar. Bu noktada “ben bu bataklığa girmeyeceğim, bu kirli sularda yüzmeyeceğim; ben sizin gibi yaşamayacağım” cümlelerinde anlamını bulan duruş, Kürt dirilişinde kilit öneme sahiptir. Burada genelde uygarlık yaşamına, özelde kapitalist modern yaşama karşı çok net bir tavır alış vardır. Önderlik gerçeğinde somutlaşan ‘ruhunu satmama’ diye adlandırdığımız gerçeklik işte budur. Uygarlık yaşamına katılmak ruhunu sömürü, zulüm ve zorbalık sistemine satmaktan farksızdır. Ne aşılmakta olan feodal sistemle buluşmak ne de yeni gelişen kapitalizme katılmak, Önder Apo’nun çocukluktan itibaren sergilediği duruşu ortaya koyar. Bunun bir diğer anlamı da ihanete bulaşmamak, yaşamın ihanete uğramasına kesinlikle ortak olmamaktır. Beş bin yıllık uygarlık sistemi karşısında sergilenen bu duruş, süreç içinde daha büyük bir anlam yüklenip, bu sistemin çözülerek aşılmasına ve alternatif bir sistemin ortaya çıkarılmasına götürmüştür.
Yeni yaşam yolunda hakikat arayışı
Önder Apo kendi yaşamında PKK’nin kuruluşu öncesindeki süreci, birinci doğuş dönemi olarak tanımlar. Son derece sancılı geçen bu süreç, en derin ruhsal gerilimlerden birini yaşadığı bir süreçtir. Başkaları gibi yaşamama,k ciddi bir kararlaşmadır ama altından kalkılması güç zorluklarla yüklüdür. Arayışçı olması krizli kişilik özelliklerinden biridir. Kriz ve kaos aynı zamanda yeni bir doğumun habercisidir. Nietzsche’nin deyişiyle yeni bir yıldız doğurmak isteyen, ilkin kendi içinde bir kaos yaşamalıdır. Onun yaşadığı da işte bu olmuştur. En büyük zorluk, olumlanıp sahip çıkılacak değerlerin yokluğundan kaynaklanmaktadır. Önder Apo bu dönemde bir nihilist olmasa da inanıp bağlanacağı değerler olmadığını düşünmektedir. Yok sayıcı, yadsıyıcı olarak nihilist hiçbir değere inanıp bağlanmayan kimsedir ve sistemin ürünüdür; ciddi bir arayışından söz edilemez. Buna karşılık Önder Apo, doğru olanın peşindedir. Doğru olmadan yaşam olamayacağına göre, yapılması gereken şey doğrunun peşine düşmektir. Hakikat arayışının özü de budur.
Hakikat, Minerva’nın Zeus’un alnından çıkması gibi birdenbire ortaya çıkmaz. Hakikat arayışı, bir yürüyüş hali olarak da düşünülebilir. Özgür yaşamla bağı göz önüne getirildiğinde, hakikat arayışının bir özgürlük yürüyüşü gibi değerlendirilmesi çok daha anlamlıdır. Yönü mutlak hakikate dönüktür. Gerçekleşmesi her ne kadar imkansız denecek kadar zorsa da yaşamı sürükleyen esas gerçeklik, mutlak anlamdır. Kuşkusuz hakikat arayışı en çok da toplumsal sorunların ağırlaştığı dönemlerde kendini gösterir. Bu tür dönemlerde baskı ve sömürü şiddetlenir, değerlere saldırı ve değer gaspı hız kazanır. Böyle olunca haksızlığa karşı mücadele de gündeme gelir. Yani hakikat arayışı ile haksızlığa karşı mücadele arasında sıkı bir bağ vardır. Uygarlık tarihi boyunca karşımıza çıkan tüm peygamberler ve bilgelerin hakikat arayışı tamamen yalana dayalı bir sistem olan uygarlık sisteminin haksızlıklarına karşı mücadeleyle yüklüdür. Hakikat arayışı eski toplumsal sistemin reddi kadar, yeni bir toplumun inşasını gerektirir. Bu anlamda her peygamber kendi toplumunu yaratır. Tanrı ile toplumsal kimlik arasındaki bağ da aşikardır. Peygamber ve dini ile bilge ve felsefesinin kaynağında toplumsal kimlik yer alır. Toplumdan kopuk bir din ve felsefe olamaz.
Bu çerçevede bakıldığında Önder Apo’nun ilkokula gidişiyle birlikte dine yönelmesinin nedeni daha iyi anlaşılabilir. Dinin toplumsal hakikati açıklama çabası inkar edilemez. Toplumda son derece güçlü olması ve bir toplumsal kültür olarak yaşanması da dinin bu özelliğine işaret eder. Dinlerin ısrarla vurgu yaptığı kutsallık, toplumsal emekle bağlantılıdır. Her türlü değerin kaynağında toplumsal emek yatar. Kutsallığın karşı ucunu meydana getiren lanet ise, bu emek değerlerine el konulması eylemini ifade eder. Peygamber, hitap ettiği toplumu kutsallıklar etrafında birleşip, lanetli olana karşı mücadeleye seferber etmeye çalışır. Tek tanrılı dinlerdeki bu hakikat payı görülmeden, gelenekle doğru temelde bağ kurulamaz. Urfa, hem bölgede kutsallığın merkezidir, hem de lanete karşı peygamberler önderliğinde hiyerarşik ve devletçi uygarlık sistemine karşı mücadelenin yükseltildiği ilk coğrafyadır. Önder Apo’nun ve kurucusu olduğu PKK Hareketi’nin Urfa’nın bu gerçekliği ile bağlantısı iyi görülmeden, ne Önderlik gerçeği ne de PKK Hareketi doğru kavranabilir. Önder Apo’nun deyişiyle PKK Hareketi, İbrahimî geleneğin güncellenmiş ve çağa uyarlanmış biçimidir. Burada önemli olan husus, peygamberlerin devletçi uygarlık sistemine kökten karşı olmaları ve sistemin dışında yaşamayı temel ilke olarak benimsemeleridir.
1969 yılında reel sosyalizmle tanışması ve buradan başlayan yeni toplumsallaşma dönemi Önder Apo’nun yaşam ve mücadele pratiği açısından ikinci doğuş dönemini teşkil eder. Bu dönemin temel özelliği, Kürt olgusu ve sorunu konusunda daha büyük bir yoğunlaşmanın yaşanması ve sorunun çözümüne yönelik olarak çok daha ciddi adımların atılmasıdır. Hakikat araştırması Önder Apo’yu bu dönemde hızla grup tarzında bir yapılanmaya götürmüştür. ‘Hakikat Avcısı’nın çabaları bir grup hakikat savaşçısını ortaya çıkarmıştır. Birleşme, Önder Apo’nun ideolojik-teorik görüşleri etrafında gerçekleşmiş, birlik içinde yer alanlar, onun bu görüşlerini pratikleştirmeye yönelmişlerdir. Bu süreçte hakikat belki de iki kelimeden oluşan bir cümle ile dile getirilir: Kürdistan sömürgedir! Bu anlamda PKK’nin doğuşu ve gelişimine yol açan süreç iki kelimede ifade edilen bir doğru ve umut bile denilemeyecek bir duygu temelinde başlamıştır. Bunun imkanlara ve elverişli koşullara dayanmayan bir gelişme olduğu kesindir.
Önder Apo sıkça gelişme için maddi imkanlar aramanın başa bela getireceğini anlatır: Hayırlı bir işe başladığınızda, birkaç doğrudan oluşmuş bir düşünce gücüne sahipseniz ve iyi duygularınız varsa, yeter ki kendinizi bu işin başarısına yatırın ve sonuç alması için tüm gücünüzü ortaya koyun, gerisi mutlaka gelir. Apocu önderliğin en ayırt edici özelliklerinden biri budur. Mücadelede başarıyı getiren, imkanların bolluğu ve koşulların elverişliliği değil, doğru düşünceler ve iyi duygulardır. Önder Apo bu gerçeği İmralı sürecinde çok daha net cümlelerle ifade etti. Herkesten daha iyi düşündüğüne ve hissettiğine göre doğru yolda olduğunu söyledi. Anlamın ve hissin yaşattığı insanın, en güçlü insan olduğunu dile getirdi. En büyük gücün anlam gücü olduğunu, her türlü maddi gücün anlam gücü karşısında bir gövde gösterisi olmak dışında bir değer taşımadığını ortaya koydu. Bu açıdan PKK ve kadrosunun gücü maddi silahları çok iyi kullanmasından değil, büyük anlam gücü ve duygu yoğunluğundan kaynaklanır. Önderlik gerçeğine katılmak öteki tüm ilkelerden önce bu ilkenin esas alınması, içselleştirilmesi ve en temel yaşam kılavuzu olarak benimsenmesinden geçer. Bu bir tarzı benimsemekten çok, hakikatle doğru temelde bağ kurmakla ilişkilidir.
Önder Apo “Yaşamımı Kürtlükle, Kürtlüğü de yaşamımla özdeşleştirmeden, gerçekçi bir toplumsallığı hiçbir zaman anlayamazdım. Tutarlı yaşamın vazgeçilmez ölçüsü toplumsal gerçeklikle ilintilidir” dedi. Önder Apo’nun Kürt olgusu ve sorunu ile henüz ilkokul öğrencisiyken tanıştığını biliyoruz. Bu tanışmanın söz konusu gerçekliğin olumlu değil, olumsuz yanıyla yüzleşme biçiminde gerçekleştiği belirtilebilir. Bu sırada içinde yer aldığı öğrenci ortamında kulağına çalınan ‘kuyruklu Kürt’ sözü, Kürtlüğe nasıl bakıldığını özetler gibidir. Kürt kimliğine bağlılıkta ısrar etmek, kölelikte ve en geri yaşam tarzında ısrar etmekle özdeştir. Bu yüzden Kürtlük söz konusu olduğunda hemen herkesin aklına gelen, kopuş ve kaçıştır. İlerleme ve yükselmenin, devlet katlarında kendine yer edinmenin biricik yolu budur. İmha ve inkara dayalı ulus-devletçi ideoloji yarattığı bu algıyı topluma egemen kılmıştır. Bu temelde Kürt toplumsallığına en ağır darbe vurulmuştur. Buna karşılık Önder Apo’nun tavrı ise Kürt kimliğini taşımanın acı veren bir durum olduğu, Kürtlükten kaçmanın ise en büyük alçaklığı ifade ettiği biçiminde olmuştur.
Bütün bilmelerin temeli olarak kendini bilme, toplumsal kimliğin tanınması ve tanımlanmasına bağlıdır. Önder Apo’nun Kürt olgusunu araştırmaya girişmesi, gerçek anlamda bilimsel sosyalizmle tanışması dönemine rastlar. Kapitalist modernite altında lime lime edilmiş ve fiziki soykırımların ardından kültürel soykırım sürecine sokulmuş Kürt toplumsal gerçekliğini araştırmak hiç de kolay bir şey değildir. Önder Apo’nun bu konudaki belirlemeleri de bunun kanıtıdır. “Sadece olgu olarak araştırmak, Kürtlüğü tanımlamak için yetmez. Bir de işin nasılı vardır. Kürtlük olgu olarak şekillendiğinden beri sorunluluğu en yoğun biçimde yaşama talihsizliğine uğramıştır. Jeopolitik koşullar, sorunlu yaşamayı kader diye belletmiştir. Tüm tarih çağları boyunca bunun böyle olduğunu gördük. Söz konusu kapitalist modernite olunca, sorunlar tam bir soykırıma dönüşür. Artık varlığını koruyup koruyamayacağı, hatta var olup olmadığı sorunsallıkları tartışılmaya başlanır.
“Olgusu ve sorunları böylesine tarihsel ve kapsamlı olan Kürtlüğü sahiplenmek, bir dağın yükünü omuzlamak gibi bir şeydir. PKK ve varyasyonlarını yükü omuzlama gereğiyle aracı kıldık. Toplumsal yükler kolay sırtlanmaz. Hele bu yükler soykırım kıskacındaysa, aracı ve kurtuluşçu çabaların sahiplerinin ne denli riskli yaşayacakları da anlaşılırdır. PKK ve türevleri hem sorunlu bir olgu olarak Kürt yerelliğini, hem de aynı sorunlu olgunun evrensellikteki karşılığının ne olduğunu hakikat olarak ifade etmektedir. Kendilerini Kürt hakikatinin başlıca sözcüsü ve eylemcisi olarak ilan etmektedirler. Artık Kürt olgusu ve hakikatinin ifadesi olarak PKK ve türevleri böylece diyalektik bir yolculuğa başlamış olmaktadır. Olgu-bilinç (hakikat) gerçeklik kazanınca, diyalektik oluşum dediğimiz süreç veya kurtuluş hareketinin kendisi ortaya çıkar.”
İmralı süreci Önder Apo’nun çocukluk yıllarında başlayan hakikat arayışında düşüncelerini en rafine hale getirdiği bir süreç oldu. Akıl almaz zorluklarla yüklü koşullar eğer öldürmezse en görkemli anlam zenginliğine de götürebilir. Önder Apo bu gerçeği “Beni öldürmeyen şey, sadece beni güçlendirir” sözleriyle ortaya koydu. Kürt kimliğini araştırmak, uygarlık konusunda araştırmaları da kaçınılmaz kıldı. Önder Apo genelde devletçi uygarlığı, özelde onun krizli dönemi olan kapitalist moderniteyi derinliğine çözümlemek suretiyle bu sistemi aştı. Bu temelde kendi sistemini netleştirdi ve temel özelliklerini ortaya koydu. Tüm savunmalarında alternatif sistemi, ezilenlerin birleşik demokratik sistemini giderek daha da olgunlaşmış boyutlarıyla ortaya koydu. Bu sadece Kürt sorunu için bir çözüm değil, evrensel çapta özgür ve eşit bir yaşam isteyen bütün ezilenler için bir çözümdü. Hakikatin bütünsel karakteri gibi, çözümün de bütünlüklü ve aynı anlamda evrensel olduğunu özellikle vurgulamak gerekir.
Önder Apo netleştirdiği ideolojik, politik, örgütsel ve ahlaki çizgisini PKK ile demokratik toplumun, aynı anlama gelmek üzere demokratik ulusun inşasına kavuşturmayı öngörmektedir. Bu anlamda PKK, Kürt kimliğinin tanınmasını ve evrenselleşmesini öngören ve bunu pratikleştirmek isteyen bir parti olarak tanımlanabilir. Parti, kadrolardan oluşan ideolojik ve örgütsel bir yapılanmadır. Partiye katılan kadro, her şeyden önce Önderlik gerçeğine katılmaktadır. Önderlik gerçeğine katılmak, öncelikle Önder Apo’nun anlam gücüne, başka bir deyişle onun hakikatine katılmakla mükelleftir. Önder Apo savunmalarında temsil ettiği önderliğin tüm temel özelliklerini netleştirmiştir. Partilileri bekleyen en önemli ve öncelikli görev Önderlik gerçeğini kavramaktır. Kadro, anlamanın özgürlük olduğunu, özgür yaşamın yolunun anlamaktan geçtiğini iyi bilmek zorundadır.
En büyük aşk anlama aşkıdır
Önder Apo geçmişte yaptığı eleştirilerde, düşünceden kopuk bir pratik içinde olan kadro duruşunu mahkum etti. Düşünce gücüne ulaşmadan da olumlu bir pratik yapılabileceğine dair anlayışa sert eleştiriler yöneltti. “Düşüncesi bizim olmayanın eylemi de bizim olamaz” dedi. Anlama ve uygulamanın bir ve aynı süreç olduğunu, ikisinin kesinlikle birbirinden koparılamayacağını dile getirdi. Ancak bu noktada sorunun teori-pratik ikilemi biçiminde ortaya konulması, lime lime olmuş bir toplumsal zeminde şekillenen parçalanmış kişiliklere bazen pratiği, bazen teoriyi öne çıkarma fırsatı sunuyordu. Ağırlıklı kesim teoriyi bir yana bırakıp dar pratikçiliğe yönelirken, diğer bir kesim edindiği belli bir teorik birikimle yürünebileceğini sanıyordu. Şimdi bu ikilemin gerçeği ifade etmekte yetersiz kaldığını çok daha iyi görüyoruz. İnsanın anladığı anda oluştuğunu, anlama ve oluşmanın gerçeğin bütünlüğünü ifade ettiğini, kişinin anladığı kadar yaşadığını ve anlamanın yaşayabilmek için olduğunu iyi biliyoruz.
İnsan, kendi yasallığını kendisi yapan bir varlıktır. İnsanın gelişimindeki yasa aralıkları çok daha kısadır. Bunun anlamı insanın sürekli kendisini aşma çabası içinde bulunan bir toplumsal varlık olduğudur. Kendini aşma niteliksel bir olaydır. Öteki canlı türlerinde değişim ve dönüşüm aralıkları çok daha uzundur ve milyonlarca yıla yayılır. İnsandaki değişim ve dönüşüm ise süreklidir. Dolayısıyla insan özgürlük potansiyeli en yüksek varlık olma özelliğine sahiptir. İnsan zekası tüm canlıların zekasının toplamına tekabül eder. Bu denli muazzam bir zeka potansiyeline sahip olan insanın anlama eylemini savsaklaması, bunun da ötesinde anlamadığını iddia etmesi çok tehlikeli bir inkarcılıktır ve uygarlığın zihniyetini fethettiği kimselere mahsus olabilir. Asıl anlaşılamaz olan, burada karşılaştığımız anlamsızlıkta ısrar durumudur. Ancak kölelik ruhunun kendisinde içselleştiği, özgür yaşama tutkusunu yitirmiş ve umutsuzluğa gömülmüş kimseler böyle bir yaklaşımı içine sindirebilir. “Maddenin amacı anlamlaşmak, anlamın amacı maddeyi aşmaktır.” Anlamda sürekli derinleşen insan, yapısallığında da sürekli değişime gitmek zorundadır.
Anlamak bir yönüyle de sorumluluklarının bilincine varmaktır. Evrensel oluşumun en harika varlığı olan insan evrenin gelişim amacı olarak da görülebilir. Evren, kendisini insan vasıtasıyla tanımaktadır. İnsanın kendini bilmeden yola çıkarak evreni tanıma çabasına yönelmemesi, sorumluluğunun gereklerini yerine getirmekten kaçmakla özdeştir. En yüksek özgürlük düzeyi, en gelişmiş sorumluluk bilinci demektir. Bu anlamda kadro yakaladığı ve sürekli yükselttiği bilinç düzeyi temelinde sorumlu davranan insanı anlatır. Parti kadrosu bu sorumluluğunu toplumun politik ve ahlaki karakterine bağlılığı çerçevesinde yerine getirir. Çevresiyle uyumlu, toplum ile doğa arasında uyumlu ilişkiye büyük özen gösteren, özgür ve eşit bir yaşama tutku düzeyinde bağlı olan kadro, gerçek anlamda sorumlu kadrodur. Böylesi bir bilinç düzeyini yakalamış bir kadronun genelde sömürü ve zorbalığın örgütlü hali olan uygarlık sistemine, özelde toplumun, insanın ve doğanın katili olan kapitalist moderniteye tavır almaması düşünülemez.
Önder Apo’nun hafızasını ‘evrenin bilgi deposu’ olarak adlandırdığını biliyoruz. Bu ideolojik-teorik gelişme düzeyinin hakikat arayışının kesintisiz bir biçimde sürdürülmesi ve özgür yaşama aşk düzeyinde bağlılıkla bağlantısı ortadadır. Bu durum tanrısal bir bağışın değil, görkemli bir yaratıcı emeğin ürünüdür. Anlamak, en soylu yaratıcı emeği gerektirir. En büyük aşk, anlama aşkıdır. Anlamak, aşkın kendisidir ve tüm zorluklarına rağmen bir ‘sevinç ve neşe’ pratiğidir. Zorunluluğun ötesine geçip sevinç ve neşeyle dolu geçmeyen bir eylem, aşkla girişilmiş bir eylem olamaz. Aşk bir keşif eylemidir, evrenin oluşum dilini çözmekten duyulan büyük heyecandır, coşku dolu bir arayıştır. Bezginlik ve bıkkınlık yaratan bir pratik sistemiçi olmaktan kurtulamamış bireylerin ruh halini yansıtır. Köle pratiği her zaman bezginlik ve bıkkınlıkla yüklüdür. Özgür insan için çalışmak, en değerli eylemdir, daha da özgürleştiren bir olaydır. İnsan, emeğiyle kendi insani gerçekliğini doğrulamış olur. Elbette bu da anlama fiilini müthiş işletmeyi gerektirir. Kadro anlayışlı ve ciddi insandır; anlama işine en büyük ciddiyetle yaklaşır ve bu temelde anladığını aynı ciddiyetle pratikleştirir. Önderlik gerçeğine katılmanın amentüsü budur.
Önderliğe zihni katılım
Hakikat devrimi, bir zihniyet ve özgür yaşam devrimidir. Önder Apo’nun zihniyet devrimini kadronun yapması gerekenlerin ilk sırasına yerleştirmesi, onun değişim ve dönüşümde oynadığı belirleyici rolün ifadesidir. Önder Apo’nun sözleriyle ifade edecek olursak, zihniyet devrimini yapmadan, özgürleşmeyi bir yana bırakın, sıradan ahlaklı bir insan bile olunamaz. Böyle bir kadronun eylemi de özgürleşmeye hizmet edemez. Önderlik gerçeğine katılmanın yolu, zihniyet devrimini yapmaktan geçer. Zihniyet devrimi, Önder Apo’nun düşünce sistemiyle donanmak demektir. Onun büyük emekle kat ettiği ideolojik-teorik yetkinliğe eşlik edecek bir kararlılık sahibi olmadan, Önderlik gerçeğine tutarlı bir bağlılıktan söz edilemez. Böylesi bir kimsenin bağlılığı bir değer taşımaz. Bir gerçeği tanıyıp anlamadan, ona katılmanın mümkün olmadığını iyi biliyoruz. Katılmak için tanımak ve anlamak gerekir. Tanımak ise merak etmeye ve ilgi göstermeye bağlıdır. Önderlik gerçeğine büyük ilgi gösteren bir kadro adayının anlama gücünü geliştirmemesi ve aynı anlama gelmek üzerine özgürleşme yolunda büyük mesafe kat etmemesi düşünülemez.
Önder Apo İmralı sürecinde hiyerarşik ve devletçi uygarlık sistemine karşı geliştirdiği savunmalarında ortaya koyduğu ideolojik-teorik birikime iki yoldan eşlik edilebileceğini belirtir: Bunlardan ilki güvene dayalı, samimi ve alçakgönüllü temelde gerçekleştirilecek bir katılım iken, ikincisi teorik öze ve ideolojik yetkinliğe yüksek bilinç edinme çabasıyla bilerek ve anlayarak katılımdır. Önderlik gerçeğine güven duymak, yani Önderliğin hakikatin temsilciliği olduğuna yürekten inanmak ve büyük bir samimiyetle pratikleştirmeye yönelmek PKK içinde yer almak isteyen her kadronun esas alacağı tutum olmalıdır. Elbette arzulanan ve çok daha sonuç alıcı olan katılım biçimi ilkine bağlı olarak anlam gücünü geliştirmek, bilinç düzeyini sürekli yükseltmek ve ideolojik derinliği yakalayarak Önderlik hakikatine katılmaktır. PKK’de bu iki tür katılımın seçkin örnekleri olduğu gibi, her iki tarzın birliği temelinde Önderlik gerçeğiyle bütünleşmektir. PKK’de başarı sağlamak ve değerlere yeni değerler katmak böylesi bir katılımı bağlayan kadroların eseri olmuştur. En özlü katılım biçimi budur. Nitekim bu katılım onları halkın gerçek kahramanları mertebesine yükseltmiş, bu kadrolar en inanılmaz koşullarda bile başarı çizgisinde yürümekten şaşmamışlardır.
Kadronun burada buluştuğu elbette Önderlik zihniyetidir, katılım sağlanan güç Önderlik ve onun zihniyetidir. Yüksek zihniyet gücü olan Önderlik gerçeğine katılmak yerine kendine göre katılım sağlayanların geri bir zihniyetin temsilcileri oldukları açıktır. Önder Apo “Temel zihniyet gücümü kavramayanlar, buna saygı duymayanlar ve yüksek performansta teorik katılım gösteremeyenlerle ortak zihniyette buluşmamız zordur” demektedir. Geri zihniyet sahipleriyle uzlaşma türünden bir yaklaşım içinde olmak, Önderlik çizgisini sapmaya uğratmaktan öteye bir sonuç vermez. Önderlik zihniyetiyle buluşma, tökezlememe ve yoldan çıkmamanın, sistemin eseri olan parçalanmış kişiliği aşmanın, aynı anlamda ahbap çavuş grupları ve çeteci eğilimlere savrulmama ve bu eğilimlerle etkili mücadele yürütmenin garantisidir. Kişinin iyi niyetli olması bu tür savrulmaları yaşamasına engel oluşturmaz. Lenin’in işaret ettiği gibi, cehenneme götüren yol da iyi niyet taşlarıyla döşelidir. Bu açıdan “Ben kötü niyetli değildim, böylesi olumsuz bir sonucu beklemiyordum” türünden bir savunmanın pratikte hiçbir değeri yoktur.
Önder Apo kadroyu ‘örgütlenmiş ve eylemsel kılınmış hakikat’ olarak tanımladı. Hakikatin Önderlik gerçeği ile bağını göz önüne getirdiğimizde, bu tanımın içerdiği anlamı daha iyi bilince çıkarabiliriz. Önderlik özünde hakikati ifade ediyorsa, örgütlenmiş ve eyleme geçmiş hakikat olarak kadro da bu hakikat kapsamındadır, onun içindedir, onun ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. Önderlik gerçekte bir kurumdur; Önder Apo bu kurumun oluşturucu gücü, yol göstericisi ve sözcüsüdür. Örneğin şehitlerimizi de bu kurum kapsamında değerlendirmek gerekir. Aynı şekilde belirlenen tanımlama çerçevesinde kendini gerçekleştiren kadro da Önderlik gerçeği içindedir. Hakikat bütündür ve bu anlamda kadro kişilik bütünlüğünü başarmış olarak Önderlik gerçeğine katılır. Değişik sınıf etkilerini taşımak ve uygar toplumun özellikleriyle yaşamak, parçalanmış kişilik özelliklerine denk düşer. Bu etkiler ve özelliklerle yaşamak, Önderlik gerçeğine katılmanın önünde engel oluşturur.
Önder Apo üçüncü doğuş dönemi adını verdiği dönemin genelde uygarlık sisteminden, özelde kapitalist modern yaşamdan kopuşla başladığını belirtti. Önderlik gerçeği açısından bunun zihinsel kopuşu ifade ettiği açıktır. Önder Apo hiçbir zaman sisteme dahil olmadı; hem feodal sistemin hem de kapitalist modernitenin kişiliğinde doğuş yapmasına izin vermedi. Üçüncü doğuş döneminde daha da belirginleşen bilinçli ve eylemli demokratikleşme öncesinde yine bir doğal demokratik duruşun sahibi oldu. Onu halkla bütünleşmeye ve sistemin birleşik saldırılarına rağmen kesintisiz bir biçimde devam eden bir mücadeleyi geliştirmeye götüren de işte bu duruşu oldu. İmralı süreci öncesine ilişkin Önder Apo’nun özeleştiri verdiği husus, modernist yaşama duyulan ilginin yol açtığı zaaflar değil, kapitalist modernitenin bakış açısını aşacak bir düşünce gücüne ulaşamamaktı. Önderlik daha öncesinde de uygarlığı ilerleme olarak değerlendirmenin yanlış olduğunu söyledi. Uygarlık öncesi döneme ve yaşam tarzına ilkellik olarak bakmanın sakatlığına işaret etti. Uygarlığı devasa büyümüş bir ağaca benzetti. Tüm haşmetli görüntüsüne rağmen bu ağacın içinin çürümüş olduğunu, buna karşılık ilkel denilenin özünde yaşama çok daha yakın durduğunu, bu yüzden modernizme sarılmak yerine birçok yönüyle ‘ilkel’ kalmayı tercih ettiğini dile getirdi. Her ne kadar Kürt sorununda devlet odaklı ve iktidar eksenli bir çözüm tarzını esas alsa da bunun doğurduğu zayıflıkları ve yol açtığı zaafları kendi doğal demokratik duruşuyla dengelemesini bildi. Bu duruşu sayesinde başında bulunduğu PKK Hareketi’ni halklaştırmayı ve halkın sahiplendiği bir hareket haline getirmeyi başardı. Böyle olmasaydı, hiçbir zaman bugünkü evrensel çözüm gerçekliğine ulaşılamazdı.
Önderlik bir duygu dehasıdır
Arayış, genel olarak mevcut olandan duyulan tiksinti ile başlar. Bu noktada duyguların oynadığı role dikkat çekmek gerekir. Önder Apo’nun “canlı sezileri küçümsenemez. Yaşam adına ne varsa o sezilerde gizlidir” belirlemesini bu çerçevede yorumlamak mümkündür. Onun daha çocuk yaşlarda sonuna kadar aykırı bir insan olmayı seçmesi ve başkaları gibi yaşamamakta karar kılması da duygularındaki bu soyluluğa ve sezgilerinin büyük gücüne işaret eder. Önderler genellikle analitik zekalarının gücüyle tanımlanır ve bu anlamda dahi olarak adlandırılırlar. Buna karşılık Önder Apo’da özellikle yaşamının ilk döneminde öne çıkan yan duygu dehası olması boyutudur. Düşünce dehası yanı bunu takip eder. Sezgiler insanı sorunlar konusunda uyarır ve analitik aklın, sorunu tanımaya yönelmesini sağlar. Sorunun kaynağına inilmesi ve bütün boyutlarıyla tanınması duygusal aklı daha da güçlendirir. Her ikisi arasında bu tarzda birbirini tamamlayıp geliştiren diyalektik bir ilişki vardır. Önderlik gerçeğinde her iki zekanın uyumlu birlikteliği zirveleşmiştir. Duyguların gücünü azaltan ve çarpık duyguların gelişmesine neden olan şey, modernist yaşamı itirazsız kabul etmek ya da itirazlarını sonuna kadar götürmeyip teslim olma yoluna girmektir. Ruhunu satma denilen durum da bu olsa gerek. Önderlik gerçeği ruhunu satmamış insanın gerçeğini ifade eder.
İşte bu noktada her kadronun Önderlik gerçeği aynasında kendi duygularını sorgulaması gerekir. Tiksinmediğimiz ve nefretimizi kazanmayan bir olgusal gerçeklikle sonuna kadar mücadele edebilir miyiz? Nietzsche’nin “Tanrı öldü” cümlesi ile bunu tamamlayan Michel Foucault’nun “İnsan da öldü” biçimindeki belirlemesi bizde ne tür duygular uyandırıyor? Tanrının ve insanın ölümü ne anlama geliyor? Tanrının ve insanın katili kimdir ya da nedir? Toplumsuz ve insansız bir sistem olan kapitalizmle yaşanamayacağı konusunda mutlak bir kanıya ve karara ulaştığımız söylenebilir mi? Modernist yaşamdan ne anlıyoruz? Toplumsuz bir yaşam mümkün müdür? Bir toplumkırım sistemi olan kapitalizmin yol açtığı ve mahşeri çağrıştıran dehşet verici gelişmeleri iliklerimize dek hissedebiliyor muyuz? Bir ayağı çukurda olan uygarlığımızın bu durumuna rağmen süslenip püslenerek kendisini herkesi baştan çıkarabilecek bir fahişe görüntüsüyle sunması neyi ifade ediyor? Bu fahişenin baştan çıkarma girişimine kanmayacak bir ideolojik, politik ve ahlaki duruşu yakaladığımızı iddia edebilir miyiz? Sistem için sisteme karşı mücadele etmek ne demektir? Bunun için Giordano Bruno ve Hallac-ı Mansur gibi davranmak neyi gerektiriyor? Demokratik moderniteyi inşa etmenin yaşamsal önemine ne kadar inanıyoruz? Önderlik gerçeğine sağlıklı bir katılım için bu sorunlar önemlidir ve yetkin cevaplar verilmesini gerektirir. Verilecek cevaplar, yaşamda da karşılığını bulmak durumundadır.
Kapitalizmin en zayıf sistem olduğunu söylemek, aslında sıradan bir gerçeği dile getirmektir. Kapitalizmi güçlü kılan şey, insanlığın varoluş koşulu olan toplumsallığa bağlılığın zayıflamasıdır. Negatif özgürlük olarak da tanımlanan liberal bireycilik ve onun yaşam tarzı, toplumu çürütüp çökerten kanser hücreleri rolünü oynar. Bireyci yaşam tarzı günübirlik bir yaşam tarzıdır. Bireyci tip kendi anını yaşayan belleksiz bir varlıktır. Oysa toplumsal insan, yaşadığı anın dışına çıkabilen yegane varlıktır. Önder Apo’nun deyişiyle kişi bulunduğu çağdan ve zamandan ne kadar koparsa, bütün çağlar ve zamanların içine o kadar açılabilir. Hakikat adını verdiğimiz gerçekliğin anlaşılması da böyle mümkün hale gelir. İnsanın tarihsel bir varlık olması da bunu gerektirir. Buna karşılık belleksiz insan, görüntüyle ilgilidir. Kapitalizmin eseri olan gösteri toplumu, işin görüntü yanıyla ilgilenen toplum durumundadır. Olgunun içeriği onu pek ilgilendirmez. Modanın bu sistemde müthiş etkili olması bunun en çarpıcı kanıtıdır. Dolayısıyla modernite anlamdan arınmış biçimselliğin zaferidir. Modanın ışıltılı parlaklığını yansıtan giysiler ve takılar içindeki bireyci tip ile vitrinlerde sergilenen göz alıcı ambalajlar içindeki tüketim nesneleri arasında artık hiçbir fark kalmamıştır. İnsanın kendisi de bir meta olup çıkmıştır. Pazarlanan sadece moda ürünleri değildir; bu ürünler vasıtasıyla insan da kendisini pazarlar duruma düşmüştür. Metalaşmış toplum ve insan elden çıkarılmak istenen toplum ve insandır.
Modernitenin göze hitap etmesi ve biçimsel cezbediciliği karşısında yenilmemek, muazzam bir nefis mücadelesini gerektirir. Özellikle kapitalist modernitede nefis savaşı bütün savaşlardan önce gelir. Nefis savaşında yenilmeyen insanın savaşın öteki biçimlerinde kaybetmesi oldukça zordur. Önder Apo buradan hareketle; “En azından dört yüz yıldır hegemonik bir hal alan kapitalist modernitenin gelenekselleşen, en fanatik dinden daha çok kültleşen kavram ve uygulamalarına karşı en yetkin evliya ve peygamber tarzı duruşlar ve Budistik yaklaşımlar geliştirilmeden, sistemin değirmenine aptalca su taşımaktan kurtulunamaz” demektedir. Evliyalar, peygamberler ve bilgelerin en sonuç alıcı savaşlar verdikleri alan, nefis alanıdır. Nefis savaşı kendi benliğine yenilmemek, içindeki ‘ben’i dışarı atmak, bireycilik ve bencilliğin kırıntılarını dahi kişiliğinde barındırmamak, böylece “Ben benim, ben evrenim” diyebilecek düzeye yükselerek evrensel gerçeklikle özdeşleşmektir. Mutlak hakikat dediğimiz durum işte budur. Benlikten sıyrılıp tüm evreni kucakladığınızda, her şey sizin içinizdedir demektir. En azından anlamsal düzeyde bunu yakaladığınızda mutlak özgürlük evreninde yaşadığınızı hissedebilirsiniz. Bu durumda dışarıdan sizi etkileyebilecek ve aynı anlamda davranışlarınız üzerinde kısıtlamada bulunabilecek hiçbir şey kalmamış demektir.
Kürtlük ve kadro
Aynı şekilde yaşamını Kürtlükle, Kürtlüğü yaşamıyla özdeşleştirmek her kadronun temel yaşam ilkesi olmalıdır. Bu tür bir yaklaşımı esas almadan Kürt halkının demokratik uluslaşma mücadelesinde bir arpa boyu yol alınamaz. Kürt halkı köleliğin altında bir statüde, daha doğrusu statüsüzlükte yaşamaya mahkum edilmişken bireysel olarak özgürleşebileceğini sanmak korkunç bir gaflettir. Toplumu köle olanın kendini özgür sanması tam da inkar ve imha sistemine uşaklık yapmaya tekabül eder. Farkında olmasalar da bu tarzda yaşayan kadroların sayısı hiç de az değildir. Gösteri toplumunun etkisi altında olduğu uzaktan bile rahatlıkla fark edilebilecek pek çok kadro tanıyoruz. Bu tür kadroların duruşu ne anlama geldiğini bilmeden okuduğu surelerle cennete gideceğini sanan sözde dindar birinin durumuna benziyor. Bunun müminlikle alakası yoktur. Burada doğru bir ahlaki duruştan da söz edilemez. “PKK önderlik gerçekliğinde ahlaki tutum ideolojik, politik ve örgütsel çizgi temelinde oluşan yeni toplumsallığa kanun ve kurallardan da öte tutkuyla bağlanmayı ifade eder. Bu yeni toplumsallığı yaşamın varoluş biçimi olarak algılar. Yaşam yeni toplumsallığımızdır. Bunun dışındaki yaşam arayışları, kaçamakları boşluk, kayıp anlamına gelmektedir. Mümince bir yaşamdan ziyade bilimselliği esas alan, politik özgürlüğü yeni yaratımların çabası olarak gören bir yaşam ustalığı, bilgeliğidir; çağdaş müminliktir. Bu ahlaki gücü gösteremeyenin her çabası sapmalara uğramaktan kurtulamaz.”
Önderlik örgütlü eylem demektir
Önderlik gerçeğinin en belirgin özelliklerinden birinin de örgütlü eylemlilik olduğu kesindir. Önder Apo’da bu özellik yine çocukluk dönemine dayanır. Onun bu dönemdeki pratiğinde gördüğümüz çocuk oyunları, çiçek toplama, kuş avcılığı, namaz grupları oluşturma birer örgütlenme ve eylem biçimidir. Bu eylemlerden her biri bir bakıma birer toplumsallaşma denemesidir. İçinde esas olarak yapıcılık vardır. Daha yedi yaşından başlayarak kendi toplumsallığını gerçekleştirmeye yönelmesi böyle vücut bulmuştur. Yine ondaki arkadaşlık arayışı ve kendi arkadaşlarını yaratma çabası ikinci doğuş dönemi dediği süreçte gerçekleşen partileşmenin prototipi niteliğindedir. Arkadaşlık ve dostluk onda en yüce değerler durumundadır ve ihaneti asla kabul etmez. Arkadaşlığın bir öncülük ilişkisi, dostluğun da toplumsallığın temeli olarak ele alındığı söylenebilir. Yeni toplumsallık bu arkadaş grubuyla inşa edilecek, yeni toplum güçlü dostluk ve dayanışma ilişkisi üzerinde şekillenecektir. Önder Apo’daki arkadaşlık yaşamının her döneminde soylu amaçlara kilitlenmiştir. Partileşme dönemini bir yana bırakın, daha öncesinde de arkadaşlığa yaklaşımında kayırma, kendi deyişiyle kendini oyalama, eğlendirme ve kazanç temin etme yoktur. Bunlar ona yabancıdır ve kesinlikle dışlanması gereken ilişki biçimleridir. Bu anlamda onun için arkadaşlıktan yoksun bir hayat anlamsız bir hayattır.
Partileşme ile birlikte bu ilişki yoldaşlık ilişkisine dönüşür. Kemal Pir’in de ifade ettiği üzere Önder Apo’nun PKK zemininde inşa ettiği birlik sadece bir ideolojik ve örgütsel birlik değil, daha da ötesinde bir ruhsal birliktir. PKK’deki yoldaşlık ilişkisine böyle bakmak gerekir. Önder Apo’nun 1970’lerin başında oluşturduğu devrimci grubu ‘Apo Klanı’ olarak adlandırması Kemal Pir’in sözünü ettiği ruhsal birlik ile eşanlamlıdır. Grubun her üyesi grubun öteki üyeleriyle adeta özdeşleşmiştir. Bilindiği üzere klan tarzı toplumsal yapılanmada müthiş bir birlik vardır. Klan kendi başına bir şahsiyet gibidir. Klan üyesi klanın dışında bir yaşamı aklına bile getirmez; klanın dışına çıkmayı ölüm hali olarak algılar. Daha sonraki nitelikli toplumsallaşma bu klan değerleri üzerinde yükselir. Bu çerçeveden bakıldığında PKK’nin temellerinde yer alan bu yoldaşlık ilişkisinin inşa edilecek olan toplumun bir maketi olduğu belirtilebilir. İdeolojik, örgütsel ve ruhsal birlik, çıkar birliğinin zıddıdır. Bu birliğin amacı diri diri mezara yatırılmış bir halkı ayağa kaldırmak, onu kendi gerçekliğiyle yeniden buluşturmak ve özgürlüğü için mücadele eder bir güç haline getirmektir. Önderlik gerçeğinde yaşamsallaşan yoldaşların birliği bunu başarmış ve sonuna kadar özgür yaşamakta kararlı bir halk gerçekliğini ortaya çıkarmıştır. Bu birlik sağlanmadan diriliş mucizesi asla gerçekleşemezdi.
Kadronun inşa görevleri
PKK öncelikle yoksullara ve yoksunluk içinde yaşayanlara gitti. PKK’nin esas kitlesi en alttakileri oluşturanlar, egemen güçlerin deyişiyle baldırı çıplaklar oldu. Gençlik, kadınlar ve yoksul köylülük PKK’yi herkesten önce bağrına basan toplumsal kesimler oldular. Kentlerin varoşlarına yığılmış yoksullar, bir dilim ekmeklerini PKK kadrolarıyla paylaştılar. Kır yoksulları, PKK’nin savaşçı topluluğunun bel kemiğini oluşturdular. PKK kadroları dışarıdan bu kesimlere giden ‘yabancılar’ değildi; onların en hayırlı evlatlarıydı, onların çocuklarıydı. PKK kadrolarını öteki sözde devrimcilerden ayıran şey, mütevazı duruşları, ağızlarından çıkan söze göre yaşamaları, halkın özgürlük davasına samimi bağlılıkları ve daha önemlisi müthiş sadelikleriydi; emekçilerle birleşmeleri ve hatta onların içinde erimeleriydi. Ne yazık ki bu soylu geleneğin aynen devam ettirildiğini söylemek zordur. Komünal yaşamın hala diri özellikler taşıdığı kırsal toplum içinde çalışmak isteyen kadroların sayısı oldukça sınırlıdır. Çalışma için daha çok kentler tercih edilmekte, kentlerde de varoşlara gitmekten adeta kaçılmaktadır. Özellikle büyük kentlerin en yoksul kesimleri gerici ve işbirlikçi tarikatçı yapılanmaların insafına terk edilmektedir.
Bir gerçeğin altını özenle çizmek gerekir: Kürdistan’da demokratik bir sistemin inşası içinde bulunduğumuz dönemin karakteristik özelliğidir. İnkar ve imha çizgisinde ısrar eden yeşil Türkçü faşist iktidarın şiddeti alabildiğine tırmandırması ve bu nedenle savaşın giderek kızışması bu gerçeği değiştiremez. Demokratik uygarlığın inşası özü itibariyle pozitif eylemliliğe dayanır. Devrimci halk savaşı bile esas olarak inşa edilecek demokratik sistemi korumayı öngörür. Önder Apo bu gerçeği “Temsil ettiğim önderlik gerçeğinin bu yönü özenle bilinmek ve takip edilmek durumundadır. Aksi halde benim önderliğimde politik birlikten, örgütsel ve eylemsel yaşamdan bahsetmek zordur. Sürekli örgütlü ve ağır basan yönü pozitif eylemlilik olan bir yaşamı sergileyemeyenlerin, önderlik kurumunda başarıyla rol oynamaları imkansıza yakındır” biçimindeki belirlemeleriyle çok iyi ortaya koymaktadır. Kürdistan’daki faşist-sömürgeci sistemi şiddetle yıkmayı düşünmek ve demokratik toplumun inşasını bu yıkılış sonrasına ertelemek doğru değildir, Önderlik gerçeğine aykırıdır.
Önderlik gerçeğine katılan ve onunla bütünleşen kadro Kürdistan’da demokratik toplumun inşasına aşkla girişmek durumundadır. Örgütlü kadro, örgütlü toplumdur. En sonuç alıcı eylem türü örgütlenmedir. Kuşkusuz bunu salt bir öncü kadro örgütlenmesi olarak ele almıyoruz. Kadronun ve toplumun örgütlenmesini birbirinden ayrılmaz bir durum, daha doğrusu tek bir süreç olarak değerlendiriyoruz. Böylesi bir örgütlenme ve eylemlilik PKK kadrosu için varoluş koşulu olarak görülmelidir. “Örgütlenme ve eylemlilik bir görevden de öte yaşam hali olarak anlaşılmalıdır. Nasıl susuz ve havasız olunmazsa, örgütsüz ve eylemsiz yaşanmayacağı da bilinerek, önderlik gerçekliğimize anlam verilmelidir. Yoksa örgüt içinde örgüt, kendi başına yıkıcı, boş, amaçsız eylemcilik başa hep bela getirir. Çok yetkin örgütlenme, bunu ideolojik ve politik çizginin özüne uygun somutlaştırma, amaçlı ve verimli bir eylemlilikle bütünleştirme tek doğru bağlılık türüdür. Sonuca götürebilen, tarihi çabaları boşa harcamayan, her tuğlayı binayı daha yüksek kılmak için koymaya götüren tutumdur. Yapının örgütsel ve eylemsel anlayışını, silahlı mücadele de dahil, bu konuma yükseltmekten başka başarı şansı yoktur.”
Önder Apo, “Hakikat ifade edilen bütünsel gerçektir. Kadro örgütlenmiş ve eylemsel kılınmış hakikattir” dedi. Biz hakikati toplumda arayıp bulan bir hareketiz. Toplum dışında bir hakikat arayışının anlamsız olduğuna ve sonuç vermeyeceğine inanıyoruz. Hakikatin bütünlüğü aynı zamanda toplumun demokratik inşasının da bütünlüğü anlamına gelir. Toplumsal özgürlüğü sadece siyasal mücadelenin başarısına bağlamak oldukça eksik ve hatalı bir yaklaşımdır. Toplumsal inşa yaşamın bütün alanlarını kapsayan bir inşadır ve bütünlüklü bir sistemin kuruluşunu anlatır. Örneğin ekonomik alanın siyasal alandan daha önemsiz olduğu iddia edilebilir mi? Kadının kendini özgürleştirmesi ve bunu kendi konfederalizmiyle taçlandırması geleceğe ertelenebilir mi? Kırsal alan toplumunun örgütlenmesinde ve yeniden inşasında tarımın rolü gözardı edilebilir mi? Kültürel alanda kendisini örgütleyememiş ve kendi eğitim sistemini inşa edememiş bir hareketin gerçek başarısından bahsedilebilir mi? Aynı şekilde her alandaki inşa kendisini savunabilecek bir sistem oluşturmadan kazanımlarını kalıcı kılabilir mi?
Akademiler ve akademik kadro
Bütünlüklü bir sistemin inşa edilmesi bütünlüklü bir kadro çalışmasını gerektirir. Önder Apo bunu başarmanın yolunun akademik kadronun yaratılmasından geçtiğini belirtti. Toplumun bütün alanlarına (ekonomik-teknik, ekolojik-tarım, kadın-özgürlük, kültür-kimlik, tarih-dil, bilim-felsefe, din-sanat vb.) ilişkin akademik birimlerin inşa edilmesinin temel bir görev olduğunu ifade etti. Tüm bu alanlardaki inşa iç içedir ve bütünlük arz etmektedir. Demokratik modernite binası temelden başlayarak ve deyim yerindeyse her duvarı aynı zaman dilimi içinde yükseltilerek kurulacaktır. Birinin diğerine göre önceliği yoktur, olsa bile oldukça sınırlıdır. Demokratik moderniteyi bir insanın bedenine, alanlarını ise bedenin organlarına benzetelim. Önemli ve öncelikli olan kafadır, eller ve ayaklarla birlikte gövde daha sonra da gelebilir denilemeyeceği açıktır. Nerede toplum varsa orada bütünlüklü bir toplumsal inşa vardır ve kadro bu inşanın yol gösterici gücüdür.
Özellikle legal alanda akademi denildiğinde geniş odalara sahip okul binaları ve ders vermek için de sistemin eğitim süreçlerinden geçmiş akademisyenler akla gelir. Bu büyük bir yanılgıdır. PKK tarihi bunun ciddi bir yanılgı olduğunu gösteren örneklerle doludur. Evleri bir yana bırakın, Önder Apo yemek sofrasını bile bir eğitim zemini olarak değerlendirdi. Ankara’da her öğrenci evi, bir okul işlevini gördü. Dağdaki parti okullarımız ve savunma akademilerimiz çoğu zaman gölgelik bir alan yaratan büyük bir ağacın altını verecekleri eğitim için ideal bir zemin olarak kullandılar. Eğitimler bazen birkaç saat, bazen bir gün, bazen de birkaç hafta sürdü. Hiç kimse ‘dört duvar içine kapanmadan eğitim olmaz’ demedi. Ankara’da temelleri atılan grubun Kürdistan’a dönüşü ile birlikte grubun her üyesi bu teorik araştırma ve inceleme döneminde öğrendiklerini başka gençlerle paylaştı. Kimi zaman düzenli sayılabilecek eğitimler yaptı. Halk içinde propaganda çalışması yürüttü ve bu da bir eğitimdi. Emekçiler bu sayede belki de bir cümlelik doğruyu yakalayarak hakikatle buluştular. Başlangıçta grubun benzer diğer yapılanmalardan farklı olarak yazılı materyalleri yoktu. Ancak bu boşluk her kadronun kendisini bir ayaklı gazete tarzında eylemsel kılmasıyla dolduruldu.
Demek ki toplumsal yaşamın her alanına ilişkin akademiler her yerde kurulabilir. Bunun için ihtiyaç duyulan şey, esas olarak kendini eğitmiş ve varlığını toplumun demokratikleşmesine adamış kadrodur. Kadro yegane çözüm gücüdür. Kadronun en doğru tanımlarından biri budur. Önderlik gerçeği çözüm gerçeğidir, Önderlik gerçeğine katılmış insan, kendinde çözüm gücünü ortaya çıkarmış insandır. İnsanı çözüm gücü haline getiren de özgür yaşama tutkulu bağlılığıdır. Önder Apo “Amaçlarında güneş kadar net olan, onları başarıya taşıyacak yolu ve yöntemi de mutlaka bulur” demiyor muydu? İhtiyacın, keşfin anası olduğu doğru değil mi? Kürt halkı her yerde özgür yaşama ve bunun pratikleşmiş ifadesi olarak demokratik ulusun inşasına hava ve su kadar ihtiyaç duymuyor mu? Bunun kendisi bile bu işe aşkla sarılmak için yeterli bir neden olmuyor mu?
Bir kez daha vurgulayalım: PKK olanaklar üzerinde vücut bulan bir hareket olmadı. Önder Apo Kürt halkının özgürlüğü için yola çıktığında, “Kürdistan’da özgürlük mücadelesine girişmek için ne kadar olanağımız var?” diye sorsaydı, herhangi bir adım atması kesinlikle mümkün olmayacaktı. İşe olanak aramakla başlanmış olsaydı, Kürt halkı çoktan tarihin karanlıklarında kaybolup gitmiş olacaktı. En büyük olanak insanın kendisidir; bu insanın iyi duyguları ve doğru düşünceleridir. Kaldı ki insanlığın düşünsel gelişiminin zirvesinde bulunan bir Önderlik gerçeğimiz vardır. Bu kaynaktan gerekli ideolojik-teorik gıdayı alma olanağına sahibiz. Bu en az bir çocuğun anasının ak sütüyle beslenmesi kadar besleyip büyüten bir olanaktır. Gerisi bununla duygularımızı terbiye etmek ve kendimiz olmayı başarabilmektir. Mücadele elbette olanaklar ortaya çıkarır. Doğru tutum bu olanakların üzerine yatmak değil, onları yeni kazanımlar elde etmede birer elverişli araca dönüştürmektir. Olanaklar uçurumun iki yakasını birleştiren bir köprü gibi değerlendirilirse doğrudur. Apocu kadro olmak önüne çıkan her engele uçurum adını takmak değil, uçurumun üzerine köprü kurmak ya da bizzat kendisini köprü haline getirmektir.
Lenin’in “İnsan çok ama yine de insan yok” biçimindeki yakınmasını ya da eleştirisini düşünelim. Aynı eleştiri bizim açımızdan da geçerli değil midir? Kürdistan’da bir halk özgürlük için ayaktayken, milyonlar isyan ateşiyle yanıp tutuşurken, kadro sıkıntısından söz etmek ne kadar doğru olabilir? Halk deyişleri bu konuda çözümün nerede olduğunu ortaya koyacak kadar yol göstericidir: Bakarsan bağ olur, bakmazsan dağ olur! Asıl sorun insanı eğitme, iradeleştirme ve toplumsal inşaya seferber etme görevini yerine getirmekten sorumlu kadronun bu görevini savsaklamasıdır. Eğitim, mücadelenin yarısıdır. Kürdistan’da büyük aydınlanma devrimi bu eğitimle gerçekleşecek, toplumsal organizmanın sağlıklı hücreleri olan özgür birey-yurttaşlar bu eğitimle ortaya çıkarılacaktır. Eğitim pratikleştirir, pratik eğitilir ve eğitir. Yine en görkemli örneğimize dönelim: Önder Apo tek bir gün bile eline silah almadı, ancak halkını savunacak silahlı güçleri eğitip örgütlemekten de asla geri durmadı. Temel görevini bir bakıma eğitim olarak belirledi. Bu temelde en tahrip edilmiş bir toplumsal zeminde şekillenen en bozulmuş kişiliklerden en soylu kahramanlar ordusunu ortaya çıkardı. Mucizevi tarzını bu konuda da sergiledi. Güneş kadar yakıcı olan bu gerçeğe gözlerini kapatmayan her kadro, Önderlik gerçeğine katılmanın yolunun insanı eğitmekten geçtiğini bir an bile unutamaz.
Katılım, Önderlik hakikatine katılım konusunda yaptığımız bu değerlendirmeyi Önder Apo’dan yapacağımız uzun bir alıntıyla tamamlayalım:
“Özcesi şahsımda temsil etmek durumunda kaldığım bu önderlik tanımı, herkese katılımını gözden geçirerek, yeniden nasıl bütünleşmesi gerektiğini göstermektedir. Bu çizgideki önderlik tüm evreni, insansal varoluşu, toplumsal gerçekliğimizi, halkın demokratik özgürlüğünü bağrında taşımaktadır. Sadece ulusal değil, evrenseldir. Kusuru ve yanlışlıkları varsa, bu temel kategorilerde aranmalıdır. Yoksa gölgesinde yaşayarak, basit bencil veya kölecil dünyalar kurarak yaşanabileceğini sanmak gaflet ve hatta sapıklıktır. Savunmam, gerçekleştirilen önderliğin tüm temel niteliklerini yansıtmaktadır. İlgi duyanlara öncelikle düşen görev kavramasını başarmaktır. Eğer yanlış ve yetersiz bulunan hususlar varsa, bunları göstermek ve tamamlamak yoldaşlığın gereklerindendir. Görünüşte katılım gösteriyormuş gibi davranıp pratikte başka konumlar arz eylemek, eski tabirle ‘münafıklıktır’. Önderlik gerçekliğim kabul edilmeyebilir. O durumda uygun bir açıklama ile ayrılmak bir haktır. Bir yandan anladık deyip katılmamak veya katıldım deyip gerekeni yapmamak, yoz, sorumsuz bir yaşamı ifade eder ki, bunun da kalıcılığı ve anlamı olamaz.
Önderlik tarzım asla dayatma değildir. Büyük bir inanç ve bilgelikle beslenir. Bu yönlü gücü olmayanlar uzak durmalıdır. Çağımızın hasta ettiği bireyler bu tarz önderliğe katılamaz. Katılsalar da sonuç alamazlar. Son gruplaşmaların temelinde, başından beri önderlik gerçeğine yeniden yaptığım tanımlama temelinde katılımını gerçekleştirememek rol oynamıştır. Eğer bize ilgi ve saygı varsa, gerçekten ideolojik, politik ve örgütsel bir ortak yürüyüşte iddialı, kararlı ve eylemli olmak isteniyorsa, benim onlara değil, onların bana katılımı gerekir. Benim bedenen diri olmam veya ölmem belirleyici değildir. Ulaşılan anlam, irade ve ahlak belirleyicidir. Bu yalnız ben değil, bende dile gelen tüm bir evren, varolan insanlık ve toplumsal gerçekliğimizdir. Ona dayalı halkımızın demokratik, özgür ve eşitlik içinde yeniden yapılanmasıdır.”