Tarihinde büyük isyanlar yine Kürtlere büyük komplolar ve trajedilerin yaşandığı bir yerdi Doğu Kürdistan. Yine ülke topraklarından resmi olarak Kasr-ı Şirin Anlaşması’yla ilk koparılan parçadır. O yüzden o topraklarda tarih boyunca ne isyan eksik olmuş ne de Kürtlere yönelik kurulan komplolar…
Ama her şeye rağmen bu parçadaki halkımızın umutları hep diri kalmış, arayışları süre gelmiştir günümüze dek. Önderliğe karşı geliştirilen uluslararası komploya karşı kendiliğinden gelişen serhildan hareketi bunun en açık örneği olmuştur.
Hareketimiz ortaya çıkan gelişmeleri değerlendirerek, oraya göre yeni bir yaklaşım geliştirmek istiyordu. Uzun tartışmalar sonunda Doğu Hareketi diye bir oluşumla alana girilmesi kararlaştırılmıştı. Buna göre bir kadro bileşimi oluşturuldu. Oluşturulan kadro bileşimi içinde ben de yer alıyordum. Alanda faaliyetlere gidecek olan kadroların önüne de hedef olarak alanı tanıma ve istihbarat toplama görevi kondu. Ancak silahlı propaganda birimleri şeklinde hareket edilerek bu faaliyetler sürdürülecekti.
Bir süre sonra ilk gidecek birimler ve gidecek alanlar belirlendi. Gidecek olan birimlerden birinin içinde ben de yer alıyordum. Birimimiz altı kişiden oluşuyordu. Birimimizin komutanı Serhat adındaki bir arkadaştı. İçimizde Doğu Kürdistan’dan olan arkadaşlar da vardı. Ancak hiçbirimiz alanı bilmiyorduk. Yol bilmiyorduk. Kaba hatlarıyla nereden gidileceğini, ilk karşımıza çıkacak yerlerin neresi olabileceğini biliyorduk. Alana ilişkin bulduğumuz bir harita vardı elimizde. O harita ile hareket edecektik. Tıpkı 15 Ağustos 1984 Atılımı’ndan önce ve birkaç yıl sonrasına kadar Kuzey’de açılım yapan arkadaşlar gibi hareket edecektik. Bu konudaki en büyük tecrübe Kuzey Kürdistan’da arkadaşların yaşadıkları deneyimdi. Zaten o yüzden onlar bunu başarabilmişlerse –ki başardılar– o zaman biz de başarırız ve başarmaktan başka seçeneğimiz yok diyorduk kendi kendimize. Gideceğimiz alan Neğede, Serdeşt, Piranşehir, Mahabat kentleri ile ilçeleri ve köylerinden oluşan Mukuriyan alanıydı. Arkadaşlar bizimle son tartışmaları yürüttüler, yapmamız gerekenleri söylediler.
Artık yola çıkma zamanıydı
Aylardan nisandı. Ne zaman başlayacağı, ne zaman duracağı belli olmayan nisan yağmurlarıyla yola çıktık. Bir gece vurup sınırı geçtik. Sınırı geçtikten sonra yaklaşık iki saat kadar yürüdükten sonra arazinin bazı yerlerinde yakılan ateşleri fark ettik. Bir de köpek havlamaları vardı. O yüzden İran devlet güçleri olamaz diye düşünüyorduk. O araziye yaylacı Kürtlerin geldiğini daha önceden öğrenmiştik. Bundan dolayı çoban ateşleri olabilirdi. Uzaktan sihirli alevleriyle yükselen çoban ateşleri dışında herhangi bir ateş olabileceğini düşünemiyorduk. Ancak henüz nisan ayı olduğu için acaba onlar mı diye düşünmeden edemiyorduk. O yüzden ne olur ne olmaz diyerek ateşlerin yandığı yerleri gündüz görebileceğimiz bir yere çekilip gündüz olmasını bekledik.
Geceyi yarı uykulu yarı uyanık bir şekilde geçirdik. Aslında çok rahat da uyuyabilirdik. Çünkü zaten nöbetçimiz vardı. Ama yine de girdiğimiz alanın ne olduğunu, etrafta ne olup bittiğini bilmediğimiz için bir de ilk defa gittiğimiz bir yer olmasından ötürü bir türlü hiç birimizi uyku tutmadı diyebilirim. Zaten alana da sabaha karşı ulaşmıştık.
Tan attı. Gün ışıdı. Hava aydınlandı. Yağışsız, bulutsuz berrak bir gökyüzünün olduğu bir gecenin ardından yeni bir günü yaşamaya başlayacaktık. Çok geçmeden güneş de kafasını dağların ardından çıkardı, ilk ışıklarıyla yüzümüzü yıkamaya başladı. Giderek yükseldi ve bizi ısıtmaya başladı. Gece çok soğuk geçmişti. Adeta kemiklerimiz donmuştu. Güneşin doğmasıyla ısınan hava bize kendimize getiriyordu.
Havanın aydınlanmasıyla akşam gördüğümüz ateşlerin çoban ateşleri olduğunu anlamıştık. Çünkü bulunduğumuz yerin hemen alt tarafında küçük ovada yüzlerce yaylacı çadırı olduğunu gördük. Sadece ovada da değil, tam karşımızdaki tepeciklerin yamaçlarında da birçok çadır vardı. Adeta bir çadır kent havası vardı çevremizde. Yaşam çadır kentte de yavaş yavaş başlamıştı. Çobanlar sürüleriyle birlikte araziye dağılmaya başlamış, ardından çadırların önünde yükselen çocuk ağlamaları, yayık seslerine karışmaya başlamıştı.
Yeni bir hayat başlamıştı çadır kentlerde. Yaylacı Kürtler çadırlarının kurulu olduğu yerde göçmen yüreklerinin hayatına başlayacaktı yeni günle birlikte. Koçer geleneği Kürdistan’ın birçok yerinde olduğu gibi Doğu Kürdistan’da da sürdürülüyordu hala. Yarı yerleşik bir sisteme sahip koçerler, kışın köylerine dönerler baharla birlikte ise tekrar yaylalarına dönerlerdi.
Kürtler yayla yerlerinde sürüleri, çocukları, özlemleriyle yeni bir hayata, yeni hayatın yeni bir gününe merhaba diyorlardı. Uzaktan onları izleyerek her birimiz ayrı ayrı düşüncelere dalmıştık. Bu düşünceler deryasında yaşadığımız gelgitlerle arazide de köylülerden başka kimsenin olmadığına emin olduğumuzdan çayımızı kaynattık. Ardından kahvaltıya oturduk. Zaman ilerledikçe çadırların önündeki hayat da daha fazla hareketlendi. Sabah ağlayan çocuklar bu sefer oyun oynamaya, oraya buraya koşturmaya başladı. Birkaç çadırın önünde kadınlar ateş yakıp saclarını ısıtmaya başladılar. Belli ki ekmek yapacaklardı. Bazılarının çocukları da eteklerinden tutmuş onlarla birlikte sacın etrafında dönüp duruyordu.
Bulunduğumuz yerden bunların hepsini izleyebiliyorduk. Kahvaltıdan sonra aramızda kısa bir değerlendirme toplantısı yaptık. Toplantıdan çıkan görüş ikindi vaktine kadar yerimizde kaldıktan sonra yayla çadırlarına gitmek oldu. O yüzden nöbetçimizi çıkardıktan sonra kimimiz uyamaya, kimimiz çantasında taşıdığı kitabı okumaya çalıştı, kimimiz de elimizdeki haritayı incelemeye başladı.
Arkadaşlardan bazıları uyudu. Ama ben uyuyamadım. Elimdeki kitabı da çok fazla okuyamadım. Öğlene doğru uzandığım yerden kalkıp oturdum. Çabanlar sürülerini çadırlara doğru sürmeye başlamıştı. Çok geçmeden her çoban sürüsüne ayrılan yere geldiğinde sürüsünü durdurdu. Çadırlardan ellerinde kovalarla çıkan “berivanlar” koyunları sağmaya gittiler. O sırada bütün sesler birbirine karışmıştı. Koyun ve keçiler meleyerek yavrularını çağırıyordu. İnsanlar birbirlerini. Çocuklarda oyun oynamak için arkadaşlarını. Sadece yorgun köpekler dinlenmek için çadırların gölgelik yerlerine doğru hantal hantal yürüyordu. Bu güzel manzaranın hiçbir şeyini kaçırmadan izledim. Çok sürmedi, ama bu güzel manzara. Çünkü bir saat kadar geçtikten sonra her şey yine eski sessiz haline döndü. İnsanlar çadırlarına, çocuklar öğle yemeği için evlerine, koyun ve keçiler de sağımdan sonra içlerine salınan yavrularıyla ağıllarına girip yattılar. Her şey eski sessiz haline dönünce ben de yeniden uzandım. Ama yine uyuyamadım. İkindiye doğru arkadaşlar harekete geçmek için hazırlanmamız gerektiğin söylediler.
İkindi vakti hareket vakti
Gerilla her zaman hareket için akşam olmayı bekler. Çünkü gerilla gecelerin içinden yol alır, gecelerin içinden akar hayata da, eyleme de, geleceğe de. Ama İran devletinin daha alana girdiğimizden çok fazla haberi olmamasından dolayı ikindiye doğru hareket etmeyi uygun gördük. Yanımızdaki ufak tefek eşyalarımızı topladık. Çantalarımızı sırtlayıp silahlarımızı omuzladıktan sonra bulunduğumuz yamaçtan kendimizi aşağıdaki çadırlara doğru bıraktık. En yakımızdaki çadırın önünde duran kadın bizi gördü. Yerinden kıpırdaman bizi izlemeye başladı. Yanına birkaç çocuk da geldi ve oldukları yerden bizi izliyorlardı. Diğer çadırların önünde de kadınlar, gençler, erkekler belirmeye başladı. Bunların hepsi birkaç dakika içinde oldu. Biz yaklaştıkça bizi izleyenlerin içinde de bir hareketlilik görülmeye başladı. İlk çadıra biraz daha yaklaşınca çadırın önünde duran ilk kadının geliyorlar, geliyor diye seslendiğini duyduk.
Çadırın arka tarafına yetiştiğimizde, bizi ilk gören kadının çadırın önünde toplananların içinden ayrılarak bize doğru kollarını açıp koşar adımlarla gelmeye başladı. Kadının heyecanı yüzünden okunuyordu. Heyecandan dudakları titriyordu. Birkaç adımda karşı karşıya kaldık. Kadın bizi ilk defa görüyordu. Biz de onu. Tek bir kelime dahi konuşacak gücü kendinde bulamıyordu. Karşımıza geçmiş, kucaklamak, bize sarılmak ister gibi açık kollarıyla öylece duruyordu. Bizi kucaklamak istediği her halinden belliydi. Annelerimizin olmasa da ablarımızın yaşında bir kadındı. Ama yine de bizi kucaklayamazdı. Çünkü bulunduğumuz yer Doğu Kürdistan’dı. Doğu Kürdistan’da da bir kadın tanımadığı birilerini hele hele bunlar erkekse hiç kucaklayamazdı. Sarılıp evladını koklar gibi koklayamazdı. Kürdistan’da eskiden beri bu uzaktan gelen ve kendileri için geldiği anlaşılan yabancı da olsa çocuklarını kucaklama, boyunlarına sarılma ve onları koklamak vardı. Ama Doğu Kürdistan’da gerek devlet tarafından korunmuş feodal bağlar gerekse devletin islami karakterinin insanlarda yarattığı etkilerle bu günah sayılmaya başlanmıştır. O yüzden de kadın karşımıza geçip durmuş sadece bize bakmakla yetiniyor.
Birkaç dakika içinde yaşadığı şokun etkisini atlattıktan sonra adeta kollarımızdan çekiştirerek bizi çadırın içine götürdü. Kadın dilini yutmuş gibi bir şaşkınlığı yaşıyordu. Bir şeyler söylüyor ama anlaşılmıyordu. Aslında ne söylediğini belki kendisi de çok fazla bilmiyordu. Sadece elliyle işaret ettiği yere oturuyoruz. Heyecandan ne yapacağını bilmiyor. Bize nasıl hizmet edeceğini bilmiyor. Dışarıya çıkıp içeri giriyor. İçeri girip bize şaşkın gözlerle bakıp yeniden dışarıya çıkıyordu. Elleri ayakları birbirine dolanmış ne yapacağını bilmez şekilde garip garip hareketler yapıyordu. Dışarı çıkıp biraz dolanıyor tekrar gelip bize bakıyor sonra yine gidiyordu. Çocuklarını çağırıyor onlara bir şeyler anlatmaya çalışıyor, ama çocukları ne söylediğini anlamıyordu. Yanımızdan hiç ayrılmak istemiyordu. Son kez yanımıza oturduğunda biraz kendine gelmiş olmalı ki gözlerinden yaşlar akmaya başladı. Yazmasıyla gözyaşlarını silerken, hala bize bakıyordu. O an artık biraz kendine geldiğini sandık. Sonra yeniden dışarıya çıktı ve çocuklarını yanına çağırdı. Çocuklarına bir şeyler kanlatmaya çalışıyor, ama bir türlü anlatamıyordu. Ben ne demek istediğini anladım ve yerimde kalkarak, “ne yapmak istiyorsun ana” diye sordum. “Oğlum size hizmet etmek istiyorum. Ama nasıl edeceğimi de bilmiyorum. O yüzden çocuklara bir hayvan kesmesini söyledim” dedi.
Bize hayvan kesmelerine gerek olmadığını söyledim. Ayrıca biz buraya sizleri görmeye, sizlerle konuşmaya, hal hatırınızı sormaya, düşmanın zulmünü üzerinizden nasıl kaldıracağımızın yolunu bulmaya geldik. O yüzden hazırda ne varsa onunla bizi ağırlamasının bizim için daha makbule geçeceğini söyledim. Çocuklara ne yediriyorsan biz de ondan yeriz dedim. Hayvan kesmesi durumunda yemeklerini bile yemeden gideceğimizi söyleyince daha fazla etkilendi. Hayvan keserek karşılamak Kürtlük geleneklerinden gelen bir şeydi. Bir de daha önce orada faaliyet yürüten ve sonra öncülük ve ideolojik yetersizliklerinden dolayı tasfiye olan KDP ve Komala hareketlerine yaptıkları hizmetten kalma bir alışkanlıktı. Kadına bize bir bardak çay bir de peynir, yoğurt vb gibi yiyeceklerin bize yeteceği konusunda onu ikna ettik. Çaydanlığı çadırın önünde yakılan ateşe koyduktan sonra yanımıza oturttuk. Kadını yanımıza oturttuktan sonra oraya gidiş amacımızı, yapmak istediklerimizi, halkın görev ve sorumluluklarını anlattık, dilimiz döndüğünce. Biz bunları anlatırken kadın daha fazla etkileniyor, elleri ayakları birbirine dolanıyor, sevinçten ne yapacağını bilemiyordu. Kadının o yaklaşımları İran devlet güçlerinden çok çektiğini gösteriyordu. Fakat bu konuda bize hiçbir şey anlatmadı bize. Sonunda hazırladığı yiyecekleri yedikten sonra tekrar hareket geçmek için ayağa kalktık. Bizi gözyaşlarıyla uğurladı. Ardından diğer bir çadıra girdik. O çadırdakiler de o kadını aratmayacak şekilde bir ilgi gösterdiler. Ama biz yine de o kadının yaşadıklarının ne olabileceğini sormadan geçemedik. Çadırdakiler kadının eşinin İKDP peşmergesi olduğunu, çocuklar henüz çok küçükken İran devlet güçleri tarafından şehit düşürüldüğünü, çok büyük zorluklar yaşadığını söylediler. O çadırda da biraz oturup çadırdakilerden gideceğimiz yöne doğru biraz bilgi aldıktan sonra gece yola çıktık.
Geleceğinizi biliyordum
Gittiğimiz yönde göz alabildiğine yaylacı çadırları vardı. Onların ateşlerine doğru gidiyorduk. Gece yarısına kadar yürüdük. Tabii çadırların içinden yürüyemeyeceğimiz için sağından, solundan ya da üs taraflarından ancak geçebiliyorduk. Sonra tekrar mola vererek, uygun bir yerde konumlandık.
Ertesi gün yine aynı saatlerde kendimizi çadırların içine doğru aşağıya bırakınca bu kez tek ayak üzerinde hareket eden yaşlı bir adam bize doğru bu kez kollarını açarak gelmeye başladı. Ayaklarından birinin tutmadığı belli oluyordu. O yüzden sevincini tek ayağı üzerinde dönerek yaşıyordu. Kendini rahat ifade edebilen bir kişiydi. İçini daha rahat açabiliyordu. Sizin geleceğinizi biliyordum. O yüzden sizi hep bekliyordum. Bir yandan nihayet düşündüklerim oldu ve siz beklediğim gibi geldiniz diyordu öte yandan arkadaşlara sarılıp onları kucaklıyor ve öpüyordu. Bunu defalarca yaptı. Her arkadaşı belki yirmi kez kucaklayıp öptü.
Bir hasret giderdiği anlaşılıyordu. Bir oğul, bir akraba hasreti değildi bu. Ülke hasretini gideriyordu desek daha doğru olur. Çünkü bizde özgürlüğü, Kürdistan’ın geleceğini görüyordu.
İhtiyar Kürt bir arkadaşı bırakıyor diğerine sarılıyordu. Yarım saate yakın devam etti bu sarılmalar. Bir tarafının felç olduğu belli oluyordu. Ama nasıl, neden ve ne zaman olduğu konusunda henüz bir bilgimiz yoktu. Alanda yeni olduğumuzu hemen fark etmişti. O yüzden alan hakkında bize her şeyi anlatacağını, bizi birkaç gün bırakmayacağını söylüyordu. O gece bizi bırakmadı. Yanımda oturun size anlatacaklarım var diyordu. Bizi yanına oturtup başladı içinde olduğumuz bölgeyi adım adım anlatmaya. Karakolların olduğu yerleri tek tek sıraladı, hangi köylerin korucu olduğunu, korucu olmayan köylerde istihbarata çalışan insanların olduğunu bilebildiği kadarıyla onların isimlerini bize söyledi. Sonunda düşmanın yaptığı ağır işkencelerden dolayı felç olduğunu söyleyerek düşmanın yörede yaptığı zulmü tek tek anlatmaya çalıştı. Ömrünü Kürt hareketlerine hizmet etmekle geçirmişti. Geri kalanını da bizimle tamamlamaya kararlıydı.
Gece bizi bırakmak istemedi. Tehlikeli olduğunu, bizim çadırlarda kalma gibi bir alışkanlığımızın olmadığını söylememize rağmen kabul etmiyordu, gitmemizi. Tabii biz çadırda kalmamaya kararlıydık. O zaman çadırların üstünde güzel bir yer olduğunu, orada hiçbir şey olmayacağını söyleyerek bizimle birlikte çadırdan çıktı. Ne yaptıysak geri çeviremedik. Nereye gittiysek bizimle geldi. O gün de bizi bırakmadı. Evinin çevresinde uzaklaşmamıza izin vermiyordu.
Bir müddet daha onunla kaldıktan sonra artık ayrılma saatinin geldiğini, daha başka yerlere de gitmemiz gerektiğini söyleyerek, ondan müsaade istedik. Amacımızı bir kez daha özetledik ona. Keşif gruplarıydık. Alanı tanımaya, coğrafyayı öğrenmeye, ilişkiler kurmaya, halkı örgütlemek için alt yapı oluşturmaya geldiğimizi, bu yüzden daha çok yere gitmek zorunda olduğumuzu vurguladık, bir daha. İhtiyar da zorunlu olarak kabul etti söylediklerimizi. Bize “benden ayrılmıyorsunuz aksine bundan sonra daha fazla benimle olacaksınız, çünkü kalbimdeki yerinizi aldınız” dedi. Arkamızdan “şimdilik beni bıraktınız, ama ben sizi bırakmayacağım” diye sesleniyordu büyük bir heyecanla. Daha sonra çalışmalarımız gereği oradan ayrıldık.
Yaşlı ve felçli amcamızdan ayrılıp gittiğimiz başka bir yerde onun hakkında çok önemli bilgiler aldık. KDP sürecinde İran’a karşı ailesinden çok sayıda kişinin savaştığını, bunlardan 16 kişinin şehit düştüğünü, kendisinin de gördüğü ağır işkencelerden felç olduğunu, evinin İran devlet güçleri tarafından yakılıp bine yakın hayvanına el konulduğunu öğrendik. Bu zulümden kendisiyle birlikte sakat bir çocuğu ve yaşlı eşinin kurtulduğunu öğrendik.
Bir iki gün o çevrede kalıp bazı insanları daha tanıyıp civar hakkında biraz daha bilgi topladıktan sonra Mahabat’a doğru yol almaya başladık. Mahabat Kürt Cumhuriyeti’nin başkenti Mahabat’a, Kürtlerin idam edildiği darağaçlarının kurulduğu o kadim kente doğru gidiyorduk. Kürtlere mezar edilmek istenen kenti yeniden ayaklandırmak, hiçbir gücün Kürtlere orayı mezar yapamayacağını göstermek için o alana girecektik. Oraya doğru giderken yaşlı, bilge adamın bize verdiği bilgilere göre yolumuzun üzerinde çok sayıda korucu köyü de olduğunu unutmamamız gerektiğini biliyorduk. O tedbiri elden bırakmadan gecenin karanlığının içinden yol alıyorduk. Gecenin ve gecelerin karanlıklarını yırtarak ilerliyorduk. Tıpkı bizden önceki arkadaşlarımız gibi. Elimizdeki harita üzerinden gidiyorduk. Yine yaşlı bilgenin bize verdiği işaretlere dikkat ediyorduk.
Sabaha doğru bir ovaya vardık. Ovayı geçecek kadar zamanımız kalmamıştı. O yüzden kalacak bir yer aramaya başladık. Ovanın başından geçen küçük suyun kenarında kamuflajlı bir yer bulduk. Oraya girip kalmaya karar verdik. Akşama kadar o küçük suyun kıyısında bulduğumuz gizli yerde kaldık. Gelen giden olmadı. Bizi gören de olmadı. Ama gün boyu Doğu Kürdistan’da karşılaştığımız ilgiyi konuştuk. Ciddi bir sempati vardı hareketimize karşı. Gördüğümüz, konuştuğumuz her şeyi kaydediyorduk. Çünkü geri döndüğümüzde aldığımız bilgileri, halkın gösterdiği ilgiyi arkadaşlara rapor etmemiz gerekiyordu.
Akşam oldu yeniden yola çıkmamız gerekiyordu. Ama hava iyice kararmadan oradan çıkmazdık. Çünkü yaşlı bilgenin bize verdiği bilgilere göre korucu köylerine oldukça yakındık.
Karanlık çökünce tekrar harekete geçtik. Ovayı geçtikten sonra yaklaşık yarım saat kadar daha yol aldık. Önümüze çok ışıklandırılmış bazı yerler çıktı. Önce buranın İran karakolu (payga) olduğunu sandık. Ama bize verilen tarife göre burada karakol olmaması gerekiyordu. Serhat arkadaş bir kişinin gidip nereye geldiğimizi öğrenmesi gerektiğini söyledi. Uzaktan bakarak, bunu anlamamız mümkün olmaz dedi. Ama hepimizin birden gitmesi yerine önden birinin gidip kontrol etmesi daha uygun olurdu. Sorumlumuz Serhat arkadaş “ben yaşlıyım, bana bir şey olsa da önemli değil” diyerek, kendisinin önden gitmesinin iyi olacağını söyledi. Ne kadar itiraz ettiysek de sonuç değişmedi. Serhat arkadaş yola çıkmadan önce “ben size haber vermeden gelmeyin” diyerek yola çıktı. Biz de onu koruyacak bir şekilde mevzilenip beklemeye başladık. Işıkların arasına girmesiyle bizi çağırması bir oldu. “Heval gelin tam aradığımız yere gelmişiz” dedi. Biz de daha fazla beklemeden köye girdik.
‘Bunlar diğerlerinden çok farklı’
Girdiğimiz yer yedi sekiz hanelik bir mezraydı. Ve hepsi de aynı aileydi. Hepsi bir araya toplanmış sanki bizi bekliyor gibiydiler. Onları yemek başında bulmuştuk. Bizi görünce yemeklerini bırakıp kalkmışlardı. Ne kadar yemekten kalkılmaz, yemeğinizi yedikten sonra görüşürüz dediysek de onları bir daha yemekte tutamadık. İçeriye girip oturduk. Ben dışarıda nöbette kaldım. Ev sahibi beni görünce “heval sen niye içeri girmiyorsun, niye dışarıda kaldın” dedi şaşırarak. Sonra “sen de gir ben sizin nöbetinizi tutarım” dedi. Tabii ben yanlış anlamaya müsaade etmeden, kabul etmedim bu teklifi, “nöbet tutmak sizin değil, bizim görevimiz ve ben de o yüzden buradayım” dedim.
Kendi aralarında “bunlar diğerleri gibi değiller. Kendi işlerini kendileri yapıyor. Ne Komala’ya, ne de KDP’ye benziyorlar” diyorlardı. Yaptıkları bu tespitler tabii yanlış değildi. Çünkü hareket olarak biz diğerlerinden her yönüyle farklıydık. Farklı da olmak zorundaydık. Öncelikle onlar peşmerge biz ise gerillaydık. Biz özgürlük için her şeyimizi feda etmiştik. Daha modern bir ideolojimiz vardı. Eşitliğe, toplumsallığa, komün (ortak) yaşama inanıyorduk. Ve kendimize ait hiçbir özel mülkiyetimiz yoktu. Böyle bir düşüncemiz de yoktu. Hepimiz özgürlük uğruna, halkımızın kurtuluşu uğruna Başkan Apo’nun ideolojisi çerçevesinde ölüm dahil her türlü zorluğu göze almış bir gönüllüler topluluğuyduk. Aynı zamanda örgütlenme, hareket tarzı, savaş tarzı, öncülük ve ideolojik olarak da hiçbir benzerliğimiz yoktu, diğer hareketlerle. Bu yüzden hangi parçada olursa olsun aramızdaki farklılıkları anında görebiliyordu Kürt halkı.
İlk izlenimler, ilk etkilenmeler önemlidir. Bunun farkındaydık. O yüzden oturuşumuzdan kalkışımıza kadar her şeyimize dikkat ediyorduk. Çünkü herkesin gözü bizim üzerimizdeydi. Birçok örgüt, devrimci(!) görmüşlerdi şimdiye kadar, ama sürekli hayal kırıklığına uğramışlardı. Aynı şeyi bizler de yaşatacak mıydık onlara! Haliyle bu soru hepsinin kafasında vardı. Farklı olup olmadığımıza bu yüzden dikkat ediyorlar, diğerlerden farklı olmamızı bu yüzden istiyorlardı. Diyebilirim ki kadın, erkek, çocuk, yaşlı herkes oturuşumuzdan kalkışımıza, konuşmamızdan nöbet tutuşumuza kadar birçok davranışımızdan etkilendiler. Ardından hemen yemeğe oturttular bizi ve peş peşe sorular sormaya başladılar. Kadın, yaşlı, genç demeden herkes merak ettiğini, hakkımızda öğrenmek istediklerini soruyor, arkadaşlar da bir yandan yemek yerken öte taraftan da sorularına cevap vermeye çalışıyorlardı. İnsan, sorularından ilgilerinin düzeyini anlayabiliyordu. Çünkü yaşamdan tutalım, pratik ve düşmana kadar çok geniş bir çerçevede soruyorlardı. Sorularının içinde en çok dikkatimi çeken ise, “heval neden gelmek için bu kadar geç kaldınız?” oldu.
Bu soru bizim bir gün mutlaka geleceğimizi bildiklerini gösteriyordu. O yüzden geç gelmekle onları bekletmiş oluyorduk. Halkın bu ilgisi gelecekteki mücadeleye katılımını gösteriyordu. Bu ilgi bizde de büyük bir umut ve heyecan doğruyordu. Ama aramızda bir sorun vardı. Onlar Soranca lehçesinde konuşuyor, biz ise çoğunluğumuz Kurmanci lehçesinde konuşuyorduk. Bu yüzden birbirimizle anlaşma noktasında kimi zorlanmalar yaşıyorduk. Bizimle birlikte, lehçesi Soranca olan bir arkadaş vardı. O arkadaş daha rahat anlaşmamız için yardımcı oluyordu. Yerime bir nöbetçi gelip ben içeri girdiğimde bu manzaraya tanık oldum. Daha önce biraz Soranca öğrenmiştim. O yüzden içeriye bildiğim o Soranca sözcüklerle girdim. Konuştuklarımı duyunca birbirlerini çağırarak lehçemizi bilen biri geldi diyerek hepsi birden başımda toplandılar.
Birkaç kelime de olsa Soranca konuştuğumu görünce daha çok heyecanlanmaya başladılar. Ve birbirlerini çağırarak “gelin gelin bakın bizi dilimizi bilen biri de var içlerinde” diyorlardı birbirlerine. Bu durumu görünce ben oturmak için uygun bir yer aradım. Baktım evin bir köşesinde oturmuş ortamda olup bitenleri izleyen bir yaşlı var. En uygun yer orası olsa gerek diyerek gidip onun yanına oturdum. Odadaki en yaşlı insandı. Çok şey yaşadığı belli oluyordu. Görmüş geçirmiş biriydi. Bir köşeye çekilmiş konuşulanları dinliyor, kafa sallıyordu sadece. Bu bile neler yaşadığına işaretti. O yüzden onun yanına oturdum. Oturur oturmaz, amca sen ne düşünüyor neler söylüyorsun bu konuda, diyerek sohbetin merkezine onu aldım.
Durup yüzüme baktı. Belli ki vereceği cevabı düşünüyor. Ama nereden ve nasıl başlayacağına daha karar vermemiş gibiydi. Çünkü bizi ilk defa görüyordu. Epey düşündükten sonra, “oğlum aslında size söyleyeceğim çok şey var. Size anlatılacak çok şey var, ama siz daha yeni geldiniz. Daha sizi tanımıyorum sizi biraz tanıyalım, ondan sonra anlatılması gerekenleri tek tek anlatırım. Ama yine baştan birkaç şey söyleyebilirim” diyerek sözlerine başladı. “Mahabat Kürt Cumhuriyeti kurucusu Qazi Muhammed ve arkadaşları idam edildi. Çocuk yaşta o idamlara tanık oldum. Gözlerimin önünde idam edildiler. Onların idam edilişi çocuk kalbimde bir yara açtı. Daha sonra Dr. Qasımlo geldi. Alanda bir sürü çalışma yürüttü ve önemli bazı faaliyetlerde bulundu. O da komployla öldürüldü. Onun katledilişi kalbimde bir yara daha açtı. Ardından Şerefkendi aynı komployla öldürüldü bende bir yara daha açıldı. Ardından hiç görmediğim ilk defa ağzından PKK adını duyduğum bir de her dört parçayı savunan Abdullah Öcalan esaret altına alındı. Yüreğimdeki en son yarayı da o açtı.” dedi. “Açılan bu yaraları kaldıramayan kalbim zayıf düştü. O yüzden ben yeni hastaneden geliyorum ve bu gördüğünüz insanlarda beni ziyarette gelenlerdir. Şimdi siz de onların arasına bir ziyaretçi gibi karıştınız. Hani derler ya iyi olacak hastanın ayağına doktor gidermiş. Şimdi benim için öyle oldunuz. Sizi görmem iyi oldu. Hep böyle bir günü bekledim. Çünkü kalbimin son atışlarının da sizin için olmasını istiyorum. Ve öyle de olacak. Sizin için şimdilik bunları söylüyorum. Ama ileride gidip gelmeye devam ederseniz size söyleyeceğim daha çok şey var. Anlatacaklarım var. Çünkü yüreğim yaralarla dolu. Açılan yaraların dermanı ancak siz olabilirsiniz. Yaşadığım acılara ancak siz son verebilirsiniz. Ömrümü bu acılarla geçirdim. Ama bir gün mutlaka Kürtlerden birilerinin çıkıp bu acıları sevince dönüştürecek diye bekledim. Sizden önce çıkanlar bunu başaramadı. Ama sizin başaracağınıza inanıyorum” diyerek yaşadığı acıları, çektiği özlemleri dile getirdi.
Sohbetimiz başka konulara kaymıştı. Ama içinde yine o alanda geçmiş yıllarda yürütülen mücadele, bundan çıkabileceğimiz dersler üzerineydi. Gece durmadan ilerlemişti. Koyu sohbet, gecenin o denli ilerlemesini fark etmemize de engel olmuştu. Sonunda o ailenin reisinin de konuştuğum yaşlı ve odadaki diğerlerinin hepsinin de onun çocukları olduğunu öğrenmiştik. Artık kalkmamız gerekiyordu. Onlardan kalkmak için izin istedik. Ama ondan önce amcaya bize ilişkin söylemek istediği başka şeylerinin olup olmadığını sorduk. Tedbiri hiçbir zaman elden bırakmamamız gerektiğine bir kere daha vurgu yaptıktan sonra bir sefer daha geldiğinizde buradaki halkın dilini bilen birilerinin içinizde olması daha iyi olur. Sizin dilinizden fazla anlamamamıza rağmen duruşunuzla bize bir şeyler anlattınız. Bu bizim ve sizin için önemlidir. Eğer bunları dikkate alırsanız halk sürekli sizi bekliyor. Geleceğinizi herkes tahmin ediyordu. Çünkü hareketin ismi üzerinde her dört parçanın örgütü deniliyordu ama biraz geç geldiniz.”
Nereye gideceğimizi kimseye söylemeden gitmek istiyorduk. Yola çıkmak için ayağa kalktığımızda yaşlı bilgenin yaptığı bir işaretle herkes ayağa kalktı. “Heval gideceğiniz yere biz sizi götürürüz” diyordu herkes. Birkaç genç öne çıktı ve “arkadaşları biz götüreceğiz” dediler. Babaları yerel üslupla üzerlerine giderek, “siz cahilsiniz, gençsiniz tecrübeniz yok; bu yüzden arkadaşları gitmeleri gereken yere sağlam götürmeyebilirsiniz onları biz götüreceğiz” diyerek orta yaşlı iki kişi öne çıktı.
Kararı onlar vermişti. Yani bizimle gelecek olanları belirlemişlerdi. Bize heval hazırsanız yola çıkalım dediler. Yola çıktık yaşlılardan biri önde biri arkada bizi ortalarına alarak gitmemiz gereken yere doğru yola çıktık. Yolda neden gençlerin bizimle gelmelerine izin vermediklerinin açıklamasını yapmaya başladılar. Öndeki gençlerin aklı bir karış havada, yolda korucu var, mayınlı arazi var düşmanın hareketliliği olabilir. Onlar bunların hiçbirine dikkat etmeyebilirlerdi. O yüzden sizi sağlam gitmeniz gereken yere biz ulaştırmak istedik dediler. Bizimle gelenlerden biri ayağından aksıyordu. Neden aksadığını sorduğumda, “heval KDP’nin henüz tasfiye olmadığı dönemde düşman bir defa geldi hepimizi köy meydanında topladı önce. Orada biraz işkence yaptıktan sonra bu kez bizi şehre götürdü. Günlerce orada da işkencede kaldık. Ayağım o işkencelerden bir hediye olarak kaldı bana. Çektiğim o işkencelerin sonuca sakat kaldı. Ama çok önemli değil. Çünkü bize ne yapsa düşmandır. Düşmandan medet ummak kötüdür. Düşmandan zulüm görmek kötü değil. Çünkü düşman olduğu için yapıyor. Bunun bilincinde olmak gerekir. Düşmandan iyilik beklemek gaflettir diye düşünüyorum” dedi. Tabii söylediklerine espri katmadan da yapamıyordu. Düşmanın yaptığı işkenceyi araba yüküyle ölçülüyordu. KDP’ye yardım yataklıktan bana bir traktör dayak attı, ama size yardım ettiğimi görürse bu sefer bir kamyon dayak atar diyordu.
Halk bizi iyi karşılamıştı. Doğu halkı her şeye hazır bir durumdaydı. Bizi sahiplenmeleri, bize moral vermeleri, orada yaşanan deneyimleri bize aktarmaları, oraya ilişkin verdikleri önemli bilgiler bunu gösteriyordu. Hepimizin kafasında, halk başlatılacak bir mücadeleyi bekliyor. Ellerinden geleni artlarına koymayacaklar.
Bize kuryelik yapan yaşlılar önde, biz arkada yürüyoruz. Onlara ulaşmak için iki gün yürümüştük. Ancak gitmemiz gereken yere bizi farklı bir güzergahtan fakat bizim tarzımızla götürdüklerini görüyorduk. İki gece boyunca yürüdüğümüz yolu iki buçuk saatte almamızı sağladılar. Ulaşmamız gereken yere sabaha doğru vardık. Oturup birkaç dakika soluklandıktan sonra bizi getiren köylülere görevlerini yerine getirdiklerini, bizi sağlam ve kısa zamanda yerimize ulaştırdıklarını o yüzden artık evlerine dönebileceklerini söyledik. “Heval şimdilik gitmiyoruz,” dediler. Neden diye sorduğumuzda, “heval biz daha görevimizi tam yerine getirmedik. Sizi buraya ulaştırdık, ama daha görevimiz bitmedi. Uykusuzsunuz. Biz buradan ayrılırsak acaba ne yaptılar, ne yapacaklar gibi düşüncelerden ötürü uykunuzu alamazsınız. Bunları düşünmeniz güvensizlikten değil, daha bizi tam tanımamanızdandır. O yüzden siz uykunuzu iyice alana kadar biz burada kalırız. Daha sonra birlikte bir yemek yedikten sonra çıkar gideriz” dediler. Aslında adamlar söylediklerinde haksız değillerdi. Çünkü onlardan sonra gerçekten söylediklerini düşünecektik. Hatta belki yerimizi birkaç yüz metre sağ ya da sola doğru değiştirecektik. Bu gerillanın bir kuralıdır. Sadece halktan insanlara karşı bu kural yerine getirilmez. Gerilla bu kuralı göreve gönderilen arkadaşlarına karşı da yerine getiriyor. Çünkü savaş ortamında neyin, ne zaman ve nasıl olacağı hiç belli olmaz.
Onlar da bizim yanımızda kaldılar. Öğlene kadar uyuyup dinlendik. Onlar güvenliğimizi yani nöbeti onlara bırakmamızı istiyordu. Ama biz gerillaydık. O yüzden güvenliğimizi kendimiz tutacaktık. Sonuçta güvenliğimizi yine kendimiz almıştık. Geldiğimiz yere yakın bir köy vardı. Meğer o köy de bizi getiren köylülerin akrabalarının köyüymüş. O yüzden tam kalkacağımız sırada gidip köyden çay ve kahvaltı hazırlayıp gelmişler. Onlarla birlikte oturup yemek yedik. Aksayan, gitmeden önce “şimdi düşman size öncülük yaptığımı ve oturup sizinle yemek yediğimi duysa ne yapar biliyor musunuz!” diye sorduktan sonra yine cevabını esprili bir şekilde kendisi verdi. “KDP için bir traktör dayat atmıştı, bu sefer bir kamyon dayak atar” diye son esprisini de yaptıktan sonra vedalaşıp ayrıldılar. Biz de kaldığımız yerden devam ettik. Yani alanı aldığımız bilgiler doğrultusunda dolaşarak daha fazla bilgi toplamaya, keşfini yapmaya, istihbarat almaya devam ettik.
Tabii bunları karşılaştığımız o yaşlı bilgelerin verdikleri bilgiler doğrultusunda yaptık.
Girdiğimiz yerlerde bizden sonra kısa bir süreç içerisinde bizim diğer örgütlerden çok farklı olduğumuz, özellikle yaşam boyutunda farklılığımız anlatılmaya başlandı. Görenler anlatıyor, duyanlar anlatıyor. Böylelikle bizden daha çok halk tarafından alanda propagandamız yapılıyordu.
Bir süre daha alanda kaldık. Yeni gittiğimiz yerlerde bizden önce haberimizin gittiğini gördük. Bu durum bir avantaj olduğu kadar aynı zamanda bir dezavantajdı da. Çünkü halkın duyduğunu mutlaka düşman da duyardı.
Bir süre daha alanda kaldıktan sonra yeni bir durum değerlendirmesi yapmak için geldiğimiz alana dönmek üzere yola çıktık. Bir hafta kadar yürüdükten sonra üs alanımıza ulaştık. Bir gün dinlendikten sonra hareketin yönetimi bizimle bir toplantı yaptı. Toplantıda alanda kaldığımız süre içerisinde yaşadıklarımızı, halkın yaklaşımını, yine diri ve mücadeleye hazır oluşunu anlattık. Bütün bunları not ettiğimiz defterlerimizden aktardık. Hareketin onun için yeni bir planlama ve görevlendirmeye gitmesi gerektiğine de vurgu yaptık. Aradan çok geçmeden hareket Partizan hareketi adıyla alana yeniden girdi. Büyük örgütlenmeler yaratıldı. Halkın büyük desteğiyle çok kısa zamanda önemli çalışmalar yürütüldü. Doğu Kürdistan’da kısa sürede büyük gelişmeler sağlanmıştı. Halkın istemi, özgürlük ve mücadeleye susamışlığı bu durumun ortaya çıkmasına neden oldu.
Alanda halk bizden etkilendiği kadar onun yaklaşımları da bizi çok etkilemişti. Çünkü mücadelemiz onlar içindi. Kavgamız onlar içindi. Onlar bu mücadele ve kavgaya hazır olduklarını gösterince bizi de etkilediler. Ve o gün söylediğim sözü hala söylüyorum. Bu halkın önünde ne durabilir ki?
Hiç kimse ve hiçbir güç, diye cevabını yine kendim veriyorum.