9 Mayıs 2025 Cuma
Sonuç Bulunamadı
Tüm Sonuçları Gör
YIL:44 / SAYI: 520 / NİSAN 2025
SERXWEBÛN | JI SERXWEBÛN Û AZADIYÊ BI RÛMETTIR TIŞTEK NÎNE
  • ANASAYFA
  • TÜM YAZILAR
  • ÖNDERLİK
  • SERXWEBÛN
  • SERXWEBÛN KURDÎ
  • BERXWEDAN
  • ÖZEL SAYILAR
    • BERXWEDAN ÖZEL SAYILAR
    • SERXWEBÛN ÖZEL SAYILAR
  • DOSYALAR
    • ŞEHİTLER ALBÜMÜ
    • KİTAPLAR
    • TAKVİMLER
  • FOTO GALERİ
    • ÖNDERLİK
    • GERİLLA
    • HALK
  • ANASAYFA
  • TÜM YAZILAR
  • ÖNDERLİK
  • SERXWEBÛN
  • SERXWEBÛN KURDÎ
  • BERXWEDAN
  • ÖZEL SAYILAR
    • BERXWEDAN ÖZEL SAYILAR
    • SERXWEBÛN ÖZEL SAYILAR
  • DOSYALAR
    • ŞEHİTLER ALBÜMÜ
    • KİTAPLAR
    • TAKVİMLER
  • FOTO GALERİ
    • ÖNDERLİK
    • GERİLLA
    • HALK
Sonuç Bulunamadı
Tüm Sonuçları Gör
SERXWEBÛN | JI SERXWEBÛN Û AZADIYÊ BI RÛMETTIR TIŞTEK NÎNE
Anasayfa PÎROZ NÛDA

KÜRTLER BU SÜRECİ BİLİNÇLİ, ÖRGÜTLÜ, POLİTİK VE DİNAMİK BİR MÜCADELE DURUŞUYLA KARŞILAMAKTADIR

Pîroz Nûda

KÜRTLER BU SÜRECİ BİLİNÇLİ, ÖRGÜTLÜ, POLİTİK VE DİNAMİK BİR MÜCADELE DURUŞUYLA KARŞILAMAKTADIR

3. Dünya Savaşı’nın geldiği nokta itibarıyla, dünya genelinde çok yoğun bir mücadele, çekişme ve pazarlık yaşanmaktadır. Önderlik ve Hareketimiz, 3. Dünya Savaşı’nı 1990’ların başında Körfez Savaşı ile başladığını ve sonrasındaki gelişim süreçlerini değerlendirmiştir. Bu nedenle bu süreci değerlendirmeye girmeyeceğim. Hegemonik sistemin yeni bir dünya sistemini ve dizaynını amaçlaması durumuyla, yeni bir dünya savaşını da açığa çıkarması kaçınılmazdı. Önderliğimiz, bu savaşın her zaman sert yöntemlerle ilerlemeyeceği, geçmiş dünya savaşlarına göre daha farklı yöntem ve karakterde, yine daha uzun zaman erimli ilerleyeceğini belirtmişti. Bir süredir görece durgun ilerleyen bu savaş, 7 Ekim 2023’te Hamas’ın saldırısı ve buna karşı gelişen İsrail saldırısıyla Ortadoğu’da yeni bir süreç başlatmıştır. 7 Ekim Hamas saldırısı, kapitalist modernite güçlerince Ortadoğu’nun yeniden dizaynı kapsamında önceden tertiplenen bir plan olduğunu hareketimiz değerlendirmişti. Bilindiği gibi, daha sonraki süreç çok hızlı ilerleyip Suriye’de rejimin düşüşüyle zirveye ulaşmıştır. Suriye’nin yıkılması, 3. Dünya Savaşı’nın ve Ortadoğu’yu yeniden dizayn etmenin önemli bir başlangıcıdır. Önder Apo, Suriye’nin yıkılmasını Sykes-Picot’un yıkılması olarak değerlendirdi. Bilindiği gibi Ortadoğu, Sykes-Picot Anlaşması kapsamında dizayn edildi. 1. Dünya Savaşı, bu anlaşmanın uygulanması kapsamında ulus devletlerle sonuçlandı. Sistem, ihtiyacı olduğu kadar ulus devletçiklere gitti. Araplar, 22 ulus devlete bölündü. Bugün de bölgede yeniden bir dizayn hedeflenirken, Suriye’nin yıkılmasının sadece Suriye ile sınırlı kalmayacağı çok açıktır.

3. Dünya Savaşı sonrasında bölgede yapılan dizaynla, ulus devletler temelinde geliştirilen statüko, toplumun çok renkli doğasına ve gerçeğine karşı bir kıyımdı. Kürtler; dört parçaya bölünerek, dört sömürge ulus devletin insafına terk edilerek bu statükodan en fazla nasiplenmişlerdi. Ulus devletlerin tekçi varoluş gerçeği, Kürtlerin inkâr ve imhasının yolunu açmıştır. Küresel hegemonik sistem, Kürdistan’ın parçalanma siyasetinde Kürtlerin hemen yok edilmesini değil de, yeni bir çatışma sürecinin gelişmesini öngördü ve böyle de oldu. Çünkü Kürtler —örgütsüz bırakılmış olsalar da— zayıf değildiler. Kürtlerin inkâra, yok sayılmaya, parçalanmaya direnecekleri belliydi. Sistem bunu bilerek kendisini böyle bir zemin ve çatışma üzerinde oturttu. Dolayısıyla küresel hegemonya, Kürt soykırımı ve aynı zamanda çatışmalar üzerine gelişti ve oturdu. Bu, “Tavşana kaç, tazıya tut” politikasıydı. Bu çatışmayla Kürtler direnecek, bununla bölge zayıflayacak ve kapitalizmin denetimine açılacaktı. Tam da planlandığı gibi gelişti; Kürdistan, kesintisiz çatışma alanı oldu. Bundan herkes yararlandı. Bütün hegemonik ve bölgesel devletler buna göre politika oluşturdu. Sistem bu savaşın üzerine oturdu. Geliştirdikleri bu sistemden, faydalandıkları kadar faydalandılar. Artık mevcut sistem, yeni hegemonik emeller için bir engel ve prangaysa, yeni emeller temelinde bu sistemi değiştirmenin adı 3. Dünya Savaşı oluyor. Bu temelde, 1. Dünya Savaşı’nda gelişen bu sistemi değiştirmek istiyorlar.

3. Dünya Savaşı’nda bölgede oluşturulan bu sistem, kuşkusuz başta Kürt halkı olmak üzere halkların aleyhine gelişen bir sistemdi. Dört parçaya bölünerek sömürüye ve inkâra bırakılan Kürtler, bu sistemden çok çekti. Yüz yıldır Kürtlerin payına düşen katliam, inkâr, zulüm, aşağılanma, yok sayılmayken; Kürtler de varoluşları için, varlıklarını ispatlamak için amansız bir direniş içine girdiler. Çünkü direniş dışında, onurlu bir seçenek Kürtler için bırakılmamıştı.

 

PKK öncülüğündeki Kürt halkı örgütlü, bilinçli ve politiktir

 

Küresel hegemonyanın hedefi, mevcut statükoyu hegemonik yeni amaçları temelinde kırmak olsa da, bu statükodan en fazla çeken Kürt halkı ve tüm halklar açısından da bu kırılma tabii ki önemlidir. Doğru değerlendirildiğinde, halkların kendi lehine geliştirecekleri büyük fırsatlar sağlayacağı görülmekte ve değerlendirilmek istenmektedir. Kürtler bu süreci örgütlü bir mücadele gücü ve öncülüğüyle karşılamaktadırlar. Geçmişteki örgütsüz, çıkarlarının bilincinde olmayan, kandırılan, kullanılan pozisyonunu çoktan geride bırakmışlardı. Kürt halkı, PKK öncülüğünde yarım asırdır yürüttüğü mücadele ile artık örgütlü, bilinçli ve Ortadoğu’nun en dinamik ve politik halkı olduğunu dost ve düşmanlarına da göstermişti.

Gelinen aşamada Kürt halkı ve örgütlü öncü hareketleri, bölgede hatta dünyada göz ardı edilmeyecek kadar önemli siyasi aktör konumundadır. Bölgede yeniden dizayn ve siyasi dengelerin oluştuğu bir süreçte, Kürtlerin siyasi dinamizmi ve örgütlü toplumsal gücünü herkes dikkate alarak bölge politikalarını geliştirmektedir. Bu anlamda yüz yıllık Kürt inkâr ve imhası, ulus-devlet statükoculuğu yenilmekte ve aşılmaktadır. Fakat bu dizaynı ve yapılanmayı yapan, statükoculuğu aşan hegemonik güç, Kürt sorununda çatışma durumunu ortadan kaldırmayı öngörmüyor. Şimdiye kadar halkları birbiriyle çatıştırarak hegemonyalarını böyle kurdular. Şimdi de Kürtlere ‘yeni hamilikler’ üzerinden Kürdistan’ı mücadele etkeni hâline getirmek istiyorlar.

 

Önder Apo’ya gitmek zorunda kaldılar

 

Türkiye de bölgedeki tüm bu gelişmeleri, politikaları görerek; Kürtlere yaklaşmak istedi, Önder Apo’ya gitmek zorunda kaldı. Kürtlerle barış, kardeşlik olsun diye gitmedi. Hegemonya mücadelesi var, Kürtler başka güçlere yanaşır korkusuyla gitti. Devlet bu niyet ve amaçlarla Önderliğe gitmiş olsa da, Önder Apo bu girişimi iktidar güçlerine rağmen bin yıllık Türk-Kürt stratejik ittifakını ve kardeşliğini geliştirmek temelinde değerlendirmek istiyor. Önder Apo, bu noktada var olan yeni durumu değerlendirerek inisiyatif aldı. Kürtleri çatışma etkeni olmaktan çıkarıp, bölgede alternatif, barış ve demokrasi gücü hâline getirmek, bunun üzerinden mücadeleyi geliştirmek istiyor.

Kuşkusuz, son 10 yıldır PKK’yi bitirmeye odaklanan “Çöktürme Eylem Planı”yla sonuç alsaydı, bölge politikasında kendince daha rahat ve kaygısız olacaktı. Önder Apo’ya gitmeyecek, böyle bir inisiyatifin gelişmesini istemeyeceklerdi. Özellikle son 10 yılda, diplomasiden tutalım ekonomiye kadar tüm ülke dinamiklerini PKK’yi tasfiye etmeye odaklamış; bunun için demokrasi geriletilmiş, ülke despotik bir yönetime geçmiş, ekonomi batmış, ülke toplumsal kaos içine girmiştir.

 

Türkiye’nin jeopolitik önemi zayıfladı

 

Tüm bunlar, Kürt sorununa yaklaşımındaki çözümsüzlük ve tasfiye zihniyetini sürdürmedeki ısrar temelinde gelişse de, PKK’yi bitirememiştir. Bunun yanında Ortadoğu’daki gelişmeler, İsrail’in bölgedeki yeni hamleleri gelişince, bu durum Türkiye’yi ürkütmüş, Önderlikle bu adımları atmaya zorlamıştır. Türkiye’nin kuşkusuz ABD’yle, NATO’yla da farklı ilişkileri var, bu güçlerle müttefiktir. Bunun sonucu olarak belli dayanakları da var. Ancak bölgedeki gelişmeler, Türkiye’nin jeopolitik öneminin zayıfladığını, bölgede durumun artık büsbütün değiştiğinin göstergesidir.

Bölgede daha fazla İsrail–Arabistan öncülüğüne rol verilirken, Türkiye’yi de yeni duruma göre en fazla bir cephe olarak kullanmak istemektedirler. Türkiye, kendini buna yatırarak rol almak ve rol oynamak istiyor. İran’la olan sürtüşmeleri bunun sonucudur.

Tarihte Türk iktidar ve egemen güçleri, zor dönemlerinde Kürtlere dayanmaları gerektiğini çok iyi biliyorlar. İstiklal Mücadelesi’nde, Cumhuriyet’in ilk süreçlerinde Kemalist hareket, Kürtlere yaklaşarak “Kürtlere özerklik vereceğiz” diye yanlarına çekti. Cumhuriyet yönetimi, ayakları sağlam yere basana kadar; hegemonik sistemle anlaşacak duruma gelene kadar, Kürtlere dayandı. Kürtleri yanında tutarak güç kazandı. Öbür taraftan Sovyetlerle ilişki kurdu, onlara da dayandı. Bunlarla sistemle çatıştı ve pazarlık yaptı. İngiltere ve Fransa ile uzlaşma imkânı çıkınca da hemen onlarla uzlaştı. Şimdi de aynı durumu yeniden yapabilir. Devletin esas planı, A Planı, bu olmaktadır. Bunu gerçekleştirebilirse, şimdilerde dillendirilen bin yıllık Türk-Kürt kardeşlik söylemleri yalnızca politik bir temelde kalacaktır. Tüm çabası, kendisinin de bölgesel bir güç olma noktasında hegemonyadan pay alma temelinde sistemle anlaşma; bu temelde İsrail ile uzlaşmadır. İsrail ile olan çelişki ve gerginlik, hegemonya çatışmasından başka bir şey değildir.

 

İktidar bin yıllık stratejik ilişkiden uzak bir yerde

 

Türk devleti ve iktidar güçleri, Önderlik’le geliştirilmek istenen bu süreci, dış gelişmeler ve korkuları üzerinden geliştirdikleri için; bin yıllık stratejik ilişki ve kardeşlikten, genel olarak da demokrasiden uzak bir yerde oldukları açıktır. Bu cephede genel yaklaşım böyle olmakla birlikte, devleti temsil etme iddiasında olan Bahçeli’yi devlet ve ülke ‘bekası’ harekete geçirirken; Erdoğan-AKP iktidarını ise ülke ve devlet bekasıyla birlikte, esas olarak kendi iktidar bekası üzerinden yaklaşmaları olasıdır. Bu süreçten, Erdoğan’ın sallanan iktidarını yeniden tesis etmek, yine faydalanabilecekleri oranda süreci ele almak ve sahip çıkmak istemeleri mümkündür. Dolayısıyla sürece yaklaşımları, Kürt sorununu ele alışları demokrasi perspektifi üzerinden değildir. Onun için, var olan baskıcı, anti-demokratik, otoriter yönetme anlayışlarında bir esneme olmadığı gibi; iktidarın yaşadığı korkularla, daha baskıcı, despotik bir noktaya gelmeleri anlaşılırdır.

Artık, var olan anti-demokratik uygulama ve baskılar, hak gaspları sadece Kürtlerle sınırlı olmayıp; siyasal muhalefetten tutalım, toplumsal muhalefete, medyaya, ülkenin düşünen-tartışan aydın ve akademisyenlerine kadar, iktidarları için tehlike gördükleri tüm kesimleri kapsayacak şekilde yaygınlaşmıştır. Bu, Cumhuriyet’in kurucu partisi olan, sistem sınırlarında muhalefet eden CHP’yi bile, iktidarlarını zorladığı için kayyumdan tutun, her türlü hukuk dışı uygulamalarla baskılamaktan geri durmamıştır. Cumhuriyet’in kurucusuna böyle yapanın, yüz yıldır bu Cumhuriyet’in zencileri olan Kürtlere nasıl yaklaştığını, yaklaşacağını belirtmeye gerek yoktur.

 

Derinlikten uzak, ucuz yargılayanlar var

 

O hâlde, Önder Apo ve Kürt hareketi böyle bir iktidara güvenerek nasıl böyle bir sürece girer, diye sorulabilir. Kaldı ki sorulmakta, tartışılmakta; hatta Önder Apo’yu anlamaya dönük çabaları olmadığı için ucuzca yargılamakta olanlar da vardır. Devlet ve iktidarların korkuları, Önderliğimizin inisiyatif almasının zeminini açtı. Ancak Önder Apo çağrısını; Kürt-Türk toplumuna, sol, sosyalist, demokratik güçlere, samimi dindarlara, muhalefete, toplumun tüm bu kesimlerini içine alan ‘demokratik toplum’ olarak ifade ettiği toplumun kendisine yaptı.

Esasta başlatılan bu sürecin ilerlemesi ve başarısı, demokratik toplumun sahiplenmesi ile mümkün olacaktır. Önderlik çağrısını, ‘Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı’ olarak ifade etti. Barışı geliştirecek olan, yaratacak olan demokratik toplumdur. Demokratik bir toplum gerçekleştiği oranda barıştan bahsedilebilir. Aksi hâlde barış, içi boş ya da retorik ve temenni söylemlerini aşmaz. Barışı besleyecek, geliştirecek, örecek olan demokratik toplumdur. Gerçek barışları iktidarlar inşa edemez. Onun için Önder Apo, bu sürecin ilerlemesi için sivil toplum örgütlerinden, tüm toplumsal kesimlerden tutun; meclis, siyasi partilere kadar ülkenin tüm siyasal ve toplumsal aktörlerinin dahiliyetini önemseyerek, bu kesimlerin katılımı ile sürecin geliştirilmesini istemektedir.

 

Türk-Kürt barışını örecek olan halklardır

 

Kuşkusuz, Kürt sorunu da bir demokrasi sorunudur. Türkiye bağlamında baktığımızda, Kürt sorunu ve demokrasi sorunu, birbiriyle koşullanan iki sorundur. Birinin çözümü, diğerinin çözümünü gerektirir. Türkiye’de Kürt sorunu demokrasi ile çözüleceği gibi, tersi de doğrudur. Kürt sorununun çözüm yoluna girmesi de Türkiye’de demokrasiyi geliştirir, önünü açar. Yıllarca Kürt halkı, Türkiye’deki demokrasi mücadelesine öncülük etti, çok acı çekti, bedel verdi, yalnız bırakıldı. Bugün Türkiye’de, son süreçlerde siyasal muhalefet öncülüğünde gelişen toplumsal muhalefetin demokrasi mücadelesi oldukça anlamlı ve önemli olup, umut vericidir.

Önder Apo’nun ve hareketin ‘süreç’ üzerinden aldığı inisiyatif, Türkiye’deki demokrasi cephesine, mücadelesine kendi kulvarında akmaktadır. Onun için, Türkiye’deki demokrasi mücadelesinden ayrı ele alınamaz. Kürt halkı, kendi kulvarında demokrasi mücadelesini beslediği kadar; Türkiye’deki genel demokrasi mücadelesinin de içindedir. Kürt halkının örgütlü gücü, dinamik ve politik bir halk olma gerçeği dikkate alınarak; Türkiye’de genel demokrasi mücadelesi için Kürtlerden öncülük düzeyinde katılım beklemek, bu anlamda anlaşılırdır; olması gerekendir.

Kısaca, söz konusu süreci, Türk-Kürt barışını örecek olan halklardır. Biz, halklarımızı örgütlemek, bilinçlendirmek ve bu süreçlerin gerçek sahipleri kılmak durumundayız. Devlet-iktidar; taktiksel, oyun ve hilelerle süreci kurtarmak isteyebilir. Ancak Kürtler, 20. yüzyıl başlarındaki Kürtler değildir. Türk-Kürt ittifakı temelinde özgür-eşit bir beraberliği tercih etmeleri, zayıf olduklarından değildir. Kürt halkı, örgütlü gücüyle açığa çıkardıkları siyasi, toplumsal ve öz savunma dinamikleriyle farklı tercihlere sahip, güçlü bir pozisyonda olduğu çok iyi bilinmektedir. Artık, hile ve oyunlarla ne Kürt halkını ne de Türkiye’deki demokrasi güçlerini kandırmaları, bastırmaları mümkündür.

 

Suriye’de kazandığını sanan Türkiye, kaybedendir

 

Şimdi bölgede yeni dizayn ve siyasi dengeler, Suriye üzerinden gelişmektedir. Suriye’de Baas rejiminin çöküşü, bölgede var olan siyasi dengeleri yıktı. Baas’ın yıkılmasıyla İran ve Rusya’nın stratejisi çöktü. Ortadoğu’da gelişmeler başlayıp savaş Lübnan’a sıçrayınca, Türkiye Cumhuriyeti (TC) çok kaygılandı. Gelişmelerin nasıl olacağını tahmin edemiyordu. Devlet korku halindeydi; iktidar, bir saldırıyla karşı karşıya kalacaklarını durmadan içeride işledi.

Müdahale olacak, bir Kürt statüsü oluşacak ve bu Bakur’a yansıyacak diye korkuyorlardı. Esasında, başta HTŞ’den de kaygılıydılar. Çünkü ne olacağını bilmiyor, Suriye’de dışta tutulacaklarını düşünüyorlardı. Türk devleti, Suriye’nin değişmesini istemiyordu ve bundan ürküyordu. Ancak uluslararası güçler sonra Türk devletini sürece ortak ettiler, Suriye’de rol verdiler. O zamana kadar Türk devleti dışta tutuluyordu. Filistin konusunda bile Türk devletini dışta tuttular. Ama sonra Türk devleti sorun çıkarmasın, başlarını ağrıtmasın diye Suriye üzerinden Türkiye’yi dahil ettiler. Hareket olarak yaşananları biraz böyle anladık ve değerlendirdik. Türkiye, tedbir olarak SMO’yu geliştiriyordu. SMO, bilinen eski ÖSO’dur. SMO adıyla Türk devleti bunları kendine bağlamıştı. HTŞ ve Colani farklıydı; sistem, Suriye projesini de bunlar üzerinden geliştirdi. Colani’nin başından beri ayarlandığı anlaşılıyor. Daha hapisteyken sistemle uzlaştığı ve bu temelde çalıştığı söyleniyor. Yoksa bu düzeyde önünün açılması mümkün olmazdı. Suriye planı üzerinden Türkiye de sürece dahil edilince, SMO’ya da bir rol verilmiş oldu. HTŞ Şam’a yürürken, SMO da Rojava’ya yürüyecekti. Şam düştü; ancak SMO, Rojava’nın direnişi karşısında başarısız kaldı ve belirlenen hedefe ulaşamadı.

Türkiye, hegemon güçlerin yanında Suriye’de kendisinin kazandığı gibi bir zafer sarhoşluğu içine girdi. Oysa kazanan gibi rol verilse de, uzun vadede kaybeden bir gücün de Türkiye olduğu gerçeğini görmek istemedi. Baas rejiminin düşmesiyle kendisine verilen rolü aşan emeller temelinde Suriye’ye yaklaştı. Bölgedeki dizaynda, yeni Osmanlı temelinde genişlemek istedi. Suriye’yi bir eyaletine dönüştürmek istedi. Irak’a da öyle yaklaşmakta olduğu bilinmektedir. Suriye’nin ordusunun yeniden oluşturulmasında rol oynamak istedi, sivil havaalanı oluşturdu, askeri havaalanları da oluşturmak istedi. Savunma sistemi geliştirmek istedi. Bu temelde hareket etti; devlet yetkilileriyle Şam’a mekik dokuyarak, adeta Şam’ı kendisinin yönettiğini göstermekten çekinmedi.

 

İsrail’e birlikte çökelim teklifi

 

Türkiye’nin bu tasarrufu, Arap dünyasında ilk etapta ciddi bir rahatsızlık düzeyinde kalsa da, İsrail tarafından sert bir cevapla karşılandı. İsrail, Türkiye’nin yerleştiği kamplara saldırdı; Suriye’ye yerleşmesini istemediğini açıkça belirtti. Türkiye, geri adım atmak zorunda kaldı. İsrail’le Suriye’de çatışmak istemediklerini, Şam yönetimiyle İsrail’in anlaşmasına karşı olmadıklarını belirttiler. Burada, Türkiye’nin derdi çokça belirttiği gibi Suriye’nin birliği ve bütünlüğü, bunun için de savunması olmadığı anlaşılmaktadır. İsrail’e, “Ben senin Suriye’deki işgaline ses çıkarmayacağım, sen de bana ses çıkarma. Ben İsrail için tehdit olmayacağım, çökülecekse Suriye’ye birlikte çökelim” demiş oldu.

ABD, bölgedeki politikalarını sorunsuz hayata geçirmek için İsrail ve Türkiye’yi belli düzeyde uzlaştırması mümkündür. Ancak, İsrail’in uzun vadeli kendi güvenliği için bölgede Türkiye’ye güvenmeyeceği açıktır. Bölgede siyasi İslam projesini, fırsat bulduğunda örgütleyeceğini; mevcut durumda, Suriye başta olmak üzere bölgede cihadist yapılara hamilik yaparak kendisini bunlar üzerinden güç yapmaya çalıştığının farkındadır. Bölgede İsrail’in, hegemon sistemin çekirdeği olduğu dikkate alındığında, İsrail’in sistem içinde bir devlet olmanın ötesinde bir gerçekliği olduğu açıktır. Bu da, Türkiye’nin İsrail’le uzlaştığı oranda bölgede ikinci derecede bir rolle sınırlandırılmak isteneceği; gittikçe jeopolitik rolünü zayıflatan bir pozisyona getirileceği düşünülebilir.

 

Çember daralmış, çanlar İran için çalmaktadır

 

ABD öncülüğündeki hegemonik sistemin bölgede esas hedefinin İran olduğu bilinmektedir. Bölgenin yeniden dizaynı ve siyasi dengeleri İsrail’in güvenliğini öncelediği açıktır. Çünkü, İsrail’in bir devlet olmanın ötesinde kapitalist modernitenin çekirdeği olarak Ortadoğu’da sistemi temsil ettiğini belirtmiştik. ABD’nin uzun bir süredir Arap-İsrail ilişkilerini yumuşatma politikalarını biliyoruz. Son olarak İbrahim’i anlaşmayla, yine Yahudi-Körfez sermayesinin birleşmesi ile Arapları İsrail için tehlike olmaktan çıkarmıştı. Asıl İsrail için tehlike olan İran’dı. Bunu da bölgede Yemen’den, Irak, Suriye, Lübnan’a kadar bir Şii direniş ekseni temelinde geliştirmişti. ABD-İsrail; İran’ı bir ahtapot görüp, ekseninde olan bu grupları ahtapotun kolları olarak görmekteydi. 7 Ekim Hamas’ın İsrail saldırısından sonra; İsrail sırasıyla Hamas, Lübnan’da Hizbullah ve en son Suriye’de BAAS rejimini yıkarak, İran’ın kollarını kesmiş oldu. Irak devletinin bünyesindeki İran’a bağlı Haşd-i Şabi yapılarının da dağıtılıp tasfiye edilmemesi durumunda Irak’a da bir yönelimin olacağı anlaşıldı ve Irak bu güçleri etkisizleştirmek için harekete geçti.

Çember İran için iyice daralıp, çanların artık İran için çaldığı herkes tarafından görülen bir gerçek oldu. İsrail, ABD’nin desteğini alarak, İran’a saldırmak, artık nihai zaferini İran’da tamamlamak arzusundadır. Ancak İran bir Suriye değildir. ABD, İran gibi bir devletle savaşmanın yol açacağı ciddi sorunlar olacağının farkındadır. Onun için İsrail gibi sorumsuz bir yaklaşım içinde olmasa da savaş seçeneğini açık göstererek diplomasi görüşmelerini öncelemiştir. Diplomasiyle yine farklı birçok yöntemle İran’la uğraşarak, teslim almayı esas almaktadır. Tüm bunlardan sonuç almadığı noktada savaş seçeneğini devreye koyacaktır. ABD’nin öne sürdüğü; nükleer enerji gücünü tamamen durdurma, kendi sınırlarına çekilerek, bölgede Şiiler üzerinden güç olmaktan vazgeçme gibi İran için ağır sayılabilecek bir anlaşma çerçevesi sunulmaktadır. Bunları kabul etmek İran için bir ‘teslimiyet’ olur. Ancak diğer yandan savaşmanın da kendisi için çok kolay olmayacağının farkındadır. Her şeyden önce içerde patlamaya hazır bekleyen ciddi bir toplumsal muhalefet İran’ı oldukça korkutmaktadır. ABD de bu savaşın İran’da yaratacağı toplumsal patlamanın sonuçlarını kontrol edemeyeceğini, kendilerinin istemeyeceği, halkların lehine bazı sonuçların açığa çıkmasından çekinmektedir. Onun için öncelikle İran rejimini uzlaşacak noktaya getirerek teslim almak, sisteme entegre etmek ABD’nin arzu edeceği bir sonuç olacağı kesindir. İran açısından ise her iki durum da kaybedeceği bir sonuç olacaktır.

 

İran’dan sonraki hedef Türkiye’dir

 

Ancak İran, tarihsel olarak da yabancı olmadığı demokrasi anlayışıyla halklarını kapsayan, kucaklayan bir anlayışla toplumsal barışını gerçekleştirebilir. Demokratik temelde ciddi projelerle yeniden inşasını ve dönüşümünü sağlayabilir. İran tarihten gelen ciddi bir siyasal, idari birikime, zengin bir toplumsal ve kültürel mirasa sahiptir. Mezhepsel yayılmacılıkla bölgesel rekabete ve hegemonyaya ihtiyacı yoktur. İran birikimiyle, var olan potansiyelini işleterek, geliştireceği demokrasisiyle bölgede önemli bir güç olur. Bölgede çekim merkezi ve model olabilir. Böyle bir İran, toplumsal desteğiyle, demokrasisinden alacağı güçle ancak batı emperyalizmine karşı durabilir. Aksi halde emperyalizmin, İran başta olmak üzere bölgedeki çözülmemiş sorunlara ihtiyacı oldukça el atarak kullanması, istikrarsızlığı derinleştirmesi, doğası gereği, anlaşılırdır.

İran’dan sonra bölgede ulus-devlet statükoculuğunun en katı temsilcisi olan Türkiye’ye de sıra gelmesi kaçınılmazdır. Sistemin Türkiye ile uğraşması sert yöntemlerle olmazsa da ekonomi, gerektiğinde yaptırımlar vb farklı yöntemlerle ıslah edilmesi kaçınılmazdır. Doğrudur, Türkiye bu sistemin çocuğudur, bu sistemin ellerinde doğdu. Daha sonra NATO, uluslararası birçok oluşumla da bağlandı. Ancak sistemin yeni dizaynı ve bölge politikasında -bugüne kadar bu sisteme hizmet etmiş olmanın güveni ve şımarıklığı ile- zaman zaman kafa tutan, amiyane ifadeyle mızıkçılık yapan hallerine artık tahammül gösterilmeyecektir. Türkiye açısından da ‘ıslah ederek’ sisteme entegre esas alınacaktır.

 

Çağrıya katılıyoruz, gereğini yapacağız

 

Bilindiği gibi 27 Şubat’ta Önder Apo, “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı”yla yeni bir mücadele dönemi açtı, yeni bir mücadele hamlesi başlattı. Parti yönetimimiz de 1 Mart’ta Önderlik Çağrısı’na katıldığımızı ve gereklerini yerine getireceğimizi kamuoyuna duyuran bir açıklama yaptı. Bununla birlikte kongre yapmaya hazır olduğumuzu, ancak kongreyi başarıyla yürütmek ve silah bırakma gibi hususları karara bağlamak için Önder Apo’nun süreci ve hareketi doğrudan yürütmesinin zorunlu olduğu belirtildi. Yine bu çağrının hayata geçmesi için ön açıcı olarak 1 Mart’tan itibaren yeni bir ateşkes ilan edildi. Ateşkes tek yanlı olsa da kuşkusuz karşı tarafın da bunu dikkate alması ve buna uygun davranmasıyla uygulanabilecekti. Çağrı gibi ateşkes de herhangi bir anlaşmaya bağlı gelişmedi. Fakat karşılıklı inisiyatif kullanma temelinde hayat bulacak yeni bir tutum ve kararlılık durumunun gelişmesine zemin sunuldu.

Önder Apo’nun, bölgede yeni bir dizayn ve müdahalenin sürdüğü bir dönemde yaptığı bu çağrının anlamı çokça tartışıldı, tartışılmaktadır. Her şeyden önce bu çağrının, başta Türk devleti olmak üzere tüm çevrelerce doğru anlaşılması, sürecin sağlıklı gelişmesi açısından önemli olduğunu belirtmek gerekir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi bölgesel gelişmeler ve bunun Kürtler için yarattığı zemin, diğer taraftan Türk devletinin bu gelişmelerden kaygılanarak Önderlikle, Kürtlerle yeniden bir diyalog ve ilişki anlayışına dikkat çektik. Ancak esas önemli ve belirleyici olan, böyle bir çağrının gelişmesini sağlayan, esasta özgürlük hareketinin ve mücadelemizin kendi pozisyonu olduğunu tekrar da olsa belirtmek gerekir. 50 yılı aşan kesintisiz bir mücadele gerçeği, kahramanca yürütülen bir direnişin yarattığı önemli sonuçlar vardır. Bu mücadelenin TC devleti üzerindeki etkisi, Önder Apo’nun böyle bir çağrıyı yapabilmesini sağlamıştır. Onun önünü açmış, zeminini yaratmıştır. Önder Apo’nun elini güçlendirmiş; uluslararası komplocu güçlerin hesaplarını, faşist soykırımcı saldırganlığın “Çöktürme Eylem Planı”nı boşa çıkarmıştır.

 

Değişim perspektifi 2002’den beri gündemimizde

 

Bu çağrının, direkt PKK’yi ilgilendiren boyutu da vardır. Bu, “PKK’nin kendisini feshetmesi ve silahlı mücadeleyi sonlandırması” olarak bilinen boyut oluyor. Birçok çevrenin şaşırdığı, PKK’nin zayıflığına, mücadeleden düşmesine bağladığı ya da var olan konjonktürel fırsatları neden değerlendirmediğine anlam veremeyen çevreler de var. Açık belirtmek gerekir ki, bizim de bu çağrıda şaşırmadığımız, en fazla ikna olup anlam verdiğimizin, çağrının bu boyutu olduğunu belirtmek gerekiyor. Çünkü Önderliğin yeni paradigma temelinde PKK’nin kendisini değiştirip dönüştürme perspektifi, 2002 yıllarında başlayarak İmralı savunmalarıyla hep derinleşerek sürdü, gündemimizdeydi. Düşmanın tasfiye politikaları temelinde yoğun yönelimleri, toplumsal ve siyasal alandaki baskılar, bu paradigmasal dönüşümü yapmamızı engelleyip geciktirse de hareket olarak bu yönlü bir çaba ve arayış sürekli gelişti. Bu paradigmanın örgütsel ve sistemsel gereği; PKK’nin kendisini demokratik mücadele alanlarına evriltmesi, silahlı mücadelenin sonlandırılarak yerine halkın örgütlülüğü anlamına gelecek öz savunmasının sağlanması ve gelişmesiydi. Başlatılan yeni sürecin gelişmesi durumunda, PKK’nin yapmak isteyip de yapamadığı bu dönüşümü daha rahat yapacağını Önder Apo da görmekte, bu anlamda bu çağrıyla paradigmasal dönüşümünün zeminini yaratmak istemektedir. Paradigmamız zaten mücadelenin yeni araç ve yöntemlerle, örgütlerle gelişmesini öngörmekteydi.

 

Demokratik modernite paradigmamız devam ediyor

 

İşte şimdi Önder Apo, ortaya çıkan yeni siyasi ve askeri durumun özelliklerinden faydalanarak, TC devletinin yaşadığı zorlukları, sunduğu imkân ve fırsatları değerlendirerek yapamadıklarımızı yapmak, örgütlenme ve mücadele tarzında paradigma ve strateji değişimi gerçekleştirmek istiyor. Bunun ortamına, zeminine ulaşmak istiyor. Yani Demokratik Modernite paradigmamız devam ediyor. İdeolojik, politik, örgütsel çizgimizden vazgeçmiyoruz. Onları değiştirmiyoruz. Onun içindir ki, Önder Apo yeni çağrısı için “çağrı anlaşılmıyorsa, Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü kitabımı okusunlar” dedi. Gerçekleşmesi öngörülen değişim-dönüşüm süreci olarak; PKK’nin feshi ve silahlı mücadelenin sonlandırılması biçiminde ifade edilen yeni süreç; paradigmasal değişim, ideolojik-örgütsel çizgi değişimi değildir. Mücadele araç ve tarzında, temel örgütlülükte bir değişim öngörülmektedir. Demokratik değişim-dönüşümle birlikte yeniden yapılanmayı ve inşayı içeriyor.

 

Önder Apo’nun özgürlüğü bir zorunluluktur

 

Bu paradigmasal dönüşüm, Kürt özgürlük mücadelesinde olduğu kadar sosyalizm anlayışımız ve mücadelemiz için de esas alınmıştır. Çünkü PKK bir sosyalist harekettir. Yine Önderlik, sosyalizmin yaşadığı sorunlardan da kendisini sorumlu görerek, aşmaya dönük derin çözümlemeleri bilinmektedir. Bu alanda da şiddetle devlet ve iktidarı hedefleyerek karşıtına benzeşen reel sosyalizmi eleştirmiş; sosyalizm anlayışını “Demokratik Sosyalizm” olarak ifade etmiştir. Sosyalizm mücadelesini, şiddetle çatışmaya dayalı bir mücadele ve örgütlenme tarzından demokratik siyasete ve hukuka dayalı örgütlenme ve mücadele tarzıyla gelişmesini esas almaktadır. Önderlik, Türkiye’yi de siyasi ve hukuki açıdan bunları kabul edecek bir demokratik dönüşüme ulaştırabilmeyi amaçlamaktadır. Tüm bu dönüşümleri bir zorlanmanın sonucu ya da devlet istediği için değil, tamamen kendi anlayışımızın gereği olarak yapmak istiyoruz. Ancak bu değişimi ve yeniden inşayı yaptıracak olan, Önder Apo’nun kendisidir. Onun için Önderliğimizin özgür çalışır koşullarının olması önemli ve gereklidir.

Hareket olarak, Önder Apo’nun özgürlüğünü bu sürecin geliştirilmesi açısından bir zorunluluk olarak görmekte ve ele almaktayız. Bu anlamda Önderliğin küresel özgürlük hamlesinin önemi azalmadığı gibi, daha yaygın, ısrarlı, sonuç almaya odaklı bir sürece girmiş olduğunu bilmeliyiz. Bu sürecin başarıyla gelişmesi için Önderliğe özgürlük hamle çalışmaları sürecin temel görevi olmaktadır. Tüm örgütlü yapılarımız, halkımız ve dostlarımız böyle bilmeli ve bu temelde çalışmalıdır.

 

PKK bir ruh, duygu, düşünce ve mücadele kültürüdür

 

Kuşkusuz bugün hareket olarak paradigmasal bir değişim ve dönüşüm noktasına gelinmişse, bu PKK’nin mücadelesiyle yarattıklarının bir sonucudur. Bu değişim, PKK’nin bugüne kadar oynadığı rolü ve önemini azaltmaz. PKK için herkesin anlayacağı anlamda ‘fesih’ gibi tanımlamalar dillendirilse de, tam olarak bir fesih olduğunu da belirtemeyiz. Hakikat şudur: PKK, yarattığı yeni mücadele dinamikleri içinde kendisini sürdürüp yaşarken; diğer yandan rolünü tamamladığı için örgütsel bir form olarak onurlu bir biçimde tarihe mal edilmektedir. Bu anlamda PKK’yi fesih gibi ele almak ve yaklaşmak da doğru olmayacaktır. Büyük amaçları olan tüm davalarda; silahlı mücadele, partiler dahi birer araçtır. Amaca ulaşmak için zaman, mekân ve koşullara göre değişebilecek olan araçlardır. Zaman, koşullar vb. faktörler değiştikçe araçların da değişmesi anlaşılırdır. Bu gerçekliğin bilincindeyiz. Ancak PKK, salt bir parti, bir araç olmaktan çıktı. Bir ruh, duygu ve düşünce olarak kültürleşti. Kendini aşan bir varoluşa, organizmaya dönüştü. Güncelin ihtiyaçları temelinde kendini yeniden formatlasa da, özgürlük ve süresi olarak olgunluk döneminin en verimli çağına giriş yapmış durumda. Dolayısıyla Apocu ahlak öğretisinde ve onun maneviyatında bir kesinti meydana gelmiş olmuyor. Aksine, büyümenin ve olgunlaşmanın seyrinde maneviyatımızı daha da güçlendirmiş ve pekiştirmiş oluyoruz. Önder Apo’nun tarihi hamleleriyle yerelden evrensele uzanan demokrasi ve sosyalizm anlayışımıza ideolojik, politik ve örgütsel anlamda yeni ufuklar kazandırıyoruz. Mevcut süreci, herhangi anlamlı bir beklenti içerisine girmeden değişim, dönüşüm ve yeniden yapılanma süreci olarak adlandırmamızın kaynağında da bu yatıyor. Unutulmamalı ki, Apocu diyalektik bir “sürekli oluş” diyalektiğidir. Kendini formlara hapsetmez, yaşamın akışkanlığı ve devinimiyle ilişki içerisinde kendini yenileyerek sürdürür. Bu anlamda PKK, örgütsel bir form olarak tarihe mal edilse de, Kürt halkı ve tüm mücadele güçleri açısından bir mücadele geleneği, özgürlük ruhu, ahlakı olarak kültürleşmiş şekilde yaşayacaktır.

Bugün artık silahlı mücadele yöntemlerinin dışında mücadele seçenek ve zeminlerinden bahsedebiliyorsak, bu noktaya da PKK ve silahlı mücadeleyle geldiğimiz çok iyi bilinmektedir. 15 Ağustos 1984 devrimci atılımı ve gerilla savaşımız; faşizme, sömürgeciliğe karşı soykırım kıskacında olan, inkâr edilen bir halkı diriltmiş, varlığını kabul ettirmiştir. Bu gerçeği hiç kimse inkâr edemez. Bu bakımdan, elbette gerilla mücadelemiz çok önemliydi ve bu mücadele 1990’larda serhildanları ortaya çıkardı. Kürt ulusal dirilişini gerçekleştirdi. Kadın özgürlük devrimini başlattı. Kürt toplumunu sömürgeci sistemden kopardı. Varlığını kesinleştirir ve savunur hale getirdi. Demokratik siyasetin önünü açtı, zeminini yarattı. Tüm Kürt kazanımlarının temeli oldu. Bugünkü zihniyet ve bakışımızla bile o tarihlere dönülerek, aynı koşullar ve zemin içinde kendimizi bulsaydık; yine silahlı mücadele, zorunlu olarak önümüzde duran tek seçenek olma gerçeğini koruyacaktı.

 

İnkârı kırdık imhayı da boşa çıkardık

 

Evet, PKK inkârı kırdı, imhayı da boşa çıkardı. Büyük bedeller verdi. İnanılmaz direnişin ve iradenin adı oldu. Ama nihai zaferi getiremedi. Ancak düşmanlarımız da bizi tasfiye edemedi, sonuç alamadı. Önderlik bu duruma “pata durumu” dedi. Elbette savaşa zafer için girdik. İstediğimiz nihai zafer olmadıysa, bu mücadele tarz ve yöntemlerinde yenilenmeyi de gerektirmektedir. O bakımdan, düşman kendi propagandasını yapabilir, “yendik” vb. şeyler diyebilir. Bunun doğru olmadığını en fazla bu devlet bilmektedir. PKK, bu pozisyonuyla birkaç elli yıl daha bu mücadeleyi götürme potansiyeline sahiptir. Kuşkusuz Türk devleti de bize karşı savaşabilir. Bizi tasfiye edemeyen başarısız yönetimlerin ardı ardına düşmesi, sürekli darbe mekaniğinin devrede olması, ülkede var olan demokrasi kırıntısının da baskılayarak otoriterleşmesi, ekonomik ve toplumsal birçok krizi zirvede yaşama pahasına da olsa bize karşı bu savaşı kazanamasa da, tabii ki yürütebilir. O hâlde, kazananı olmayan bir savaşta ısrar etmenin anlamı kalmadığı gibi, herkesin kazanacağı bir noktaya gelmek daha fazla mümkün hale gelmiştir.

 

Önder Apo değişim ve dönüşüme karar verdi

 

Sonuç olarak; evet, biz değişim-dönüşüm yaşayacağız. PKK’nin kurucusu olarak Önder Apo karar verdi. “PKK, tarihi ömrünü tamamladı” dedi. Doğrudur, PKK, yerini artık yeni örgütlenmelere bırakacak. PKK, tarihi bir dönemi başarıyla gerçekleştirmiş oluyor. Aslında 1990’dan beri böyle bir noktaya gelmiş ve Önder Apo tarafından arayış ve çabalar tek taraflı gelişip, boşa çıkarılmış; sonuç alınamamıştı. Bu anlamda PKK, bir tekrarı yaşamak durumunda kalmıştır. Ancak Önderlik, bu süreçte aldığı yeni inisiyatifle PKK’nin bu değişimi yapmasında ısrarlı olduğunu; kendisine ve PKK’ye güvendiğini de anlıyoruz. Elbette hep silahlı savaş içerisinde olmayacaktık. Bu savaş, farklı mücadele yöntemlerinin önünü açacaktı ve bu savaşın bir barışı olacaktı. Ancak mücadele araç ve yöntemlerimiz değişecek diye, devrimci görev ve sorumluluklarımız bitmiş değildir. Tam tersine, daha büyük sorumluluklarla mücadele görevlerimiz genişlemiştir. Yine sorumluluk halkla paylaşılarak yaygınlaşmıştır. Böyle olsa da Kürt halkının bağrından çıkan öncü kadroları, militan ve fedaileri vardır, olacaktır. Adı PKK olmaz, farklı misyon ve kimliklerle de olsa halkımızın on binlere varan öncüleri, demokratik kurum ve örgütlerinin kadroları olacaktır. Yine halkımız, yaşamın tüm alanlarında örgütleneceği kurum ve örgütleriyle var olacaktır. Artık silahlı mücadelenin üzerine düşen görevleri halkımız; serhildanlarıyla, örgütlemesiyle, öz savunmasını gerçekleştirebilecek düzeydedir.

PKK, özgür yaşamda ısrar ise, özgürlük arayışı, ısrarı ve iradesini gösteren halkımız PKK’lileşmiş bir halktır. Daha 90’larda halkımızın inanarak haykırdığı; “PKK halktır, halk burada” sloganı gerçekleşmiştir.

Evet; PKK halktır, o zaman her yerdedir…

PaylaşTweet
Önceki Yazı

ORTADOĞU BUNALIMI ve DEMOKRATİK MODERNİTE ÇÖZÜMÜ – 3

Sonraki Yazı

SOSYALİST OLARAK YAŞAMAK

Sonraki Yazı
ŞEHÎD ZÎLAN (ZEYNEP KINACI) ARKADAŞIN MEKTUBU

SOSYALİST OLARAK YAŞAMAK

  • İLETİŞİM
  • HAKKIMIZDA

© 2024 Serxwebûn - Tüm Hakları Saklıdır!

Sonuç Bulunamadı
Tüm Sonuçları Gör
  • ANASAYFA
  • TÜM YAZILAR
  • ÖNDERLİK
  • SERXWEBÛN
  • SERXWEBÛN KURDÎ
  • BERXWEDAN
  • ÖZEL SAYILAR
    • BERXWEDAN ÖZEL SAYILAR
    • SERXWEBÛN ÖZEL SAYILAR
  • DOSYALAR
    • ŞEHİTLER ALBÜMÜ
    • KİTAPLAR
    • TAKVİMLER
  • FOTO GALERİ
    • ÖNDERLİK
    • GERİLLA
    • HALK

© 2024 Serxwebûn - Tüm Hakları Saklıdır!