Helin Ümit
2022 yılına halk ve hareket olarak çok önemli gelişmeleri ortaya çıkararak girdik. Bu gelişmelerin merkezinde ise her zaman vurguladığımız gibi Önder Apo’nun İmralı’da sergilediği eşsiz direniş vardır. İmralı’daki Önderlik duruşu sadece Kürt halkı açısından değil tüm insanlık açısından belirleyici rol oynamayı sürdürüyor. Uluslararası Komplo’nun 2018 yılı itibariyle aldığı yeni biçim herkes açısından doğru anlaşılmayı gerektiriyor. Komplocu güçlerin saldırıları ve buna karşı Önderlik, Parti ve halk olarak içinde bulunduğumuz mücadele süreci, bu sürecin oluşturduğu gerçeklikler geleceği şekillendiriyor. Bu anlamda 24 yıldır, esirden öte rehine statüsünde tutulan Önderlik gerçekliğinin, ortaya çıkarmış olduğu mücadele çizgisi, yüreğinde anlam, zihninde kavrayış yeteneği olan herkesi büyülemektedir. İmralı işkence ve tecrit sisteminin bir soykırım sistemi olduğu, bu soykırım sisteminden temsil ettiği değerlerin, ilke ve ölçüleri geriye düşürmeden, tam tersine evrensel bir yürüyüşe geçen, Mazlum Doğan arkadaşın benzetmesiyle hep göklerde seyreden kartal uçuşu ne kadar üzerinde durulsa da hakkı ödenmeyecek bir onur, yücelme, irade, mücadele gerçekliğini açığa çıkarmıştır.
Bu temelde Kürdistan gerillasının fedai çizgisi anlaşılabilir, özgür kadın gerçekliğinin bir tutku düzeyinde bağlılığı anlam kazanabilir, Kürt gençliğinin her türlü engeli yıkan özgür yaşam arayışı kavranabilir. İçinde bulunduğumuz süreç bu anlamda yüceliklere tırmanarak sonuç alacağımız bir süreç oluyor. Karşı karşıya kaldığımız saldırılar bunu geciktirmiyor, tam aksine hızlandırıyor. İlgili herkesin, Parti militan ve sempatizanlarının, yurtseverlerinin bu gerçekliği görerek hareket etmesi gerekiyor.
Bakurê Kurdistan ve Türkiye’de özgürlük ve varlık savaşımımız 2021 yılında İmralı’da Önder Apo’nun ortaya koyduğu mücadele çizgisi ile bazı temel gerçeklikleri açığa çıkarmıştır. Bunu her vesile ile söylüyoruz, üzerinde yoğunlaşılmasını ve içinde bulunduğumuz dönemin Apocu duruşunun bu temelde şekillenmesinin önemini vurguluyoruz. Bunun en önemli nedeni soykırımcı sömürgeci TC’nin İmralı’da inşa ettiği soykırım sistemi üzerinden sonuç almak istediği, bu sistem temelinde Kürdistan’da özgürlük ve demokrasi güçlerini tasfiye etme saldırılarını yoğunlaştırdığı gerçekliğidir. Önder Apo 9 Ekim’de Şam’da, yanında bulunan bir grup militana bu sürecin Ankara’da sonuçlanacağını belirtmişti. Fakat 9 Ekim günü bir şey daha söylemişti. Düşmanın eline esir geçtiği taktirde hiç kimsenin beklemediği bir direniş çizgisini geliştireceğini, Kemal Pir ve Mazlum’ların Diyarbakır zindan direnişçiliğine bağlı kalacağını fakat biçiminin farklı olacağını, şaşıracağımızı, buna hazırlıklı olmamız gerektiğini bir sırrı ifşa edercesine dile getirmişti.
Gelinen aşamada İmralı direniş çizgisini her yönüyle anlama, çözümleme, sonuçlar çıkarma aşamasına gelmiş bulunuyoruz. Nasıl ki 14 Temmuz 1982 zindan direnişçiliği, Kürdistan tarihinde bir halkın dirilişine, kendisini yeniden tanımlamasına, anlam kazanmasına ve sonuçta kimlik ve varlık savaşının hakikatine ulaşmaya yol açmışsa, İmralı direniş çizgisi ise 24 yıldır kıran kırana, büyük bir mücadele içerisinde Kürt halkının kendisi ve insanlık adına ulaştığı hakikatleri kalıcı kılma, statüye kavuşturma, inşa etme süreci oluyor.
Başta Bakurê Kürdistan ve Türkiye olmak üzere Kürdistan’ın dört parçası bu mücadelenin ağır baskısı altında hareket ediyor. Çıkarmamız gereken ilk sonuç budur. Türk devletinin soykırım saldırılarına bakarak ulaşılan bu çizginin gerilediğini sananlar yanılıyor. Tam tersine TC faşizminin AKP-MHP idaresi altında canını dişine takarak Kürt halkının özgürlük ve varlık gelişimini temsil eden hareketimize yönelmesinin temel nedeni ulaştığımız bu düzeydir.
Bu yılki Newroz kutlamalarındaki serhıldan duruşu, kadınları ve gençliğin Önder Apo’nun politik çizgisindeki ısrarından geriye düşülmediğini gözler önüne serdi. Bu, Kürt sorununun demokratik ulus çözümündeki kararlılıktır.
Özetle, dillere pelensenk gibi ifade edilen Türkiye’nin temel sorunu Kürt sorunu değildir. Kürt halkının varlığını, bir halk olmaktan kaynaklı, sahip olması gereken haklarının inkarını ve tüm bu gerçekleri karartmak için TC sisteminin geliştirdiği soykırım sorunu vardır. Kürtler değil, Kürt halkı başta olmak üzere halkların soykırımına dayalı olarak geliştirilen Türk ulus devleti sorun kaynağıdır. Ve artık bu gerçeklik Kürt halkı açısından çok iyi anlaşılmıştır. Bunun için sorun kendisini çözmek değil karşısındaki sistemi çözme ve yeniden inşa etme sorunudur.
Önder Apo’nun 50 yıllık özgürlük yürüyüşü bu gerçeklik temelinde mücadeleyi ve sonuç olarak çözümün kendisini oluşturmayı başarmıştır. Tekrar tekrar Kürt sorunu nasıl çözülecek demek çeşitli çevreler açısından, bu yolla olmaz, başka yol deneyelim anlamına da gelmektedir. Bu nedenle bu tarz tartışmaları çok dikkatli yürütmek kadar, çözüm gücüne ulaşmış gerçekliğimizi her platformda çok çeşitli yönleriyle ortaya koymak, kavratmak ve etkili kılmak gerekmektedir.
Kürt sorununun çözümü, soykırımı ortadan kaldıracaksa bir çözümdür ve bunun da adı demokratik ulus çözümü olmaktadır. 2022 yılı bu çözümün kendisini daha fazla dayatacağı bir yıl olacağı gibi bunun gelişimini engellemek için, karşıtlarının her türlü saldırıyı, oyunu, aldatma girişimini, kafa karışıklığını yaratmak istediği bir yıl da olacaktır. Muğlaklık yaratmak, çözüm yolunu belirsizleştirmek, gerekçeler yaratmak, bahaneler uydurmak iktidar başta olmak üzere egemen sınıflar ve onlarla işbirliği içinde olan tüm kesimler tarafından çok daha yoğun devrede tutulacaktır. Fakat toplamda Kürt halkı, Önderlik ve PKK öncülüğündeki yürüyüşünü sonuç alana kadar sürdürecek, fırsat bulduğu her yolla dayatacaktır. İşte bu diyalektik gerçekliğin daha da dinamik bir hal aldığı, hareketliliğin arttığı, yoğunluğun yaşanacağı bir yılın içerisindeyiz.
Türk devlet modeli, tüm parametrelerinde iflas etmiştir
Bu gelişmeleri, Türkiye’deki siyasal-askeri ortamın doğru anlaşılması için belirtiyoruz. Türkiye’deki politik ortamın odak noktası doğru belirlenmeden, kimin ne yaptığı, nereye gittiği, ne söylediğinin doğru analiz edilemeyeceği bilinmelidir. Sıkça özel savaş merkezlerinin yarattığı gündemler etrafında takılı kalmak, gözümüzün önündeki gerçekleri görememek, esas olan üzerine politika kurgulamamak bundan kaynaklıdır.
Soykırımcı sömürgeci TC, tam bir özel savaş devletidir ve bu savaşın yüzde 90’nı Kürt varlığının soykırımdan geçirilmesine göre kurgulanmıştır. Siyaseti de, sanatı da, medya ve iletişim organları da, tüm güvenlik sistemi de Kürt varlığının kontrol altında tutulmasına göre ayarlanmıştır. Bunun dışına çıkılması durumunda Türk devleti kendini güvende hissetmemektedir. Başka halklarda, ülkelerde ve devletlerde sıradan insani hak olarak görülen hususlara bile tahammül gösterememektedir.
TC’nin bir yıl sonra 100. yılına girecek olan geçmişi bu temelde şekillenmiştir. Gelinen aşamada bunun değiştiğini iddia edenler yanılıyorlar. Fakat 50. mücadele yılının içinde bulunan özgürlük hareketimizin varlığı göz önünde tutulduğunda hiç değişmediğini söyleyenler de özünde Özgürlük Hareketinin verdiği mücadeleyi inkar etmiş oluyorlar.
Değişen Türk ulus devletinin Kürt varlığı karşısındaki politikaları değildir. Tam da bu satırları yazdığımız gün Zap, Avaşîn, Metîna’da yeni bir imha ve tasfiye operasyonunu başlattıkları gündür. Kök kazıma edebiyatlarında zirve yaptıkları, Kürdistan özgürlük savaşçılarını nerede olursa olsun bulup imha edeceklerini vurguladıkları bir gün.
Cumhuriyet tarihinin yarısı neredeyse PKK’nin öncülüğünde gelişen sarsıcı bir savaşla sürdü. Sürüyor. İlk günden bu güne söylediklerini karşılaştırdığımızda öz olarak baştan itibaren benzer argünamları kullandıklarını biliyoruz. O zaman fark nerededir? 50 yıllık özgürlük ve varlık savaşımımız düşmanda neyi değiştirmiştir? Bu savaş siyasi alana nasıl yansımaktadır? Türkiye’deki siyasi arena Kürt halkının varlık ve özgürlük savaşına nasıl yaklaşıyor? Bu soruların cevabı çok daha geniş analizleri gerektirse de bazı ana başlıklar altında şöyle izah edebiliriz.
2022 Türkiye’sine geldiğimizde, 50. Önderlik yılında karşımıza çıkan ilk olgu her ne kadar Kürt halkının varlık ve özgürlük savaşımı karşısında politika değiştiremeyen, geri, tutucu, milliyetçi, faşist bir ulus devlet gerçekliği varsa da bu devlet tüm meşruluğunu yitirmiştir, ucube bir görünüm kazanmıştır.
Öyle anlaşılıyor ki kapitalist modernitenin öncü devletleri başta olmak üzere Türkiye’deki modeli dikkatle takip ediyor, inceliyor ve belki de bazı yönlerini alıp uyguluyorlar. Nasıl ki Hitler, Ermeni katliamını işaret ederek, M. Kemal için benim hocamdır demişse, çağın tüm faşist liderlerine, milliyetçilerine, iktidar hastalarına Türkiyedeki rejim bir model olarak sunulmuş gibidir. Bu devlet tüm parametrelerinde iflas etmiştir. Bu çok önemli bir durumdur. Bahsettiğimiz iflas sadece ekonomik krizden kaynaklanmamaktadır. Ekonomik kriz de dahil olmak üzere bir meşruluk krizi, ahlak ve politika krizinden bahsediyoruz.
AKP-MHP faşist iktidarı döneminde Türkiye devletinin içinde bulunduğu ahlaki ve politik kriz giderek derinleşmiş ve kangrene dönüşmüştür. Toplumsal değerleri koruma ve toplum için karar alma mekanizmalarını baskılamış ve nefessiz bırakmıştır. Bunun için dört başı mamur bir baskı, zulüm politikası uygulamış ve sesini çıkaranı ezen, hiçbir muhalefete tahammül edemeyen şizofrenik bir yönetim gerçekliği açığa çıkmıştır. 100. yılını kutlamaya hazırlanan Türkiye Cumhuriyeti gerçekliğinin bir yönü bu oluyor.
Bazıları, bunun böyle olmadığını, Türk devletinin jeo-politik konumu gereği güçlü bir ülke olduğunu iddia edecektir. Fakat bu durum belirttiklerimizle çelişmiyor tam tersine tamamlıyor. Hiçbir şekilde taşınamayacak bu şizofrenik iktidar gerçekliği jeo-politik-jeo stratejik konumu gereği uluslararası kapitalist sistem tarafından ayakta tutuluyor.
AKP-MHP iktidarı, tüm iddialarının aksine en dışa bağımlı ülke konumundadır. Bir gün ABD’den onay olmazsa, İsrail ile ilişki içerisinde olmasa ayakta kalamayacağını bilmek gerekir. Kürt halkına karşı uyguladığı plan bile İsrail’in Filistin halkına karşı uyguladığının özgün bir biçimi oluyor. BM toplantısında İsrail haritasını karşılaştırmalı olarak vermiş ardından Kürdistan’ı işgal planını ortaya koyarak onay istemiştir. İşte orada ses çıkarmayarak onay veren BM, BM’nin yürütücüsü olan uluslararası komplocu güçler Türk devletini kendi bölge çıkarları için ayakta tutuyorlar. NATO üzerinden saldırılar planlıyor ve Türk devleti eliyle hegemonik yayılmacı politikalarını uyguluyorlar.
Garê yenilgisi sonrası AKP-MHP iktidarının adım atacak gücü kalmamıştır
Geçen yıl 10 Şubat tarihinde Garê’ye düzenlenen saldırı ve ardından 23 Nisan tarihinde başlatılan Kürdistan gerillasını tasfiye etme temelinde içine girilen süreç aşılmamıştır. Hatırlanırsa hem bu saldırı öncesi hem de 23 Nisan’da Medya Savunma alanlarına başlatılan işgal saldırıların hemen öncesinde NATO güçleri ile toplantılar yapılmış, bölgedeki işbirlikçi, ihanetçi güçler ile görüşülmüş, başta Irak olmak üzere ulus devletlerle anlaşmalar imzalanmıştır. Yani ortaya çıkıyor ki bunlar Türkiye’nin, AKP-MHP faşist iktidarının tek başına yapabileceği çalışmalar değildir. Aslında Garê yenilgisi sonrası AKP-MHP iktidarı adım atacak halde de değildi. Fakat bu planı kendisi kurmadığı gibi kendisi de bozamazdı, sürdürmek durumundaydı. Şimdi 17 Nisan tarihinde başlatılan saldırılar da bu bağlamda değerlendirilmelidir.
Hareketimiz 2018 sonrası süreci, uluslararası komplonun yeni bir aşaması olarak tanımladı ve öyle hareket ediyor. Başta militan yapımız olmak üzere halkımızın bu gerçekliğin farkında olarak aldanmaması gerekiyor. Bunu şunun için belirtiyorum. Her ne kadar saldırıların merkezinde gerilla gücü varmış gibi yapılsa da hedefte olan halkımızdır, Kürdistan gerillasıdır, Kürt halkının politik yoğunlaşma merkezidir. Unutmamak gerekir ki eğer Kürt halkı için politika oluşturulabiliyorsa bu gerilla sayesinde oluyor.
Bu anlamda Türkiye’deki siyasi atmosferi şekillendiren en temelde özgürlük hareketimizin mücadelesidir. Hiçbir konuda politika geliştiremeyen, topluma çözüm sunamayan AKP-MHP faşist iktidarı söz konusu Kürt halkı ve onun özgürlük mücadelesi olduğunda yerinde duramıyor. Tasfiye konseptini gerçekleştirmek için denemediği yol ve yöntem kalmıyor. Kurdukları her iki cümleden biri, Kürt halkının özgürlük değerlerine karşı yürüttükleri savaş oluyor. Bunun prim yaptığını görüyor; milliyetçi, ırkçı faşist söylemlerle toplumdan onay almaya çalışıyor. Türkiye toplumunun en temel ihtiyaçlarını da bu şekilde istismar ediyor. Yandaşa rant kapısını aralayarak ekonomik yatırımları peşkeş çekiyor. Aldatıyor, kandırıyor, çarpıtıyor.
Kendisini muhalefet olarak tanımlayanlar ise iktidarın bu oyunlarını izliyor. Bunu çaresizliklerinden dolayı değil tercihen yaptıklarını iyi bilmeliyiz. Başını Kemal Kılıçdaroğlu’nun çektiği Millet ittifakı adındaki oluşum söz konusu Kürt halkı ve onun en temel varlık ve özgürlük sorunu olduğunda ses çıkarmayı bir tarafa bırakalım, onay veriyor, destekliyor, soykırım saldırılarının arkasında duruyor.
CHP, Kürt soykırımının sonuçlarından nemalanmak istemektedir
Bu konuda sıklıkla vurgulanan husus CHP’nin Kürt gerçekliği, varlığı, kimliği konusundaki sicilinin kötülüğü oluyor. 6’lı ittifak olarak tartışılan diğer siyasi oluşumlara hiç değinmeye bile gerek yoktur. Meral Akşaner, Kürt halkına yönelik en vahşi saldırıların yürütüldüğü bir dönemin İçişleri bakanı’dır. Demokrat Parti ve Saadet Partisi, AKP-MHP ittifakından tam istediklerini bulamayan sermaye kesimleri ile ilişkide oldukları açıktır. Deva ve Gelecek Parti ise AKP’ye ideolojik olarak değil politik olarak karşı muhalefet etmektedirler. Yani tüm partilerin bu konuda sicillerinin kötü olduğunu biliyoruz. Bunun göz önünde tutulması, hatırlanması ve buna göre de tutum alınması gerekir. Unutmayalım ki toplumların bir hafızası vardır. Tarih, toplumun hafızası olduğuna göre Cumhuriyet tarihi boyunca Kürt halkına yönelik soykırım uygulamalarında, çeşitli ideolojik gerekçelerle yer almış olan kurum ve kişiler unutulamaz. Bunlar ancak toplumla yüzleşmeler gerçekleştiğinde, hakikatler açığa çıkarıldığında ve toplumun vicdanında açılan yaralar sarıldığında giderebilir. Kılıçdaroğlu’nun son dönemdeki popüler sözüyle ifade edersek helalleşme bu şekilde gerçekleşebilir. Fakat dikkat edilirse bu yönlü hiçbir çaba yoktur. Tam tersine AKP-MHP faşist iktidarının devrede tuttuğu, bir nevi bayrağını CHP zihniyetinden aldığı soykırımcılığın sürdürülmesini isteyerek sonuçlarından nemalanmak istemektedir.
Şimdiye kadar açığa çıkan AKP-MHP iktidarının Kürtlere ve HDP’ye karşı uyguladığı soykırım ve zulüm politikasına CHP’nin onay verdiğidir. Peki bu niye böyledir? Kürt halkını öncüsüz, örgütsüz, partisiz, siyasetsiz, savunmasız bırakarak ne yapmak istiyorlar? Her Kürt bireyi, devrimci-demokrat, aydın ve hakikat savunucusu bu soruyu kendisine sormalı ve sağa sola bükmeden, kendini kandırmadan, iyi niyete sığınmadan cevap verebilmelidir. Birazcık vicdanı olanlar Kürt halkının içinde bulunduğu bu durumla yüzleşmeli ve bunu insan kalabilmek için yapılabilmelidir. Soykırım gerçekliği ile yüzleşmemek bizi her hangi bir canlı gibi hayatta tutabilir fakat asla insan olarak bırakmaz, bu çok iyi bilinmelidir.
CHP’nin genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, geçen süreçte Amed ziyaretinde ‘Demokratikleşmenin yolu Diyarbakır’dan geçer’ diyerek kendisinden önceki birçok siyasetçinin söylemlerini tekrar etti. Türkiye’nin demokrasi ölçüsünü Kürdistan’da yaşanacak gelişmeler olarak değerlendirmesi veya değerlendirmek zorunda kalması elbette takip edilmesi gereken bir gelişme oluyor. Fakat kendisini cumhuriyetin kurucu partisi olarak gören ve öyle de davranan CHP, AKP’ye son yirmi yıldır sunmuş oldukları örtülü ve açık desteğe ilişkin tek bir cümle kurmuyor, geçmiş süreci sorgulamıyor. Dikkat edilirse ben bu sorunu ‘şöyle’ çözeceğim demiyor.
AKP-MHP faşizmi Kürt Özgürlük Hareketini ezme üzerine iktidarda kalabileceğini düşünüyor. CHP’de istiyor ki AKP-MHP faşist iktidarı Kürt Özgürlük Hareketini tasfiye etsin, öncülüğünü ortadan kaldırsın, siyaset alanlarını dağıtsın, gerillası ezilsin ki Kürt halkı savunmasız kalsın ve böylece tüm tepkiler ve öfkeler AKP’ye yönelmiş olsun ki Kürt oyları kendisine kalsın. Aynı şekilde Özgürlük hareketimizin de AKP-MHP faşizmine karşı yürüttüğü mücadelede kısmen başarılı olmasını ve iktidarın burnunu sürtmesini de istiyorlar. Kendileri açısından bu şekilde Türkiye’de iktidar olabileceklerine inanıyorlar.
Amed’e gidip de, bir özel savaş projesi olan HDP il binası önünde polis gücüyle tutulan ailelere ziyaretinin başka bir anlamı olabilir mi? Bu gidişata iktidar baskısı kılıfı giydirilebilir mi? Mevcut iktidar karşısında, Kürt gerçekliği karşısında tutarlı bir yaklaşım geliştiremeyen bir siyasi odak, uluslararası ilişkiler ile oluşturulmuş bu kadar karmaşık bir sorunu hangi irade ile çözebilecek ki!
Kemal Kılıçdaroğlu, ‘Kandil’i biz başlarına yıkacağız’ diyerek niyetini ortaya koymuştur. Bununla Kürt halkının varlık ve özgürlük mücadelesi karşısındaki pozisyonunu net olarak belirlemiştir.
Kürdistan Özgürlük Gerillasının, Türkiye’nin işgal saldırılarına karşı öz savunma savaşı ana sütü kadar helaldir. Başta da Bakurê Kurdistan’daki işgalin sonlandırılması, Kürt halkının bir halk olarak kabul edilmesi gerekir. Türkiye’de Kürt’ler, yürüttüğümüz mücadele sonucu açıktan inkar edilememektedir. Fakat Kürt bireyleri olarak vardır, ‘kardeş’ olarak hitap edilmekte, Türklükle kan bağı kurularak asimilasyona zemin hazırlanmaktadır. Kürt halkının halk olarak kabulü ise, Türkiye’nin demokratikleşmesinin tek ve gerçek yoludur.
Bu anlamda Kılıçdaroğlu’nun Kürt halkına yönelik söylem ve hedeflerinden böyle bir demokratikleşme sonucunu çıkaramıyoruz. Sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yermiş derler. Biraz böyle de olabilir. Fakat tüm iyi niyetli, pozitif yaklaşımlarımıza rağmen CHP öncülüğündeki ittifakın Kürtlere oyun yaptığı, oy hesabıyla yaklaştığı hissiyatı tüm gerçekliğiyle karşımızda durmaktadır. Elini taşın altına koyan ve irade gösteren bir tutum görmüyoruz. Bundan daha fazla, Kürt halkının siyasi güç odaklarını tasfiye etmeye yönelimin olduğu bir dönemde bundan faydalanma yaklaşımının daha fazla olduğunu düşünüyoruz. Buna HDP başta olmak üzere demokratik siyaset merkezleri de dahildir.
Demokratik siyaset alanını oluşturmak, örgütlü topluma dayanmayı gerektirmektedir
Bu durumda yapılması gereken en önemli şey Türkiye’nin tüm sorunlarına çare olarak gördüğümüz demokratik ulus çizgisinde bir siyasal alan ortaya çıkarmaktır. Böyle bir siyasal alan, güç odağı, çizgisi ortaya çıkarıldığında ise çok geniş yelpazede ilişki ve ittifaklar kurmak imkan dahiline girebilir. Yeri gelmişken buna da değinelim, bu süreçte fazlasıyla dikkat edilmesi gereken bir anlayış diplomasi ya da klasik siyaset kodları ile sonuç alınabileceği yanılgısına asla girmemek gerekir. Söz konusu Kürt halkının varlık ve özgürlük sorununu çözmek ise buna gidecek yolda araç olan çalışmaları esasın yerine koymak yersiz kayıpların ve iflasın önünü açar. Demokratik siyaset alanını oluşturmak, her şeyden önce örgütlü topluma dayanmayı gerektirmektedir. Örgütlü toplum, bilinçli ve kendini savunabilen bir toplumdur ki, buna ulaştığında diplomasi imkanlarını da değerlendirebilir.
Demokratik siyasetin önünü açacak ilişkileri de değerlendirmek elbette anlamlıdır. Fakat taktik, geçici, dönemsel olanı stratejik olanın yerine koymak, buna dayalı hareket etmek zarar verecektir. Bunun için esas olan demokratik siyaset alanının, ulus devletin tüm saldırılarına rağmen ayakta tutma başarısını gösterebilmekten geçmektedir. Mücadeleci olmayı eksenine alan, sadece direnişi değil sonuç alıcı politika üretmede kendine güvenen, Türk ulus devletçi gelenekten gelen hiçbir siyasi oluşumu çözüm merkezine almayan fakat değerlendiren, esas olarak kendini çözüm gücü olarak örgütleyen anlayış bizi doğru politik duruşa getirebilir. Bu anlamda ‘3. Yol’ adı altında yürütülen tartışmaları ve giderek demokrasi ittifakı olarak şekillenen gelişmeler olumludur.
Demokrasi, AKP-MHP faşist ittifakının kendisine yakıştırdığı bir niteleme oluyor. Benzer bir biçimde CHP liderliğindeki Millet ittifakı da bu kavramı dilinden düşürmüyor. Hatta mevcut ittifakı demokrasi düşmanlığı ile suçlamaktan geri durmuyor. Önderliğimiz, savunmalarda Hitler’in partisinin adında da sosyalizm vardı dedi. Hitler bu kavramı kullandı diye sosyalizmden vazgeçemeyeceğimizi vurguladı. Belki demokrasi kavramı ve tanımları için bu çok daha fazla geçerlidir. Bunun için demokrasi konusunda net olmaya gerek vardır. 3. Yolu, yani demokrasi ittifakını geliştirmek isteyenler, bahsettikleri demokrasiyi daha iyi ifade edebilmeli, pratikte bunu geliştirmenin adımlarını atabilmelidir. En azından lokal düzeyde, bazı örneklerle farkını ortaya koyabilmelidir.
Yine yaygın eğitim seferberliği ile demokrasi bilincini, kültürünü geliştirmek için mücadele edilebilmelidir. Bu, en az yapılan şeydir. Egemen sınıflar, toplumu bilgisiz ya da eksik bilgilerle bırakmayı iktidar sanatının bir parçası olarak görürler. Fakat demokratik toplum bilinçli toplum olarak politika üretebilen, tartışabilen, karar verebilen toplumdur. Bu temelde eylemli toplumdur. Demokrasiden değil onun demogojisinden uzak durmak gerekir. Toplumların algısında demokrasi seçimlere indirgenmiştir. Egemen sınıf siyasetlerine duyulan güvensizlik nedeniyle demokrasi kavramı da, tartışmaları da çoğu zaman değersizleşmektedir. Güç ilişkileri daha fazla öne çıktığı gibi, güçlüye dayanma arayışı gittikçe zayıflayan toplumsal bağlar içerisinde her türlü otoriter, totaliter rejimlerin beslendiği sosyo- psikolojik zeminleri beslemektedir. Buradan gerçek demokrasi savunucularının çıkaracağı sonuç toplumu güçlendirme temelinde siyaset alanının inşa edilmesi oluyor. Fakat bu konuda çabalar çok yetersizdir. Ortaya çıkan yetersizlikler imkansızlıktan değil, emekle, sabırla, ustalıkla toplumun örgütlenmemesinden kaynaklanmaktadır. Bunun yerine kolaycı çözümler, erken iktidar olma hastalıkları hızla ortalığı kaplamaktadır. Bir görüşmeden medet ummak, büyük bir hata yaparak iktidarın düşmesini beklemek bu da olmuyorsa uluslararası güç dengelerinin bir mucize eseri değişmesini beklemek sıklıkla yaşanabilmektedir.
Bunun yerine mücadeleye hazır olduğunu Newroz’larda, 8 Mart ve daha birçok vesileyle ortaya koyan bir toplum gerçekliğini örgütlemek, siyaset üretir halde tutmak, uzak olanları yakınlaştırmak, küskünlerle, kırılmış ve yıpranmışlarla ilgilenme yapılmamaktadır. Türkiye halkı zaten faşist siyaset odaklarının çiftliği gibidir. Türkiye halklarına karşı uzun zamana yayılan ancak fedakarlıklarla yürütülecek çalışmalara hiç meyledilmemektedir. Belirttiğimiz bu hususlar başta HDP olmak üzere mevcut sistemi demokratik dönüşüme uğratmak isteyen güçler açısından risk teşkil ediyor. Örneğin HDP bir çözüm partisidir. Yani çözümün muhatabı haline gelebilecek, gelmesi gereken bir partidir. AKP ya da CHP zihniyetiyle Kürt halkının varlık ve özgürlük sorunu çözülebilir mi? Sorunu çözecek olan HDP gibi Türkiye’ye demokratik dönüşümü dayatacak ve sağlayacak bir oluşum olacaktır.
Sonuç olarak Kürt varlığı ve özgürlüğü mücadelesinin hedeflerine ulaşması için koşulların her zamankinden daha uygun olduğu bir sürecin içinden geçiyoruz. Bu mücadele, her alanda sergilenen mücadelelerin bir toplamı olarak bu düzeye geliyor. Yani kendiliğinden oluşmuyor. Önder Apo’nun duruşu, Kürdistan’da fedailikte zirve yapan gerilla mücadelesinde, Kürt halkının kararlılığında kendisini gösteriyor. Bu kararlılık ise demokratik siyaset alanında yoğunlaşıyor.
Gerilla salt bir askeri savaş gücü değildir. Bundan çok daha fazla politik yoğunlaşma gücüdür. Hatta yoğunlaşmış ideoloji ve siyaset gerillacılıktadır. Bu anlamda Kürt halkının öz çıkarları üzerinde yoğunlaşmalı, bunun politik gücünü ortaya çıkarmayı sürdürmeli ve uygulamalıyız. Bu temelde herkesi demokratik ulus çözümünün siyasetini doğru anlamaya ve katılmaya çağırıyoruz. Bunun için Önder Apo’yu yeterli düzeyde kavrayalım ve uygulayalım. Bugün Zap’da, Avaşîn ve Metîna’da Kürt halkının varlık ve özgürlük savaşını en doğru politik çizgi temelinde yürütenlerle birlikte mücadele edelim. Türkiye ve Bakurê Kurdistan’da demokratik ulus çözümünü, devrimci halk savaşı temelinde politik bir seçenek haline getirelim.