7- Ortadoğu kültüründe iktidar ve toplum ayrışması Ortadoğu’da toplum ve iktidar ayrışmasının ve müslüman halklar üzerindeki sömürgeciliğin derinleşmesi, açıklanması gereken en temel sosyolojik sorunların başında gelmektedir. Resmi tarih ve sosyoloji kitaplarında sanki bu yönlü sorunlar yokmuş gibi bir yaklaşım sergilenmektedir. Uygarlık tarihi bir anlamda toplum ve iktidar ayrışmasıyla başlar. İktidar ve birlikte oluştuğu sermaye tekelleri, toplumdan ayrıştıkları oranda, ayrıcalıklı bir güç olarak toplumun artı değerlerini gasp ederler.
Marksizmdeki sınıf çelişkisi ve sömürüsü bu konuda sınırlı bir gerçeklik payını taşımakla birlikte, asıl çelişki, dolayısıyla baskı ve sömürü toplum ile iktidar ve sermaye tekelleri arasındaki ilişki düzleminde gerçekleşir. Ortadoğu kültüründe yaşanan bu yönlü olgusal gelişmeler çarpıcıdır. Merkezi uygarlığın beş bin yılı aşan hegemonyası nedeniyle gerçek bir toplum ve iktidar savaşımı tarihi Ortadoğu toplumsal kültüründe izlenmek durumundadır. Bu bağlamda devlet, özünde toplum ve iktidar arasındaki çelişki ve çatışmanın çerçevelenmiş, bazı temel kurallara bağlanmış ve meşruiyeti sağlanmış geçici ateşkes veya barış hali olarak da tanımlanabilir. Geçici ateşkes hali olarak devlet, henüz normları oluşmamış ve meşruiyeti sağlanmamış fiili devlet halidir. Barış hali olarak devlet ise normları oluşmuş, meşruiyeti sağlanmış (toplumla iktidar arasında sözleşmeye varılmış) devlet gerçekliğidir. Din ile iktidar arasındaki sözleşmeye devlet demek de mümkündür. Tek tanrılı dinler aslında yükselen uygarlık güçleriyle çıkarları ayrışan ve çelişen toplulukların devlet temelli uzlaşma arayışlarıdır. Uzlaşmaya varılmadığında dinler isyancıdır. Uzlaşma gerçekleştiğinde meşru devlet doğmuş demektir. Hıristiyanlık ve islam tarihi bu yönlü örneklerle doludur. Mezhepleşme gerçeği de aynı dinde uzlaşmaya varan kesimlerle varmayan kesimler arasındaki çelişkiden kaynaklanır. İktidarla uzlaşan mezhep devletleşirken, uzlaşmayan kesim muhalif olarak mücadelesini ya açık ya da gizli sürdürerek, toplumsal gerçekliğini iktidarsız ve devletsiz yaşatmaya çalışır.
Hıristiyan halkların imparatorluk güçleri ve islami iktidarlarla çelişkilerini ve yaşadıkları büyük felaketleri önceki başlıklarda değerlendirmeye çalışmıştık. Durumu daha da açıklamaya ihtiyaç hissettiren, Ortadoğu’nun aynı dinden olan diğer toplum ve iktidarları arasındaki ilişkidir.
a- Arap islamı (Afrika’daki uzantıları da dahil) iktidar ve devlet güçleriyle toplumsal halk güçleri arasında çok ciddi bir çelişki ve çatışmayı tarihi boyunca hep yaşamıştır. Daha Hz. Muhammed hayattayken bu çatışma başlamıştır. İslam dini (bir nevi ideolojik ve siyasal program), Hz. Muhammed’in de mensubu olduğu daha yoksul bir kabileyle (Haşimiler) daha zengin ve üst tabakası güçlenmiş olan aynı etnik boydan diğer kabile şefleri arasındaki mücadelenin bir ürünü olarak doğar. Ölümünden sonra çelişki daha da şiddetlenir. Bu çelişki nedeniyle ilk dört halifeden üçü (Ömer, Osman, Ali) öldürülür. Üst tabakanın temsilcisi olarak Muaviye bu süreçte kendi eğilimini hanedanlık devletine (Emevi devleti) dönüştürmeyi başarır. Geriye toplumsal bir güç olarak Ehlibeyt (Hz. Muhammed’in ailesi) yandaşlarıyla daha yoksul kabilelerin radikal toplumsal güçleri olan Hariciler kalır. Bu ilk ciddi toplum, sınıf ve devlet bölünmesidir. Süreç içinde bu bölünme gelişerek günümüze kadar devam eder.
İktidar islamı kendini sayısız küçük devletler ve imparatorluklar halinde pekiştirir, normlaştırır ve meşrulaştırırken (bunu islam şeriatı ve sünni mezhebi yoluyla gerçekleştirir,) iktidar karşıtı islami mezhepler kendilerini Hariciler ve Ehlibeytçiler olarak var kılmaya çalışırlar. En yoksul toplum kesimi olarak Hariciler giderek Bedevileşir. Bedevileşmek daha çok kır kökenli köy emekçileriyle kentlerin proleter unsurlarına dönüşmek anlamına gelir. Araplarda proleterleşme kendini Bedevileşme olarak somutlaştırır. Günümüze kadar bu haliyle devam eder. Ortaçağ feodalitesinin Bedevileri, günümüz kapitalizminin fellahları ve işçilerine (amal) dönüşerek ortak bir tarihi paylaşıp yaşarlar. Ehlibeytçiler bir nevi orta tabaka Araplarını temsil ederler. Yoksul kesimi daha radikal şia ve alevi toplulukları halinde iktidar ve devlet karşıtlığını sürdürürken, üst kesimleri birçok devlet oluşumunda varlıklarını devam ettirir. Fas’tan Hindistan’a, özellikle bugünkü Lübnan, Suriye, Irak ve İran’a kadar, daha yoğun olarak tüm müslüman coğrafyasında toplumsal ve iktidarsal güç olarak, bu temel nitelikleriyle varlıklarını sürdürürler. Geleneksel iktidar islamı ise, baştan itibaren kendini devlet normuna (şeriata) ve meşruiyete (sünni mezhepleşmeye) uğratarak varlığını günümüze kadar sürdürmeye çalışmıştır. Arap toplum ve devlet güçlerinin hem tarihte hem de günümüzde çok parçalı ve çatışmalı olmalarının temelinde islami ortak örtünün bile gizleyemediği ve bastıramadığı toplum ve iktidar ayrışmasının derin ve kapsamlı gerçeği yatar.
Toplumsal yarılmalarda etnik ve dinsel özellikler iç içe gelişmiştir
b- İran ve ötesi olarak Afganistan, Pakistan ve Güneydoğu Asya islamındaki toplum ve iktidar ayrışması da benzer üçlü çizgi halinde gelişir. Yanlış anlaşılmaması açısından önemle belirtmeliyim ki, çizgisel gelişme derken düz bir hat halini değil, döngüsel gelişme hali olarak çizgiselliği kastediyorum. İslamın köklü bir biçimlenmeye uğradığı alanlardan biri İran’dır. Bunu geniş anlamda uzantılarını da hesaba katarak anlamak gerekir. İran’da şekillenen islam, dönüşen islamdır. Genel hatlarıyla şia olarak adlandırılsa da, daha geniş bir perspektif ve yoruma sahiptir. Özünde orta sınıfın Ehlibeyt islamıdır. Önderliğin hep Ehlibeyt ailesinde olması gerektiğini, hak olarak öyle algılanmasını esas alır. İran’ın islamiyet tarafından fethinde daha çok sünni geleneğin ve Emevilerin başvurdukları zalimce uygulamalar bu yöndeki eğilimi güçlendirmiştir. Aynı Emeviler hep Kerbela’da Ehlibeyt’in seçkin temsilcisi olan İmam Hüseyin’i ve yetmiş iki mürafıkını katletmekle anılırlar. İmparatorluk tarzındaki gelişimi ve zengin kültürü nedeniyle İran’ın islamı Arap toplum ve iktidar geleneğinden farklı olarak şekillendirmesi doğası gereğidir. Burada önemli olan, orta sınıfın alt ve üst kesimlerinin çelişkili ve çatışmalı iktidar ve toplum yaklaşımıdır. Üst kesim imparatorluktan miras kalan iktidar alışkanlıkları nedeniyle islamı hızla devletleşmeye taşıyarak yaşamak istemiştir. Alt kesim ise, tarih boyunca hep iktidar sahiplerinden neler çektiğinin derin bilincinde olarak, islamı bir sivil toplum biçiminde ve iktidar karşıtı yönüyle yaşamaya çalışmıştır. İslami İran tarihinde bu gerçekliği sürekli izlemek mümkündür. Kaldı ki, tarihsel arka planda zerdüşti gelenekte ta Med-Pers çelişkisine kadar uzanan bu yönlü bir toplum ve iktidar çelişkisi hep var olagelmiştir. Bunun kökeninde ise kabile toplumunun hiyerarşik bölünmesi yatar.
İran sadece Pers etnik geleneğine sahip değildir; aynı coğrafyada çok sayıda etnik gelenek vardır. Toplumsal yarılmalarda etnik ve dinsel özellikler iç içe gelişmiştir. Üst toplum ve iktidar olarak İran’ı, ne sadece dinsel ne de etnik yanı ağır basan özelliklerle tanımlayabiliriz. Etnik ve dinsel özelliklerin iç içe geçip kaynaşmasının özgün bir biçimi olarak tanımlamak daha öğretici olabilir. Her iki yan zaman zaman öne çıksa da, tarih boyunca aralarında radikal bir bölünme pek izlenmemektedir. Örneğin ne Araplar gibi klasik anlamda bir kavim toplumu, ne de Yahudiler gibi dinsel bir toplum olabilmiştir. Kendiliğini adeta üçüncü bir model olarak geliştirme gereğini duymuştur. Çok sayıda etnisite ve dinsel inancın mevcudiyeti bunda önemli rol oynamıştır. Kapitalist modernitenin son iki yüz yıllık etkisini bu gerçeklik temelinde karşılamıştır. Ne Avrupa ülkelerinde görülen türden bir milliyetçilik ve ulus devlet deneyimini, ne de Arap ülkelerindekine benzer bir ulus devletçiliği yaşamıştır. Tarihsel özelliklerini koruyarak, her iki modele karşılık kendi modelini sürdürmede ısrarlı olmuştur. Şahlık İranı’nın tutunamamasının altında bu gerçeklik yatar. Fakat bu tarzdaki varoluşunu kapitalist moderniteye, küresel kapitalizme karşı çok fazla devam ettiremez. Ya köklü bir dönüşümü yaşayacaktır (iktidar ve devlet açısından bu çok zordur; liberal bir ulus devlet olmak modelin çöküşü demektir); ya da parçalanıp alt tabakanın islami geleneğinin sivil demokratik değerlerini esas alma ve güncel demokratik modernite değerlerini özümseme temelinde, Ortadoğu kaosundan çıkışta demokratik modernitenin önde gelen inşa güçlerinden biri olarak, bir kez daha geçmişine yaraşır biçimde tarihteki yerini alacaktır.
c- Türkler köken itibariyle Ural-Altay dil grubundan bir halk olarak, ilk şekillenmelerini yaklaşık yedi bin yıl önce Güney Sibirya eteklerinde yaşamış, oradan daha güneye inerek kabile topluluklarına dönüşmüş önde gelen kültürel gruplardan biridir. Benzeri her kültürde yaşandığı gibi, Proto Türkler de ancak uygarlık gelişmesiyle tarih sahnesinde görünür olmuşlardır. Özellikle aynı kültür gruplarından Çinlilerin erkenden uygarlaşması (MÖ 1500’ler), Türk boylarının da etkilenmelerine ve tarihte yer almalarına yol açmıştır. MÖ 3. yüzyılda yerel beylikler kurdukları anlaşılmaktadır. İktidarlaştıkça Çin’in içinde erimek durumunda kalıyorlar. Etnik varlıklarını ancak kabile olarak koruyabiliyorlar. Çin’le baş edemeyince batıya doğru yayılıyorlar. Bunda Orta Asya çölünden kaynaklı zorluklar, kuraklık ve nüfus artışı da önemli rol oynar. İran uygarlığıyla milattan önceki yüzyıllara dayanan ilişkileri vardır. Hindistan üzerinden de benzer ilişkiler mevcuttur. MS 3. yüzyıldan itibaren batıya doğru yoğunlaşan göçler Hazar denizinin güneyi ve kuzeyinden olmak üzere iki ana güzergaha ayrılmıştır. MS 450’lerde kuzeyden Batı Roma İmparatorluğu sınırlarına dayanmış olup, işgal edecek kadar güçlenmişlerdir. Macaristan merkezli olarak İtalya ve Fransa içlerine kadar ilerleyip saldırı düzenleyebilmektedirler. Fakat kendilerini kalıcı olarak kurumsal bir iktidara, devlete dönüştüremiyorlar. Aynı tarihlerde İran sınırlarını da zorlamaktadırlar. Ayrıca MS 550’lerde ilk defa Göktürkler adıyla etnik kökenli bir devlet oluşturuyorlar. Bunu Mani dinini resmi din olarak kabul eden Uygur Türkleri (MS 740’lar) takip etmektedir. 8. ve 9. yüzyıllarda Abbasi ve Bizans İmparatorluklarında paralı asker olarak önemli rol oynuyorlar. İslamiyeti kitlesel olarak ilk defa 10. yüzyılda kabul ediyorlar. Karahanlılar ilk müslüman Türk Beyliği oluyor.
9. ve 10. yüzyıllarda Hazar’ın kuzeyi ve doğusunda bir Yahudi Türk devleti de varlık kazanmıştır. İslamileşerek İran içlerine inen ilk Türk boyları Oğuz Türkleri olup, Selçuklu hanedanlığı olarak tanınmaktadır. Selçuk Bey Yahudi Hazara devletinde bir Subaşı (yüzbaşı seviyesinde bir komutan) iken, kabilesiyle ilk defa bugünkü Türkmenistan’da, Seyhun ve Ceyhun nehirleri arasında bir beylik kurma denemesine girişiyor. Sert çatışmalar yaşanıyor. Kabilenin üst tabakası olarak iktidar tecrübesi kazanıyorlar. Ganimet seferleri düzenliyorlar. Başarılı olmak ve bol ganimet toplamak için islamlaşmaları gerektiğini kavrıyorlar. Abbasi saraylarında da daha 9. yüzyılda önemli bir paralı asker grubu oluşturuyorlar. Kendileri için Samara kenti inşa ediliyor. Selçuklu boyundan birlikler Bizans içlerine kadar sızıp saldırıyor, ganimet topluyor. Karşılarında hıristiyan Türkleri buluyorlar. 11. yüzyılın başlarında toptan müslümanlaşıyorlar. Selçuk Bey 1008’de ölüyor. Yerine geçen oğullarının adlarının Mikail, Musa, Yunus ve Arslan olması Yahudilikten oldukça etkilenmiş olduğunu gösteriyor. Bu dönemde kabilelerin alt yoksul kesimleriyle üst zengin tabaka arasındaki ayrışma ve çelişkiler yoğunlaşıyor. İktidar elidinden ilk kopan kabileler 1018’den itibaren İran içlerine girmeye başlıyorlar. Oradaki devlet yetkililerinden kendi kabile şeflerine karşı korunma istiyorlar. Tarihte ilk defa Türkmen (Araplarda Bedevi, Kürtlerde Kurmanc karşılığı) halk, kabileler olarak, kendi beylerine karşı çıkıp bağımsız yaşamak istiyor.
Türk iktidar elidinde din iktidarsal bir araçtır
Türk kabile toplumlarında gözlemlenen bu ilk ciddi ayrışma tarihte kalıcı bir etki bırakacaktır. İktidar ve toplum temelindeki bu ayrışma, sert geçen bir mücadeleyi beraberinde getirecektir. Türk olgusu bu tarihten (Türk-islam tarihi) itibaren aralarında oldukça çelişkili ve çatışmalı geçen iki kol halinde ilerleyecektir. İktidar aygıtı etrafında örgütlenen kabilelerin üst tabakası bu tarzda yaşamayı bir ölüm kalım sorunu haline getirecektir. Daha Hazara Yahudi Türk devletinde oluşan bu iktidar temelli yaşam gittikçe güçlenerek günümüze kadar devam edecektir. İktidarsız ve devletsiz yaşamak bu elit gruplar için hep ölümle eş sayılmıştır. İktidar ayrıcalığını bir din seviyesine (kutsal devlet, ana-baba devlet) yükseltmişlerdir. Allah ile devlet (zılullah = tanrının gölgesi) arasında cisim = gölgesi ilişkisi kurulmuştur. Uhrevi, semavi bir kavram olan tanrı, allah sözcükleri en çok devlet olgusunda somutluk kazanmıştır. Bu bağlamda Selçuklu beyleri hem içte hem de dışta müthiş iktidar ve devlet savaşçısı haline geldiler. Bu işten başka işle ilgilenmez oldular. Abbasiler, Gazneliler, Samanoğulları, Atabekler, Tolunoğulları gibi birçok hanedan devletinde ya temel askeri güç olarak hizmet gördüler ya da bizzat devlet kurdular. 1055’lerde Selçuklu İmparatorluğu’nu tesis ettiler. 1071’deki Malazgirt Savaşı’ndan sonra Anadolu’nun her tarafında beylikler inşa ettiler. 1086 yılında Anadolu Selçuklu İmparatorluğu’nu kurdular. Beyliklerin kendi aralarındaki savaşları Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşuna kadar devam etti. Osmanlı İmparatorluğu’nda azami iktidarlaşmayı yaşadılar. Tüm bu iktidar devlet yoğunlaşmasında islam şeriatı (hukuk normları) temel normları, sünni islam mezhebi ise temel meşruiyet aracını oluşturdu.
Türk iktidar elidinde genelde din, özelde islam dini tamamen iktidarsal bir araç olarak anlam ifade eder. İktidar dışında din çok az değer taşır. Türk iktidar metafiziğini çok iyi bilmeden, doğru bir devlet ve toplum çözümlemesi yapılamaz. Yapılanlar büyük eksiklik ve yanlışlık payı taşımaktadır. Türk iktidar elidi daha ilk beylik sürecinde, hatta kabile üst hiyerarşisinde şamanist kavram ve figürleri fetişleştirmiştir. Bugünkü bayrak benzeri simge tapımcılığı oradan kaynaklanmaktadır. Kabile totem fetişizmi de oldukça nüfuz etmiştir. Bir kahramanlık yapmadıkça erkeğe ad vermeme fetişizmi bununla bağlantılıdır. Beylik iktidarında ‘at, avrat, silah’ üçlüsü en kutsal namus değerleri olup yaşamın kendisidir. İktidar yaşamı demek at, avrat, silah demektir. İktidarın kök hücresine bu üç temel gen oturtulmuş ve genetik özellikler haline getirilmiştir. İslamiyetin allahıyla iktidar arasında azami bağlantı kurulmuş, örtülü tanrı iktidar özdeşliği oluşturulmuş, dolayısıyla iktidar ve devlete en büyük kutsallık atfedilmiştir. Tabii bu kutsallığın altında ganimete el koyma (fethin amacı, hakkı olan, el konulabilecek her şey) güdüsü yatmaktadır.
Ortadoğu kültüründe iktidarı bu yönlü kavramlarla azamileştirenlere Türk iktidar elidi öncülük etmekle birlikte, yalnız onlar değildir. Ortaçağdan günümüze kadar tüm iktidar elitlerine öncülük etmiş olan güçler birbirleri içinde adeta erimişlerdir. İsmi Türk olan, fakat en başta Türkmen’i, toplumsal Türk’ü ezen, sömüren ve ‘Etrak-ı bi idrak’ (anlayışsız, cahil Türkler) haline getiren bu Türklüktür. Toplumsal Türklüğe en zalim ve sömürgen davranan da yine bu Türklüktür. Dolayısıyla iktidar Türklüğü, hiçbir toplum veya halk üzerinde geliştiremediği baskıyı, sömürüyü, sömürgeciliği ve kırımı Türkmenler üzerinde gerçekleştirmiştir. Bu konuda pek çok yöntem uygulanmıştır. En başta ölünceye kadar asker kalmaya mahkum etme, ayrı vergilendirmeye tabi tutma, cahil bırakma, en ufak bir tepkisine karşılık toplu kırımdan geçirme, sık sık talan etme, sürgüne yollama, en ufak demokratik istemlerini bastırma, iç sömürü yetmediğinde yaban diyarlara köle statüsünde gönderip sözün özcesi ‘eti senin, kemiği benim’ ilkesini sonuna kadar kullanma, günümüzde varoşlara doldurma, tekelci karlar gereği yarısından fazlasını işsiz bırakma, ulus devletçiliği azami kılıp toplumsal kültür olarak hiçleştirme bu yöntemlerden bazılarıdır. Bu temelde oluşan ikinci kategori Türklüğü veya Türkmenlik apayrı bir toplumsal olgudur.
Türkmenlerin kendi öz toplumsal tarihlerinin inşası gereklidir
Türkmenlik (iktidar dışında kalan müslüman Türkler) iktidarla olan köklü ayrışmasını daha Selçuk beyin yaşadığı dönemde göstermiştir. İlk yoksul Türkmen oymakları 1005 yılında bey zulmünden korunmak için Gaznelilere sığınmışlardır. Daha sonraları İran’ın çeşitli yörelerine, özellikle kuzeybatısına, bugünkü Azerbaycan’a çekilerek kendilerini korumaya çalışmışlardır. Geniş kollar halinde bugünkü Irak ve Suriye topraklarında barınma çabası içine girmişlerdir. Bu ilk yüzyıllarda kopuş sürekli gelişmiştir. Kuzey Hazar güzergahı üzerinde de benzer gelişmeler yaşanmıştır. Selçuklu beyleri ve sultanları Türkmen baskısından kurtulmak için onları hep Kafkasya’ya, Arabistan’a, Kürdistan’a ve Anadolu’ya sürmüşlerdir. Askerliğe yarayanlar dışında diğerlerini kendi kaderleriyle baş başa bırakmışlardır. Karadeniz ve Akdeniz dağ silsileleriyle Orta Anadolu bozkırları Türkmenlerle dolmuştur. Zor yaşam koşulları, baskı ve sömürü Türkmenleri sürekli isyana sevk etmiştir. Sultan Sancar’ı kafese koyup yanlarında taşımaları, alevileşerek iktidar sünniliğinden kopmaları, çok sayıda tarikat kurarak sivil toplumu (Ahmed Yesevi’den Mevlana’ya, Baba İshak’tan Şeyh Bedreddin’e, Pir Sultan Abdal’dan Şah İsmail’e, Celali ayaklanmalarından esnaf ayaklanmalarına) geliştirmeleri ve bu uğurda ayaklanmaları bu konuda önemli örnekler olarak gösterilebilir. Kendi direniş kültürlerini Pir Sultan Abdal, Karacaoğlan, Köroğlu, Dadaloğlu söylemlerinde destansı tarzda sergilemişlerdir. İktidarın Farsça ile Arapça karışımı ucube diline karşı Türkçe’nin arılığını da yine Türkmenler taşımıştır. Ortadoğu halklarıyla dostça yaşamışlar, gönüllü iç içe yaşamaktan çekinmemişlerdir.
Toplumsal kültür olarak Türkmenlik, hem maddi hem de manevi yönleriyle üzerinde kapsamlı araştırmalar yapılmasını gerektirir. Kendi öz toplumsal tarihlerinin inşası gereklidir. Kapitalist modernite döneminde Türkmenlerin varlığı daha da zorlaşan koşullarla çevrelendi. Göçebe toplum ve yerleşik yaşam olanakları azaldı. En tehlikeli alanlarda azap askerleri misali yaşatılmaları yetmiyormuş gibi işsizlik, dışarıya göç ve varoşlarda yoğunlaşma temelinde günümüzün zorlu koşullarında varlıklarını devam ettirmeye çalışıyorlar. Bir ulus kadar anlam ifade eden tarihsel Türkmenlik, kapitalist tekeller ve ulus devletin baskı ve sömürü çarklarında, faşist ve dinci devlet partilerinin kıskacında tükenmekle yüz yüze kalmıştır. Kendi demokratik hareketini oluşturamaması bunda en önemli rolü oynamıştır. Bu boşluğu dolduran iktidar devlet hedefli dinci ve faşist hareket, Türkmenliğin olumlu özelliklerini zıddına dönüştürerek en büyük ihaneti gerçekleştirmiş, büyük değer ifade eden tarihsel toplumsal Türkmen kültürüne ölümcül bir darbe vurmuştur. Genelde Orta Asya ve Kafkasya’da özelde Anadolu’daki tarihsel toplumsal Türkmen Türkü’nün iktidar devlet çarklarında oluşmuş iktidarcı, cinsiyetçi, dinci ve milliyetçi Türklükten çok farklı bir oluşum ve olgu olduğunu çok iyi kavramak ve kurumlaştırmak gerekir. Daha da önemlisi, Türkmenleri kapitalist modernitenin fideliğinde Türk olmayan unsurlarca en yapay tarzda oluşturulmuş, beyaz-siyah-yeşil renklere bürünen komplocu faşist ulus devletçi yapılanmalardan ayrıştırarak demokratik cumhuriyet, demokratik vatan ve demokratik ulus temelli demokratik modernite unsurlarına dönüştürmek gerekir. Bunun için demokratik siyaset, sivil toplumculuk ve özerklik örgütlenmesi ve eylemini temel almak, bunu geleneksel Türkmen-Türk kültürüyle sentezleyip çağdaş bir kültür geliştirmek gerekir. Türkiye demokratik hareketinin temel sorunu, bu kültürü tüm tarihsel ve toplumsal yönleriyle doğru tanımlamak, araştırmak ve sahiplenmek, bunun için eğitip örgütlendirmek ve eylemleştirerek demokratik modernite sistemiyle bütünleştirmektir.
Türkmenler dışında Anadolu ve Mezopotamya’da İslami kültürle yaşayan başka halklar ve kültürler gerçeği de vardır. Torosların güneyinde yaşayan Arap azınlık islamın fetih döneminden kalmadır. İktidar ayrıcalığını yitirdiğinden, gittikçe yoksullaşmakta olan bir kültürdür. Üst tabakası hakim Türk elidi içinde erimiştir. Yoksul kesimlerin Arap kültürü de asimilasyonun etkisiyle gerilemiş olup giderek kullanımdan kalkmaktadır. Kürtlerle iç içe olmakla birlikte varlıklarını korumuşlardır. Kapitalizm koşullarında varlıklarını devam ettirmeleri gittikçe güçleşmektedir.
Balkan kökenli Arnavut ve Boşnak gruplar, iktidarla bağlantılı bir kültürü temsil ederler. Fazla ayrışma geçirmemişlerdir. Bürokrasi içinde varlıklarını devam ettirmeye çalışırlar. Resmi ideolojiye oldukça bağlıdırlar. Türk milliyetçiliğini çıkarları gereği oldukça savunurlar. Nicelik olarak daha az olan yoksul kesimler proleterleşmiş olup, emek hareketinin etkinliklerinde rol aldıkları görülür. Resmi iktidar ideolojisi gereği, etnik aidiyet konusunda ısrarlı değildirler.
Kafkas kökenliler daha ağırlıklı grupları teşkil etmektedir. İktidarla yakın bağlantı içinde olmak, iktidar elidi içinde yer almak kültürlerinde oldukça yer bulmuştur. Anayurtlarına özlemleri olmakla birlikte, dönüş yakın döneme kadar bir hayaldi. Sovyetler Birliği’nin çözülüşünden sonra anayurtlarıyla tekrar ilişkilendiler. Balkan kökenliler de benzer bir durumu yaşamaktadır. Güçlü tarafta yer almak bunların üst kesimleri için bir gelenektir. Devrimci hareketlere önderlik düzeyinde katıldıkları gibi, sağ hareketlere de benzer biçimde katılım sağladıkları gözlemlenmektedir.
Anadolu ve Mezopotamya topraklarının kültür mozaiği nitelemesi uygun bir kavram olmakla birlikte, ne yazık ki yer altından çıkan mozaik yüzleri gibi oldukça yıpranmıştır. Ulus devletin homojen toplum yaratma projesi nedeniyle bu kültür mozaiği adeta küçük çakıl taşları haline getirilmekte, varlıklarına yönelik bir soykırım gerçekleştirilmektedir. Kültürel varlıklar ne kadar azınlık konumunda olsalar da, mutlaka korunması gereken tarihsel miraslardır. Ulus devletin soykırımcı niteliği en çok bu kültürlere karşı geliştirdiği politikalarda yansımasını bulur. Kapitalist modernitenin dünyanın her tarafında geliştirdiği katliamların en önemli parçasıdır. Zor uygulamalarının yanı sıra, ekonomik olarak da değersiz kılıp kendilerini yaşamaları adeta imkansız hale getirilir. Adeta şu kural geçerli kılınır: Kendi kültüründe yaşamaya devam eder ve resmi çoğunluk kültürüne teslim olmazsan, aç ve işsiz kalırsın! Resmi ulus devlet kültürüne katılmadan, kendi kültürünü terk edip bu katılımı teslimiyet haline getirmeden toplumda yer tutma ve ilerleme sağlama, önüne dikilmiş bin bir engelle olanaksız hale getirilir. Böylece resmi homojen toplumun üyeliği kaçınılmaz kılınır.
Avrupa’da II. Dünya Savaşı’nda yaşanan faşizm denemesi, moderniteyi homojen toplum projesini gözden geçirmeye zorlamıştır. AB projesi ile alternatif olarak kültürel çoğulculuğa dönüş yapılmıştır. Postmodernite özünde kültürel çoğulculuğu temel değer olarak paylaşmakla birlikte, kapitalist moderniteye alternatif olmaktan uzaktır. Resmi kültürel kimliğin dışında yaşayan tüm kültürler son tahlilde marjinalleştirilerek, ya kendiliğinden ya dolaylı baskı ve kapitalist sömürü yöntemiyle ya da ulus devletin resmi homojen toplum yaratma politikalarıyla tasfiye edilme ve soykırımla tükenme gerçeğiyle karşı karşıya bulunmaktadır. Buna karşı durmanın en doğru yolu, kültürel varlığını korumak ve özgür kılmak için açık uçlu bir kültürel kimlik anlayışını benimsemek, bunu diğer kültürlerle sentezleyerek daha üst bir aşamada ortak yaşam projeleri geliştirmektir. Demokratik ulus, anayasal vatandaşlık, demokratik cumhuriyet, çoğulcu bir vatan ve kültür anlayışı bu tür projelerin belli başlı olanlarıdır. Demokratik siyaset, sivil toplum örgütlenmeleri ve demokratik özerklik yöntemleri bu projelerin temel uygulanma araçlarıdır. Hem geleneksel kültürlerin korunup özgürleştirilmesi, hem de çağdaş kültürlerle bir sentez halinde yaşamaları için, demokratik modernite çözümü hayati ihtiyaçtır.
B- Kapitalizm çağında Kürt gerçekliği
Çocukluk çağında Türk ilkokul sistemiyle karşılaştığımda, hayal meyal seçilebilen Kürtlük gerçeği beynimde ve ruhumda soru işaretlerine yol açmıştı. Türklüğü doğal olarak benimseyemiyordum. Alçaltıcı bir etkiyi ruhumun derinliklerinde hissetmeye başlamıştım. İlk aklıma gelen, Türklükle ilişkili ailesel bağlar aramak oldu. Ana tarafından Türklükle uzaktan yaşanan akrabalık bağı fazla çözüm gücü olamıyordu. Ne de olsa ataerkil bir Kürtlük kendini açıkça hissettiriyordu. Bu gerçeklikten kaçamazdım. Ama ilkokulla birlikte ilk yarayı da bu gerçeklik bağlamında almıştım. Benim için çok sorunlu bir gerçeklik olarak Kürtlükle ilk temasın bilinci böyle oluştu. Akranlarımın benzer duyarlılıkları pek gelişmiyordu. İlkokulun bulunduğu eski Ermeni köyünde cumhuriyet Türklüğünü benimseyen çocuklarla farkı kapatmanın yolu öğretmenlerin gözüne girmemden geçiyordu. Öyle anlaşılıyor ki, ilkokuldan itibaren hep birincilik peşinde koşmam, Kürt gerçekliğinden kaynaklanabilecek olumsuzluklara karşı bir savunma yöntemiydi. Özgünlüğümü böyle kanıtlamak istiyordum. Bunda başarılıydım. Üniversitenin son sınıfına kadar bu yönlü başarı öykümü hep tekrarladım. Bu yöntemle kendi ciddiyetimi, ‘adam olabileceğimi’ dosta düşmana kanıtlamıştım. Artık önemli işlere el atabilirdim.
Aslında daha geleneksel olan din bilincini de dua ezberleme babında kazanmıştım. Otuz üç surecik ezberlemiştim. Köy imamının minber altlığına yerleşip yanı başında namaza duracak tırmanışı göstermiştim. İmamdan aldığım yanıt şöyleydi: “Abdullah, bu hızla gidersen uçabilirsin!” Bu da benim için diğer bir kapı aralama, etkinlik sağlama yöntemiydi. Böylece geleneksel toplum içinde de gözde olma konumunu edinmiştim. Bu iki yöntemi yeterli bulmuştum. Diğer konularda pek hevesim gelişmedi. Zaman zaman amelelik yaptığımda da örnek olabiliyordum. Diğer konularda ise hep geride duruyordum. Tabii dağ yürüyüşleri, yılan öldürmeler, kuş avcılığı da öncülük ettiğim uğraşlardandı.
1969’da ilkin sosyalizme, 1970’te de Kürtlüğe adım atma cesaretini gösterdim. İkisini birlikte yürütmek esastı. Kendi içinde büyük sorun yaşayan bu gerçeklikleri ele alış tarzım, başlangıçta inanç ve dogma yönü ağır basan özellikler taşımaktan öteye gidemezdi. Dönem slogan devrimciliği denen bir dönemdi. Birkaç temel sloganla yol almaya çalışıyordum. Tabii ustalara hep dikkat ederdim: ‘Kürt vardır,’ ‘Kürt sorunu vardır,’ ‘ulusların kendi kaderlerini tayini bir haktır,’ ‘devlet kurma hakkı da vardır,’ ‘milli mesele en doğru yoldan sosyalizmle çözülür,’ ‘ulusal kurtuluş savaşı göze alınabilir,’ ‘ortak parti olmazsa milli bir parti de olabilir’ sloganları kutsallaştırdığım başlıca sloganlardı.
Pratikte de zaten çocukluktan beri bir arkadaş avcısıydım. Küçük çocuk birlikleri oluşturmak temel sorunumdu. Bunun için her şeyi kullanıyordum. İlkokula gidişlerimde kendi namaz cemaatimi bile oluşturup imamete başlamıştım. Yılan öldürme seansları, kuş avlama seferleri, çiğdem toplama kampanyaları hep gündemdeydi. Hep bir bahane bulup çocukluk arkadaşlarımın peşine düşecektim. Aileler bu konuda oldukça uyanmıştı. Çocuklarını benden koruma çarelerine başvuruyorlardı. Ne de olsa ben bir ‘dinê çolê’ (dağın delisi) idim. Bu yönlü arayışların da gösterdiği gibi, geleneksel ve modern toplum çehrelerini tatmin edici bulmuyordum. Ruhumda ve zihnimde derin boşluklar oluşmuştu. Hiç de kolay tatmin olacağa benzemiyordum. Köyün yaşlı bilgesi bir keresinde biraz da uyarırcasına şöyle demişti: “Cıva gibi hiç yerinde duramıyorsun!” Gerçekten de o yoldaydım. Dur, durak kavramları benim için oluşmamıştı. Bu hızla üniversite son sınıfına eriştiğimde artık olgunluk sınavını geçmiş, kutsal işlere ciddi adımlar atabilecek duruma gelmiştim.
1970’lerin başlarından itibaren Kürtlerin ulusal ve toplumsal işlerine el attığımda oldukça çelişkiliydim. Adeta çok genç ve çok yaşlı bir kişiliği iç içe yaşıyordum. Geleneksellikten kopmuş, ama moderniteyi de benimseyememiştim. İkisi de sırıtan yapay bir elbise gibi sırtımda duruyordu. Her ikisini de sırf dostlar alışverişte görsün diye sırtımda taşıyordum. Aslında bu yönüyle devrimcilik yapmaktan uzaktım. Daha doğrusu iki arada bir derede, ama her an boğuntuya getirebilecek coşkun selli bir derede kalmıştım. Kalmışlıktan çok, boğulmamak için koşturup duruyordum. Önümde duran ve kendilerini kurtuluş aracı olarak sunan iki mekanizma vardı: Kürt milliyetçiliği ve Türk solculuğu. İkisine de yanaştığım oldu. İkisinin de ilgi çekici yönleri vardı. Barzanici-Talabanici Kürtçülük ses veriyordu. Çömezleriyle ilişkileniyordum, ama tatmin edici olmaktan uzaktılar. Mahirci-Denizci-İbrahimci sol militanlık bana daha yakın mesafedeydi, ama onlara erişim sağlayabilecek konumdan uzaktım. Mahir sempatizanlığıyla yetinmiştim.
Bu haleti ruhiye içinde 1975 kışında kendimizce sözün resmi propagandacılığına giriştim. Teori ve propagandayı birlikte geliştiriyordum. Ne de olsa Mahir Çayan ve arkadaşlarının 30 Mart 1972’de Kızıldere’de katledilmelerinden sonra yaptığımız boykot ve sonrasında geçirdiğim yedi aylık Mamak Hapishanesi pratiğinin (Nisan-Ekim 1972) ardından, 1973 Newrozu’nda Çubuk barajı eteklerinde yaptığımız toplantıyla grup pratiğine girişme cesareti ve sorumluluğunu göstermiştim. Benim için Kürt gerçekliği artık grup pratiğinden çıkacak sonuçlarla bağlantılı olacaktı. Sonradan sıkça düşündüm: Kürt gerçekliğine doğru varmak için acaba grup dışında daha iyi bir araç var mıydı? Halen bu yöntemin gerçeğe varmak için en doğrusu olduğuna inanmaktayım. İnanmaktan da öte, benim yaratıcı veya devrimci (muhafazakar ve karşıdevrimci için de) bir kişi olmam, onun vazgeçilmez aracı olan kolektif bir grup olmaktan geçerdi. Halen grubu, örgütü olmayan bireyin toplumsal insan olacağına inanmam. Elbette aracın içeriği ve formu sonuç alınmasında temel belirleyendir. Ben grubu, grup beni geliştirmek durumundaydı. Kendisini 1978 yılı Kasımı’nda PKK olarak ilan edinceye kadar, grubun bir nevi hakikati araştırma ve yayma niteliğini aştığı pek söylenemezdi. Politikanın acemisi bile sayılamazdı. Ama genel politika ve şiddet ortamından da etkileniyorduk.
12 Eylül 1980 darbesine kadar bu ortamın herhangi bir grubunun çok ilerisinde değildik. Ortadoğu’ya açılım stratejik bir yönelimdi. Gerçeklik ufkumuzu daha da açacaktı. Silahlı mücadeleye sistematik dönüş, gerçekliğimizin daha gelişkin bir bilincine erişmeye zorlamıştı. Zor ile Kürdistan ilişkisi araştırılmaya çalışılmıştı. 15 Ağustos Hamlesi görünüşte askeri, özünde politik gerçeklik yanı ağır basan bir süreci başlatmıştı. Politikayla şiddet arasındaki ilişki gittikçe açığa çıkıyordu. Toplumsal kişilik, bireyin yaratıcılığı, örgütlenmenin gücü, ulusal toplumsallık, kadın özgürlüğü kendini daha açıklayıcı kılıyordu.
Evrensel gerçeklikten kopuş asıl olarak 19. yüzyıl başlarında başlamıştır
İkinci Büyük Hicret (Birincisi Hz. İbrahim’in izinde Ortadoğu’ya yapılanıydı; hatta buna köy isyanıyla bağlantılı kente hicreti de eklemek gerekir) uluslararası gerçekliğin daha yakından tanınmasına katkıda bulundu. 1999 başlarında başlayan İmralı’daki tutsaklık süreci, gerçekliği daha da derinliğine ve bütünlüğüne kavramaya zorladı. İmralı sürecindeki hakikat oranı daha önceki süreçlerin ilerisindeydi. Soyuttan somuta, dogmatizmden realizme, duyarsızlıktan duyarlılığa, ulus devletçilikten demokratizme, ekonomizmden kapitalist moderniteye (sermayecilik, endüstriyalizm ve ulus devletçilik), kapitalist moderniteden demokratik modernizme, idealist tarihçilikten bilimsel felsefi tarihçiliğe doğru önemli gelişmeler sağlandı. Hakikat kişiliği, islami tasavvufta da oldukça işlenmiş ve mertebelenmiştir. Ulusların, toplumların kaderi hakkında söz ve eylemde bulunmak hakikat aşamalarıyla yakından bağlantılı olup, pratik sonuçlar bağlamındaki hakikat oranıyla belirlenir.
Kapitalist moderniteyle temasın başlangıcında Kürt ve Kürdistan gerçekliği herhangi bir komşu gerçekliğin ne çok ilerisinde ne de gerisindedir. Hatta evrensel çapta benzer örneklerle kıyaslandığında, aralarında ciddi bir uçurumun olmadığı görülür. Belki de eksikliği yoktur, fazlalığı vardır. Evrensel gerçeklikten kopuş asıl olarak 19. yüzyıl başlarında başlamıştır. Evrensel tarih açısından 19. yüzyıl ulusal tarih bilincinin öne çıktığı dönemdir. Toplumların din temelli bölünmeleri ulus temelli bölünmelere dönüşmüştür. Avrupa’da ortak hıristiyan katolik ümmetinden çok sayıda laik ulus ayrışmış, ulusal toplum kategorileri doğmuştur. Ulusal toplumlar kapitalizmin gelişmesiyle ulus devletçi, endüstriyalist formlara bürünmüşlerdir. Geleneksel toplumun kapitalizm, endüstriyalizm ve devlet ulusçuluğu üçlüsü temelinde yutulması, ‘demirden kafes’e konulması söz konusudur. Buna karşıt nitelikte sosyalist ve demokratik toplumculuk kavramları ve sınırlı deneyimleri geliştirilmiştir. Avrupa’nın 19. yüzyılda yaşadığı bu deneyimler 20. yüzyılda bütün dünyaya yayılmıştır. Kapitalizmin küreselleşmesiyle birlikte endüstriyalizm de küreselleşmiş ve dünya iki yüzü aşkın ulus devlete bölünmüştür. Dünya çapında toplumsal gerçeklik giderek rijit, katı sınırlar dahilinde homojen ulus devlet toplumuyla özdeş sayılmıştır. Toplumsal hakikat açısından çok çarpık ve yanılsamalı bir süreç kapitalist modernitenin gelişimiyle daha da derinleşmiştir. Uygarlık sisteminin geliştirdiği metafizik bakış açıları kapitalizmin pozitivist biçimlerine dönüşerek, toplumsal gerçeklikle ilgili algılama, kavram ve kuramlara damgasını vurmuştur.
Toplumsal, insani bilim adıyla pazarlanan bu kavram ve kuramlar topluluğu günümüze (1970’ler sonrası) doğru her ne kadar derin bir krize girseler de, yine de temel toplumsal bilinç kalıplarını oluşturmaktadır. Bin bir dala bölünen toplumsal gerçeklik kavramı artık kapitalizmin, endüstriyalizmin ve ulus devletçiliğin hakikat düşmanı politikalarını maskeleme aracına dönüşmüştür. Buna rağmen modernitenin bu üçlü sacayağının kendi içinde bir bütünlüğü, dolayısıyla gerçekliği vardır. Modernitenin gerçekliği tarihsel toplumun inkarı pahasına gerçekleşmektedir. Gerçeklik uygarlık toplumlarının kapitalist olanında daha derinleşmiş olarak yarılmış, yaralanmış ve parçalanmış haldedir. Azami kar etrafında inşa edilen toplumsal gerçeklik, çıkarları bundan zarar gören toplumsal gerçekliğin asimile edilmesi ve soykırıma tabi tutulması pahasına yapılandırılır. Örneğin kapitalist toplum ancak geleneksel toplumun ve emekçiler toplumunun kendi kölece eki ve uzantısı haline dönüştürülmesiyle gerçekleştirilir. Ek ve uzantı durumuna gelen toplumsal unsurlar ancak nesne olarak var olabilirler. Kendi başlarına pek bir hakikatleri yoktur. Dolayısıyla çok zayıf bir gerçekliği temsil ederler. Endüstriyel toplum ancak tarımcı ve zanaatkar toplumun sömürgeleştirilmesi ve ücretli kölelere dönüştürülmesi temelinde var olur. Ulus devletçi toplum devlet dışı toplumun, demokratik sivil toplumun eritilmesi, karıncalaştırılması pahasına gerçekleştirilir. Bu örneklerde tarihsel toplum gerçeklik olmaktan çıkarılırken, yerine ikame edilen toplum ise toplum olmaktan çok, azami kar olgusunu gerçekleştiren mekanik araçlar haline getirilmiştir. Toplumsal gerçekliğin çöküşü bu olguda yatmaktadır. Burada dev endüstri tekelleri, finansal kurumlar ve ulus devlet kurumları mekanik araçlar konumundadır. Kendi başlarına toplumsal gerçeklikleri yoktur. Toplumu ve doğasını yiyip tüketen endüstriyel ve mali canavarlar, militarist ve asimilasyonist ölüm araçları konumundadır. Kürt gerçekliğini modernitenin bu tanımı ışığında yorumlamak doğruya daha yakın ve hayli öğretici olacaktır.
SÜRECEK…