6- Ortadoğu kültürü ve kapitalist modernite hegemonyası Ortadoğu kültürünün kapitalist hegemonyanın etkisine girmesi, toplumsal gerçeklikler üzerinde felaket boyutunda sonuçlara yol açtı. Kapitalist hegemonyanın inşa mantığında Ortadoğu kültürüne karşıtlık en önemli yeri tutar. Son büyük Ortadoğu kültürü olan islamiyetin hem İspanya ve Sicilya üzerinden batıdan, hem de Anadolu üzerinden doğudan Avrupa üzerinde büyük tehdit oluşturduğunu (8. yüzyıldan 16. yüzyıla kadar) daha önceki kısımlarda işlemiştik.
Kapitalist hegemonya bu tehdide karşı geliştirildi. Geleneksel Doğu-Batı çelişkisi de eklendiğinde, yeni Batı hegemonyasının niteliği daha iyi anlaşılacaktır. Ortadoğu kültürü etkisizleştirilmeden, Batı kapitalist hegemonyası ne gelişebilir ne de kalıcılaşabilirdi. Napolyon’un 19. yüzyıl başlarındaki Mısır ve Moskova seferleri hegemonik hamlenin ilk ciddi denemeleriydi. Napolyon’un yenilgisiyle hegemonik önderliği ele geçiren İngiliz İmparatorluğu, Ortadoğu kültürü üzerinde hem hegemonyasını geliştirdi, hem de giderek kalıcı kıldı. Bu hamle İskender zamanından beri, Roma ve Bizans dönemlerindekiler de dahil, Batı uygarlık sisteminin genelde Doğu ve özelde Ortadoğu üzerinde gerçekleştirdiği en büyük fetihtir. Kapitalizmin kendisi bu fethin mümkün kılınması için hegemonikleştirilmiştir. Tarihi doğru okumadan, Ortadoğu’nun son iki yüzyılında yaşananları çözemeyiz. Gerçekleşen, Osmanlıların, İranlıların, Cengiz Han’ın, kısacası herhangi bir uygarlığın fethi değildir. Arkasında ideolojik, ekonomik, siyasi ve askeri olarak yeniden kurumlaşmış merkezi uygarlık sistemi vardır. Bin yıllık çabanın (1096’daki ilk Haçlı seferinden 2003’teki son Irak seferine kadar) sonucunda merkezi uygarlık sisteminin Batı Avrupa’da kapitalist tarzda inşası temelinde ele geçirilmesi ve hegemonyasının kurulması (16. yüzyıldan itibaren) söz konusudur.
Ortadoğu kültürü son iki yüzyılda nasıl fethedildiğini halen kavramış olmaktan uzaktır. Bunu en açık biçimiyle Saddam Hüseyin’in trajedisinden çıkarsayabiliriz. Gerek yeniden islamcılık gerekse laik milliyetçilik adına son iki yüzyılda verilen sözde bağımsızlık savaşları özünde kapitalist hegemonyayı geliştirme savaşlarıydı. Bu yöntemler (islamcılık, milliyetçilik) oryantalist ideolojinin birer versiyonu olarak geliştirildi ve kapitalizm adına kendi kendilerini işgal etmeleri temelinde kullanıldı. Hegemonik sistem, birkaç öncü savaş dışında, aslında sisteminin hegemonik yayılışını bu ideolojik ve politik (iktidar) aygıtlarla bizzat Ortadoğu kültürünün elit tabakaları eliyle gerçekleştirdi, geliştirdi. Bu husus çok önemlidir. Gereği gibi anlaşılmadan, Ortadoğu’nun bugünkü halini çözümlemek ve çözmek mümkün değildir. Daha doğrusu, bölge hegemonik sistemin projeleri (BOP) yoluyla kaos halinde tutularak, sistemin öz çıkarları temelinde çözümlenip yeniden yapılandırılmaya çalışılacaktır.
Ortadoğu’da ulus devletlerin kuruluşu
Kürt gerçekliğindeki son iki yüz yıllık gelişmeleri ancak bu global ve bölgesel değişimler temelinde çözümleyebiliriz. Kürdistan 19. yüzyılın başlarında güneyden Irak üzerinden İngiltere İmparatorluğu, Kuzey’den Rus Çarlığı tarafından giderek sıkıştırılmaya çalışıldı. Kendisi de bu iki gücün sıkıştırması altında olan Osmanlı İmparatorluğu, ayakta kalmak için ölüm kalım savaşı veriyordu. III. Selim ve II. Mahmut’un ıslahat çabaları çöküşü geciktirmeye yönelikti. Hanedanlığın Mısır Valisi M. Ali Paşa tarafından el değiştirme çabaları ancak İngiltere ve Rusya İmparatorluğu’na verilen tavizlerle durdurulabildi. Milliyetler savaşı imparatorluğu dağıtırken, bunu önlemek için geliştirilen çare ıslahat reform yoluyla Batı sistemiyle bütünleşme oldu. Sened-i İttifak, yeniçeriliğin lağvı, yeni ordunun kuruluşu, Tanzimat ve Islahat Fermanı, I. ve II. Meşrutiyet’in ilanı bu amaçlaydı. Reformların sonucu kapitalist hegemonik sistemle tamamen bütünleşme oldu. Bunun sonucu olarak Ortadoğu kültürü hem maddi hem de manevi yönleriyle sonuna kadar sistemin fetih ve asimilasyonuna açıldı. Bu amaçla oluşturulan Osmanlıcılık akımı ve bürokratik yenilenme, özünde halk üzerindeki geleneksel iktidar aygıtlarının çözülüşünü durdurmaya ve kapitalist hegemonyanın geliştirilmesine yönelikti. Bu işi esas olarak İngiltere yönetiyordu. Fransa, Almanya ve Rusya’nın etkileri de sürekli artacaktı.
19. yüzyıldaki isyanları ve bağımsızlık hareketlerini çözümlerken, İmparatorluğun hasta halini ve fiili yöneticinin kapitalist hegemonik güçler olduğunu iyi kavramak gerekir. Görünüşte İmparatorluğu Osmanlı padişahı ve bürokrasisi yönetiyordu, fakat bu yönetiş taşeron olmanın ötesinde bir anlama sahip değildi. Son iki yüzyılda sadece Osmanlı İmparatorluğu değil, İran İmparatorluğu üzerinde de asıl oyuncular sistemin hegemonik güçleri olup, diğerleri figüran konumundaydı. Direkt işgal, fetih ve sömürgecilik hem çok pahalıydı hem de amaçları açısından gerekli değildi. Hegemonik amaçlar figüranlar eliyle en az masrafla ve daha kalıcı olarak gerçekleştiriliyordu. Tüm halklar (hakim etnisite olan Türkler de buna dahildir) bu yeni hegemonik sisteme karşı ayaklanma haline geçtiler. Genel bir tepki ve direniş söz konusuydu. Sistem bunu bastırmak ve kopuşu önlemek için çeşitli yöntemler geliştirdi. Oryantalizm, misyonerlik, ıslahatçılık başlıca yöntemlerdi. Bu yöntemlere meşrutiyetçilik ve milliyetçilik de eklendi. Devlet ulusçuluğu, bütün bu yöntemlerin sonucu olarak, bölgede küçük ulus devletler inşa edip sisteme yeniden eklemledi. Ekim Devrimi temelinde gelişen anti sistemik hareketlerin, önemli başarılar kazanmakla birlikte, kapitalist moderniteyi aşamamaları ve yeni bir moderniteyi geliştiremeyişleri kendilerini derin bir krize taşıdı. Bir kesim sisteme eklemlenirken, geriye kalanlar etkisiz muhalifler konumuna düştüler.
Kürt gerçekliği taslak halinde belirlemeye çalıştığımız bu gelişmelerden şiddetle etkilendi. Osmanlı İmparatorluğu Kürtlerle kurduğu geleneksel ittifakı bozup tam egemenlik peşinde koşarken, Ruslar kuzeyden Ermeni üst tabakasını kullanarak etkili olmaya çalıştılar. İngiltere güneyden Süryanileri kullanıp hem kurulması olası Irak’ta, hem de Kürdistan üzerinde denetimini geliştirmeye çalıştı. Erken kapitalistleşen Ermeni ve Süryani burjuvazisinin desteği de bunda önemli rol oynadı. Üç önemli güç Kürdistan’ı yeniden paylaşıma tabi tutuyordu. Kürtlerin iç dinamikleri tüm bu gelişmeler karşısında boş durmadı. Üst tabaka geleneksel otoritelerinin elden gittiğini görünce yer yer isyanlar geliştirdi. Kürdistan tüm 19. yüzyıla yayılacak bir isyan alanına dönüştü. En güneyde Soran bölgesinde 1806’da Baban Aşireti önderliğinde başlayan isyan süreci, orta kesimde Botan’da 1842’deki Bedirxan Bey İsyanı’yla doruk noktasına ulaştı. Bedirxan Bey’in yenilgisiyle klasik beylik dönemi sona eriyordu.
Az bağımlılık çok bağımsızlık bir palavradır
Beylerin yerine ikame edilen şeyhlik kurumu yeni toplumsal önder güç olarak ortaya çıktı. 1878’de Şeyh Ubeydullah’ın hem Osmanlı hem de İran İmparatorluğu’na karşı yürüttüğü isyan ancak İngiltere’nin her iki imparatorluğa desteğiyle bastırılabildi. 1925’te Şeyh Sait’le başlayan, 1930’da Ağrı’da ve 1937-38’de Seyit Rıza önderliğinde Dersim’de son kez denenen isyanlar yenilgiyle sonuçlandı. 1920’lerde Güney Kürdistan’da Mahmut Berzenci ve Doğu Kürdistan’da Simko Şikaki önderliğindeki isyanlar da benzer karakterli olup yenilgiden kurtulamadılar. Bu yenilgilerde yine İngiltere belirleyici rol oynadı. 1946’da Doğu Kürdistan’daki Mahabad Cumhuriyeti deneyimi ve 1960-75 yılları arasında gelişen Mustafa Barzani önderliğindeki otonomi hareketi ilk dönemini yenilgiyle kapattı. 1975’lerden günümüze kadar yeni bir dönem açıldı. Klasik beyler, ağalar ve şeyhlerin önderliğindeki isyanların yenilgisi ardından başlayan yeni süreçte, aydın ve halk ağırlıklı demokratik ulusal hareketler etkinliğini gösterdi.
Kürt gerçekliğinde son iki yüzyılın önceki tarihi dönemlerden ayrılan ve benzeyen özelliklerini daha yakından görmek öğretici olacaktır. Görkemli neolitik çağda Proto Kürtler evrensel tarihin motor gücüydüler. İlkçağda merkezi uygarlık sisteminin doğuşunda ve beslenmesinde beşik ve ana rolündeydiler. Ortaçağda merkezi uygarlık sisteminin, islamiyetin güçlü ve öncü kavimlerinden biriydiler. Yeniçağda, kapitalist modernitenin hegemonik çağında Ortadoğu’nun bu görkemli, cesur ve emekçi gerçekliği neredeyse tarihten silinmekle yüz yüze geldi. Kürt gerçekliği üzerine sanki değil, gerçek bir kabus çöktü. Peş peşe soykırımlar için kullanılan bir deyim olan ‘büyük felaketler’e uğradı. Her ne kadar varlığını koruyorsa da, bu varlık özgür olmayıp cehennemin sırat köprüsünden geçmektedir.
Savunmamın ilk dört cildinde genelde uygarlık, özelde kapitalist modernite üzerinde yoğunlaşmamın nedeni, peş peşe yaşanan bu büyük felaketlerin sosyolojik çözümlemesini yapabilmekti; son iki yüzyılın Kürt gerçeği üzerindeki kabusu kaldırmak, karabulutları dağıtmaktı. Bu büyük felaketler çağında, uygarlık tarihi boyunca Kürtlerle iç içe yaşayan ve bölgenin en gelişkin kültürlerine imzalarını atan iki kadim halk ve kültürü soykırım kurbanı oldu ve tasfiye edildi. Anadolu’nun üç bin yıllık Helen kültürü tümüyle tasfiye oldu. Kürtlerin kendileri soykırımın örtülü ve kültürel temelde yürütülen özel savaşı tarafından imha edilmekle yüz yüzeler. Hakim ulus devletler halinde tutulan güçler Arap, Fars ve Türk halklarını Beyaz-Kara-Yeşil faşizmlerinin içinde adeta erittiler. Özellikle Özgürlük Sosyolojisi adlı savunma çalışmamda kapitalist modernitenin bu sürecin asıl sorumlusu olduğunu göstermeye çalıştım. Bu çalışmalara ilave edilecek hem çok hem de az şey vardır. Durumlara ve bakış açılarına göre bazı yönlerden tamamlamaya çalışalım.
a- Son iki yüz yılın belirleyici hegemonik gücü İngiltere ulus devleti ve imparatorluğudur. Bu imparatorluk son üç yüz yılda Avrupa’nın büyük güçlerini Kara Avrupası’nda çatıştırıp etkisizleştirirken, dışta onların etkilerini kırıp sömürgelerine ve ticaret yollarına hakim oldu. Kalanları kontrolü altına aldı. Amerika, Doğu ve Güneydoğu Asya’yı aynı yöntemle kendisine bağladı. ‘Üzerinde Güneş Batmayan İmparatorluk’ oldu. Ortadoğu kültürünü de son iki yüz yılda benzer yöntemlerle parçalayıp küçük ulus devletlere bölerek, ekonomik ve ideolojik olarak tekeline aldı. Son iki yüz yılda İran ve Osmanlı İmparatorluğu sözde yaşamaya devam ettiler. Araplar, İranlılar ve Türkler daha sonra çok sayıda sözde bağımsız ulus devlete bölünerek bağımsızlıklarını sürdürdüler. Derinliğine çözümlendiğinde, aslında tek hegemonik sistemin dünya geneline yayılmış sistematik egemenliğinin bir bölümünün de Ortadoğu’da geçerli kılındığı rahatlıkla görülebilir. Merkezi uygarlık teorisini işlerken bu gerçekliği açığa vurmayı amaçlamıştım. Ancak kafaları paramparça edilmiş kimsecikler, tarihi durağan ve ilişkisiz duran parçalar biçiminde düşünebilir. Gerçek bunun tersidir. Evrensel tarih gerçektir ve günümüze kadar bir zincirin halkaları gibi birbirine bağlıdır veya ana nehir gibi kesintisiz akıp gelir. Merkezi uygarlık sisteminin hegemonik gücü olarak, eskisi kadar etkili olmasa da, İngiltere sistemin inşa gücü ve sürdürücüsü olmaya devam etmektedir.
Ortadoğu’daki ulus devletleri bu sistemin birer valiliği olarak değerlendirmek bizi toplumsal hakikatlere daha çok yaklaştıracaktır. Valiliklerin bağımsız cumhuriyet veya krallık olmaları özlerini değiştirmeyecektir. Az bağımlılık, çok bağımsızlık bir palavradır. Bu gerçeği kavramayanlar yetmiş yıl sonra Sovyet Rusya’da yaşanan çözülmeyi, Türkiye Cumhuriyeti’ndeki beyaz faşist yönetimi, Arap ulus devletlerindeki kara faşizmi, İran, Pakistan ve Afganistan’daki yeşil faşizmi anlayamaz. Dünyanın her tarafındaki sözde tam bağımsız devletlerin ani çöküşlerini, renk değişikliğini, Çin gibi muazzam bir gücün nasıl kapitalizmi yaşatan temel bir güç haline geldiğini de çözemez.
Ortadoğu’da ulus devletler devrimlerle kurulmadılar; hegemonik sistem tarafından kurduruldular. Bu devletlerin temel amacı, halklarını bu sistem adına en katı bir biçimde sömürgeleştirmektir. Bu anlamıyla da başarılı olmuşlardır. Dünya genelinde de aynı süreç işlemektedir. Ortadoğu’da derinleşen ve ancak vahşetle sürdürülebilen kaotik durumun temelinde bu sömürgesel rejimler yatmaktadır. Son neoliberal finans kapital çağında olup bitenler bölge halklarını toptan işsizliğe mahkum eder, kaynakları tüketir ve çevreyi bitirirken, gerçekliği daha iyi kavrayabilmekteyiz. Son tahlilde sistemin paradan para kazanan yüzde onluk kesiminin tüm toplumsal, ekonomik ve kültürel yaşam üzerinde kurduğu egemenlik ve bu egemenliğini gizlemek için milliyetçi ve dinci fanatizmi sürekli gündemde tutması, ne ülkelerin kalkındığını ne de uluslarının bağımsızlığını kanıtlar. Halklar tarihlerinin en felaketli dönemini yaşarken, toplumsal kültürün son kalıntıları ulus devletin çarklarında eritilmektedir. Sözde bireysel haklar ve özgürlükler çağında, birey onurunun son kırıntılarına da elveda demekteyiz. Soykırım kavramını çözümlerken, daha genel ve sistemik özü yakalayarak bunu başarabiliriz. Yahudi soykırımı için ‘biricik’ sözcüğü özenle korunur. Gerçek bunun tersidir. Kapitalist modernite sisteminde ‘biricik’ soykırımlar yoktur. Her toplumda, halkta ve de ulus devlette az veya çok soykırımlar vardır. Kiminde fiziki uygulamalarla yürütülür, çoğunlukla örtülü ve kültürel olarak gerçekleştirilir. Tarihsiz, ekonomisiz, yönetimsiz ve zihniyetsiz bırakılmak, en az fiziki ve kültürel soykırımlar kadar etkili ve acımasızdır.
Homojen toplum soykırımdan geçirilmiş toplumdur
Kapitalist sömürü biçiminin, azami kar kanununun işleyebilmesi için endüstriyalizm ve finans kapitalin tekelleşmesi gerekir. Tekelleşme ise, milliyetçi ideolojinin hegemonyası altında, kılcal damarlarına kadar iktidar aygıtlarının kontrolü ve gözetimine alınan homojen toplum amaçlı ulus devlet egemenliğini gerektirir. Ekonomi üzerinde endüstriyel tekelcilik ve finans kapital tekelciliği ulus devlet tekelciliğiyle birbirine destek temelinde iç içe inşa edilir. İdeolojik alanda milliyetçi tekelciliğin inşasıyla süreç tamamlanır. Sonuçta amaçlanan homojen toplum gerçekleştirilmiş olur. Bu ise faşizmin zaferi anlamına gelir. Faşizmi Hitler ve Mussolini’nin uygulamalarına indirgemek, bunları sanki faşizmin biricik olgularıymış gibi değerlendirmek liberal ideolojinin en önemli saptırmalarından birisidir.
Homojen toplum soykırımdan geçirilmiş toplumdur. Homojenleştirme ile toplum gerçek tarihinden kopartılır, fiktif (kurgusal, en içeriksiz din) bir ideolojik kurgulamayla tüm farklı kültürler yok edilir. Böylece ekonomi üzerinde azami kar kanunu geçerli kılınırken, iktidar üzerinde de ulus devlet tekelciliği gerçekleştirilmiş olur. II. Dünya Savaşı’yla gerçekleştirilen, Alman, Japon ve İtalyan hegemonyacılığına karşı İngiltere, ABD ve Rusya hegemonyacılığıdır; iki tekelci hegemonik bloktan birinin diğerini yenmesidir. Yoksa liberalizmin idea ettiği gibi faşizme karşı demokrasinin zaferi değildir. Alman bloğu yenilmiş, ama faşizm bir iktidar biçimi olarak dünya çapında egemenlik çağına girmiştir. Kapitalist modernitenin yükseliş ve hegemonik çağı, geç dönem finans kapital çağı (1970’ler sonrasında ekonomi üzerindeki hegemonya) ve bu da homojenleştirilmiş (soykırımdan geçirilmiş) toplum üzerinde ulus devlet çağıyla tamamlanır. Şüphesiz bu süreç düz bir çizgide ilerlememiştir. AB’nin ortaya çıkışı (1960’lar sonrası,) Sovyetler Birliği’nin çözülüşü (1990’lar sonrası,) genelde kapitalist modernitenin ve özelde faşist ulus devletçiliğin çözülüşü bağlamında değerlendirilebilir. Postmodernite denen çağ, aslında faşistleşmiş geç kapitalist modernitenin çözülüşü ve kaosa düşmesi demektir. Kendini yenilemiş kapitalist modernite kadar, demokratik modernitenin de kaostan büyük güç kazanmış olarak çıkması mümkündür. Burada süreci belirleyecek olan, tarafların ideolojik, politik, ahlaki ve sanatsal alandaki anlam ve eylem gücüdür. Sonuçta iki hakikat gücü karşı karşıya gelip mücadele edecek, duruma göre ya kaos derinleşerek sürecek ya da taraflardan biri galebe çalacak, ama mücadele bu biçimlerle uzun yıllar ve belki de yüzyıllarca devam edecektir.
b- Bu bağlamda ve konumuz itibariyle Anadolu ve Mezopotamya coğrafyasında nelerin gerçekleştiği sorusuna verilecek yanıt büyük önem taşır. Kadim merkezi uygarlık sisteminin oluştuğu ve binlerce yıl varoluşunu sürdürdüğü alanlar olması nedeniyle Anadolu ve Mezopotamya coğrafyası kapitalist modernitenin hegemonik gücü İngiltere İmparatorluğu açısından (ona rakip olarak yükselen Almanya ve Rusya açısından da) stratejikti. Ortadoğu, Kafkasya, Orta Asya ve Hindistan’ın kontrolü açısından mutlaka denetim altında bulundurulmayı gerektiriyordu. Bu coğrafya tarihsel olduğu kadar güncel olarak da önemini bu gerçeklikten almaktadır.
Elitlerin kapitalist moderniteyi taklit etmeleri kaçınılmazdı
Jöntürkler ve İttihat ve Terakki Cemiyeti denen oluşumlar (1840’taki Tanzimat’tan günümüze kadar etkili olan modern milliyetçi ideolojiler ve iktidar yapılanmaları) ancak kapitalist modernitenin hegemonik hesaplarıyla olan bağları temelinde doğru çözümlenebilir. İzah edildiği gibi, can çekişen Osmanlı ve İran İmparatorlukları hegemonik denge hesapları nedeniyle yaşayan değil, yaşamalarına müsaade edilen fosil oluşumlar durumuna düşmüşlerdi. İmparatorluk bürokrasileri için iktidarda kalmanın tek yolu, bir veya birkaç hegemon güce dayanarak varlıklarını sürdürmekti. Dolayısıyla adı geçen bölgeler üzerinde İngiltere, Almanya, Rusya ve kısmen Fransa’ya bağlı yeni iktidar elitleri ayrışmaya başladı. Elitlerin kapitalist moderniteyi taklit etmeleri kaçınılmazdı. Bunların eski imparatorluk kültürleriyle yaşama şansları olmadığı gibi (kapitalist modernite kültürü onları çoktan fethetmişti), demokratik halk seçenekleri de söz konusu olamazdı. Varlıkları halk kültürünü gasp etme üzerinde inşa edilen bürokrasilerden ve onlara vücut veren üst tabakadan (istisnalar dışında) demokratik çıkış beklenemezdi. Bu kesimlerin yeni hegemonik güçlere eklenmekten başka şansları yoktu. Geriye bürokratik aydınlanmayla modernite taklidinin olduğu gibi aktarımı kalıyordu. Dünya genelinde (daha önceleri Fransa Devrimi sonrası Avrupa’da) olduğu gibi, Osmanlı bürokrasisi de bu yola girdi. Tanzimat Paşalarından sonra Genç Osmanlılar ve ardından 1890’lardan itibaren İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne dönüşmüş Jöntürk Hareketi bu yolda atılmış kritik adımlardı. İdeolojik olarak önce osmanlıcılıkla başlayan ve panislamizmle devam eden dönüşüm türkçülükle sonuçlanmıştı. Osmanlıcılıkla tüm imparatorluk bakiyelerinden bir ulus devlet yaratmak amaçlanmışken, hıristiyan uyrukların ayrılık eğiliminde olmaları karşısında, panislamizm temelinde müslüman halklardan (özellikle Arapları da kapsayan) bir oluşumla imparatorluk sürdürülmek istendi. Araplarda ayrılma eğiliminin güçlenmesiyle birlikte türkçülük eğilimi öne çıktı. Birinci Meşrutiyet deneyimi Genç Osmanlıların arzusu iken, II. Meşrutiyet’te islamcı ve türkçü ideolojiler daha baskın durumdaydı.
1913’ten günümüze kadar türkçülük zihniyeti, devlet ve devlet odaklı partilerin resmi ideolojisine dönüştü. Bu eğilimlerin hepsinde hegemonik güçlerin az veya çok etkisi vardır. Daha da önemlisi, ciddi bir masonik sızma vardır. Fransız Devrimi’nden beri masonlar tüm genç ulusçu laik hareketleri desteklemiştir; bir nevi burjuva sivil toplumculuğunun teolojik iktidar yanlılarıyla hesaplaşmasını ifade eder. Tanzimat’la başlayan süreçte her üç akımda da son derece etkili olmuşlar, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin oluşumunda ve iktidarında asıl yönetici elidi teşkil etmişlerdir. Bu akımlarda siyonizmin de etkisi olmuştur. 1896’da kendilerini resmen Yahudi burjuva milliyetçiliğinin temsilcileri olarak ilan eden siyonistler, Kudüs merkezli eski Yahudi-İsrail devletinin yeniden inşası peşindeydiler. Bunun yolu Osmanlı İmparatorluğu’nda etkili olmalarından geçmekteydi. Bunun için elverişli aygıt ise İttihat ve Terakki Cemiyeti’ydi. Cemiyet 1913 Ocak darbesiyle ideoloji olarak her ne kadar resmen Türkçülükte karar kıldıysa da, içerik olarak hayli karmaşık bir ideolojik ve politik yapılanmaydı. Buradaki Türklük sosyolojik bir olguya dayanmaktan ziyade, Türklerden daha çok her türlü milliyetin tortusal öğelerinden oluşan bir karmaşayı ifade ediyordu. Başta ordu olmak üzere, bürokratik kurumların kendilerine gelecek arama hesabının ağır bastığı bu süreçte, söz konusu oluşumun herhangi bir sınıfsal veya etnik temeli bulunmuyordu. Türkçülük başlangıçta bu yönüyle yapay ve tortusaldı. İktidarı ele geçirmesiyle birlikte kendine bir sosyal temel hazırlamak istedi. Bürokrasiden bir burjuva sınıf oluşturulmaya çalışıldı. Cumhuriyet iktidarları bu programı daha da geliştirerek günümüze kadar sürdürmeye çalıştılar. Süreç içinde merkeziyetçi ve ademi merkeziyetçi olarak bölünseler de, ideolojik ilkeleri hep aynı kaldı.
Çıkışta toplumsal ve sınıfsal temeli bulunmayan bu iktidarcı ve ideolojik elidin geliştireceği burjuvazi ancak devlet kapitalizmiyle oluşabilirdi. Devlet kapitalizmi kapitalizmin yaratıcılıktan yoksun en gerici biçimidir. Ya dıştan beslenerek gelişecek ya da içte toplum üzerinde amansız terörle artık değer elde ederek varlık bulacaktır. Dış destek ihtiyacı Yahudi sermayesinin sızmasına hep elverişli bir ortam yarattı. Kaldı ki, Selçuklulardan beri, özellikle 1550’lerden sonra kapitalist hegemonyanın yükselme çağında Yahudiler çok etkiliydiler. İspanya’dan atılmalarından sonra (1492) bir kolları Hollanda-Amsterdam, ikinci önemli kolları ise İzmir-Selanik-İstanbul merkezli olarak üslendi. Anadolu’da geleneksel olarak da Yahudi sermayesi hep var olageldi. Dıştan ve içten en örgütlü sermaye kesimi Yahudilerdi. Bu sermayenin Yahudilere yurt edinme hesabı önceleri Rusya, Polonya, Almanya, Hollanda ve Britanya adasında yoğunlaştı. Almanya, üzerinde en çok hesap yapılan ülkeydi. Burjuvazisinin oluşumunda Yahudilerin ideolojik, politik ve ekonomik rolleri yoğundu. En ideal Almanlığa öncülük ettiler. Kraldan daha kralcı bir yaklaşımla Alman milliyetçiliğini ve devlet eliyle kapitalizmini geliştirmede yaratıcı rol oynadılar. Rusya, Fransa ve İngiltere hegemonyacılığına karşı Alman hegemonyacılığını öne çıkardılar. Siyonizm daha çok Alman-Avusturya Yahudi burjuvazisinin eğilimiydi. İngiltere ve Rusya Yahudileri de faaldi. Fakat 1918’lere, Alman İmparatorluğu’nun yıkılışına kadar, Alman Yahudi burjuvazisi hep öndeydi.
Ortada bir Türk burjuvazisi yoktu
Osmanlı İmparatorluğu’nda II. Abdülhamit’le gelişen denge hesapları sonucunda Alman devlet sermayesine bağlılık öne çıktı. İttihat ve Terakki’de zaten güçlü olan Alman etkisi, özünde Yahudi sermayesinin etkisiydi. Buna masonların ve yerel Yahudi sermayesinin etkisi de eklenince, Yahudi milliyetçiliği İsrail siyonizminden önce Anadolu-Türkiye siyonizmini güçlü bir biçimde konumlandırdı. Meşrutiyet’in ilanı, 1 Ocak 1913 darbesi, 1919-22 ulusal kurtuluş süreci ve cumhuriyetin inşasında asıl rol sahibiydiler. İşte tam da bu nedenle türkçülük ideolojisi kendilerini maskelemelerinde ideal bir örtü rolünü oynadı, kullanıldı. Türkiye kapitalizminin oluşumunda genel geçer soyut tahliller açıklayıcı olmaktan çok, somut gelişmeyi olduğu gibi açıklamaktan uzaklaştırıcı ve körleştirici bir rol oynarlar, anlam saptırmasını gerçekleştirirler. Alman kapitalizminde Yahudi sermayesinin tüm ideolojik, kültürel ve iktidar aygıtlarındaki konumundan daha yoğun ve hükmedici bir etki gücü Türkiye kapitalizminde, özellikle onun dış politikasında, ordu yapılanmasında, ideolojik ve kültürel kurumlarında geçerlidir. Ortada bir Türk burjuvazisi yoktur. Gerçek Türklük olarak yoksul Türkmen ve reaya, köylü yığınları vardır. Türk burjuvazisi rolünde değme ‘yeşilçam filmleri’ne taş çıkartacak bir Yahudi sermayesi ve burjuvazisi vardır. Cumhuriyet burjuvazisinin bir numarası Vehbi Koç ve holdinginin hikayesine bakıldığında, tüm Türkiye burjuvazisinin hikayesi okunmuş olacaktır. Türk burjuvazisi oluşmadı, hiç olmadı denilmiyor; nasıl oluşturulduğuna somut olarak bakılıp çözümlenmesi gerekir deniliyor.
Kapitalist modernite döneminde temel inşacı güç olarak Yahudi sermayesinin gücünden kimse kuşku duyamaz. Entelektüel ve kültürel gücünden de kuşku duyulamaz. Aynı zamanda Yahudi aydınları ve emekçilerinin ezilenlerin ideolojik ve pratik hareketlerindeki öncü rolünden de kuşku duyulamaz. Burada amacımız anti semitik duygular geliştirmek olmayıp, kapitalizmin ve ona karşıt hareketlerin tarihsel toplumsal konumlanışını doğru belirlemektir.
1918’de Alman İmparatorluğu’nun yenik düşmesiyle İngiltere ve Hollanda’da merkezileşmiş Yahudi sermayesi öne çıktı. Daha doğrusu, 16. yüzyıldan beri birbirleriyle ulusal rekabet halinde olan her iki taraftaki hegemonik güç mücadelesinden (önce İspanya İmparatorluğu, sonra Fransa İmparatorluğu, en son Alman, Rus ve Osmanlı İmparatorlukları) nihai olarak hep İngiltere galip çıktı. Yahudi sermayesinin bu galibiyetteki rolü çok önemlidir: Tıpkı daha önceleri İngiltere’nin sömürgesi olan ABD’nin inşa edilmesinde ve hegemonik güç haline getirilmesinde olduğu gibi. Hitler’in ve Nazilerin ortaya çıkış nedenlerini bu gerçeklikte aramak gerekir. Adeta Alman kılığına girerek şoven tekelci bir devlet kapitalizminin inşa edilmesinde stratejik rol oynayan Yahudi sermayesi, Almanya’nın 1918’deki yenilgisinden sorumlu tutuldu. Hitler’in partisi dar görüşlü ve ufuksuz küçük burjuvalardan oluşuyordu. Büyütüldükleri şoven ideoloji, onlarda Alman kılıklı (maskeli) Yahudilere karşı muazzam bir nefret oluşturdu. Bu nefret soykırımla sonuçlandı. Çünkü onlar İngiltere’nin hegemonyasından ve Sovyet Rusya’nın kuruluşundan da Yahudileri sorumlu tutuyorlardı. Ayrıca Rosa Luxemburg gibi Yahudi kökenli çok sayıda sosyalist de içteki savaşta öncü rol oynamıştı. K. Marks da Yahudi kökenliydi. Tüm bu etkenler bir araya getirildiğinde, kapitalizm ve soykırım gerçeği daha iyi açıklanmış olur.
İlave edilmesi gereken diğer önemli bir gerçek, Yahudi milliyetçiliği (siyonizm) ile Yahudi evrenselciliği arasındaki ayrımdır. Her ne kadar İsrail ve dolayısıyla Yahudi milliyetçiliği etkili bir konumdaysa da, evrenselci Yahudiler hem uluslararası sermaye hem de emekçiler kampında her zaman etkide bulunmuşlardır. Milliyetçi Yahudilerin dikkat merkezleri İsrail iken, uluslararası (küresel şirketler yoluyla) Yahudilerin dikkati yerel ulus devletlerin ekonomi ve iktidar tekellerine, buralardaki güçlü konumlanışına, uluslararası şirketlerin, medyanın ve kültürel faaliyetlerin içindeki güçlü rolüne yöneliktir.
Her ulus devletçi milliyetçi ideoloji ve kültür, az veya çok bu sermayenin sadece rengine değil, özüne de bağlıdır. Her ulus devlet tekelciliğinde tıpkı ekonomik tekelcilikte olduğu gibi evrensel Yahudi sermayesinin eli vardır: Tıpkı ezilenlerin özgürlük ve eşitlik hareketlerinde sosyalist Yahudilerin oynadıkları evrensel rolde olduğu gibi.
Stratejik nedenlerle (Filistin’de inşa edilecek İsrail) gerek çıkışta, gerek girişte Anadolu toprakları Yahudilik için tarihi bir role sahiptir. Babillilerden, Asurlardan, Araplardan, Roma ve Bizans’tan beri bu stratejik rol hep geçerlidir. Kudüs’ten (kısmen Mezopotamya’dan) çıkışın yolu gibi, girişin yolu da Anadolu’dan geçer. Dolayısıyla siyonistler açısından Anadolu, İsrail için en önemli atlama taşı ve stratejik duraktır. Kaldı ki, İzmir-Manisa, Selanik-Edirne hattı bir grup Yahudi tarafından uzun süre anayurt konumunda değerlendirildi. Bunun için buraları geliştirdiler, kalkındırdılar.
Alman modelini kendine örnek alan Enver Paşa’nın düzenlediği 1 Ocak 1913 darbesi (daha öncesinde Meşrutiyet ilanı için de benzer bir hamlesi vardır) bu bağlamda değer taşır. O dönemde Yahudi kadrolar Almanya’da en güçlü konumlarını yaşamaktadır. Enver ve grubunu eğiten de Liman von Sanders, Goltz Paşa gibi bu tür kadrolardır. Alman ve Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışı, öncülüğü İngiltere yanlısı Yahudi kadrolarına geçirdi. Kurtuluş Savaşı’ndaki büyük önderlik çekişmesi bu geçişle bağlantılıdır. M. Kemal Paşa’nın İngiltere’nin onayıyla Samsun’a çıktığı bir gerçekse de, Anadolu başkaldırısındaki rolü bağımsızlık ve yurtseverlik temelindedir. Bu durumun kavrayan İngiltere iki tedbir geliştirdi: Dıştan Yunan işgalini destekleyip isyanı bastırmak; bu mümkün olmazsa, İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak üzerinden içte Mustafa Kemal’i kontrol altında tutmak. Yunanlıların (işbirlikçi Yunan burjuvazisi geleneksel olarak İngiliz-ABD yanlısıdır) yenilgisiyle birlikte, tüm ağırlık İsmet ve Fevzi Paşaların güçlü kılınmasına hasredildi. İsyanın başında ve isyan kararında İsmet ve Fevzi Paşaların rolü olmadığı gibi, her ikisi de İstanbul’da İngiltere ve müttefiklerinin denetiminde kalan orduda kendilerine verilen görevlerin başındaydılar. Herhangi bir önlem alınmadan, daha sonra harekete katıldılar, daha doğrusu gönderildiler. Bu temelde isyana öncülük eden beş paşadan dördü (Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Rauf Orbay ve Refet Bele) çeşitli gerekçelerle tasfiye edildi. Geriye kalan Mustafa Kemal Paşa, gerek stratejik konumu gerekse oynadığı denge politikası nedeniyle yerini korudu. Şeyh Sait’e karşı komplo ile başlatılan 1925’teki komplo zinciriyle siyasi program halinde hayata geçirilen Beyaz Türk faşizmi diyebileceğimiz rejim, kendisini katı laik Türkçü bir sistem olarak tanımlasa da, özünde metafizik olan, çok daha dogmatik ve terörist olan yeni bir dindir; bu konuda tarihsel tecrübeye sahip olan Yahudi ideolojisinin güncel Türkiye Cumhuriyeti’ne biçtiği yeni dindir. Mustafa Kemal’in tanrılaştırılması, İnönü’nün peygamberleştirilmesi, Fevzi Çakmak’ın komutanlaştırılması (Yeşua, Davut örneği) Yahudi mitolojisinin bir gereğidir. Türk toplumunun ezici çoğunluğuna rağmen, ilan edilen ve siyasi programa dönüştürülen yeni dinin ideolojisi olan türkçülük, günümüze kadar devam eden terörün, soykırımların ve sömürünün gerçekleşmesindeki genetik kodu oluşturmaktadır.
İçinde Türk olmayan Türklük tarihi bir ideolojik inşadır
Mustafa Kemal İzmir suikastıyla sindirilmek istendi. Kürt isyanlarıyla provokasyona getirildi. Kendi yakın arkadaşı Fethi Okyar bu nedenle (Kürt isyanını kanlı bastırmadan yana değildi) başbakanlıktan alınıp yerine İsmet Paşa getirildi. Ordu da tümüyle Fevzi Paşa’nın denetimine bırakıldı. Mustafa Kemal’in konumu artık sembolik cumhurbaşkanı unvanıyla Çankaya’da bir nevi tutsaklıktır. İngiltere’nin de ulusal kurtuluş savaşında yenildiği söylenir. Bu düpedüz yalandır. 1922’den itibaren İngiltere’nin olası kurtuluştaki rolü kesinleşmiş gibidir. Desteğini Yunanlılardan çoktan çekmiş (Sultan Vahdettin’i de İngiltere geri çekti,) kendi has kadrolarıyla ulus devlet inşasına girişmiş, kocaman bir imparatorluktan Anadolu’ya sıkıştırılmış Türkiye Cumhuriyeti’yle amacına ulaşmıştır. Bunun diğer bir kanıtı, cumhuriyetin Sovyet Rusya’nın önünde hep bir baraj duvarı gibi tutulmasıdır. Bunun için Mustafa Suphilerle başlayan sosyalistlere yönelik soykırım günümüze kadar sürdürüldü. Ermeni soykırımı sadece bir başlangıçtı. Kürtler üzerindeki kültürel soykırım ise halen devam etmektedir. Diğer azınlıklar, kültürler, Süryaniler ve Türkmenler türkçülüğün dehşeti ve uyguladığı karmaşık küçük soykırımlarla gönüllü olarak kendilerinden vazgeçirildiler.
Bütün bunların evrensel ve milliyetçi Yahudiler ve Yahudi sermayesiyle ne ilişkisi vardır sorusu boş bir soru değil, son yüz yıllık Türklük tarihini anlamanın temel kritik sorusudur. İçinde Türk olmayan Türklük tarihi bir ideolojik inşadır; hem kuram hem de uygulama olarak yarı yarıya Filistin öncesi bir Ön-İsrail hazırlığıdır. Mustafa Kemal’in dengeleyici (dışta Sovyetler Birliği ve İngiltere, içte çeşitli sınıf ve tabakalar arasında) politikaları olmasaydı, hiçbir güç Anadolu’daki yeni oluşumları İttihat ve Terakki kadroları ile Enver Paşa’nın denetiminden çıkaramaz, Türkçülüğü Alman faşizmine taş çıkartacak bir şoven faşist tırmanışa geçmekten alıkoyamazdı. Bu da Cumhuriyet’in (cumhuriyet kurulur muydu? Bu da ayrı bir sorudur) daha II. Dünya Savaşı’na varmadan yıkılışı olurdu. II. Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde Mustafa Kemal’in ölümü, 1938-45 yılları arasında İngiltere ile Almanya’nın Türkiye-Anadolu üzerinde rekabeti, 1945 sonrasında ABD hegemonyasının kesinleşmesi, Türkiye’nin sistem tercihini NATO’ya girerek resmileştirmesi 1922’nin devamı niteliğindedir. Cumhuriyet’in partisi olan CHP sistemin sigortası niteliğindeydi. 2000’li yılların başına kadar darbe ve komplolarla yürütülen sistemin diğer bir adı ‘Beyaz Türk faşizmi’dir. Bundan kasıt, yapay Türklük ve toplumun bu Türklüğe göre terörle homojenleştirilmesidir; bu tanım dışında kalan hiç kimseye ve hiçbir kültüre yaşam hakkı tanınmamasıdır.
ABD hegemonyasının ‘Yeşil Kuşak’ teorisiyle beyazdan yeşile kayan Türkiye kapitalizminin Anadolucu geçinen ve islami örtüye sarılan kesimi baştan beri çıkış yapma peşindeydi. Ona bu fırsatı Türkiye solu ve Kürdistan özgürlük hareketi verdi. Beyaz Türk faşizminin sola ve Kürt özgürlük hareketine karşı yürüttüğü savaşta yıpranması ve tecrit olması Anadolucu kanadı güçlendirdi. ABD’nin hem bölge halklarına, hem de Sovyet Rusya’nın yayılmasına karşı harekete geçirdiği islami milliyetçi hareket, Türkiye somutunda önce koalisyonlarla, 2000’lerden sonra ise tek başına iktidara yerleşti. Beyaz Türk faşizminde Yahudi siyonist milliyetçiliği ne denli etkiliyse, Yeşil Türk faşizminde de evrensel Yahudi sermayesi o denli etkilidir. Bunların en son karar kıldıkları sigorta partisi AKP oluyor. Türkiye bürokratik burjuvazisinin doğuşunda siyonist Yahudi milliyetçiliği ne denli etkiliyse, Anadolu burjuvazisinin (liberal, özel sermaye de denilmektedir) gelişiminde ve iktidara yerleşmesinde de küresel Yahudi sermayesi (karaimler) o denli etkilidir. Hitler türü faşizmi Enver Paşa, Nihal Atsız, Alparslan Türkeş ve MHP (Milliyetçi Hareket Partisi, kuruluşunu Fevzi Çakmak’ın Millet Partisi’ne dayandırır) temsil etmek istedi. Almanya’nın yenilgisi Kara Türk faşizmi diyebileceğimiz bu kanadın iktidar şansını düşük kıldı. Faşizmin her üç kanadı da dış hegemonik güçlerin uzantısı olup, hangi güç sisteme egemen olursa onun devamı olarak iç iktidara yerleşir.
Türkiye’nin son iki yüz yıllık tarihi dış hegemonik güçlerden bağımsız değildir; sıkı bağlılık içinde özenle oluşturulmuş ‘özel valilik’ statüsündedir. Türkiye’nin kritik kavşak noktasındaki konumu, uluslararası hegemonik dengenin özgün bir yansımasını gerekli kılmaktadır. Keskin bağımsızlık idealarına rağmen, hegemonik sistemin en çok tahkim edilen ve sarsılmamasına özen gösterilen bağımlı ülkesi, ulusu ve ulus devletidir. Kapitalist hegemonik sistem doğru çözümlenmeden Türkiye doğru çözümlenemez. Tersi de geçerlidir. Sistemin evrensel çözümü Türkiye çözümüdür. Böylelikle soykırım gerçekleri de doğru çözümlenebilir.
c- Hıristiyan halklara yönelik terörü, Ermeniler, Süryaniler, Pontuslular ve farklı kültürlerden müslümanların yaşadıkları asimilasyonu ve soykırım denemelerini ancak kapitalist modernitenin Anadolu ve Mezopotamya coğrafyasındaki gerçekleştirimleriyle bağlantılı olarak çözümleyebiliriz. Ermeni soykırımını sadece Beyaz Türk faşizmine (İttihat ve Terakki Cemiyeti ile CHP’nin resmi ideolojisi ve siyasi programlı hareketi) bağlamak dar bir yaklaşım olur. Bu soykırımın kökeninde çok gerilere giden bir tarih ve daha karmaşık toplumsal etkenler vardır. Ermeni kabilelerin üst tabakası da, Yahudi sermayesi kadar olmasa da, Ortadoğu kültüründe sermayenin oluşumunda önemli bir yer tutar. Ermenilerin kentleri kendilerine erkenden merkez edinmeleri, zanaatçılıktaki ustalıkları ve üstün ticari nitelikleri, daha Hitit devleti zamanından beri onları sermayenin sahibi kılmıştır. Özellikle Anadolu ve Mezopotamya kentçiliğinde temel aktör konumundaydılar. Hıristiyanlıkla birlikte (MS 300’ler) hem bu rolleri daha çok farklılaştı, hem de varlıkları görünür hale geldi. Kapitalizmin Ortadoğu’da bir nevi erken doğumunu gerçekleştirdiler. Erken derken, sistematik bir doğuştan bahsediyoruz. Yoksa kapital birikimi Sümerlerden beri her kültürün marjinal unsurlarınca gerçekleştiriliyordu. Ermeni burjuvazisi hıristiyanlıkla birlikte ilk defa bu birikimi etkili ve sistemik hale getirdi. Zanaat ve ticaretteki etkili konumları bunu mümkün kılıyordu. Sermaye birikimi her zaman komünal düzenli kabile ve aşiret toplumlarının öfkesine ve karşı koyuşuna yol açar. Çünkü kendi eşitlikçi kültürleri üzerinde devamlı tahribat yapar. Kent, sınıf ve devlet oluşumlarını geliştirerek kurumsal çelişkilere yol açar. Ermeni soykırımının kökeninde bu yönlü bir çelişkinin varlığını hep göz önünde tutmak gerekir.
Türkçülük ideolojisinin gerçek yaratıcıları Yahudi aydınlardı
Kapitalist modernitenin yükselişe geçtiği çağın başlangıcı olan 16. yüzyıl, Ermeni burjuvazisinin de yükselişe geçtiği yüzyıldır. Hem İran hem de Osmanlı İmparatorluğu içinde manifaktür (el tezgahtarlığı) sanayisi ve ticaretinde başat rol oynuyorlardı. Bender Abbas ve İsfahan kentleri ile İran, İstanbul ve İzmir üzerinden Avrupa ve Uzakdoğu Asya’ya kadar geniş bir alanda faaliyet yürüten ticaret tekellerinde önemli pay sahibiydiler. Belli başlı birçok kentte gelişmiş Ermeni mahalleleri vardı. 19. yüzyıla kadar Ermeni büyük ve küçük burjuvazisi esas olarak ekonomik alanda etkilidir. Mimarlık sanatında da önde gelen bir role sahiptirler. Ortadoğu’nun birçok mimari eserinin altında imzaları bulunmaktadır. Batılı Hıristiyan misyonerlerin 19. yüzyılla birlikte Osmanlı İmparatorluğu’nda yoğun faaliyete geçişlerinde Ermenileri kazanmak ilk hedefleriydi. Süryani ve Rum kiliseleri kendi kendilerine yeterliydiler. Kritik durumda olan Ermeni kiliseleriydi. İslami halklar arasında son derece dağınık bir yerleşimleri vardı. Çoğunluk arz ettikleri coğrafyalar çok sınırlıydı. Özellikle Anadolu ve Mezopotamya’da kent ile kır arasındaki işbölümü çerçevesinde görülen karma yerleşim birimleri demografik yapının temel özelliğiydi.
Avrupa’nın, 19. yüzyıl milliyetçiliğinin misyonerler kanalıyla açtıkları okullar ve propaganda faaliyetleriyle Ermeni toplumu üzerinde güçlü kışkırtıcı etkilere yol açması kaçınılmazdı. Daha da önemlisi, Avrupa sermayesinin ilk küreselleşme hamlesiyle işbirliğine giren Ermeni burjuvazisi, dünya genelinde yaşandığı gibi, Avrupa’da oluşan ulus devlet amaçlı milliyetçiliğin yoğun etkisine girdi. Kendi sermayesini emin biçimde kullanabileceği ulusal pazar derdine düştü. Tıpkı Yahudi sermayesinin yurt arayışı gibi, Ermeni yurdu talebi de güçlü bir biçimde gündeme yerleşti. Ermeni toplumu kadim yerleşik bir halktı, ama çoğunluk ve homojenlik arz eden bir konumdan yoksundu. Dolayısıyla ulus devlet arayışı tehlikeli gelişmeleri beraberinde taşıyan bir amaçtı.
19. yüzyılın ikinci yarısında geliştirilen ilk milliyetçi örgütlenmeler, imparatorluk içinde nüfusları ve sermayeleri oranında bir siyasi katılımı hedeflemekteydi. Bu daha gerçekçi ve uygulama kabiliyeti olan bir programdı. I. ve II. Meşrutiyet’te de oldukça başarılı olmuşlardı. Fakat milliyetçiliğin doruklara tırmandığı 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlangıcında giderek bağımsız ulus devlet talebine yöneldiler. Talepte bulunulan topraklarda başta Kürtler ve Türkler olmak üzere birçok değişik kültür barınıyordu. Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi gibi bir oluşum olsaydı, belki de 1905 ve 1917 Rus Devrimlerine benzer devrimler temelinde Osmanlı İmparatorluğu’nda bir federatif sistemin kurulmasını hedeflemek en gerçekçi çözüm yöntemi olabilirdi. Sol Hınçak ve sağ Taşnak Partileri katı, dar milliyetçi örgütlenmeler olma konumunu aşamadılar.
Trajedinin altındaki diğer önemli bir tarihsel etken, hıristiyanlıktan da etkilenen ve karşıt etkilere yol açan Ermeni milliyetçiliğiydi. Yahudi milliyetçiliğinin Avrupa’da yol açtığı anti semitik etkilere benzeyen bir etki müslüman toplumlarda yankı buluyordu. Daha da vahimi, Yahudi sermayesinin Osmanlı İmparatorluğu’ndaki etkisiyle olan rekabetiydi. Genelde hıristiyan sermayedarlarla Yahudi sermayedarlar arasında daha imparatorluğun kuruluş yıllarında, İstanbul’un fethinde ve özellikle İspanya’dan kovulan Yahudilerin ağırlıklı olarak İstanbul ve Selanik’e yerleştirilmesinde kendini gösteren bu çelişki giderek kızıştı. Çünkü imparatorluktaki Rum ve Ermeni kültürü ve sermayesinin etkisi daha eskilere gitmekte olup, sürekliliğe ve yoğunluğa sahipti. Kaldı ki, imparatorluğun mali, sınai ve ticari faaliyet alanları bu üç etnisite ve iki din, millet (Osmanlı sisteminde bunlara millet denirdi) arasında paylaşılmıştı. Aralarında rekabet kaçınılmazdı. Avrupa kapitalizminin hegemonikleşmesi ve imparatorluk üzerinde yayılması bu rekabeti daha da kızıştırdı. 19. yüzyılda her üç etnik grupta sadece güçlü iktidar paylaşım talepleri değil, yurt arayışları da gelişiyordu. Bu arayışlar da birbirleriyle çelişkiliydi ve rekabeti körüklüyordu. Ayrıca hıristiyanlığın daha doğuşu sırasında Hz. İsa’nın Roma Valisi’nin işbirlikçisi Yahudiler tarafından çarmıha gerdirilmesi, genelde hıristiyanlarla Yahudiler arasında sürekli bir hoşgörüsüzlüğe ve nefrete yol açmıştı. Tüm bu etkenler birleşince, Osmanlı sarayı ve bürokrasisiyle daha güçlü mali ilişkilere sahip olan Yahudi sermayedarlar üstün bir konumu işgal etmekteydi.
İttihat ve Terakki Cemiyeti Yahudilerin güçlü desteğiyle, hem ideolojik (türkçülük faaliyetleri) hem de maddi (türkçülüğün esas besleyici kaynağı idiler) yönden katkılarıyla kuruldu ve geliştirildi. Alman militarizmini temsilen yeniden inşasına başlanan modern Osmanlı ordusunu eğiten Alman paşalar ve subayların büyük kısmı Yahudi kökenliydi. Hem II. Meşrutiyet’in ilanında, hem 31 Mart karşı darbesinin bastırılmasında, hem de I. Dünyası Savaşı’nın ardından gelişen ulusal kurtuluş savaşında Yahudi kadrolar stratejik rol sahibiydiler ve bu rollerini başarıyla oynadılar. Türkçülüğün tüm temel yapıtları ilk defa Yahudi aydınlar (Vambery, Cohen gibi) tarafından yayınlanıyordu. Türkçülük ideolojisinin gerçek yaratıcısıydılar. Türk toplumunun ezici çoğunluğu bu ideolojiye ters bir gerçekliği yaşıyor olmasına rağmen, eğitimsizliği ve örgütsüzlüğü nedeniyle etkisiz olup, bu kadrolar devletin yeniden inşasında da (İttihat Terakki ve CHP yoluyla) yine temel çekirdek rolünü oynayacaklardır. Yahudilerin bu bariz üstünlükleri karşısında, hıristiyan Ermeniler ve Rumların yeni devlet oluşumlarında etkili olma şansları çok azdı. Ekonomideki güçlü varlıkları, iktidarda bulunan rakipleri (Yahudi sermayedarları ve oluşturdukları Türkçü devletçi kolektif kapitalist sınıf) karşısında daha çok hedef haline gelmelerine yol açıyordu. Cumhuriyet ilan edildiğinde geriye pek bir şeyleri kalmayacaktı.
Küçük menfaatler için birçok halk katledildi
Ermeni soykırımı, bu genel tablo içindeki en trajik bölümdür. Ulus devlet için ayağa kalktıklarında (1914 öncesinde ve savaşın ilk yılında), İttihat ve Terakki yönetiminin 24 Nisan 1915 tarihli kararı temelindeki karşı saldırısıyla kendilerini binlerce yıllık yurtlarından atılmak ve yollarda imha edilmekle, geriye kalanların ise uzun süreli diaspora yaşamına mahkum edilmesiyle karşı karşıya bulacaklardı. Diaspora Ermenileri bir gerçekliktir, ama çok mutsuz, ezik ve yıkık bir gerçekliktir. Kurulan küçük Ermeni ulus devleti belki de bir teselli kaynağı olacaktı. Soykırımda sadece Türkçü burjuvazinin değil, Kürt feodallerinin de payından bahsedilir. Bunlar sadece Ermeni soykırımında değil, aynı dönemlerde daha değişik biçimlerde (özellikle Hamidiye Alayları’nda) yürütülen Kürt soykırımında da asli suçlu unsurlar durumundaydılar. Halen yürütülmekte olan Kürt soykırımında bunlar ‘köy korucuları’ olarak, Kürtlüğü inkar karşılığında mülklerini ve sermayelerini artırarak ve gerektiğinde sahte Kürtçülük yaparak lanetli rollerini oynamaya devam etmektedir.
Hiçbir örnek ulus devletçiliğin bir soykırım rejimi (genel olarak tarihi yadsıma, yerel kültürü ve demokratik otoriteyi yok etme) olduğunu Ermenilerle Türkçü ulus devlet çatışmasından daha öğretici biçimde gösteremez. Ermeni halkının trajedisi, erken kapitalistleşen bir burjuvaziye ve komşularının üstünde bir kültürel gelişme düzeyine sahip olmasından ve kapitalist hegemonyacılığın acımasız oyunlarından (küçük günlük bir menfaat karşılığında binlerce yıllık bir kültürü gözden çıkarmalarından) kaynaklanmaktadır.
Süryani-Keldani soykırımı da aynı mekanizma tarafından bu kez Kürdistan’ın iç güneyinde gerçekleştirilecektir. Asurlular ve Babilliler ile (Mardin Muhalmilerinin kendilerini Akadlara dayandırmalarını hesaba katarak) Akadlardan kalma bu üç hıristiyan kültürün ve diğer versiyonlarının tüketiliş öyküleri de son derece trajiktir. Bir dönemler üç görkemli imparatorluk (Akad, Babil, Asur) kültürünü yaşayan bu halklar, tarihin belki de ilk tüccar ve zanaatkar kavmiydiler. Kentle doğmuş, kentle büyümüşlerdi. Mitolojinin, dinin ve sanatın büyüleyiciliğini derinliğine yaşamışlardı. Sümer kültürünü dünyaya taşımışlardı. Uygarlığı dünyaya taşıyan kavimlerdi. Beş bin yıllık bu görkemli tarihten geriye ancak müzelik bir miras kalmış gibidir: Biraz özgün kilise kalıntıları, birkaç zanaat ve biraz da mimari eserleri ve moda sanatı. Öyküleri Ermenilerinkine benzer. MÖ 2000’lerden başlayan ilk kapital sahibi olmaları, ilk karhaneleri (Kar = karum, ilkçağın acentesi anlamındadır) açmaları, ilk kervan sahipleri olmaları asli özellikleriydi. Ticaret kolonilerini ilk kuranlardı. Güzel dokumanın ticaretini yapanlardı. Telkari zanaatının öncüleri, gümüşün ve altının en güzel işlemecileriydi. Ticari muhasebenin, binlerce tuğla tabletli mektubun yazıcılarıydı. Tarihin gurur veren yönü kadar hüzün veren bu yönleri hep iç içe var olageldi.
Roma için dillendirilen “hıristiyanlıkla savaşçı özelliklerini kaybettiği için çöktü” sözü, Doğu’nun hıristiyan halkları için de söylenebilir. Bu antik kültürler hıristiyanlığa sarılmasalardı, acaba daha çok yaşama şansına sahip olamazlar mıydı? Soru önemlidir ve güncel gerçeklikle ilgilidir. Bunlar ilk hıristiyanlaşan halklardı. Aynı kökenden geldikleri Arapları uygarlıkla tanıştıranlardı. Arap islamının doğuşunun da asıl hazırlayıcılarıydı. Kültürel mirasın en az ticaret kadar güçlü taşıyıcılarıydı. Çin ve Hint’ten Avrupa ve Afrika içlerine kadar sadece mal taşımadılar, çok zengin kültürel değerleri de taşıdılar, kültürel değerler yarattılar. Kültürleri birbirlerine tercüme ettiler. İşte tüm bu tarihsel mirasın sahipleri olan bu halkların tükenişi gerçekten incelenmeye değer tarihsel konuların başında gelir. Hem konuların hem de sorunların başında yer almaktadır.
Hıristiyanlıktan önce antikçağ dönemindeki kapitalle ilk tanışan unsurları başlarında taşımaları bu halkların talihsizliği olabilir. Kapitalin laneti Yahudilere de çok çektirdi. Soykırıma uğramaları da sonuçta kapitalizmdeki zaferleriyle ilgilidir. Benzer bir durumu kapital sahibi öteki kültürlerde de görmek mümkündür. Kaldı ki, bu kapitaller Akad, Babil ve Asur İmparatorlarının acımasız talan ve katliam seferlerinin bir nevi geri dönüşüdür. Geçerli olan biraz da ‘etme, bulma dünyası’ oluyor. MÖ 600’lerden itibaren hegemonyalarını önce Medler ve Perslere, daha sonra İskender, Helenler, Roma ve Bizanslılara kaptıran bu antik Mezopotamya kültürleri, hıristiyanlığın kurucu halkları olarak bir nevi karşı direnişi geliştirmek durumundaydılar. Süryani ve Keldani olarak ad değiştiren bu kültürler Roma, Bizans, Persler ve Sasanilere karşı hıristiyanlık kültürüyle yanıt oluşturdular. Bu önemli bir tespittir. Yeterince fiziki güçleri olmadığı için varlıklarını ancak yumuşak güçle, yeni bir dinsel kültürle devam ettirebilirlerdi. Hıristiyanlığı yaratmak zorundaydılar. Başka türlü davranmaları halinde her iki hegemonik gücün ayakları altında, elleri arasında yok olacaklardı. Dolayısıyla hıristiyanlığın yumuşak dili (“sağ yanağına vurulduğunda sol yanağını çevir!”) bir tercih değil bir zorunluluktu. Bu temelde eski imparatorluk kültürü ve putperestliğinden yoksulların yeni barış ve kültür dinine dönüş yaptılar, dönüşüm yaşadılar. Tarihin zalim kültüründen mazlum kültürüne bir dönüş ve dönüşümdü bu. Hıristiyanlık bu anlamıyla ilk üç yüz yılında köleci sistemin dışındaki kolektif insanlığın ilk ciddi vicdani ve ahlaki hareketidir. Özgürlük bilincinin ilk önemli biçimlerindendir. Babil, Asur, Grek ve Ermeni kültürü o dönemin en gelişkin kültürüdür.
10. yüzyılda hıristiyan aklı ve vicdanı tüm Avrupa’ya damgasını vurdu
Kudüs Yahudi peygamberlik geleneğinde önemli bir merkez konumundaydı. Daha doğrusu, Urfa’dan sonra ikinci önemli tapınak merkeziydi. Roma döneminde dinsel üst tabaka işbirliğine yatınca, alt tabakanın temsilcisi olarak Hz. İsa’nın yolu açılmıştı. Yahudilerin zengin üst tabakası Roma’yla birlik olunca, İsa taraftarları azınlığa düştüler. Bu durumda geriye kalan en kültürlü topluluklar olan Grekler, Asurlular, Babilliler ve Ermeniler hıristiyanlığı en çok benimseyen halklar oldular; kolektif bilinç ve örgütlenme hareketi olarak paylaştılar. Hıristiyanlık ezilenlerin, yoksulların ilk kavimler ve kabileler arası dayanışma hareketi olarak da değerlendirilebilir. Komünist Enternasyonal’in bir nevi ilkel biçimidir.
Helenler, Ermeniler, Süryaniler ve Keldaniler MS 300 yıllarından itibaren patriklerin himayesinde kendi kiliselerini kurarak dini kurumsallaştırdılar. Hıristiyan halklar, kavimler haline dönüştüler. Dönemine göre bu önemli bir dönüşümdü. İslamiyetin çıkışına kadar da bu konuda oldukça başarılıydılar. Avrupa’nınkinden çok önce Ortadoğu kültüründe ve uygarlığında tarihsel bir aşamayı gerçekleştirmişlerdi. 6. yüzyıla geldiğimizde, batıda Bizans topraklarını tamamen hıristiyanlaştırmış olup, Avrupa’nın içlerine doğru hızla yayılan tarihsel Haçlılar hareketini çoktan başlatmışlardı. 10. yüzyıla gelindiğinde, hıristiyan aklı ve vicdanı tüm Avrupa’ya damgasını vuracaktı. Doğu’da Sasani İmparatorluğu’nu dinsel açıdan neredeyse düşürecek (Zerdüştlüğü geriletme) kadar güçlenmişlerdi. Hindistan ve Çin’in içlerine kadar yayılmışlardı. Burada öncü rolü Süryani din adamları olan patrikler oynuyordu. Hıristiyanlık tam da dünya dini haline gelecekti ki, islamiyet doğdu.
İslamiyetin ilk çekirdek savaşçılarını (mücahitler) ilkel dinler olan animizm ve totemizme inanan puta taparlardan dönüşenler teşkil ediyorlardı. Hz. Muhammed’in söyleminde uygarlık diyarları ‘cennet’ olarak tasvir ediliyordu. Aslında cennet kavramındaki öte dünyalılık, ölümüne savaşanların kazanacakları güzel yaşamlı memleketler, yani uygarlık diyarları oluyordu. Daha sonra Hz. Muhammed’in söylemi softalarca saptırılarak, ölümden sonra girilecek bir ahret yaşamı olarak yorumlandı. Doğru olan, bu dünyadaki (Arabistan çöl yaşamına kıyasla) cennet gibi güzel yaşamlı uygarlık diyarlarının fethedilmesiydi. Bu da ölümüne savaşçılığı gerektiriyordu. Buradaki ölümünelik ahretteki cennet olarak yorumlandı. Eğer islamiyeti doğru anlamak istiyorsak, bu tür yorumun bir söylem saptırması olduğunu çok iyi bilmek durumundayız. Bu vaat çölün ilkel kabile insanına çok çekici geldi. Bilindiği üzere daha bir yüzyıl dolmadan, bu insanlar Atlas Okyanusu’ndan Büyük Okyanus’a (Fas’tan Çin’e) kadar yayıldılar. İbrahimi bir din olarak İslamiyet de onun aynı kökenden (yahudilik ve hıristiyanlıktan sonra) üçüncü versiyonu olarak doğmuştu. Bu nedenle kendini tamamlanmış son din ve peygamberliği olarak ilan ediyordu. İlk iki versiyonun artık gereksiz olduğuna, üçüncü versiyonun tamamlanmış din ve Hz. Muhammed’in de son peygamber olduğuna binaen hak dini ve peygamberi olarak kabul edilmesi gerektiğini allahın emri ve dinin şartı olarak beyan ediyordu. Bu durumda yahudilik ve hıristiyanlıkla çelişme ve çatışma kaçınılmazdı. Kökenlerinin ortak olması, daha sonra yaşadıkları farklılaşmanın kabile ve kavim (günümüzde de ulus devletin iktidar ve kapitalist elitleri) üst tabakalarının çelişkileriyle birleşip çatışmalara dönüşmesini engelleyemeyecekti.
Bu bağlamda özellikle islamiyetin ilk hızlı yayılma alanlarında yaşayan Süryani, Helen ve Ermeni toplumları için olumsuz bir dönem başlamış oluyordu. Bu toplumlar ilkin siyasi ağırlıklarını yitirdiler. Kendilerini kollayan iktidarlar ve devletler yıkıldı. İslamik hegemonya başkaldırmamaları kaydıyla kendilerini sağ bıraktı. Buna karşılık ağır bir vergi olan ‘cizye’ye bağlayıp, gittikçe çaresiz kalan ve yoksullaşan halklar, kavimler olma sürecine soktu. Fakat ekonomik ve kültürel tecrübeleri kendilerini islami iktidarlar döneminde de yine zengin kılmaya yetiyordu. İktidarlar kendilerinin ekonomik ve kültürel becerilerine muhtaçtı. Aynı husus Yahudiler için de fazlasıyla geçerliydi. Bu temelde varlıklarını kapitalist hegemonyanın Ortadoğu’da yayılmaya başladığı 19. yüzyılın başlarına kadar taşıdılar.
Avrupa hegemonik güçlerinden İngiltere, Mısır’dan Hindistan’a kadar uzanan hattı güvence altında tutmak için kendine bağlı unsurlar bulma peşindeydi. Bunları bir yandan Osmanlı sultanları eliyle (baskı ve şantaj politikalarıyla) temin etmeye, diğer yandan yerel unsurlarla da takviye etmeye çalışıyordu. Süryaniler bu politika için uygunluk arz eden önde gelen unsurlardandı. Körfez ve Irak’ın denetiminde öncü rol oynayabilirlerdi. Kuzeyden Rus Çarlığı da Ermeniler üzerinden aynı oyunu oynuyordu. İç etkenler olarak hıristiyanlık, erken kapitalistleşme ve misyonerlik faaliyetiyle güçlenen erken milliyetçilik Ermenileri felakete sürüklediği gibi, Süryaniler ve Keldanileri de büyük felaket (soykırım) sürecine soktu. Ermeni soykırımındaki mekanizma Süryaniler ve Keldaniler için de aynı biçimde çalıştı. Kuzey Kürdistan’da Hamidiye Alayları nasıl Ermeni felaketinde kullanıldıysa, Güney Kürdistan’da, Botan ve Behdinan’da daha erkenden, 1840’larda Kürt beylik güçleri Süryanilere karşı kullanıldı. Süryani katliamları yaşandı. Sonuçta hem provoke edilen Bedirxan Bey önderlikli Kürt hareketi, hem de Patrik önderliğindeki Süryani Milli hareketi tasfiye edilmekten kurtulamadı. Geliştirilen bu provokasyon Osmanlı Sultanlığı ve bürokrasisinin Kürdistan’da, İngiliz hegemonyasının da Irak’ta gelişmesine ve kökleşmesine yol açtı. Bu katliamdan sonra Süryaniler bir daha kendilerine gelemediler. Dağılma ve diaspora yolunda hızla ilerlediler.
Anadolu’nun son bin yıllık tarihinin gerçek yüzü açığa çıkarılmalı
Sünni islamcılık daha Emeviler döneminden beri hıristiyan halklar için bir talan rejimiydi. Onurlu bir halk olarak yaşamalarına fırsat tanımıyordu. Ortadoğu açısından hıristiyanlığın tasfiyesi kültürel bakımdan ve zenginlik açısından ürkütücü bir döneme işaret ediyordu. Bu kültürlerin kaybı büyük bir zihniyet ve maddi zenginlik kaybıydı, sanatın gerilemesiydi. Bu soykırım ve tasfiyelerin gerçekleşmesinde esas sorumlu güç kapitalist modernitedir. Müslüman işbirlikçiler ikinci derecede bir rol sahibidir. Halkları adına varlık ve özgürlük mücadelesini yürütenlerin doğru bir tarih ve toplumsal çözümlemeyle ve demokratik modernitenin bakış açısıyla geriye kalan kültürel miraslarını koruyabileceklerini ve özgür kılabileceklerini çok iyi bilmeleri gerekir.
Anadolu Helenlerinin tasfiye edilmesi öyküsü de benzer çizgiler taşır. MÖ 1000’li yıllarda başlayan İon kolonileşmesi MÖ 600’lerde Ege kıyıları başta olmak üzere kıyı ve iç bölgelere sızmış, yeni bir uygarlığın temelini atmıştı. Doğu kültürünü başarıyla özümsemiş ve yeni bir sentezle tarih sahnesine çıkmıştı. Bilim, felsefe ve sanat alanında görkemli bir döneme damgasını vurmuştu. Sümer uygarlığından sonra ikinci büyük uygarlık aşaması olmuştu. Sanılanın aksine, bu uygarlık Atina ve diğer yarımada kentlerinden kaynaklanmıyordu; tersine, Ege kıyılarındaki uygarlık, Atina’dan Marsilya’ya kadar Kuzey Akdeniz ve Karadeniz kıyılarını kolonileştirmişti. İskender’in fethiyle bu uygarlık Ege kıyılarından Hindistan’a kadar taşındı. Helen Çağı denilen bir dönem (MÖ 300 – MS 250) açılmıştı. Roma ve Bizans bu kültür üzerinde gelişmişlerdi. Aynı kültür Sasanileri de oldukça etkilemişti. Süryaniler kanalıyla Ortadoğu kültürüne tercüme edilmiş, islamiyetin doğuş ve hikmet yolunda (felsefede) gelişmesinde ana damarlardan birini oluşturmuştu. Bizans’ın kendisi bir nevi hıristiyan Grek İmparatorluğu’ydu. İslamiyetle gerileme sürecine girmekle birlikte, Helenler İstanbul’un fethine kadar siyasi güçlerini devam ettiriyorlardı. İstanbul’un fethiyle siyasi egemenliklerini yitirdiler. Fakat Ermeniler gibi ekonomik ve kültürel güçlerini yaşamaktan ve geliştirmekten geri durmadılar. Osmanlı İmparatorluğu’nun oluşumunda, denizcilik, ticaret ve zanaatçılıkta önemli yer tuttular. Bu konumlarını Yunan ulus devleti kuruluncaya kadar (1829) devam ettirdiler.
Bu tarihten sonra tarih kendileri için de acılı olmaya başladı. 20. yüzyılın başlarında gittikçe kan kaybediyorlardı. Balkan Savaşları ve I. Dünya Savaşı’ndan sonra durumları daha da güçleşti. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Yahudi sermayedarlarla kurduğu ittifak, kendilerinin yanı sıra tüm hıristiyan halkların aleyhine çalıştı. Savaşta İngiliz yanlısı olmanın ağır faturasını ödediler. Başta İstanbul olmak üzere birçok kent ve köyden ayrılmaya zorlandılar. Ermeniler ve Süryanilere uygulanan politikanın benzeri onlara da uygulandı. Ulusal kurtuluş savaşından sonra mübadele yoluyla üç bin yıllık yurtlarını terk etmeye zorlandılar. İngilizlerin basit bir dönemsel çıkarı tarihin en önemli kültür ve uygarlıklarından birinin tasfiye edilmesine yol açmıştı. Geriye kalanlar da Beyaz Türk faşist terörüyle neredeyse tümüyle Anadolu’dan atıldılar. Varlıkları en az Ermeni ve Süryani trajedisi kadar ağır bir durumla sonlanmıştı. Karadeniz kıyısındaki halkların akıbeti de aynı oldu, aynı trajediyi paylaştılar. Halbuki onlar da (Pontuslular) bu alanda binlerce yıllık bir uygarlığı geliştirip yaşatmışlardı.
Hıristiyan bir halk olarak Gürcüler Kuzeydoğu Anadolu’da, Doğu Karadeniz kıyılarında çok eski bir tarihten (Hititlerden beri tanınmaktaydılar) beri bir uygarlık geliştirmişlerdi. Hıristiyanlık döneminde uygarlıkları daha da gelişmişti. Onlar da Ermenilerinkine benzer bir kaderi paylaştılar. Anayurtlarının büyük kısmını islamcı yayılmacılara kaptırıp küçük bir alana sıkıştırıldılar. Bunda Çarlık Rusyası’nın politikalarının payı da vardır. Ağır zorluklarla boğuşan bu halk yaşadığı travmalardan kendini hala kurtarabilmiş değildir.
Anadolu Yahudiliği daha önce bahsettiğimiz gibi Selçuk Bey’den beri (Hazara Yahudi devleti, MS 900’ler) Türk kabile üst tabakasıyla ittifak halindeydi. Değişik biçimlerde bu birlikteliği Kafkasya, Kırım, Doğu Avrupa ve Anadolu’da da sürdürdüler. İspanya’dan atılmalarından sonra Anadolu kendileri için emin bir sığınak olmuştu. Bunda imparatorluk maliyesindeki doldurulamaz yerleri önemli bir rol oynamıştı. Hıristiyan halklara karşı Osmanlı Sultanı ve bürokrasisiyle bağları gittikçe güçlenmişti. 1550-1600’lerde Osmanlı sarayını büyük ölçüde kontrollerinde bulunduruyorlardı. 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın ilk çeyreğinde imparatorluğun görünmeyen gerçek gücüydüler. II. Meşrutiyet, 1 Ocak 1913 Darbesi, I. Dünya Savaşı ve Ulusal kurtuluşta stratejik önderlik rolünü de görünmez biçimde türkçü maskeyle başarıyla oynamışlardı. Beyaz Türk ulusçuluğunun (faşizminin) gerçek mucidi ve inşacısıydılar. Ekonomiden kültüre, askeriyeden dış politikaya kadar tüm önemli kurumsal gelişmelere hem zihniyette hem de yapısallaşmada öncülük etmişlerdi. Bu rol (Anadolu Türk müslüman burjuvazisiyle aralarında bazı çelişkiler doğsa da) halen devam etmektedir. Cumhuriyet son tahlilde hıristiyan halklara karşı bürokratik Türk burjuvazisiyle Yahudi sermayesi arasındaki ittifakın bir ürünü olarak doğmuş, günümüze kadar bu niteliğini (Yahudi sermayesi İsrail’in kuruluşundan sonra kısmen çekilse de) sürdürmüştür. Selçuklulardan beri Anadolu’daki iktidar, ekonomi ve ideolojik tekellerde Yahudi kültürünün rolünü hesaba katmadan, ne hıristiyan halkların tasfiyesini ne de Türk iktidarcı, ekonomik ve ideolojik elitlerinin gelişmesini çözümleyebiliriz. Zaten bu ittifakı çözümlemeden, 1925 yılından beri Kürtlere yönelik yürürlükteki tenkili, tedibi, asimilasyonu ve soykırımı hiç anlayamayız.
Taslak halindeki bu değerlendirmeler savunma esprisi içinde Anadolu’nun son bin yıllık tarihinin gerçek yüzünü açığa çıkarmaya yöneliktir. Bu konudaki tarih bilincinde muazzam bir kirlilik ve körlük vardır. Bu kirliliği ve körlüğü aşmadan halkların, özellikle trajik konumda olan halkların kültürel mirasının değerini doğru anlayamayacağımız gibi, güncelde doğru yaşayamaz, geleceğe taşıyamaz ve özgür kılarak kardeşçe yaşamayı başaramayız.