Akşam bardaktan boşalırcasına yağan yağmurun aksine seher vakti yağmurdan eser kalmamıştı. Üstelik bugün doğan güneş daha parlak ve daha sıcaktı. Seher vakti hafif esen rüzgârın getirdiği yağmur sonrası herkesin neden olduğunu bilmeden içgüdüsel olarak hoşlandığı toprak kokusu vardı havada. Köy meydanında küçük su birikintilerinin yanında asfaltsız hatta mucurlu bile olmayan dar sokaklar çamurdan, balçıktan yürünemez haldeydi. Yağmur şiddetli olmasına şiddetliydi, altyapı da olmayınca olacak vaziyet buydu. Birkaç evcil beyaz güvercinin su birikintileri içinde banyolarını yapmaları dün akşam olup bitenleri unutturuyordu insana…
İnsandan biraz uzak yerler bahar rengindeydi. Badem ve erik ağaçları çiçeğe durmuş ve doğa çetin geçen kışın karabulutların yerine, gök gürültüsünün ve şimşeklerin efendisi Hz. İlyas’ın (Aziz İliya) bulutlarını ve bahar yağmurlarını koymuştu. Dün geceki zifiri karanlık ve şiddetli yağmur altı yüz haneli köyün altı bine yakın ahalisini gece boyu evlerine hapsetmiş, şiddetinden eksik etmeyen Hz. İlyas gök gürültüsünü ve şimşeklerini salabildiğince salmış, hiç kimseye rahat bir uyku uyutmamıştı. Yollar böyle olunca, elektrik sistemi de farklı düşünülemezdi, elektrik de kesilmiş, karanlık tüm köyü yutmuştu. Çocuklar büyüklerinin sıcak güvenliğinde, onlara sarılarak uyumaya çalışmıştı.
Baharın Hz. İlyas (Aziz İliya) arada bir insafa gelir, kenara çekilirdi. İşte bunlardan birinde güneşin ilk ışınlarıyla beraber canlanan toprak, koyulaşan yeşil, envaiçeşit çiçek, renkleri ve kokularıyla tüm köy halkını da kendileri ile birlikte canlandırmıştı. Okul yolunu tutan çocuklar, ilçeye gidecek olanların yolcu bekleyen köy minibüsleri kaçırmamak için telaşlı koşuşturmaları, camide kıldıkları sabah namazından sonra evlerine dönen köyün yaşlıları ve biriken yağmur sularından oluşan gölcüklerde sabah banyosunu yapan ördekler, kazlar, güvercinler yeni güne çoktan merhaba demişlerdi. Yeni günün doğuşu, gece yaşanan tüm karanlık korkuları unutturmuştu.
X… köyü, yüksekliği üç yüz metreyi bulan bir tepenin eteklerinde kurulmuş, yüzyıllar önce birkaç ev iken şimdilerde altı yüz haneyi bulan bir köydü. Köylüler eteğinde köylerini kurdukları tepeyi, kutsal bilmiş, isimsiz bırakmıştı. Bilindiği kadarıyla tepenin isimsiz kalmasının nedeni, sevdiklerini sakladıkları yer olmasıydı. Tepe kimsenin mülkünde olmamış, bey, efendi, aziz, azize, ağa, paşa bile olsalar kimsenin ismi o tepeye verilmemişti. Ölen her kim olursa olsun diğerleriyle eşitti. Ölüm orada herkesi eşitliyordu.
Bu isimsiz tepe aynı zamanda içinde meyve ağaçlarının da bulunduğu küçük bir ormandı. Yüzlerce dut, kayısı ve nar ağacının yeterli aralıklarla bir düzen halinde ekildiği göze çarpıyordu. Bu haliyle tüm mezarlığın üzerinde canlı bir anıt gibi duruyordu. X… köyünün geleneklerinden biri de her göçüp gidenin mezarının başına bir ağaç dikilmesiydi. Mardin ovasında bu tepeye benzeyen irili ufaklı onlarcası daha var. Böylesi kırmızı toprağın bu tepeleri nasıl oluşturduğu hala pek bilinmez. Hepsinin de belli aralıklarla bir insanın birinden diğerine seslenebileceği bir sıralama halinde olması, bu işin doğadan ziyade, oranın sakinlerinin işi olduğu kanısını uyandırıyor. Kürt masallarına bakıldığında çoğunun bu bilinmezliklerle bu tepelere konu olduğu görülecektir.
Onlarca genç gerillanın yolunu tutmuştu
X… köyünün bir başka ayırt edici özelliği de, onlarca köy ve mezranın bir biçimde uğrak yeri olmasıydı. Burası çevre köy ve mezraların merkezi sayılırdı. Bu stratejik konumu, daha 1977, 1978 yıllarında Özgürlük Hareketi’nin dikkatini çekmişti. 1990’lara gelindiğinde ise parti burayı üs olarak kullanmış, onlarca genç parti saflarına katılmış, köyün onlarca şehidi olmuştu.
1991 yılına girildiğinde her şey bir başka biçime bürünmüş, halkta ulusal bilinç ve bunun gerekliliği olan yurtseverlik düzeyi bir hayli gelişmişti. Köyün büyük bir kısmı yurtseverdi. Bu yurtsever kitle, partiye inanıyor, güveniyor ve bunun sonucunda da her türlü maddi ve manevi desteği sunuyordu. Geriye kalan küçük bir kesim ise, daha çok zenginler, feodal kompradorlar, aynı zamanda işbirlikçi-hainlerdi. Açıktan açığa olmasa da parti karşıtıydılar. Bunlar köyün birçok yurtseverini düşmana ihbar etmiş, birçok yurtsever ve şehit ailesi köylerinden göç etmek zorunda kalmıştı. Buna karşı parti, köydeki yurtsever potansiyelini korumak, zarar görmelerini engellemek için belli aralıklarla uyarmıştı. 90-91’deki devrimsel gelişmeler bu işbirlikçi güçlerin olumsuzluklarını geriletmişti.
Güneşin yavaş yavaş yükselmesiyle öğlen saatleri yaklaşıyordu. Parlak güneşin önünde yavaştan yağmur bulutlarının habercisi sis bulutu toplanmaya başlamıştı. Sis bulutu giderek yoğunlaştı, önce griye döndü, yoğunlaştıkça karardı ve arkasında bıraktığı güneş görünmez oldu, öğlen ezanıyla birlikte sağanak yağmur başladı. Sağanak yağmurla birlikte sert bir rüzgâr esiyordu. Köyün gençlerinden Ferhat tüm bu anları ve etrafta olup bitenleri seyretmek için evinin damına çıkmıştı. Islanmayı göze alarak bu anın tüm ayrıntılarını gözlemlemişti. Aslında o da tam kestirememişti, birden gelen bu sağanağı. Çiseleyen yağmur insana hoş bir ruh hali verir, hesabıyla dama çıkmıştı, bir anda gelen sağanakla sırılsıklam olmuştu. Nisan ayı gibi saati saatine uymayan bir ay var mı acaba! Bir bakıyorsun güneş taşı parlatıp kavuruyor, bir bakıyorsun şimşekler çakıyordu. Bulutlar afacan çocuklar gibi, bir kayır oraya bir buraya koşturuyordu.
Ferhatların evleri tepenin tam altında, köyün en yüksek ve köyün tamamına hâkim bir yerdeydi. Ferhat sık sık evlerinin damından köyü seyrederdi. İşte bu sert rüzgârlı ve sağanak yağmurlu günde de köyü seyrederken köyün doğu tarafındaki kendilerinden elli-altmış metre uzaklıktaki evlerinin damında kendisi gibi dama çıkmış arkadaşı Serdil’i gördü. Serdil sol omzunu anten direğine dayamış Ferhat’a taraf bakıyordu. Yağmur daha da şiddetlenmişti. Sırılsıklam olmuş, yağmur iliklerine kadar işlemişti Ferhat’ın… Islanan kâkülleri gözlerini kapatmıştı. Eliyle kâküllerini yukarı kaldırıp Serdil’e daha dikkatlice baktı. Serdil de sırılsıklam olmuştu. Sürekli taktığı çiçekli yazması saçlarının üstünden boynuna kaymış halde, esen dondurucu rüzgârdan kollarını birbirine kavuşturduğunu, omzunu yukarı doğru kaldırdığını görünce Serdil’in de kendisi gibi üşümüş olduğunu anladı. Serdil düşünceli görünüyordu, nedendir diye düşündü. Arkadaştılar, tanıyorlardı birbirlerini. ‘Bu yağmurda böyle heykel gibi durmasının bir sebebi olmalı’ diye aklından geçirdi. Sağanak yağış artınca Ferhat aşağı indi. Sonrasında bir ara Serdil’i kontrol etmek için tekrar dama çıktığında Serdil’in damdan indiğini gördü. Ferhat öğle yemeğine çağıran annesinin sesiyle tekrar aşağı indi.
Kaderin çemberine meydan okuyan Serdil
Ferhat Serdil’den bir yaş büyüktü. Yaş farkına rağmen ilkokulu, ortaokulu beraber okumuşlardı. İlk ve ortaokul köyde olduğundan genelde köyün kızları ilk ve ortaokulu okurdu ve sonrasında öğrenim süreçleri sona ererdi. Her ikisinin sekiz yıllık okul süreci, Ferhat’ın liseye ilçede devam etmesi, Serdil’in okulu bırakmasıyla son bulmuştu. Serdil ortaokulun son günlerinde gözlerden kaçmayan, gözle görülür bir hüznü, bir acıyı ve burukluğu yaşamıştı. Sınıf bileşiminin hemen hepsi X… köyündendi ve genelde birbirleri ile akrabaydılar. Bu sekiz yıllık okul hayatı onlar için bir aile ortamı gibiydi. Serdil hemen bütün arkadaşlarına alışmıştı ve onların içinde rahattı. Onlarla istediği gibi konuşuyor, gülüyor, oynuyordu. Sık sık ‘ben ancak günde dört-beş saat, o da bu ortamda özgürüm’ derdi. Ferhat ‘şimdi anlıyorum Serdil’in bu durgun, suskun, üzüntülü halini’ diye kafasında onunla empati kurmaya çalıştı. Serdil’ın tüm bu halleri artık böyle bir ortamın sona erecek olmasındandı. Arkadaşlarıyla eskisi gibi bir araya gelemeyecek, arkadaşları onun için sadece sekiz yılını beraber geçirdiği çocukluk arkadaşları olarak kalacaktı. Onu halden hale sokan sadece bu durum değildi, ailesini sevmediğinden değil ama artık sadece aile ortamına, anne-babanın, nene-dedenin yaşadığı kadere benzer bir kadere mahkûm kalacaktı. Ne bir komşuya gidebilecek, ne de herhangi bir arkadaşıyla konuşabilecekti. Sekiz yıl boyunca hep ‘abi abi’ dediği, fikrini danıştığı Ferhat’a bile bir yabancı gibi bakacak ve birbirlerine öyle davranacaklardı. Serdil karne gününde çocuklar gibi ağlamış, hiçbir arkadaşıyla vedalaşmadan ve hiçbirinin yüzüne ve hatta arkasına bile bakmadan yanlarından koşar adımlarla uzaklaşmıştı. Ancak Serdil, aradan biraz zaman geçtikten sonra çok da öyle olmadığını görecekti. Başta Ferhat ve birçok okul arkadaşı onu yalnız bırakmamıştı. Akraba oldukları için sık sık birbirlerinin evlerine gidiyorlar, eskisi kadar sık olmasa da yine konuşuyorlar, tartışıyorlardı.
Kadın ve aile sorunu
Lise yıllarının başlamasıyla birlikte Ferhat ve diğer bir kısım arkadaşı lisede kurdukları okul komitesinde Özgürlük Hareketinin bölge yönetimi tarafından resmi düzeyde görevlendirilmiş, çalışmalarda aktif rol almışlardı. Liseyi ilçede okudukları için ancak iki haftada bir köye dönebiliyorlar, fırsat buldukça da Serdil’e kitap getiriyorlardı. Serdil, Ferhat’ın kendisine getirdiği tüm kitapları fırsat buldukça okuyordu. Aile içinde babası dışında kimse Serdil’e pek karışmazdı. Babası rahatsız edici bir küçümsemeyle, ‘kocaman kız olmuşsun, senin yaşıtlarının her birinin iki-üç çocuğu var, sen ise hala yedi yaşındaki çocuklar gibisin, bıraksak gider sokakta çocuklarla oyun oynarsın’ derdi. Serdil babasının huyunu-suyunu bildiği için onun yanında konuşmaz, onun konuşmalarına kulak asmazdı. Onun bu sessizliği, babasını daha da kızdırıyordu. Bazen babasının kaba saldırıları bile oluyordu. Serdil ise, soğuk bir suskunluk içinde sessizliğini bozmaz, ağlar gibi olur, çoğu kez ağlamamak için dudaklarını ısırırdı. Tepkisi ve sessizliği tüm bedeninin titremesi oluyordu. ‘Ne olursa olsun onun istediği gibi olmayacağım, ablalarım gibi olmayacağım, hepsinin peşinde beş-on çocuk, bu halleriyle insandan başka her şeye benziyorlar. Tek anladıkları şey çocuk doğurmak ve büyütmek’ babasının pek anlamadığı, yarı anlaşılır bir ses tonuyla bunları söylüyordu.
Ferhat’ın Serdil’e verdiği ‘Kadın ve Aile Sorunu’ kitabı onu çok etkilemişti, kitapta yazılanlar onun için yeni bir dünyaya merhabaydı. Kürt ve Kurdistan kadının trajedisini bu kitaptan tüm çıplaklığıyla sarsılarak öğrenmişti. Kafası karışmıyor da değildi. Sonuçta sarsılarak da olsa, kafası karışarak da olsa çelişkileri derinleşiyordu. Özellikle bu kitap onu çok etkilemekle birlikte, içinde yer aldığı toplumsal yaşamın kadın için nasıl bir tuzak olduğunu ve yine bu tuzaktan kurtulmanın tek yolunun bu toplumsal yaşam içinde bir şeylere başkaldırmakla gerçekleşeceğini öğreniyordu. Birçok konu ona ağır geliyor, anlam veremiyordu. Bunları not alıyor, hafta sonunda Ferhat köye geldiğinde onunla tartışıyordu. Ferhat Serdil’deki bu hızlı gelişmeye şaşırıyor, bir taraftan da seviniyordu. Bazen ona takılarak;
‘Bak Serdil, bu gidişle ya sen amcamı evden kovacaksın, ya da o seni. Çünkü senin öğrendiğin şeyler amcamı kabul etmiyor, onun bildikleri de seni’ şakayla karışık, ‘biliyorsun baba-evlat kavgasında kimse araya da girmez. Biz de seni kurtaramayız’ dediğinde Serdil, “Yok, yok babam göründüğü gibi değildir, aslında yufka yüreklidir. Bir yere kadar onun yaptıklarına anlam veriyorum. Asıl suç onların değil, var olan biçimiyle din-düzen ilişkisi onları iradesiz bırakmış. Onları bu halleriyle bir yere kadar kabul etmek, dinlemek gerekiyor. Ama onlar gibi olmayı, onların önümüze koyduğu emrivakileri kabul etmeyi, onların yaşam tarzlarını yaşama, paylaşma hatasına düşmemeliyiz. Bu ölümün başka bir adıdır” diyordu.
Buna karşılık Ferhat; ‘tamam, bazı şeyler söylendiği gibi pratikte olmuyor, yani bu bir yıl içinde birçok şey öğrendin. Herkesten çok kitap okuyorsun. Bazı hakikatleri öğreniyorsun ve birçok doğrunun farkına varıyorsun. Peki, bunlara nasıl hayat bulduracaksın. Böyle giderse yarın öbür gün bunlar unutulur. Ne sana ne de başkasına yararı dokunur. Sen de o en çok karşı durduğun, binyılların gelmiş geçmiş yaşamına karşı duramazsın.’ ‘Hayır! Hiç de öyle değil’ dedi Serdil.
‘Mesela okumaya devam etmek istedin. Amcam bırakmadı, seninle kardeş gibi olmamıza rağmen benimle iki kelime konuşmanı yasaklıyor. Bugünde birçok şeyi istiyorsun. Zaten seni sen yapan da bu… Tüm köy kızlarından farklı bir yaşamı istiyorsun, yarın da öyle şeyler isteyeceksin. Ama bu bir hayalden öteye gitmeyecek’ Ferhat’ın bu şekilde konuşmasına karşılık Serdil; ‘bu dediklerin doğru, ama yarında böyle olacak diye bir şey yok. Hayalimde birçok şey var. Onları gerçekleştirmek için yaşayacağım. Sizin gibi arkadaşlarım olduktan sonra kendime olan güvenim fazlasıyla artıyor’ dedi. Bunları söylerken gözleri buğulanıyordu. Hüzün ile sevinç Serdil’in gözlerinde düalizmin küçük bir örneğini yaşatıyordu. Arkadaş ortamında, hatta birini dinlerken bile, yanında hiç kimse yokmuş gibi bir yerlere dalıyor, gözlerini kırpmadan önündeki herhangi bir şeye dik dik bakıyordu. Serdil gerçekten de farklıydı. Köyün hiçbir kızına, gelinine, kadınına benzemezdi. Onun yaşındaki kızlar çoktan çeyizlerini tamamlamış, kader diye belledikleri köy kadınlarının yaşamını çoktan kabullenmişlerdi. Tek hayalleri, bir koca, birkaç çocuk, küçük bir evlerinin olmasıydı. Birçoğu da hiç görmediği tanımadığı, anne ve babalarının görüp, kendilerince uygun bulduğu biriyle evleniyordu. Bu erkekler de çoğunlukla zengin birilerinin çocukları veya akrabaları olurdu. Zaten kızın eş beğenmesi, seçme hakkı ne ola ki, eski köye yeni adet mi! İlk günlerde güle oynaya evlenen çiftler aylar sonra birbirlerini yiyip bitiriyorlardı. Her ikisi de tükenirken, en çok olan da o genç kadınlara oluyordu. Daha otuzunda 8-10 çocukla 70’lik neneye dönüşüyorlardı. Kadınların gördüğü psikolojik ve kaba şiddet de cabası elbette…
Terazisinin bir kefesinde horoz diğerinde Serdil
Serdil çok da uzağa gitmeden, annesinden, halalarından, teyzelerinden, abla ve yengelerinden olacakları kestirebiliyordu. Babasının annesini defalarca dövdüğünü görmüştü. Ablası evlendikten daha birkaç ay sonrasında, ömür boyu unutamayacağı trajedileri toplayıp baba ocağına geri dönmüştü. Toplumsal baskılardan ve araya birileri girdikten sonra evine dönmüş, sonraki yaşamı bu dünyadaki cehennemi olmuştu. Hâlbuki ilk günlerde ne kadar sevinçliydi ablası. Sanki ikisi de bunları düşünüyormuş gibi bir süre sessiz sedasız kaldılar. Ferhat gözlerini Serdil’e çevirdiğinde Serdil’in de kendisine baktığını gördü. Ferhat, ‘ben artık gideyim. Diğer arkadaşlarla görüşmem gerekiyor. Nurettin senin için iki kitap getirmişti. Onları yarın sana getiririm. Bir de ‘kıymetimi bilsin’ diyor. Yani demek istediği sizin kırmızı horozda gözü varmış’ Serdil gülümseyerek; ‘Sen benden daha iyi biliyorsun. Babam terazinin bir kefesine horozu, diğer kefesine beni koyar ve horozun kefesi hep ağır gelir’ deyip gereken mesajı Nurettin’e kestirmeden iletmişti. Bunun üzerine Ferhat, ‘tamam söylerim, ama kitapları baban görmesin, özellikle akşamları okumaya çalış’ dedikten sonra çıktı. Ardından Serdil’in bir şeyler söylediğini duyar gibi oldu ama anlamadı. Nedenini sormadan evden çıkarak yoluna devam etti.
Avlu kapısının çıkışında Ferhat amcasıyla karşılaştı. Amcası Ferhat’a kuşkuyla bakmış, Ferhat’ın selamına karşılık vermeden hızlı adımlarla avluya girmişti. Ferhat bir şeylerin olacağını sezmişti. Biraz beklemiş ve düşünceleri onu yanıltmamıştı. Kısa bir süre sonra içerden gürültü sesleri gelmişti bile. Amcası Hacı içeri girer girmez, Serdil’e; ‘Ferhat burada ne arıyor, evde erkek yok ne işi var burada’ diye adeta kükremişti. Serdil babasının söylediklerine karşı ‘Ferhat bizim oğlumuzdur diyen sensin, bir de bizim evde ne işi var diye kızıyorsun’ dedi. Bu söyledikleri babasının öfkesini dindirmeye yetmemişti. Bu sefer de silahın namlusunu Serdil’in annesine çevirmişti. Annesine birkaç tekme-tokat vurduktan sonra kadının yüzü hem acıdan hem de kırılan gururundan tarifi zor bir ifade almıştı. Ancak hafif bir ses tonuyla bir ah demiş, kocasına da ah etmişti. Ferhat bağrışmaları fark etmiş ancak konuşulanların tek bir kelimesini anlamamıştı. Bütün bu olanları daha sonra Serdil’den öğrenecekti. İşte o gün de yağmur vardı ve Serdil yine o yağmurda dama çıkmış, her zamanki gibi sırılsıklam oluncaya dek damdan inmemişti.
Ortaokul yaşamından sonra aradan geçen onca zamanda Serdil arkadaşlarıyla ilişkisini kesmemişti. Hepsi onun için kendinden büyük arkadaşları olmuştu. Birkaç yıl önce aralarından Cengo, Zeki, Selman ve Agir’ın gerillaya katılması ve ayrılırlarken ‘bak Serdil bu kavgamızın kadın öncüleri var, Özgürlük Hareketi kadın özgürlüğünü esas alan bir hareket’ demeleri Serdil’i arkadaşlarına daha çok bağlamıştı.
Çok geçmeden Serdil köy komitesinin bir üyesi olmuştu. Ona verilen görev ise, okuduğu parti kaynaklarından öğrendiklerini kendi yaşıtındaki genç kadınlara anlatma ve onları örgütlemekti. Yaşam ve hareket alanı dar olmasına rağmen çeşmeye su almaya giderken kız arkadaşlarıyla konuşma fırsatını buluyor, küçük kardeşini bahane edip komşulara gidiyor, babası ilçeye gittiğinde veya uzun süreli köyden ayrıldığında daha rahat hareket ediyor, genç kızların bulunduğu her eve giriyordu. Artık korkusu babasının ona diyeceklerinden, yapacaklarından değil, üzerine aldığı görevi gerektiği gibi yerine getirememe riskindendi. İşini titizlikle yapıyor, göze çarpmamaya dikkat ediyordu. Terzilikten anlaması da örgütleme çalışmalarında ona büyük bir avantaj sağlamıştı. Tüm köydeki kadınların, genç kızların yanına elbise dikme, tamir etme bahanesiyle çok rahat gidip gelebiliyordu.
Nisan’ın ortalarında bir gündü. Güneş yavaş yavaş batıya kayıyor, bulutlar dağılmış, havanın kararmasına yakın bu günlük yeter dercesine yerini yavaş yavaş geceye bırakıyordu. Ancak güneş henüz gitmemişti ve halen bahar rengi ertesi gün kendini daha net göstereceğini anlatır gibi, kokusuyla beraber var mı benden daha güzeli dercesine kendi dilinde konuşuyordu. Bu arada Ferhat, Nurettin, Necmi ve Ferhan bir araya gelmiş, tepenin güneşe bakan tarafında bir nar ağacının altında oturarak, güneşin o günkü son demini keyiflice yaşıyorlardı. Birlikte ilçedeki liseye gidiyorlardı. Hem köy komitesinde, hem de ilçedeki lisenin komitesinde birlikteydiler. Çocuklukları da birlikte geçmiş, birlikte büyümüşlerdi. Bu arada Ferhat, ‘Yarın öğleden sonra Mesut arkadaşın evinde biraraya gelelim. Fahri ve Hasan’a da haber verin onlar da gelsin’ dedi.
Gün artık son dakikalarını sayıyordu. Yatay gelen güneş ışığı ağaçların gölgelerini elli-altmış metre uzağa kadar taşıyordu. Güneş giderek küçüldü. Küçüldükçe kızıl ile beyaz arasındaki bütün tonları sırasıyla sergileyerek ufuk çizgisini de silerek kayboldu. Güneş yoktu, ufuk çizgisi de görünmez olmuştu. Gözlerini ufuk çizgisinde sabitleştiren her üçü akşam ezanının sesiyle yerlerinden kalktı. Ferhat, ‘Unutmayın yarın belirttiğimiz saatte biraraya gelelim. Serdil’e haberi ben veririm. O da gelebilirse iyi olur’ dedikten sonra tepeyi inene kadar sohbet ettiler.
Ertesi gün Serdil dışında hepsi Mesut’un evinde hazırdı. Pazar günüydü. Yarın yine ilçeye, okula gideceklerdi. Ferhat düşünceli bir halle arkadaşlarını seyrediyordu. Ara sıra Nurettin’in yaptığı şakalara kulak kabartıyordu. Çünkü Nurettin boş konuşmazdı, çoğu gerçekleri esprilerle bize de dokundurarak anlatırdı, bizi de güldürürdü tabi.
Nurettin söz alarak, “Suriyeli Ömer arkadaşı at arabasıyla köyleri dolaşırken görmüşler. Anlaşılan ulaşılması zor olan korucu ve diğer köylere böyle gidiyor, ilişkileri böyle kuruyor. Bu son dört-beş işbirlikçi ağayı ve ajanı da bu şekilde cezalandırmışlar. Yani bazı arkadaşlar gibi Tempra, Kartal (her ikisi de Tofaş’ın ürettiği o dönemin lüks arabaları) ile turist gibi değil. Ferhat, Nurettin’in bu taşları Fexri’ye attığını hepimiz biliyorduk. Bu arada Fexri’nin yüzü biraz kızarmıştı ama dışa vurmamaya çalışıyordu. Belli bir süre sonra Fexri’nin savunmaya geçeceğini anlayan Ferhat, ‘Şimdi bu konuşmaların zamanı değil, bizim üzerinde konuşmamız gereken işlerimiz var’ deyince Hasan, ‘başlayalım o zaman, tüm arkadaşlar hazırdır’ deyince Ferhat; ‘Serdil gelmedi, mutlaka gelirim demişti’ dedi. Araya giren Hasan ‘senin amcan yaşadıkça Serdil’e rahat yok. Serdil’in en büyük düşmanı odur. Eğer Serdil devrimcilik yapacaksa ilk elden babasını aşması gerekir’ deyince tüm arkadaşları gülüştü. Ama bu konuşma beraberinde bir sessizliği de getirdi. Konuşan sadece bakışlar oldu. Özellikle Ferhat’ın bakışlarında herkes bir kızgınlık ve öfke görüyordu. Sanki ‘Serdil gelmezse biz de konuşamayız. Konuşacaklarımız onu da bağlıyor. Alacağımız kararlara mutlaka o da ortak olmalı, onun da görüşleri gerekli’ denilmişti.
Özgürlük yolcuları
Sessizliği ilk önce kapalı evin dış kapısının gıcırdayan sesi bozdu. Sonra da homurtu biçiminde yarı anlaşılır olan Serdil’ın sesi. Serdil odanın kapısını açınca herkesi suskun buldu. Herkes, ama özellikle Ferhat ona bir tuhaf bakıyordu. Ferhat’ın bakışı sevinçle beraber bu bakışlar biraz sorgulayıcı ve bilinmezliklerle doluydu. Serdil sanki hiçbir şey olmamış gibi işi bozuntuya vermeden, ‘İşte geldim ama fazla kalacak zamanım yok. Bizim ihtiyar çok kötü nezle olmuş, onun uyumasını bekledim. Amcanızı bilirsiniz uykusu tilki uykusu, hemen kalkabilir. Zaten kalktığında ilk amentüsü de ‘Serdil, Serdil’dir, ne söyleyecekseniz önce bana söyleyin’ deyince Ferhat, ‘Tamam hele gel otur’ dedi. Diğer arkadaşları da onlara yaklaşarak yarım daire oluşturdular, bağdaş kurmuş bir şekilde oturdular. Ferhat başladı konuşmaya, ‘Biz hepimiz yaklaşık on yıldır beraberiz. Bir beden olduk aslında. Tüm köy halkı, bizim okul çevresi, bize gıptayla bakıyorlar’ burada biraz duraksadı. Saniyelerle ölçülecek bir sessizlikten sonra tekrar konuştu. Herkes pür dikkat onu dinliyor, ağzından çıkacakları bekliyordu. En çok da Serdil heyecanlanmıştı. Meraktan terlemiş, sabırsızlıkla arada bir oturduğu yerde oturuş şeklini değiştiriyordu. Ferhat’ın, ‘Bildiğiniz gibi geçen yıl bu vakitlerde Cengo, Selman ve Agir arkadaşlar aramızdan ayrılıp özgürlük mücadelesine katıldılar. Ve bugün geldiğimiz bu aşamada…’ diyerek sözünü bitirmeden duraksadı. Bu sözlerle Serdil işin nereye varacağını anlamıştı. İçlerinden bazılarının gerillaya katılacağını Ferhat’ın bu sözlerinden çıkartmıştı. Heyecanı giderek artıyordu. Bunu gören Ferhat, ‘Evet, arkadaşlar bu söylediklerimden de anlaşılacağı gibi aramızdan dört-beş arkadaş daha saflara katılacak Doktor arkadaşla da konuştum. Bizden gelecek cevabı bekliyorlar. Şu an kimin gideceği belli değil. Daha önce birkaç arkadaşın ısrarı vardı. Okullar kapanmak üzere, deşifre olanlarımız da var. Şimdi burada bunları netleştirmemiz gerekiyor’ dedi.
Ferhat’ın bu sözleri sonrasında, hepsinde yaşanan sevinç yüzlerinden okunuyordu. Özellikle Nurettin, Mesut ve Necmi buna çok sevindiler, Serdil’ın ise kanı çekildi, rengi sapsarı oldu. Bedeninde sanki kan kalmamıştı. Sonrasında olacakları çok iyi biliyordu. Bu sefer Ferhat ve Nurettin gidecekti. Diğer sefer Doktor arkadaş onların ısrarlarını ‘bir başka sefere’ diyerek durdurabilmişti. Serdil aniden davet beklemeden atıldı, ‘ben hazırım’ dedi Serdil. Daha önce de birçok kez bu konuyu Ferhat’la konuşmuştu. Her seferinde Ferhat farklı gerekçelerle Serdil’i ikna etmişti, ya da ikna ettiğini sanıyordu. Serdil, bu sefer daha ısrarlı bir biçimde sıranın kendisine geldiğini söyledi. Onun bu ısrarına karşı Ferhat, ‘Serdil bu kocaman köyde yüzlerce kadın var. Bunlarla ilişkide olan bir tek sensin. Sen de gitsen biz bu kadınlara nasıl ulaşacağız, annelerimizle, bacılarımızla bile bu konuları zar zor konuşuyoruz. Senin gitmen bize faydadan çok zarar verir’ demişti. Serdil zekiydi, bu sefer de Ferhat’ın bunları söyleyeceğini kestirebiliyordu. Serdil ‘ama kendimi dayatacağım, gerillaya katılacak arkadaşlarıyla bir kıyaslama yapıp, dağlar en çok bana gerekli, onlara değil’ düşüncesiyle tekrar canlandı, ‘Dr. arkadaşla konuşun’ dedi. Serdil’in bunu derken utangaç bir tebessüm takınmış yanaklarındaki gamzelerini gören Ferhat, ‘eğer düşüncesini söylemek isteyen varsa belirtsin’ deyince iki üç el birlikte kalktı. Nurettin, ‘heval ben hazırım, öneri yapanlardan biri de bendim. Geçen yıl doktor arkadaşın istemi üzerine gitmedim ve bana sözü de vardı’ dedi. Necmi ve Mesut aynı şeyleri tekrarladılar. Her ikisi de ısrarlı ve kararlıydı. Bu fırsatı kaçırmamalıydılar. Diğer arkadaşlar ‘biz de hazırız’ biçiminde değerlendirmeler yaptı. Bunun üzerine tüm bakışlar Serdil’e çevrildi. Sanki herkes onun için uygun görüleni daha önce biliyormuş gibiydi. Serdil bu bakışlardan arkadaşlarının kendisi için ne düşündüklerini anlamıştı. Ama o ısrarlıydı. Ve arkadaşlarının bilinen o düşüncelerini değiştirmek için en sonunda ‘şu anda köyde benim dışımda hazırladığım yedi kız arkadaş var. Bunlardan Emine, Gülistan ve Zekiye hem okur-yazar, hem de aileleri içerisinde biraz daha serbestler. Zekiye zaten Şehit Selman arkadaşın kız kardeşi. Biraz duygusal ama isteklidir. Kimseden ne çekiniyor, ne korkuyor…’ deyince Ferhat, ‘bak Serdil bunlardan daha önce hiç bahsetmedin. Şu anda da bahsetmene gerek yok’ deyince Serdil, ‘o zaman tekrarlıyorum, Doktor arkadaşa söyleyin, artık burada kalmak istemiyorum. Böyle giderse babam yarın, öbür gün beni evlendirecek. Daha dün anneme bu tür şeyler fısıldamış. Bunları Doktor’a anlat’ deyip daha fazla konuşmadı. Ferhat ‘tamam bunları arkadaşlara anlatırım, yalnız onların da senin için düşünceleri var. Senin köyde kalıp çalışmana devam etmeni istiyorlar’ diye sonrası için düşünülenleri aktardı. Konuşmasına devamla ‘yakında Çiçek arkadaş köye gelecek. Seninle sürekli ilişkide olacak. Senin ona yardımcı olman gerekiyor. Sen olmadan biz senin gibi ona yardımcı olamayız’ diye görüşlerini de sıraladı. Yaptıkları toplantının sonucu olarak Ferhat, ‘buna göre; şimdiki haliyle ben, Nurettin, Necmi ve Mesut gerillaya katılacağız. Diğer arkadaşların ne yapacakları konusunda ise yakında Çiçek arkadaş gelecek. Çalışmalar onunla birlikte kalanlarla devam edecek.’ Ferhat daha sözünü bitirmeden, Serdil aniden kalkıp kapıya yöneldi. Biraz tökezleyip yeniden dengesini sağlayarak terliklerini eline aldı ve kapıdan dışarı fırlayıp gitti. Herkesin birbirinin yüzüne neden böyle oldu der gibi bakışları ardından Nurettin bu havayı dağıtmak için,‘gidip ahırda ağlayacak, bu kadınlar da ne sulu gözlüdür, çeşme gibidir gözleri mübareklerin’ bunları söyledikten sora biraz daha ciddileşerek; ‘ama Serdil de haksız değil. Beraber büyüdük. Ailesinden çok bizimle beraber yaşadı. Şimdi de biz de teker teker onu yalnız bırakıyoruz. Düşüncelerimize, duygularımıza ortaktır ama yapacaklarımıza ortak olamıyor’ Ferhat’a dönerek ‘arkadaşlara Serdil’ın ısrarlı olduğunu, bunun onun için daha iyi olacağını anlat’ dedi. Ferhat son sözün kendinde olduğunu hissettirerek, “O buraya gerekli, burada bizim gibi on kişiden daha fazla iş yapar ve arkadaşlar bunun böyle olmasını istiyorlar’ dedikten sonra kalkıp dağıldılar. Serdil Nurettin’in dediği gibi ahıra gidip ağlamamıştı, o da dosdoğru sinirli bir şekilde söylenerek kararlı adımlarla evinin yolunu tutmuştu. Ferhat akşam saatlerinde, Nurettin, Necmi ve Mesut’la ayrı ayrı görüştü. Sabah ilçeye, okula gideceklerdi. Ferhat, ‘yarın olmasa diğer gün kesin gideriz. İlçeden de gelecek olanlar var. Size ne gerekiyorsa şimdiden ayarlayın. Her birinizde bir miktar para olsun, hiçbir fazlalığa gerek yok. Ne yapacağımızı, nasıl yapacağımızı çoktan netleştirdik. Artık ihtiyacımız olacak tek şey daha fazla irade’ dedi.
Ferhat akşam on sularında eve geldi. Tüm kardeşleri uyumuştu. Anne ve babası yatmaya hazırlanıyordu. Onlarla pek konuşmadı. Annesine kendisini erkenden uyandırmasını tembihleyerek, diğer odaya geçti, sadece ayakkabısını çıkardı, tüm elbiseleri üzerindeyken yatağa uzandı. Kafası karmakarışıktı, ‘kafam davul gibi oldu’ diye bir serzenişte bulundu. Yorgun olmasına rağmen aklına bir sürü şey geliyor, bir o kadarı da uçup gidiyordu. Hiçbirinin üzerinde durmuyor, yorgun düşen göz kapaklarının istemlerine inat ediyordu. Kafası bir sürü düşüncenin saldırısına uğramış, kimine seviniyor, kimine üzülür gibi oluyordu. Artık aylardır beklediği kendine çizdiği yeni yola, düşlediği yeni yaşama kavuşacaktı. Onu üzen Serdil’in arkada kalmasıydı.
İkinci bölüm Mayıs sayısında…