Bu sözler çocukluğumuzun her sabahı bir ibadetin retoriği olarak hafızamızdadır. Yokluk ve yoksulluklar içinde, varlığı mal ve mülk olarak yeni yeni algılamaya başladığımız bu yıllarda bilinçsizce, ne olduğunu tam olarak bilmediğimiz varlığımızı hiç tanımadığımız, dilini de sonradan öğrendiğimiz bir milletin varlığına katıyor hem de bu işi gönüllü bir aktivist olarak yapıyorduk.
‘Varlığım Türk varlığına armağan olsun!’
Bu sözler çocukluğumuzun her sabahı bir ibadetin retoriği olarak hafızamızdadır. Yokluk ve yoksulluklar içinde, varlığı mal ve mülk olarak yeni yeni algılamaya başladığımız bu yıllarda bilinçsizce, ne olduğunu tam olarak bilmediğimiz varlığımızı hiç tanımadığımız, dilini de sonradan öğrendiğimiz bir milletin varlığına katıyor hem de bu işi gönüllü bir aktivist olarak yapıyorduk.
Felsefenin temel sorunu olan varlık ve bilinçten yoksun çocukluğumuza hayıflanırken, büyüdükçe kendimizi daha fazla tanıyacak bir yandan mevcut insanlığımızdan utanırken öte yandan yeni bir insanlık arayacaktık. Siyah önlükler içinde karamsarlığımıza karanlıklar katarken, sokak ve mahallenin ışığı yüzümüzü aydınlatacaktı. Karanlıkta birbirini göremeyenler gibi körleşme ile sokakta farklılığımızı kavramamızla gözlerimizin açılışını aynı zamanda yaşayacaktık.
Toplumumuzun yarattığı değerlerin soykırıma uğramış kırıntıları içinde bazı şeyleri anlamaya başladığımızda korktuğumuz belirtilebilir. Kapımızda bekleyen bir canavar misali okul yollarında bizi kovalayan bir gölge olmuştu bilinçsizliğimiz. Bizi biz olmaktan çıkaran yokluk ortamında kalan varlığımızda böylece elimizden alınıyordu.
O zamanlar Kürt olmak Özvatansız olmaktı, Kürdistansız yaşamaktı. Kürdistan’dan habersizlikti. Parasız pulsuz işsiz kalmaktı. Ne iş olsa yapmaktı. Bu yüzden olsa başkası adına da ne iş olsa yaptık. Yaşam kavgası denilen bu kavganın içinde rastgele yaşadık. Kürtçe bir müzik dinlemek bir tiyatroya gitmek hiç aklımıza gelmedi. Ana-baba çoluk-çocuk bir parça ekmeğin peşinde idik.
İnsanlık hikayesinin başladığı yerdeydik. Ekmek peşinde. Toplumda emeğe yabancılık o kadar büyümüştü ki, bizde bundan payımızı almış, kendi bedenimize hapsolmuştuk, tanrıların insanı hapis ettiği beden içindeydik. Anlamsızlığı anlama dönüştürme kavgamız bu sıralar başlamıştı. Bu dönemde öze dönme, kendini bilme sürecine girdik. Canlanmaya başlamıştık, yüzümüzü gözümüzü güneşe veriyorduk artık. Toprağımıza bir tas su için yollara düşme günü gelmişti. Kaynağa öze yürüyüşümüz böyle başladı diyebiliriz. Başkalarına yar olmaktan son anda kurtulmuş, çirkinliklerin tezgahından canımızı zor almıştık. Çürümekten vahşice parçalanmaktan sıyrılmıştık.
Bunları neden paylaştık neden anlatıyoruz diye sorulabilir. Bireyler olarak yaşadığımız bu hikaye aslında toplumumuzun hikayesi diye düşünülmeli de ondan. Yitirmekte olduğumuz bu kimlik bir toplumun kimliği idi. Toplumsal kimliğimizin yitimi ile karşı karşıya kalmıştık. İnsanlıktan çıkışın kıyısında gezmiştik. Az kalsın bir kültürel kıyımın kurbanı olacaktık. Belki de biraz olmuşuzdur!
Dilimizse kırılmış bir aynanın küçük bir parçasının kırık da olsa gerçeği yansıtması gibi kültürel bir kırımın gerçeğini yansıtıyordu. Kürt dilini bilmemek bir zihniyetin yitimi, toplumsal birikimlerin kaybı ve anlam kargaşası idi. Bir insanın ya da bir toplumun diline kavuşması ise bunların tam tersi oluyordu. Diline kavuşanlar yaşamı anlayabilirlerdi. Yaşayabilirlerdi. Öz-dilini kaybetmek pusulasını şaşırmış bir yolcu, kanatsız bir kuş gibiydi.
Şair Hasan Hüseyin’in dediği gibi bülbüllerin eti için kesildiği bu çağda yaşamaktı gerisi.
Halkımız kanadı kolu kırılmış bir kuş, eti için kesilmiş bir bülbül misali, iktidar ve sömürücü güçlerin köleliğine yatırılırken ya egemen devletlerin bir uyruğu olarak yaşayacaktı ya da kurtlar sofrasında bir yutumluk lokma olacaktık. Bizler için eti senin kemiği de senin denilecekti. Ucuza satılacaktık. Özvarlığından yoksun bir köle olarak dirençsiz bir insan olarak haraç mezat olacaktık. Emeğimiz başkalarının evlerini binalarını yapacaktı. İnşaatçı olacaktık evimiz olmayacaktı. Pazarcı olacaktık aç kalacaktık. Çöpçü olacaktık pis kalacaktık. En kral kapıcı, odacı, memur, sokak satıcısıydık artık. Adı gibi bir gecede yapılan derme çatma gece konan emek depolarında bir gün önce şehirli olmak için çalışarak yaşayacaktık. Efendisine benzemek isteyen bir köle gibi okullara derslere alışacaktık sınıfsızlar adına. Büyük ihtimalle sınıf birincisi olacaktık. Q, W gırtlağımızdan çıktığında durup her hecesinde K ve V’yi hatırlayacaktık. Kürtlüğün yabaniliğini uysal bir devşirmeye bırakacaktık. Ülkesi, toprağı için kılını kıpırdatmayanlar olarak el için kendimizi paralayacaktık
Gerçek, fiziki şiddetle asimile edilirken Koçgiri, Agirî, Zilan, Palî, Dêrsim örneklerinde olduğu gibi ipler ve kılıçlar boğazlarımıza dayanacaktı. Kalanları sürme ve göçertme ile topraksız bırakılacak açlıktan süründürülecektik.
Böyle bir katliam ortamında Kürt kimdir, Kürdistan neresidir sorularının yanıtlarını aramak için güneşin doğduğu yere yönelme bizim için her canlı gibi oldukça doğal bir davranış biçimi olmalıydı. Zaten tüm canlıların güneşe yönelme istemi yaşamda kalma istemi olarak değerlendirilir. Bir günebakanın yüzünü güneşe çevirmesi bir kaplumbağanın denizdeki pırıltıya koşmasıydık. Kürdistan’ın dört parçasında parçalanmış insan olarak toprağıyla mayalanıp yeniden oluşmalıydık. Bu yeni ve özge bir yaşam yoluydu. Acılı ve sancılı olsa da yeni bir yoldu.
Varoluşun ispat çabası diyebileceğimiz bu durum Önder Apo öncülüğünde gelişiyordu. Kürt’ün varlığı yeniden biçim kazanıyordu. Özgür yaşam özgür insan rehberliğinde Kürdistan’a yayıldıkça, homojen bir toplumun heveslileri kahroluyor, yeni katliamların hesaplarına giriyordu. Ferman padişahın dağlar bizimdir sloganının takipçisi yeni özgür Kürt, geçmişiyle buluşurcasına dağlara yürüyordu hatta koşuyordu.
Şimdinin tarihselliği içinde dağlılığına kavuşan Kürt, böylelikle dağın temiz havasıyla sağlığına kavuşmakla kalmıyor, nefsini de temizliyordu. Yaşamın, dilin tekleştirilmesine inat; köyü, dağı yeniden dirilten Kürt özgürlük hareketi kültürsüzlüğe ve toplumsuzluğa bir dur demişti. Parçalanmışlığa karşı yarattığı gerilla ile birliğe yürüyen onu ölümüne savunan kahramanları ile Kürdistan fiziki işgalden olduğu kadar ruhların işgaline de son veriyordu.
Bu savaş aynı zamanda büyük bir nefs savaşıyla yürüyordu. Gazanın en mübarek olanı gerçekleştiriliyordu. Kürt’ün yüreğini koruma, savunma güncelde ilk defa öz Kürdistani güçlerce sağlanıyordu. Varlık mücadelesi kesinleştiriliyordu. Özgür bir yaşam için yaşam kazanılıyordu. Gerillasının toplumsallığı kendini topluma adaması topluma ait olmasıyla yeni bir yaşam tarzı Kürdistan’da alternatif olarak hepimizin ilgisini çekiyordu.
Gerilla yeni yaşamıyla yeni bir ideoloji, yeni bir politika, yeni bir sanattı. Gerillanın ideolojisi, politikası, sanatı yaşamınca Kürdi idi. Dağlı idi. Kürdistani bir devrim gelip tüm yüreklerin kapısını tıklamıştı. Her şeyiyle insanlığa ait bir Kürt doğmuştu.
Anaya toprağına dönüş ve öze bağlanma, köklere yolculuk başarılmıştı. Artık kapitalist pazarlarda satılamayacak bir Kürt yaratılmıştı. Bir nehir gibi akmaktı gerisi ve büyümekti. Öfkesi öfke, sevgisi sevgi, coşkusu coşku olan bir insan büyüyordu.
Gerilla toprağa düşen yağmur misali bir başlangıçtır. Bunun içinde oluşunun onurunu yaşıyorduk. Bereketine şahit oluyorduk. Klasik bir yaşam ve ölçülerin çok üstünde onu aşan, yeni insanlık kültürü ve yaşamının temsilini yapma iddiasında bir harekete katılıyorduk. Hewraman’ı, Soran’ı, Zaza’zı, Kurmanc’ı, Lorisi, Kelhorisiydik Kürt’ün. Arabı, Türkmeni, Lazı, Acemi, Ermenisi, Azerisi, Farsı idik Ortadoğu’nun.
PKK’lileştikçe özü gereği ahlakilileşiyor, politikleşiyorduk. Toplum bir arada bu harçla özgürleşiyordu. Yeni bir maneviyat oluşuyordu. Köleliğin dayanılmaz acıları yeni tarihin doğum acısına dönüşüyordu.