Faşist şef M. Kemal ve çetesinin stratejik hesapları var. Kürtleri soykırıma uğratmayı planlamışlar ve önlerine bunu gerçekleştirmenin fırsatı çıkmış. Fiziki soykırımın yanı sıra, okullar eğitim program ve sistemiyle Kürt’ü asimile etme, Kürt dilini, kültürünü yasaklama esas alınmıştır. Bu konu üzerinde özel olarak duran faşist M. Kemal ‘Türk milletindenim diyen insan her şeyden evvel Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan bir insan Türk kültürüne, topluluğuna bağlılığını iddia ederse buna inanmak doğru olmaz’ demek suretiyle soyca Türk olmayanları, asimile edilmek istenenleri başta Kürtler olmak üzere diğer halkları Türkçe konuşmaya zorlamak, mecbur etmek için en üst düzeyde böyle açıklamalarla sindirmeyi geliştirmektedir. Aldıkları diğer bir önlem de Türk nüfusunu çoğaltmak için Türkleri fazla çocuk yapmaya teşvik etmek olmuştur. Örneğin altı çocuklu aileler devletçe ödüllendirilmiştir. Bu yaklaşım Tayyip Erdoğan soykırımcısının her fırsatta ‘üç çocuk, sonra ‘beş çocuk yapın’ şeklinde propaganda yapmasının köklerini de göstermektedir. Sadece bununla da yetinilmeyerek, bir de Kurdistan’da demografi değişimini geliştirmişlerdir. Daha Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarından başlayarak bütün bunların olması için de öncelikle Şeyh Sait isyanını çok kanlı bir biçimde bastırmaları gerekiyordu.
İşte bunun için 4 Mart 1925 yılında Kürt soykırımcısı İsmet İnönü, M. Kemal tarafından başbakan olarak görevlendirilir. Yaklaşık bir hafta önce, A. Fethi Okyar’ın almış olduğu tedbirleri yeterli gören, alkışlayan meclis, sömürgeci-soykırımcı faşist M. Kemal, İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak’ın devreye girmesinden sonra, bu kez İsmet İnönü’nün soykırımcı hükümetini alkışlamaya başlar. Artık sömürgeci soykırımcı Türk devleti, Kürt halkına ‘kardeşlik oyunu, din kardeşliği buraya kadar’ diyerek, asıl soykırım stratejisini hayata geçirmeye başlar.
Kürt soykırımcısı İsmet İnönü, göreve başlar başlamaz, Takrir-i Sükûn yasasını çıkarır ve peşi sıra İstiklal Mahkemelerini de Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın muhalefetine rağmen oluşturur. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın karşı çıkmasının sebebi, Kurdistan halkının özgürlüğü, Türkiye’nin demokratikleşmesi için değildi. Onlar esas olarak M. Kemal’in tek şef olması, kendilerini sınırlandırmak istemesi, yine onlara bağlı basına getirilecek sınırlama vb sebeplerdi. Bunun kendi devletleri için, sınıf veya siyasi klik olarak bir anlamı olabilir, fakat Kurdistan halkı için hiçbir anlamı yoktur. Çünkü Kazım Karabekir, isyanın bastırılmasıyla ilgili konuşmasında, İsmet İnönü’den geri kalır yanı olmayan ifadeler kullanmıştır.
Kazım Karabekir, ‘Evvelce bu kürsüden söylediğim veçhile hadise-i isyan zuhur eden mıntıkada hükümetimizin her türlü kanunî icraatına taraftarız ve bunu bir daha tekrar ediyorum. Fakat bu muayyen hadise karşısında milletin hukuku tabiiyesini tazyike matuf olarak icraata katiyen taraftar değiliz. Huzuru âlinize getirilen kanun gayrı vazıh ve elâstikidir. Eğer bu kabul edilirse, buna istinaden Teşkilâtı Esasiyemizin ruhundan doğan siyasî taazzuvlar ve bunların faaliyetini tahdide veyahut matbuatı tazike teşebbüs edilirse, halk hâkimiyeti tenkis edilecek demektir. Çünkü artık milletvekillerinin sadaları dahi bu kubbe altından harice çıkamayacaktır. Bu kanunu kabul etmek, Cumhuriyet tarihi için bir şeref değildir.
İstiklal Mahkemelerine gelince: İstiklâl Mahkemeleri, isminin medlulü veçhile, istiklâl harplerimiz esnasında yapılmış ve yapılması lâzım gelen bir mahkeme idi. Binaenaleyh bunların tarihe karıştırılması da Meclis-i Âliniz için tarihî bir şereftir. İsmet Paşa Hazretleri eğer İstiklâl Mahkemeleri’ni ıslâhat âleti zannediyorlarsa pek ziyade yanılıyorlar.’
Güncel bir örnek olması bakımından sömürgeci-soykırımcı Türk devletinin ordusunda albay ve general olarak, Kürt soykırımını gerçekleştirmek için yıllarca Kürt kanını dökmeye çalışmış ve emekli olmuş generallerin sömürgeci-soykırımcı Tayyip Erdoğan ve Devlet Bahçeli diktatörlüğüne karşı çıkmaları, onların demokratlığından kaynaklanmıyor veya bundan Kürt halkının ve emekçilerin zarar gördüğünden dolayı değildir. Karşı çıkışları, sömürgeci-soykırımcı faşist Tayyip Erdoğan yönetiminin onlara getirmiş olduğu kısıtlamalardır. Yoksa, Kurdistan Özgürlük Hareketi’ne karşı soykırım savaşında, ‘Çöktürme Planı’nda karşı oldukları bir nokta yoktur.
Bu konuda herhalde en dikkat çekici örnek 49’lar olayındaki DP yönetimi içindeki tartışmalardır. Konuyu, bizzat bu planın kurbanı olmuş, ancak sonuna kadar direnmiş şehit Apê Musa’nın yazdıkları yeterince açıklamaktadır.
“DP’ye karşı yapılan darbeden sonra elimize geçen rapora göre -ki bu rapor Avcıoğlu’nun Yön dergisinde yayımlandı- Celal Bayar, İkinci Kurmay Başkanı Cevdet Sunay, Turancı Devlet Bakanı Tevfik ileri, Başbakan Adnan Menderes ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu toplanıyorlar. O zaman Milli Emniyet’in Kürt sorunu şefi Ergun Gökdeniz’in -ki bu zat, 1975-76 yılları arasında Mardin’e Vali tayin edildi- hazırladığı rapor okunuyor. Raporun içeriği genel hatlarıyla şöyledir.
• Eğer Türkiye’de bin tane Kürt aydını yok edilirse, Türkiye’de Kürt sorunu en aşağı otuz yıl geriler.
• Operasyonda seçeceğimiz Kürtlere komünist demeliyiz, çünkü Kürtler komünistleri sevmez ve tutmazlar.
• Bunların siyasi partilerde kuvvetli yakınları olmamalıdır ve benzeri.
Celal Bayar ve Cevdet Sunay, ‘tamam’ diyorlar. Celal Bayar Dersîm’deki tecrübelerine güvenerek, ‘zaten inkila (köklerini kazımak) lazımdır’ diyor. Tevfik İleri, ‘arkadaşlar, siz beni bilirsiniz. Ben bir Kürt dostu değilim, ama böyle bir harekette bulunursak sakın Cezayir’i Kurdistan’a getirmiş olmayalım’ diye soruyor. (O ara Cezayir’de Cezayirliler ile Fransızlar arasında şiddetli çarpışmalar ve milli kurtuluş savaşı devam ediyordu.) Fatin Rüştü Zorlu, ‘Böyle şey olmaz. Ben şimdiden istifa ediyorum, zaten dışarıda kimsenin yüzüne bakacak halimiz kalmamış. ‘Ermeni Soykırımı’dır; ‘Rum Soykırımı’dır, ‘Kürt Soykırımı’dır, bunlar tarih içinde bir parça kabuk bağlamışken yeniden bu soykırımı kimseye karşı savunamayız’ diyor. En son Adnan Menderes kalmış, ‘peki arkadaşlar, zaten müfettiş beyin anlattığı suçlar idamlık suçlardır. Biz bunlardan elli tanesini tutuklar, mahkeme kararı ile idam ederiz. Böylece ellişer ellişer tutuklar ve mahkeme kararı ile de idam edersek, bini tamamlarız’ demiş. Buna karar veriliyor.
Kürt sorununa ilişkin hazırlanan raporlar
Ayrıca Kürt sorunu hakkında hazırlanan raporlar vardır. Hepsi de birbirinden zalim, katil ve soykırımcıdır. Sömürgeci-soykırımcı Kazım Karabekir’in konuşmasını ve Apê Musa’nın anısını aktarmamızın nedeni güncel durumu daha iyi izah edebilmek içindir. Bazen insan hakları, çocuk ve kadın hakları, basın özgürlüğü, hukuk ihlali, anayasaya uymama, genel demokratik haklar, özgürlükler vb konularında yaşanan sorunlardan dolayı, var olan muhalefetin eleştiri geliştirdiği görülmektedir. Ancak Kürt-Kurdistan’ın varlık ve özgürlük hakları söz konusu olunca, hepsi tespih taneleri gibi İmame Tayyip Erdoğan’ın arkasında sıraya dizilirler. Ya da Kürt halkının siyasi-toplumsal ağırlığını yanına almak, seçimlerde avantaj elde etmek için, adeta ‘yapın ama onları tümden kopuşa götürecek düzeyde yapmayın’ dercesine hareket etmektedirler. Hepsi de İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ne can-ı gönülden katılmaktan geri durmazlar. Ama söz konusu Kürt-Kurdistan olunca, hepsi birbirinden Türk ve Türkçü kesilir hatta bu konuda yarışırlar. ‘Kürtleri ve Kurdistan’ı Tarihten silme ve yok etme’ konusunda özünde bir farkları yoktur, ama yol-yöntem, zaman, iç-dış koşullar vb konularında aralarında bazen farklılıklar olabilir. Olmuştur, olacaktır da. Bu farklılıklar Kürtleri hiçbir zaman yanıltmamalıdır. Hele hele bu uğurda bedel vermiş yurtsever insanların kafasında soru işareti dahi yaratmamalıdır.
Sömürgeci soykırımcı Türk meclisinde yürütülen tartışmalardan sonra Takrir-i Sükûn Yasası çıkarılır (Huzurun Sağlanması Yasası). Demek oluyor ki, Türklerin huzurunun sağlanması ve rahat edebilmeleri için, Kürtlerin halk olarak kendilerinin varlığı, özgürlüğü ve geleceği için düşünemez, konuşamaz, örgütlenemez, siyaset yapamaz, kendini yönetemez ve savaşamaz duruma getirilmeleri gerekmektedir. Bu ise egemen ulusun yöneticileri veya muhalefetlerinin en temel politikası olmaktadır.
Eğer bugün Türk halkının gözleri önünde bu kadar katliam, zulüm oluyor ve buna sessiz kalınıyorsa bunun nedeni, Kurdistan’ın klasik sömürge konumunda tutulması, yeraltı, yerüstü zenginlik kaynaklarının Türkiye’ye aktarılması, açlığa mahkum edilmiş Kürdün kendisini adeta can havliyle metropollere atmasından kaynaklı orada ucuz işçi gücü olması, Kürdün payına düşenin köle-işçi olarak çalışmasındandır. Avrupa’daki işçi, emekçi sınıfın, sosyal haklarının kaynağı, nereden geliyor? Elbette 19. yüzyıldaki işçi, emekçiler öncülüğündeki sendikal, siyasal ve demokratik mücadelelerini, barikat savaşlarını, 8 Mart’ı yaratan kadın direnişlerini unutmuyoruz. Ancak kapitalist merkezlerde var olan sosyal, ekonomik haklar, sömürgeleştirilen ve çeşitli bağımlılık ilişkileri içine alınan ülkelerdeki halkın, emekçinin ve kadının emeğinden, alın terinden ve kanından sızdırılan zenginliğin, bir parçasının da ‘sus’ payı olarak kendilerine verilmesine dayanmaktadır. Buna Marksist literatürde işçi aristokrasisi denilmektedir. Türk devletinde de böyle bir kesimin varlığı söz konusudur.
Kendi emeğiyle değil de başkasının kanından yararlanmayı, beslenmeyi, ahlak dışı gören kesimlerin elbette ki bundan midesi bulanacaktır. Türk halkı adına siyaset yapan, devlet yöneten iktidar sahiplerine karşı mücadele eden, edecek olan bu ahlaklı onurlu kesim ‘beni temsil etmiyorsunuz’ diyebilecektir. Nitekim az ve sınırlı da olsa, öncü düzeyinde söyleyenler oldu ve olmaktadır. Ancak henüz kitleselleşmekten uzaktır.
Ne yazık ki, M. Kemal’e muhalefet eden kesimler Kürtlerin Lozan’da inkar edilmesine rağmen, seslerini çıkarmamışlar, yine 1924 Anayasası’nda Kürtler inkar edilirken de ses çıkarmamışlar, Kemalist çeteyle birlikte hareket etmişlerdir. Daha sonra Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası biçiminde örgütlenen bu grup, ne zamanki sömürgeci Kemalist diktatörlük, Takrir-i Sükûn Yasası gündeme gelince ve kendilerine dokunma başlayınca, bu yasanın kendilerine ilişkin yönlerine karşı çıkmışlar, Kürtlere yönelik baskılara ses yine karşı çıkarmamışlardır. Oysa kendi cepheleriyle sınırlı olarak bunlara karşı seslerini yükselttikleri saat ve günlerde, sömürgeci-soykırımcı Türk devletinin işgalci ordusu masum Kurdistan halkının kanını oluk oluk akıtıyordu. Daha sonra bu kesimler kendileri de soykırımcı Kemalist diktatörlüğün gazabından kurtulamadılar. Dönemin TKP’sinin yaşanan isyanları nasıl papağan gibi Kemalist dil ile değerlendirmeyi tekrarladıklarını, bunu hem de Komünterne rapor ettiklerini de ayrıca kısa da olsa vurgulamakta yarar vardır. Tarihten ders çıkarma olmayınca, tekrarlar yaşanmaya devam eder. Benzer kesimler halen de Türkiye içinde varlığını sürdürmektedirler.
Yıllarca sahibinin sesi televizyon kanallarında Önderliğin nasıl saniye saniye öldürüleceği üzerinde görüş yarıştıran generaller, kendilerinin sınırlandırılması karşısında, ‘faşist yasa, anti-demokratik yasa, bir kenara atıldık, hukuk kalmadı’ vb diyerek mağduriyetlerini dile getirmektedirler. Bunlar dönemin Kazım Karabekir’leri olmanın ötesinde bir şeyi ifade etmemektedirler.
Dün nasıl ki böyle bir ortamda, sömürgeci-soykırımcı Kemalist diktatörlük aşağıya aktardığımız Takrir-i Sükûn Yasası’nı çıkardıysa, muhalefet gerçek anlamda sosyalist, devrimci ve demokratik ilkeler temelinde hareket etmez ve soykırımcı rejimin yeni dönemin Takrir-i Sükûn Yasası’nı hem de geçmişten ders çıkararak, onun boşluklarını doldurarak çıkaracaklarını bilmezse, bu işin sonunun kendilerine de varacağını kesindir.
4 Mart 1925 yılında çıkarılan Takrir-i Sükûn Yasası
‘Madde 1- İrticaa ve isyana ve memleketin nizami içtimaisini ve huzur ve sükûnunu ve emniyet ve asayişini ihlale bahis bilumum teşkilat ve tahrikât ve teşvikat ve teşebbüsat ve neşriyatı Hükümet, Reisi- cumhurun tasdiki ile re’sen idareten men’e mezundur. İşbu ef ‘al erbabını Hükümet, İstiklal Mahkemesine tevdi edebilir.
Madde 2- İşbu kanun tarihi neşrinden itibaren iki sene müddetle meriyülicradır.’
Genelde sol, devrimci çevreler ve liberallerce bu soykırım yasası ‘susturma’ yasası olarak anılır. Bu yasanın sonucunda katledilen, soykırıma uğratılan Kürtler, susturulanlar ise -bazı muhalefet ileri gelenlerinin idam edilmesi hariç- sistemin kendi içindeki muhalefeti olmaktadır. Türkiye’de muhalefetsiz bir toplum, Kurdistan’da ise soykırım hedeflenmiştir. Kendilerine sol muhalefet diyen Türkiyeliler, susturulmalarına ve sınırlandırılmalarına tepki gösterdikleri kadar da demeyelim, bir halkın tarihten silinmesine karşı çeyreği kadar dahi tepki, duruş göstermiş olsalardı, belki de bugün Kurdistan ve Türkiye’nin durumu böyle olmayacaktı. Tarihten ders çıkarılacaksa, iki halkın kaderinin böyle bir ders çıkarmaktan geçtiğinin altını önemle çizmek gerekir.
Takrir-i Sükûn Yasası’na göre Kurdistan’da ve Türkiye’de iki ayrı İstiklal Mahkemesi kurmuşlardır. Tabi bunlara bağlı olarak da neredeyse her ilde İstiklal Mahkemeleri kurulmuştur. Bilebildiğimiz kadarıyla bu İstiklal Mahkemeleri’nde kaç kişinin, neden ve nasıl idam edildiğine ilişkin henüz açık hale getirilmiş bir arşiv belgesi yoktur. Bu kadar merkezi örgütlenmiş bir devletin, İstiklal Mahkemeleri’nde, harp divanlarında ne kadar kişinin idam edildiğini bilmemesi mümkün değildir. Ancak bunlar halen de gizli tutulmaktadır.
Soykırımcı İsmet İnönü’nün aktaracağımız şu sözleri, zihniyet ve stratejilerinin ne olduğunu ortaya koymaktadır.
‘Erbabı fesat, ne kadar uzak ve men-i yerlere iltica etmişlerse, oraların kendilerine mezar olduğunu anlayacaklardır, bu bir, ikincisi harekat-ı katiye bittikten sonra bu havali de ve’alel umum bilhassa ve böyle irticai dine müstenit tesvilatı siyasiye yapmak hususunda müstait olan havali de bu imkanı serdedecek tedabir alacağız’ demektedir.
Bu tedbirlerin ne olduğunu yine sömürgeci faşist İsmet İnönü şöyle açıklıyor.
‘Biz açıkça milliyetçiyiz ve milliyetçilik bizim birlik noktamız. Türk çoğunluğu karşısında diğer unsurların hiçbir hakkı yoktur. Türkler ve Türkçülüğe karşı olanları ortadan kaldıracağız. Ülkeye hizmet vermek isteyenlerde aradığımız en önemli özellik, her şeyden önce Türk ve Türkçü olmaları.’
Bu amaçlarına ulaşabilmek için de öncelikle isyan, ihanetçi ve işbirlikçilerin desteğiyle bastırılır. Birçok köy sömürgeci soykırımcı Türk devleti tarafından çıkarılan talimatlar temelinde yakılıp-yıkılır. Sayısı belli olmayan idamların yanı sıra Kürt halkından 15 bin insan iki ay içinde katledilerek, tam bir soykırım uygulanmıştır. 15 Şubat 1925 ve 15 Şubat 1999 nedeniyle Önder Apo, 15 Şubat’ın ‘Kürt Soykırım Günü’ olarak anılmasını belirtir.
1925 Eylül’ünde ise, üzerinde daha önce de ayrıntılı çalışıldığı belli olan ve aynı zamanda bir Kürt soykırım suç belgesi olan Şark Islahat Planı çıkarılmış ve yürürlüğe konulmuştur. Plan demek, üzerinde düşünülmüş, aşamaları tasarlanmış bir düşünsel hazırlıktır. Özetle bilinçli yapılan bir iştir. Kürtler de Şark Islahat Planı temelinde soykırıma tabi tutulmuşlardır. Zaten kendileri de adına plan demişlerdir. Onun için Şark Islahat Planı Kürtlere karşı yapılan soykırımın suç belgesidir, demek gerekmektedir. Planlayarak, tasarlayarak Kürtlerin nasıl Türkleştirileceğinin askeri, siyasi, kültürel, hukuki, idari, ekonomik ve mali kararlarını içeren bir plan olduğu için suç belgesidir.
Bütün bu olup-bitenlerin hazırlanması ve hayata geçirilme süresi iki yıl bile değildir. İki yıl fazla uzun bir zaman değildir. İki yıl içinde, Kurdistan’da yaşanacak direnişi kırma, var olan kısmi örgütlülüğü dağıtma, Türkiye’de ise gerek halkın ve gerekse de çeşitli muhalif kesimlerin olası hareketlenmelerini bastırma çerçevesinde yapılan planın tamamına yakını uygulanmıştır. Bunun sonucunda M. Kemal artık istediği gibi, tek parti, tek şef, Hitler’in öncülleri olarak ortaya çıkmış, Kurdistan’da her türlü terörü engel tanımadan estirmiş, Türkiye’de ise benzer uygulamalar, daha düşük yoğunluklu olarak uygulanmıştır.
Mustafa Kemal ve sonraki şefler, Sınırları Lozan’da çizilen ve uluslararası hukuk tarafından güvence altına alınan Türk devlet sınırları içinde bir Türkleşmeyi yaratmak için her türlü yöntemi uygulamaktan çekinmemiştir. Her türlü ipe-sapa gelmez Güneş Dil Teorisi gibi teoriler geliştirilmiş, Kürtlerin Türk olduğu, ayrı bir ulus olmadıkları, karda yürürken kart-kurt ses çıkardıkları vb. uyduruk tezlerle kanıtlanmaya çalışılmış, Kürtleri Türkleştirmek için her türlü zulüm, katliam hakaret, zindan, yoksulluk, sürgün, aralıksız ve sistemli bir biçimde uygulanmıştır.
İsrail Siyonistleri 8 ayda 37 bin masum Filistinliyi canavarca katletmekle, gerçek anlamda bir soykırım suçu işlemiştir. Ve bugün İsrail Siyonistleri soykırım suçundan yargılanmaktalar. Tarihin cilvesine bakın ki, bu konuda en fazla sesini yükselten ise soykırımcı faşist Türk devleti ve onun faşist şefi Tayyip Erdoğan’dır. Oysa Tayyip Erdoğan başta olmak üzere onların ellerinde yüz binlerce Kürdün, Ermeni’nin, Asuri, Rum ve Keldani’nin kanı vardır. ‘Kürt kanı dökmeyen elini kaldırsın’ derseniz, bu İsrail’i protesto edenlerin içinde elini kaldıracak birini bulamazsınız. Bu kadar İsrail’i gündemleştirmesi, kendisinin Bakur, Başûr ve Rojava’da on binlerce Kürdün, Arap’ın, Süryani’nin kanına bulaşmış kanlı ellerinin görülmesini engellemeye dönük bir oyundur-tezgahtır. Sanki daha dün Cizre bodrumlarında 400’e yakın yurtseveri cayır cayır yakmamışlar gibi, devlet olarak da 1914-1940 yılları arasında yüz binlerce Ermeni ve Kürdün soykırımından sorumlu değillermiş gibi konuşuyorlar!
Kürt soykırımcılarının başı M. Kemal, İsmet İnönü ve dar çevresi, henüz isyan başlamadan önce bir toplantıda, Kürtleri nasıl tasfiye ederek, cumhuriyetin kuruluş felsefesini ve onun hukuksal çerçevesi olan anayasayı nasıl pratikleştireceklerini planlamışlardır. Şeyh Sait İsyanı başlayınca, bunu tam bir fırsat olarak değerlendirmişlerdir. Nitekim 1926 yılında soykırımcı faşist şefler bir araya geldiklerinde, M. Kemal, İsmet İnönü’ye ‘sen olmasaydın, ben bu işleri yapamazdım’ diyor, İsmet de cevaben, ‘sen olmasaydın, ben de bütün bunları düşünemezdim’ diye cevap veriyor. Bir soykırımın itirafı niteliğindeki bu ifadeler önemlidir.
DEVAM EDECEK…