Sömürgeci, soykırımcı Türk devletinin hükümetinde, partilerinde önemli tartışmalar yaşanmaktadır. Bunları, tarihsel bir perspektifle değerlendirmekte yarar var. Sömürgeci-soykırımcı Türk devletinin Önder Apo’ya karşı uyguladığı ağır tecrit ve peş peşe verilen disiplin cezaları, Kurdistan Özgürlük Hareketi’ni tasfiye etmeye yönelik yürüttüğü diplomasi ve yine yeni anayasa çalışmaları, -ki özellikle özel savaş ve etkili ajanlık yasası-, yumuşama, normalleşme, Kürt soykırımını gerçekleştirmek için yapılan harcamalar, ekonomik kriz, açıklanan tasarruf tedbirleri, Kurdistan Özgürlük Gerillası’na karşı kullanılan kimyasal ve diğer yasaklı patlayıcılar, partiler arasında yürütülen görüşmeler, polemikler, Kobanê Kumpas Davası’nda verilen cezalar, Kuzey-Doğu Suriye’deki seçime yönelik engelleme saldırıları ve en son Colemêrg’te Belediye Eşbaşkanı M. Sıddık Akış‘a karşı gerçekleştirilen darbe ve onun yerine sömürgeci katil bir valinin kayyum atanması vb başlıklar normal bir zamanın konu başlıkları değildir. Birbirinden kopuk ve ayrı konular da değildir.
Neler oluyor, olanları nasıl anlamak gerekir?
Halklar, emekçiler, kadınlar, gençler ve egemenler 1990’lı yıllardan başlayarak miladi 21. yüzyılı tartışıyorlardı. Önder Apo da 21. yüzyılın kadın yüzyılı olacağını ve PKK’nin de kadın eksenli bir parti olduğunu söylemişti. Kürt kadınları dağda, şehirde, zindanda, siyasette, ekonomide askerlikte, sanatta, edebiyatta, özetle hayatın her alanında böyle bir inançla tarihi bir mücadele yürütüyor. Dünyanın bütün halklarından kadınlar ve insanlık herkes “Jin, Jiyan, Azadî” şiarını her fırsatta haykırmakta. Bir bütün olarak Kurdistan halkı, 21. yüzyılda Demokratik Ekolojik ve Kadın Özgürlüğü temelinde bir yaşamı kendi topraklarından başlayarak Ortadoğu ve dünyada yaşamın her alanında kurulması için çalışmayı esas almaktadır. Önder Apo 21. yüzyıl stratejisini böyle tanımlamış oluyor.
Kürt halkı cumhuriyetin ikinci yüzyılını Türk devleti tarafından uygulanan soykırım politikalarına son vererek, özgür Kurdistan, demokratik Türkiye stratejisi temelinde karşılamak istemektedir. Bununla, Türk, Arap ve Fars emekçileriyle eşitlik-özgürlük temelinde bir yaşamı kurmadaki kararlılığını her fırsatta dile getirmektedir. Ancak faşist şefler Tayyip Erdoğan ve Devlet Bahçeli ise Kürt soykırım stratejini, ‘Çöktürme Eylem Planı’ temelinde tamamlamak istemektedir. Buna karşılık Kurdistan halkı da amacına ulaşabilmek için önüne ‘Devrimci Halk Savaşı’nı koymuş bulunuyor. Sömürgeci, soykırımcı Türk devleti Kürt, Ermeni, Asuri, Keldani, Rum vb halklara karşı uyguladığı soykırım politikasını ikinci yüzyılda da sürdürmek istemektedir.
Cumhuriyetin ikinci yüzyılına girmeden önce, sömürgeci, soykırımcı Türk devletinin resmi ideolojik, politik güçleri, ‘90’lı yıllardan itibaren 21. yüzyıl tanımlaması için tartışmalar yürütüyorlardı. Irkçı, faşist MHP’lilerden bazıları ‘21. asır Türk asrı olacaktır’ diyorlardı. Tanımlamaları netti. Hatta bunun için 100. Yüzyıl marşı bile hazırlanmıştı. Tıpkı soykırımcı devletin 10. Yıl marşı gibi, ırkçı, sömürgeci, Kürt’ü, Kurdistan’ı inkar eden içeriktedir. 10. Yıl marşı soykırımcı M. Kemal’in 10. Yıl nutkunun bir özeti ve onun notalandırılmış haliydi. 100. Yıl marşı da yeşil faşizmin temsilcisi Erdoğan’ın zihniyetini seslendirmişti.
2023 yılında Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzüncü kuruluş yıldönümünden önce yürütülen tartışmalarda faşist iktidar, 21. yüzyılı, ‘Türkiye Yüzyılı’ olarak tanımladı. Muhalefet partilerinden de bu konuda farklı, alternatif bir tanım gelişmediğine göre, Türklük sözleşmesinde buluştukları anlaşılmaktadır. Yani bu eli kanlı Türk sömürgecileri ‘21. asır Türk asrı olacaktır’ hedefinde ortaklaşmaktadırlar. Eğer bunu ağır, yanlış görenler varsa, ikinci yüzyılda nasıl bir Türkiye-Kurdistan görmek istediklerini açıkça ortaya koymalı ve Osmanlı’da hille, oyun devşirme yoluna girmeden tavrını netleştirmelidir. Bunu yapmadıkları sürece, hepsini ‘Türk sözleşmesinin’ yeminli taraftarları olarak tanımlamak gerekir.
Türkiye Yüzyılı ne demek oluyor?
Faşist şef Tayyip Erdoğan ve çevresinin yeni ‘Türkiye Yüzyılı’nı ideolojik, politik ve stratejik bir doğrultuya göre planladıkları kesinleşmiştir. Her şeyi buna göre yapmaya çalışacakları görülmektedir. Bunun en yalın anlamı ise sömürgeci soykırımcı Türk devletinin kuruluşunun ilk günlerinden başlayarak Kurdistan’da gerçekleştirdikleri katliam ve soykırımlardır. Yani Takrir-i Sükûn Yasası, İstiklal Mahkemeleri, İskan Yasası ve Şark Islahat Planı’nın güncellenmesi demektir! Bunu ne kadar başarırlar veya başarmazlar, o ayrı bir konu, ancak sonucu belirleyecek olan Kurdistan özgürlük mücadelesi ve stratejik müttefiklerinin örgütlülük ve direnme gücüdür.
Hala kana doymamış olacaklar ki, Kürt halkının kanını 21. yüzyılda da akıtmaya, sömürgeci soykırımcı stratejisini adım adım tamamlamaya ve bununla beslenmeye devam edecekleri anlaşılmaktadır. Türk halkının payına düşecek olan ise beka edebiyatını İslam ile cilalayarak, beyaz ve kara faşizmi yeşile boyayarak, tümden anti-demokratik, insan haklarına aykırı, her türlü baskı, zulmü geliştirerek Türkiye halkını açlık ve yoksulluğa mahkum etmek olacaktır.
Tayyip Erdoğan, 2002 yılından itibaren, Türk-İslam sentezi temelinde yeşil faşizmin tam kurumlaşmasını, ‘cumhuriyetin ikinci yüzyılının başında’ kurumlaştırmak istemektedir. Türkiye Yüzyılı demek, yeşil faşizmin kurumlaşması, Kürt soykırımının tamamlanması demektir. Bunun da Türkiye’de ve Kurdistan’da geçen yüzyılda kullanılan değişik yol ve yöntemleri aşan Kurdistan’a yağdırılan bombalar, kimyasal silahlar, diplomatik ilişkiler, eğitim ve medya gücüyle gerçekleştireceği anlaşılmaktadır. En önemlisi de Önder Apo’ya olan yaklaşımlarında bu daha net olarak anlaşılmaktadır. Önder Apo üzerindeki tecridin çeyrek asır sürdürülmesini, son 40 aydan beridir de hiçbir biçimde Önder Apo’dan haber alınmamasını başka türlü tanımlamak mümkün değildir. Bir halkın Önderi’ne böyle yaklaşan bir devletin, halkına daha farklı yaklaşacağını beklemek, en hafif deyimle sömürgeci, soykırımcı Türk devletinden hiçbir şey anlamamak, tarih bilincinden yoksun olmak anlamına gelir. Nasıl ki, Şeyh Said’e idam, Kürt halkına soykırım ve Şark Islahat Planı olarak döndüyse, ‘İmralı’da Önder Apo’yu her gün, her saat, her dakika öldürme siyaseti’, şimdi de Kurdistan’da ‘Çöktürme Planı’ olarak dönmektedir. Yani sömürgeci AKP-MHP hükümeti anayasada, Kürt halkının varlığına, özgürlüğüne yer vermeyecektir. Kürdün dilinin, kültürününün yasaklaması ve asimilasyon politikalarına devam edilecektir. Anayasadaki ilk maddeler ve 66. Madde korunacaktır. Kurdistan’ın zenginliklerini talan etme, halkı açlığa, yoksulluğa mahkum etme, bu temelde Kurdistan’dan kaçısın zeminini oluşturma, bununla birlikte ajanlaştırma, fuhuş ve uyuşturucu ile yozlaştırma politikaları sürdürülecektir. Kurdistan topraklarına, tıpkı İsrail Siyonistlerinin Filistin’e Yahudileri yerleştirdiği gibi, Kurdistan topraklarına başka yerlerden getirilen Türkler, Araplar, Afganlar vb yerleştirerek demografik değişim politikası yürütülecektir. Kurdistan Özgürlük Gerillası’nı ise, yasaklı kimyasal silahlar, termobarik, taktik nükleer bombalar ile imha ederek ulusal soykırım poltikalarını tamamlama, askeri planlamalarının başında gelmektedir. Böylelikle Bakurê Kurdistan devrimini ve Rojava Devrimi’ni tasfiye ederek, Başûrê Kurdistan’da da tam hakimiyet sağlayarak Misak-ı Milli sınırlarına ulaşmak istemektedir. Böylece bölgede hegemonyasını güçlendirerek, Kuzey Afrika’da, Orta Asya’da egemenliğini yaymayı hedeflemektedir.
Sömürgeci-soykırımcı AKP ve onun faşist şefi Tayyip Erdoğan, öyle rastgele siyaset yapan, emanetçi birisi değildir. Bir ideolojik-politik doğrultuya dayanan, stratejik bir planlama temelinde hareket etmektedir. ‘70’li yıllardan beri, faşist ve İslamcı gençliğin örgütlendiği Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) gibi bir öğrenci teşkilatında, Milli Selamet Partisi (MSP), Refah Partisi (RP) gibi partilerde yer almış, İskender Paşa cemaatinde kalmış, RP adına İstanbul Belediye Başkanlığı yapmıştır. İstanbul gibi kapitalist modernitenin merkezlerinden birisinin belediye başkanı olarak, uluslararası sermaye güçleriyle, özelikle de ABD düşünce kuruluşları ve sermaye çevreleriyle ilişkilenmiştir. Sömürgeci Türk devletinin gerçekleştirdiği 28 Şubat askeri darbesinden sonra RP’de yaşanan tartışmalarda, kendisini ‘yenilikçiler’in lideri olarak konumlandırmıştır. 12 Eylül askeri faşist cuntası sürecinde cemaatlerle bağlantılı olarak iyice palazlanmış yeşil sermaye çevreleri, dünyada esen neo-liberal ekonomi rüzgarlarının da etkisiyle, önce Türkiye’nin klasik sermaye çevrelerinden alan kapma, giderek uluslararası sermaye ile bütünleşme peşindeydi. 2001 yılında AKP’yi kuran faşist Tayyip Erdoğan ve çevresi bu kesimlerin partileşme ihtiyaçlarına karşılık vermiştir. 2002 seçimlerinde seçilme yasağı olduğu için, seçime girmemiş olsa da kurduğu parti seçimi kazanmış, kendisi de özel bir yasayla yasağı kaldırıldıktan sonra seçilmiş ve 2003’te başbakan olmuştur.
İnkar, imha temelinde kurulan soykırımcı Türk devleti, 87 yıllık tarihinde Kürt soykırımını tamamlamak için her türlü insanlık dışı yol ve yöntemi kullanmasına rağmen, İnönü’sü, Menderes’i, Demirel’i, Nihat Erim’i Ecevit’i, Kenan Evren’i, Özal ve Erbakan’ı vb gelip geçmesine rağmen başaramamışlardır. Tam başardıklarını sandıkları ‘70’li yılların başında ise Rêber Apo’nun öncülüğünde PKK ortaya çıkmış ve Kürt halkının varlık-özgürlük mücadelesini sürekli yükselen bir tarzda ilerletmiştir. ‘90’lı yıllarda ise artık, yok sayılan Kürt halkı açısından, Önder Apo’nun deyimiyle ‘Diriliş başarılmış, sıra kurtuluşa gelmişti’.
Sömürgeci, soykırımcı Türk devletinin ve hükümetlerinin kullandığı, kimi yöntem farklılıkları gösteren özünde ise aynı olan, soykırım politikalarının yanı sıra, aynı zamanda iflas eden klasik Kemalist paradigma olmuştur. Reel sosyalizmin yıkılması, dünyada esen liberal politikalar, iktidarın dışında tutulan İslami kesimlerin özellikle 12 Eylül askeri faşist cuntasının geliştirdiği Türk-İslam sentezi politikasının oluşturduğu zeminde önü açılan, yaygınlaşan cemaat ve tarikatların holdingleşmesi yeşil faşizmin ekonomik zeminini oluşturmuştur. Bu kadar ekonomik güce ulaşan holdingler, artık sömürgeci devlet siyasetinde rol almak istediler ve bu temelde de partileştiler. ‘60’lı yıllardan gelen partileşme süreci, faşist askeri şef Kenan Evren, Turgut Özal ve ardından Refah Partisi iktidarlarıyla birlikte iyice güçlendiler. Özellikle Kemalist zihniyetli devlet çekirdeğinin politikalarının 2000’li yıllara dayandıklarında adeta Kurdistan özgürlük mücadelesi karşısında nefessiz kalması, İslam’ı bir iktidarlaşma aracı olarak gören kesimlere, ABD’nin de gelişen radikal İslam’a karşı ılımlı İslam projesini geliştirmesi kapsamında faşist Erdoğan’a iktidar yolunu açtı. Bu konuda ABD ile yapılan gizli, açık görüşmeler bilinmektedir. Özetle, Beyaz Türkçülüğün, beyaz faşizmin iflası sonucu yeşil faşizmin önü açılarak, Kurdistan halkının başına bela edildi.
Yeşil faşizm ne yapmayı düşünmekte, neyi planlamaktadır?
Önder Apo’nun 2010 yılında yaptığı tespitler, bu konuya ışık tutmaktadır. Önder Apo’nun AKP faşist yönetiminin nasıl bir yol izlediği ve bundan sonra da nasıl bir yol izleyebileceğine ilişkin yaptığı tespitler, güncel olarak çarpıcı bir biçimde doğrulanmaktadır.
AKP iktidarının ilk sekiz yılı CHP’nin ilk sekiz yılına (1923-1931) çok benzemektedir. İkisinde de tek partili rejim egemendir. Tıpkı 1931’den itibaren (M. Kemal’in Serbest Fırka denemesine rağmen) ağırlaşan İsmet İnönü ve Recep Peker faşizmi gibi, AKP’nin de 2011 seçimlerinden itibaren (Hitler’in 1933 seçimlerindeki konumuna oldukça benzemektedir) diktatoryasını yoğunlaştırma ve kendi anayasasıyla pekiştirme olasılığı yüksektir…
‘AKP’nin yeni hegemonik iktidar döneminde, Kürt varlığı ve özgürlüğünü tasfiye amaçlı özel savaş rejimi daha da güçlendirilerek yürütülecekti. Zaten AKP’nin ordu şahsında rejimin eski iktidar sahipleriyle yaptığı uzlaşmanın temelinde Kürt varlığının (ontolojik gerçeklik) ve özgürlüğünün (bilinç ve örgütlülük) tasfiyesi ve kültürel soykırımın sürdürülmesi yatmaktaydı. İktidar başka türlü AKP’ye teslim edilemezdi…Bu uzlaşma AKP döneminde sadece olduğu gibi kabullenilmekle kalmamış, İslâmî argümanlarla daha da güçlendirilerek devam ettirilmiştir.’
Soykırımcı CHP’nin ilk sekiz yılında neler olmuştu? Uzun uzadıya ayrıntılı anlatmak, bu yazının sınırlarını aşar. Satır başlarıyla hatırlatmakla yetineceğiz.
1923 yılının 29 Ekim’inde Kürt halkını yok etme, Kurdistan’ı Türk uluslaşmasının yayılma alanı haline getirme stratejisi temelinde kurulan Türk devleti, 2023 yılının 29 Ekim’inden sonra da yine Kürt soykırımını devam ettirerek, kuruluş felsefesi ve planlamasını bire bir hayata geçirerek, tümden yok etmek istiyor? Tüm belirtiler, söylem ve atılan adımlar bunu fazlasıyla ortaya koymaktadır. Çünkü bugün dünden ve öncesinden hazırlanmıştır. Onun için de soykırımcı Türk devletinin kuruluş felsefesi ve yılları önemlidir.
Türk devletinin kuruluş felsefesi nedir ve kuruluş yıllarında olanlar neydi?
20. yüzyılın başlarında, ortada ayakta kalmakta zorlanan bir sömürgeci Osmanlı İmparatorluğu vardı. İngiliz. Fransız emperyalistleri bölge hakimiyetini elde tutmak, ticaret yollarını kontrol etmek ve gelişmekte olan Sovyet devrimini durdurup sınırlamak için, bu imparatorluğun enkazından, bir Türk ulus-devleti yaratmayı hedeflemişti. M. Kemal ve etrafındaki çeteler, bu soykırımcı sistem için adeta biçilmiş kaftanlardı.
Diğer halklar sömürgeci Osmanlı İmparatorluğu’na karşı ulusal kurtuluş mücadelelerini yürütüp başarıya ulaştıkları ve Ermeni, Rum, Asuri-Keldani halklar soykırımdan geçirildiği için, M. Kemal’in ilk gittiği yerin Kurdistan olması tesadüf değildir. Çünkü gidebileceği, ayak basacağı ve kabul edileceği başka bir yer kalmamıştı. Onun için de Kürtlerin yanına gitmiştir. Giderken de Kürtleri kandırmak için ortak vatan, ortak devlet, ortak din, ortak kurtuluş ve ortak yönetim vb birçok vaatte bulunmuştur. Bunlar tarihi belgelerde fazlasıyla vardır. M. Kemal’in Kürt önde gelenleri karşısında döktüğü dil, verdiği vaatleri ve el-etek öpmeleri saymakla bitmez. Bunlar genellikle bilinen gerçeklerdir. Kürtlerin yanında kurulacak devletin, bir Kürt-Türk devleti olacağını da açıkça belirtiyordu. Onun bu söylemi, Lozan Antlaşması imzalanıncaya kadar sürdürülmüştür. Hatta Lozan’da bile, Kürtler söz konusu olunca, İsmet İnönü ve beraberindeki kendisi gibi Kürt soykırımcısı delegasyon ‘TBMM Hükümeti Türklerin olduğu kadar Kürtlerin de hükümetidir; Kürtlerin gerçek ve meşru temsilcileri Milli Meclis’e girmiştir ve Türklerin temsilcileriyle aynı ölçüde ülkenin hükümetine ve yönetimine katılmaktadır’ diyerek yalan söylemiş ve iki yüzlüce davranmıştır. Lozan konferansında, konferansın bütün maddeleri tek tek incelendiğinde, bin yılların halkı ‘tek kelime’ ile anılmamış, yok sayılmıştır. Türk devleti ile birlikte bu metne imza atan emperyalist devletler Türk devletinin ileride uygulayacağı soykırımın zeminini Lozan’da hazırlamıştır.
Rıza Nur denilen soykırımcı da Kürtlerin haklarının tartışıldığı oturumda, bin bir dereden su getirerek, yalan üstüne yalan, demagoji üstüne demagoji üreterek, Kürt’ün inkarında ve Kurdistan’ın parçalanmasında İsmet İnönü’den geri kalmamıştır.
Türk egemenlerinin, sadece zihniyetlerini değil, duygularını, hislerini de tanımak ve anlamak gerekir. Kürtler söz konusu olunca, genel insani ölçüler, duygu, vicdan, ahlak vb ile hiçbir ilgilerinin olmadığı tüm tarihi gerçeklerden açığa çıkmaktadır. M. Kemal’in 1919-23 yılları arasında hiçbir yoruma izin vermeyecek kadar Kürt’ü haklarıyla birlikte tanıyan sözlerinin hepsinin baştan sona taktik, takiye, yalan ve yanıltma olduğu anlaşılıyor.
Erdoğan da ‘düşünmezsen Kürt sorunu yoktur’ dedi. Daha sonra ‘Kürt sorunu benim sorunumdur’ dedi. Şimdi yine ‘Kürt sorunu yoktur, nerede bir Kurdistan kurulursa gider engellerim’ diyor. Bu kaç yüzlü bir insan hali ve davranışıdır? İnsan, dostuna, komşusuna değil, düşmanına karşı bu kadar taktik, takiye, gizli, sinsi hesap yapar. Peki, bunlar bu sözleri söylerken duygularını nasıl gizlediler, yüzlerine hangi maskeleri geçirdiler? Bu kadar yalan üretme, bu yalanları Kürtlerin yüzüne söyleyecek kadar, duygularını gizleme gereğini duymak, içlerindeki Kürt düşmanlığının derinliğini, sinsi plan sahibi olduklarını göstermiyor mu? O halde bundan sonra Türk egemenleri konuşunca, bir de bu açıdan bakmak gerekiyor. Her sözlerine, ister namus, şeref adına, ister hukuk, anayasa adına ister laiklik ister din adına, isterse de kardeşlik adına olsun; ne adına söylenirse söylensin inanmamak gerekir. Çünkü burada belirtilen kavramların hiçbirisi kendi doğal evrimi içinde, kendi yaşamlarından üretilmiş bir kavram değildir. Oradan buradan, çıkarları için devşirilmiş kavramlardır. Hele İslam ve din adına söylenenlere hiç mi hiç inanmamak gerekir. Çünkü kutsal İslam dinini, yayılmada Muaviye’nin savaşta mızrak uçlarına Kuran’ı Kerim sayfalarını taktırması gibi, sadece kullanmışlardır. Yezidlikte sınır tanımamışlardır. Halen de öyledir. Kürtlerin tarihi bir sözü vardır, hatırdan hiç çıkarılmamalı: Bextê Romê tune ye!
Lozan’dan hemen sonra ne yapıldı?
Kürt soykırımcılarının başı M. Kemal’in yaptığı ilk iş, Büyük Millet Meclisi’ni bir erken seçime götürerek, içinde Kürtlerin ve sol, demokratik kesimlerin olmadığı bir meclis oluşturmak olmuştur. Seçimi öne almış, seçim kanunlarında kendi lehine gerekli değişiklikleri yaparak, hatta kimlerin meclise gireceğini tek tek tespit ederek bu amacını fazla zorlanmadan gerçekleştirmiştir. 1923 Ağustos ayında ise, Kurdistan’ı ve Kürt halkını yok sayan Lozan Antlaşması’nı oluşturdukları Kürtsüz meclisleri tarafından onaylatmıştır. Eylül ayında ise, M. Kemal soykırımcı Cumhuriyet Halk Fırkası’nı kurmuş ve kendisini de genel başkan olmuştur. Böylelikle tek adamlığa giden yolda ilk adımı atmıştır. Kürt katili M. Kemal, 28-29 Ekim tarihlerinde ise muhalefetsiz tek partili ortamda 1921 Anayasası’nda yaptığı değişikliği meclisten hızla geçirmiş ve 1921 Anayasası’nda, Kürt halkını ve diğer halkları yok sayan, ‘Türk devletinin dili Türkçedir’ şeklinde değişiklik yapmış, böylece 29 Ekim’de yangından mal kaçırırcasına yaptığı hazırlıklar temelinde sömürgeci, soykırımcı ‘Türkiye Cumhuriyeti’ni ilan etmiştir. Hemen arkasından ise, Kürt soykırımcısı İsmet İnönü’yü başbakan olarak atamış ve soykırımcı katillerden oluşan bir hükümet kurmuştur. Tabii kendisini de tek şef ilan etmiş, var olan koşullar içinde kullanılabilecek tüm siyasi, askeri, hukuki, diplomatik, ekonomik, mali vb yetkilerle donatmıştır.
1924 Mart’ında çıkardıkları bir kanunla halifelik kaldırılırken, aslında Nisan 1924’de oluşturulan ve 24 Nisan 1924’te yürürlüğe giren 1924 Anayasası’nda bir çırpıda başta halkımız olmak üzere, Türkler dışında diğer tüm halklar yok sayılmıştır. ‘Türkiye Türklerindir’ deyişi, adına Türkiye dedikleri alanları, Türkleştirerek, sadece Türklerin kılınmak istendiği için, ‘Türkiye Türklerindir’ denilmiştir. Eğitim sistemi ve bakanlığı bu temelde oluşturulmuştur. Tabii ki, başta Kürtler ve diğer halklar sadece yok sayılmakla yetinilmemiş, ardından nasıl yok edileceği de stratejik bir planlamaya kavuşturulmuştur. Tüm bu yaptıklarına olası karşı çıkışları engellemek ve caydırmak için de var olan Hıyanet-Vataniye Yasası güncellenmiştir.
Özetle daha önce Kürt’ü yok etmek için oluşturulan strateji ve taktik doğrultusunda hareket edilmiştir. Kürtler dağınık ve örgütsüz olsalar da kendilerine yönelik geliştirilen planı derinlikli olmasa da fark etmişler ve boşa çıkarmak için bir arayış içine girmişlerdir. Azadî Örgütü’nü kurmaları bunun bir sonucudur. Ancak Azadî örgütlülüğü, düşmanın ideolojik, politik ve stratejik bakımından derin örgütlülüğünü ve hazırlığını ne yeterince görmüş ne de onu karşılayacak bir düzeyde örgütlülük geliştirebilmiştir. Bu gerçeklik, hareketin önderlerinden Cîbranlı Xalid’ın 1924 Aralık ayında düşmana esir düşmesinde daha net görülmektedir. İsyanı ancak iki ay sürdürebilmişlerdir. Soykırımcı Kemalist hareketin Teşkilat-ı Mahsusa’dan kalan yoğun istihbarat birikimi ve faaliyetleri sonucu Kürt halkı içindeki gelişmelerden önemli oranda bilgi sahibi olmuşlar ve hareketi provoke ederek, hareketin istediği zamanda değil de kendilerinin istediği zamanda harekete geçmelerini sağlamışlardır.
Şeyh Sait önderliğinde gelişen isyanda da görüldüğü gibi bir provokasyonla zamanından önce harekete geçmek zorunda kalan isyan önderliği, kısa süre içinde yenilgiyle yüz yüze gelmiştir. Güçlü bir örgütlü öncülüğe, hazırlığa, stratejiye, örgütlülük ve birliğe dayanmayan çıkışın daha farklı sonuçlanması da zaten mümkün değildi. Bu süreci adeta adım adım bir stratejik planlamaya tabi tutan ve ona göre hareket eden sömürgeci-soykırımcı Türk devletinin yönetim çekirdeğinin hazırlıklarına, Kürtlere karşı besledikleri derin stratejik düşmanlığa karşılık, süreci doğru okuyamayan ve buna göre hazırlıklı olamayan Kürt öncülüğünün başarı şansı zaten yoktu.
24 Şubat günü ise, yani isyan başladıktan 10 gün sonra, sömürgeci Türk devletinin başbakanı Ali Fethi Okyar, meclise konu hakkında bilgi verir ve isyanı bastırmak için almış oldukları tedbirleri aktarır. Tedbirlerin ilki Kurdistan’da sıkıyönetim ilanı, ikincisi ise daha önce de var olan İhaneti-Vataniye Kanunu’nun güncellenmesidir. Her ikisi de oybirliğiyle kabul edilir. Ancak kısa bir süre sonra 2 Mart günü, Cumhuriyet Halk Fırkası içinde bazı kesimler M. Kemal’in yönlendirmesiyle alınan tedbirleri yeterli görmez ve daha farklı siyasi, idari ve askeri tedbirler için de diretirler. Daha sonra da faşist şefin toplantıya katılmasında ısrarcı olurlar. Faşist soykırımcı şef de toplantıya katılır ve Kürt isyanına karşı alınan tedbirlerin yetersiz olduğunu söyler, ‘inkılabı başlatan tamamlayacaktır’ diyerek Kürtleri soykırımdan geçirmekten ve kendisine engel olmaktan çıkarmayı ifade eder. Bundan hareketle de hükümeti yetersiz kalmakla eleştirerek, daha farklı tedbirlerin alınmasına işaret eder. Bu durum karşısında ise A. Fethi Okyar, aldığı tedbirleri yeterli gördüğünü söyler, ardından da daha şedit tedbirlerle elimi Kürt kanına bulamak istemiyorum, mealinden sözlerle itirazını dile getirir ve istifa eder.
DEVAM EDECEK