Köyümüz yirmi haneydi ve tüm evler ortasından geçen yolun iki tarafına yapılmıştı. En üst tarafta Kocademirler, en altta da Duymazlar oturuyordu. Her iki aile de kalabalık ve köyde sevilen ailelerdi. Bizim evimiz tam köyün orta yerinde, çeşmenin hemen yanındaydı. Köyde en yakın komşularımız köyün en şakacı, en hoş sohbet ve cesur insanı olan İbrahim amca ve ailesiydi. Gömenan köylerine bakan tarafta, tarlada çift sürerken ayıyla nasıl boğuştuğu ve ayının dışarıya çıkardığı iç organlarını elleriyle nasıl tekrar yerine koyarak, o halde köye kadar geldiği anlatılırdı. Daha çok da ona anlattırırlardı. Deyim yerindeyse bizim köyün Nasrettin Hocasıydı İbrahim amca. Çoğunlukla köyün orta yerinde, çeşmenin hemen alt kısmındaki harman yerinde toplanırlardı tüm köy ahalisi. Herkes gelirdi harman yerine. Orada çok güzel sohbetler yapılır, ihtiyarlar birbirine takılır, espriler, şakalar gırla gider, kahkahalar eksik olmazdı. Köyün çeşmesi yeni yapılmıştı. Su, Mazgirt’e bakan dağ yamaçlarından, birkaç saatlik yoldan getirilmişti. Kaynağı başka köyün arazisi içindeydi. Belli bir para karşılığında alınmıştı. Suyun akacağı kanalın yapımı ve boru döşenmesi işlerini köyün erkekleri üstlenmişlerdi. Demir borular takip edildiğinde, suyun kaynağına ulaşılırdı. Küçükken bazen yeni bir şey keşfetmiş gibi heyecanlanırdık bu hattı takip ettiğimizde. Betondan dev bir çeşme yapılmıştı. Önünde dikdörtgen şeklinde kurnası vardı. Her iki taraftan ikişerli yüksek, geniş basamaklarıyla hoş bir görüntüsü vardı. Çeşmenin kendisi ve etrafı her zaman tertemizdi. En çok da Kocademirlerin yiğit kadını Xezal temiz tutardı çeşme ve çevresini. İri yapılı bir kadındı. Kaşları kalın, yüzü kocaman, burnu büyük, burun delikleri geniş, başındaki kofisi düzgün, tülbendi iri boncuklu, oyalı ve her zaman bembeyazdı. Etek uçları fırfırlı, fistanı, peştamali ve bacak bileklerinin üstünde kalacak şekilde, paçaları lastikli pijaması (Zazaca manıs denir) ve kocaman bakır sitilleriyle yukarıdan suya inişi bambaşka olurdu. Çeşmenin her tarafına bol su döküp yıkadıktan sonra, ellerini, yüzünü, ayaklarını yıkar öyle su kaplarını doldururdu. Bu bir alışkanlıktı onda. Belki de bu yüzden her zaman ilgiyle izlerdim Xezal’ı. Soğuk, sıcak demeden bu şekilde temizlik yapması beni olduğu kadar herkesi de etkilerdi. Genelde köyün tüm evleri temizdi, ama Xezal kadın ve evi bir başkaydı. Kol ve bacak bilekleri kalındı. Boncuktan halhallıydı bilekleri. Duymazların kadını tam tersi özelliklerdeydi. Xeyzan kadın yumuşak, uysal, kısık sesli, uzun, zayıf bir fiziği vardı. Xezal, Xeyzan’ın tersine otoriterdi. Evdeki otoriterliği dışarıya da yansıyordu. Yaşlı kadınların köydeki rahat ilişkileri, doğal saygınlıkları ve onun yarattığı etkiden biraz farklıydı. İlişkilerinde dikkatli ve sınırlıydı. Genç evli kadınlar bu konuda daha fazla geleneklere uyuyorlardı. Genelde katı bir kapalılık, baskılanma yoktu, ama genç gelinler yaşlı kadın ve erkeklere karşı davranışlarında belli ölçülere uymak zorundaydılar. Tülbentlerini yüzlerini yarım örtecek şekilde kapatırlardı yaşlıları gördüklerinde, ya da konuştuklarında. Bu bir saygı gereğiydi. Bağırarak, yüksek sesle ya da yeri değilse konuşmamaları da bir yaşam alışkanlığıydı. Çocuklarını her yerde emziremezler ya da göğüslerini tülbentle kapatarak emzirirlerdi. Ama biraz yaşı büyük veya orta yaşlı kadınlar daha rahattı. Annem ve babam Dersim katliamının çocukları Evimizle aynı sırada, çeşmenin diğer tarafındaki evin dul kadını Emoş biraz daha ayrıksıydı. Altı çocuğu olan bu genç dul kadının her davranışı dikkati çeker ve yanlış yorumlanırdı. Kadınlar onu fazla sevmezlerdi. Onun ilişkilerinde dul oluşunun yarattığı rahatsızlıklar hemen fark edilirdi; kadınlar kuşkuyla, kıskançlıkla bakarlardı. Bu yönlü çeşitli dedikodular da olmuyor değildi. Ama genelde uyumlu, ilişkileri sıcak, saygılı ve kavgaları az olan bir köydü. Bu ilişki düzenini bozacak ciddi şeyler yaşanmazdı. İbrahim amcanın, ‘eski tip’ kocaman radyosundan kırdaskı (kurmanci) türküleri dinlemesini hiç unutmadım. Ayşe Şan’ın uzun havaları mutlaka ‘tew tew’ dedirttiriyordu. O zaman sesi sonuna kadar açar herkese dinletirdi. Yakın komşu köy Şekerman’dakiler bile dinleyebilirdi. Arada Şekermandan da radyo seslerini duyabiliyorduk. Yine, merakla haberleri dinledikleri olurdu. O an herkes ciddi bir şey olduğuna inanarak sessizce dinlerdi. Biz çocuklar da anlamadığımız halde aynı ciddiyeti taklit ederek dinlerdik. Fakat çok da anlam veremezdik. Annem ve babam Dersim katliamının çocukları. O yıllarda doğmuşlar. Annem babamdan birkaç yaş küçük. Babam, katliam sonrasında yaşanan baskıları, zorlukları hala hatırlar ve anlatır. Annem Kureyşan aşiretinden Hesene Hemede Kalik’in kızıdır. Aşiret ileri gelenlerindendir dedem. Birçok köyü, değirmeni ve o yıllarda dükkanı vardır. Varlıklı bir ailenin kızı sayılıyor annem. Babamla görücü usulüyle evlenmişler, mevcut gelenekleri aşan bir özelliği yok. Baba tarafım yoksul. Babamın annesi iki kez evlenmiş. Dedemle yaptığı evliliğinden sadece babam dünyaya gelmiş. Dedem uzun boylu zayıf birisi. Herhalde Cansız soyadı bu nedenle verilmiş. Her iki dedemi de hatırlamıyorum, erken vefat etmişler. Baba tarafım da Kureyşanlı, onların bir kolu olan Süleymanlıdır. ‘Sılamanız’ denir Zazaca. Her iki dedemin birbirleriyle ilişkilerinin iyi olmasının babamla, annemin evlenmesinde rolü büyük. Ama annem düğün gecesi babamın evinden tekrar kaçar eve, kendi köylerine gider. Babamların yoksul, sıradan oluşunu kabullenmez, beğenmez. Fakat babası bu tavrını doğru bulmaz, inat eder ve üç yıl boyu annemi başka kimseyle evlendirmez. ‘O evin gelini’ olarak adlandırır, dostluklarının hatırını iyi bilir, onu zedelemek istemez. İsteyenleri çok olmasına rağmen, “sen o evin gelinisin, kimseye vermem” diyerek söze bağlı kalır, sonuçta ikna eder ve annem tekrar babamın yanına gelir. Yalnız bu olay babamı incitir, içerlenir, kızar, ama olgunlukla, sabırla bekler. Sonraki yıllarda annemin ne kadar ‘vicdansız bir kadın’ olduğunu bu örnekle bize anlatırdı. Katliam yıllarında annem kundaktadır. Ninem, gelinleri, diğer çocukları, torunlarıyla birlikte Munzur kıyılarına yakın sık bir ormanlık alanda saklanırlar. Ninem çocuklarını emzirmeye bile fırsat bulamaz. Annem açlıktan ağlamaktadır. Onun sesi yerlerini deşifre eder korkusu ile dayım annemi kundaklı haliyle Munzur’a atmak ister. Munzur suyunun hemen karşısında yeni yapılmış bir araba yolu geçmektedir. Askeri araçlar sık sık buradan geçtikleri, hatta durup konakladıkları için ağlama sesinin duyulma ihtimali yüksektir. Bu yüzden dayım annemi ninemin kucağından alarak suya atmak istemiştir. Fakat ninem çığlık atarak dayımın elinden annemi alır ve üzerine kapaklanır. Dayıma yalvararak “tamam ben onu sustururum, kimse sesini duymaz” der. Ve suya atılmasını böylece önlemiş olur. Bu nedenle annem çok öfkelendiği, yaşamın çekilmez olduğunu sandığı anlarda kızgınlıkla “keşke o an beni suya atsalardı da, kurtulsaydım!” derdi. O günlere ait anıları çoğu zaman dayımlar anlatırlardı. Babamın o döneme ilişkin anıları daha etkileyiciydi. Yaşadığı olaylar daha kapsamlı ve acıydı. Olayları her zaman yeniden yaşıyormuş gibi anlatırdı. Çok canlı bir belleği vardı. Bunlar daha sonraki yıllarda sazına, şiirlerine, türkülerine de yansımıştı. 1938 Dersim katliamı ’40’lardan sonraya kadar uzar. ’40’lı, ’45’li yıllarda hala köyler basılıyor, köylerde Demenanlılar aranıyor, köyün erkekleri toplatılıp karakollara götürülüyordu. Kaç yaşında olduğunu tam hatırlayamamakla birlikte yaşananlar cap canlı kalmıştı babamın beleğinde. Keşke anlattıklarının hepsini anımsayabilseydim. Çok azı kalmış aklımda. “… Çok iyi hatırlıyorum, o gün köye Pax köprüsünden jandarma gelmişti. İçinde babamın da olduğu birçok kişiyi köy meydanına toplayıp bağlamışlar, uzun süre aç, susuz güneşte bekletmişlerdi. Yakıcı bir sıcak vardı. Sonra hepsini Pax köprüsü karakoluna götürdüler. Ben de atılıp birlikte gitmek istedim, bırakmadılar. Ağlıyordum… Annem ve köyün diğer kadınları da ağlıyordu. Fakat ertesi gün bir grup durumu öğrenmek üzere yola çıktılar, ben de onlara katıldım. Bahçede bekletildik. Kimse oralı olmadı. Bir ara karakol çavuşu karakol bekçisine (yerli ve Kürttür); ‘git Şekermen köyünden evrakları al getir’ dedi. Bekçi evrakları ‘avrat’ anladığı için gidip köyün tüm kadınlarını toplayıp getirmişti. Çavuş, bekçinin, bir grup kadınla geldiğini görünce, ‘bizim akıllı (alay ederek) evrak yerine avratları getirmiş’ diyerek kahkaha attı ve ‘onları derhal geri götüreceksin’ dedi. O an rahatlamıştım. Ama ilk getirdiklerinde çok korkmuştum, onları da babamlar gibi bağlayıp içeriye alacaklar diye düşünmüştüm…” Yaşananları anlatırken hep gözleri dolardı. Çektiği zorlukları, acıları anlamamız, bizim de bu acıları tekrar yaşamamamız için hep öğüt verir akıllı olmamızı, doğru hareket etmemizi isterdi… “Siz daha ne gördünüz ki, yaşamın anlamını nereden bileceksiniz ki… Bakın biz bunları yaşadık…” demeye getirirdi sözü. Demenanlıların köyde saklandıkları kuşkusu üzerine, bu gerekçeyle yapılıyordu tüm bunlar. Yani sadece kuşku üzerine insanlar toplanıyor, karakollara tıkılıyor, işkence ediliyordu. Bir de Demenanlılar gerçekten köyde olsaydı neler olurdu, artık bunu söylemeye bile gerek yok. “Babamın kemikleri sızlasın mezarda, beni okutmadı…” Babam köyün okuyanlarındandı. İlkokulu bitirmişti. Okul arkadaşları Ali Gültekin, Kemal Burkay, Hüseyin Yıldırım, vb O yılları anarken bu isimler hep geçerdi. Özellikle Ali Gültekinlerle aynı köylü oluşu ve aynı yaşam koşullarını paylaşmalarının yarattığı bir yakınlık vardı. Annem hiç okumamış. Onun için, her söz açıldığında “babamın kemikleri sızlasın mezarda, beni okutmadı…” diyerek sitemini gizlemezdi. Ve bunu içten söylerdi. Babamın uysal, sakin, sıcak ve genelde tutucu olmamasına karşın; annem sinirli, kavgacı, soğuk ve alabildiğine muhafazakardı. Varlıklı bir aile kızı olma avantajına dayalı bir otoriterliği vardı. Biraz da babamın alevi kültürünün etkileriyle kadına önem vermesi, saygı duyması ve onun ölçüleriyle yaklaşması annemin bu konumuyla birleşince, otoriterliği normalleşmişti. Toplumda aileler, çocuklar, mal-mülk genellikle erkek-baba adıyla anılır. Bu doğal bir yasa haline getirilmiş ve kimse bu durumu yadırgamaz. Çok nadir olarak kadının adı geçer, onun damgasını vurduğu şeyler azdır, sayılıdır. Bizde hem Zeynep, hem de İsmail’le anılırdı bunlar. Anne tarafı Zeynep’i öne çıkarmıştı, doğallaşmıştı, öyle olması gerekircesine benimsenmişti. Aynı şekilde ninem de genelde aşiret içinde, ailede otoriteydi, etkindi. Fakat annemden farklıydı ninemin bu durumu. Onun otoritesinde öz güç vardı, emek vardı. Ninemin adı Hatice’ydi. Ama herkes ona Eze derdi. Uzun boylu, iri yarı, beyaz tenli, mavi gözlü. Aslında mavi desem yeşile haksızlık olur, yeşil desem maviye… İkisini de andıran bir renkteydi gözleri ve çok güzeldi. Güzel, alımlı bir kadındı. Onun çalışkanlığı, alımı, her şeye hakimiyeti bütün ilişkilerini etkilerdi. Dar değildi ilişkilerinde, yaşamında. Bütün torunları, çocukları, gelinleri, enişteleri, komşuları, hısımları, yakın uzak köylüleri, tüm tanıdıkları ona ‘Eze’ derlerdi. Saygınlığı çok açık hissediliyordu. Dedemin ölümünden sonra saygınlığı otoritesi çok daha artmıştı. Kalabalık bir aile akraba çevresinin sorumluluğu adeta onun omuzlarındaydı. Kız verme, kız alma, herhangi bir anlaşmazlık, uyuşmazlık ya da sorun onsuz çözülmezdi. Onun izni, onayı alınmadan hiçbir iş olmazdı adeta. Gönlü geniş bir kadındı. İhtiyacı olana her zaman yardım ederdi. Herkese bu tür yardımları mutlaka olurdu. Yaptığı yardımlarda adaletli ve paylaştırmayı esas alırdı. Yani kimseyi gücendirmemeye çalışırdı. Tabii buna rağmen kıskançlıklar, birbirini çekememe her zaman yaşanırdı. Özellikle kızları (annem ve kardeşleri) ve yakın akrabaları çok küçük farklılıkları büyüterek, ninemin ayrımcılık yaptığını söyler, kendilerini diğerleri gibi sevmediğine inanırlardı. Bu kıskançlık ninemi de zorlardı, çünkü o kimseyi özel olarak kayırmıyordu, kayırmazdı. Sadece herkesin özgünlükleri –mesela ihtiyacı olanlar, yeni evlenenler, herhangi bir şekilde ürününü kaybedenler vb– göz önüne alarak yardım ederdi. Ne zaman ki, kıskançlık, çekememezlik bir kriz haline gelir o zaman dedem –yaşamasa da– devreye girerdi. Dersim yöresinde daha çok ‘Düzgün Baba’ üzerine yeminler edilirdi. Ama ailede “dedemin başı olsun” en büyük yemindi. Ninem dedemin üzerine yeminle bu tip yersiz yanlış anlamaları engeller, herkes bu yeminden sonra söylenenlere inanırdı! Çok güçlü bir kadındı ninem. Her konuda hakimdi, becerikliydi. Özellikle geceleri yalnız başına etrafı dolaşır, kolaçan ederdi. Kurt vb yabani hayvanlar ağıllara yaklaştığında hemen o tok sesiyle bağırır onların kaçmasını sağlardı. Hasta varsa ya da herhangi bir kavga olmuşsa o mutlaka öğrenir, gerekli müdahaleyi yapardı. Onun bu duyarlılığı herkesi etkiler, saygınlığını artırırdı. Ninemin evinde her zaman taze çay olurdu. Evdeki dev çaydanlık hiç ateşten inmezdi. Köyümüz, tam yol üstündeydi. Başka köylere gidenler mecbur bizim köyden geçmek zorunda idi. Yorgun argın köyüne giden birçok insan molayı hep ninemin evinde verirdi. Karınlarını burada doyurur, çaylarını içerlerdi. Bu sayede çok güzel dostluklar kurmuş, tanıdık sayısını artırmıştı. Ninemin özellikleri her zaman ilgimi çekiyordu, imreniyor, her davranışını izliyordum. Özellikle de her sabah erkenden kalkışı ve güneşin doğuşunu ayakta izleyişini, yüzünü güneşe döndürerek dua edişini ve sonunda her iki avuçlarını yüzüne sürerek duayı bitirişini zevkle izler, etkilenirdim. Ayın doğuşunda da öyle yapardı. Her ikisinin doğuşu ve batışında dualar ederdi. Batışlarda daha hüzünlü olurdu yüzü. Ama ay veya güneş tutulmasındaki duaları, ağlayışları, yakarışları tepeden tırnağa ürpertirdi beni… Kederli olurdu hava. Karanlık korkuturdu, bir şeylerin çok darda, çıkmazda olduğu, acı çektiği havası doğardı. Ninem karanlığın çabuk bitmesini ister, onun için çırpınırdı. Bol tereyağlı ekmek (niyaz) yapardı hemen. Diğer belirgin yanı; ateşi hiçbir zaman söndürmemesiydi. Geceden közü ocakta külün altında saklar, sabahın şafağında ateşi yakmaya başlardı, odunlar çabuk tutuşurdu. Başka evlerden ateş almak ya da ateş vermek günahtı, isteyenlere de kızar, ateşi geceden saklamalarını tembihlerdi. Eze, Zerdüştlüğü yaşatıyordu. Eze’de yaşam: Ateşi saklama, aya güneşe yakarma ve toprağa bağlanmaydı. Türkçeyi öğrenmemiz başlı başına bir işkenceydi Babaannemle az kaldım, onu çok az hatırlarım. Annem onu pek sevmezdi. Bu nedenle bizim evde kalmaz, genellikle diğer çocuklarında kalırdı. En son 1973’te görmüştüm, epeyce yaşlanmıştı. Yüzü ve ellerinin kırışıklığı dışında vücudu hala diriydi, bembeyazdı. Beyaz incelmiş derisi çilli ellerinde çizgi çizgiydi. Çok titiz bir kadındı. İnce bezden minderini birlikte dolaştırırdı, yanından ayırmazdı hiç. Divanda otururken bile önce o minderini serer, eteklerini de toplayarak öyle otururdu. Babam askerliğini bitirdikten sonra memur olmuştu. Yapı Sanat Okulu’ndaki sınavı kazanmış ve katipliğe başlamıştı. ‘Anne,’ ‘baba’ ve diğer bazı Türkçe sözcükleri daha bu dönemde öğrenmiştim. İlk Türkçe sözcükleri öğrendiğimde köyün ortasında koşturup yaşıtlarıma adeta nispet yaparcasına bağırıp tekrarlardım. Köy yaşantımda en canlı kalan çocukluk anım bu ilk Türkçe sözcüklerle tanıştığım dönem olmuştur. O zaman kimse öğrenmem için zorlamamıştı tabii. Evin büyüğü erkekti. Benimle onun arasında doğan kız çocuğu daha altı aylıkken ölüyor. Ağabeyim benden önce okula başlamıştı. İlkokula kaydımı yaptırmaya gittiğimde şehri görmüştüm. İlkokul birinci sınıfı köyden şehre gidip gelerek okudum. Yazları Harçik çayını geçerek gider gelirdik. Yol süresi bu şekilde daha da kısalıyordu. Babamların döneminde asma köprü de yokmuş, yaz kış suya vurup giderlermiş. Kış aylarında buzları kırıp geçerken beyaz Amerikan bezinden dikilmiş giysileri kan içinde kalırmış. “Buzlar cam gibi, bacaklarımızı keserdi” diye anlatırdı, okula gidişlerini. Biz daha şanslıydık onlara göre. Tabii buna şans denirse! Ana dilinde okumayan, dili yasaklı, katliama uğraşmış bir toplumun çocukları olarak sömürge okula gidiş gelişlerimiz eskiye nazaran rahattı. Daha doğrusu rahatlatılmıştı, asimile olmamız kolaylaşsın diye. Kışları kar çok olurdu. Bu nedenle kışın köprüden geçerdik. Karlı kış gecelerini hiç unutamadım. Biz küçükler ortaya alınır, bizden büyükler öne ve arkaya dizilirdi. Çünkü yoğun kar yağışında kaybolma tehlikesi de oluyordu. Ayrıca kurt veya çakal sürüleriyle karşılaşma tehlikesi de vardı. Bu nedenle önden hep öncü grup gider, hem yol açardı hem de tehlikeyi önceden sezip, haber verirdi. O tür gecelerde köyden bir grup erkek de karşılamaya gelirdi. Kurtları kovan sesler çıkarırdık… Toplu türküler söylerdik. Bunun hem korkuyu engellediğini, hem de ısınmayı sağladığını ve donma tehlikesini azalttığını sonradan öğrendim. En kötüsü de okuldan geldikten sonra sobanın etrafında kendimizi kurutmaya çalışırken ellerimizin sızlamasıydı. Direkt sobaya yaklaştırdığımızdan daha çok sızlıyordu eller. Öğretmenlerimiz elleri doğal ısıtma yöntemlerini öğretirdi. Koltuk altlarına koyardık, ovuştururduk, nefesimizle de ısıtır ya da saçlarımıza sürerdik. Bu şekilde daha erken ısınır ve daha az sızlardı. Birinci sınıf öğretmenim Gönül … adında sarışın Türk bir kadındı. 3. sınıfa kadar o okuttu bizi… Türkçeyi öğrenmemiz başlı başına bir işkenceydi. Çok zorlanıyorduk. Ama öğrenme isteği vardı. Hızla yeni sözcükleri öğreniyorduk. Öğretmenlerimiz okul dışında sürekli Türkçe konuşmamızı salık veriyor, “Kürtçe konuşursanız dayak yersiniz” diyorlardı. Bu tehdit ve görevlendirdiği bazı arkadaşlar bizi daha çabuk öğrenmeye itiyordu. Babamın memur oluşu yaşam düzeyimizi ister istemez belli yönleriyle farklı kılmıştı… Beyaz undan ekmeğimiz oluyordu. Ya da iskarpin ayakkabılarımız. Arkadaşlarım iki arpa ekmeği karşılığı bir beyaz undan ekmek istediklerinde utanır, onlara hemen verirdim. Ama sadece bir ekmek alırdım, arpa, mısır ekmeğini daha çok sevdiğimi belirtirdim. Hatta bazen onlar teklif etmeden ben değiştirmeyi teklif ederdim. Bazen de yufka ekmeklerimizin içine şehirde aldığımız somun ekmeğini koyup yediğimiz de oluyordu. Sonra şehre yerleştik. Kışları şehirde, yazları ise köyde yaşıyorduk artık. Bu yaşamımızı da değiştirmeye başlamıştı. Türkçeyi daha çabuk öğrenme koşulları doğmuştu. İlk evimiz Dağ mahallesindeydi. Yine topraktandı. Zemini betondu sadece. Bir de köyden farklı olarak elektriği vardı. Taht köyünde yaşanan kavgalar Bir yaz gecesi köydeyken büyük bir gürültü patırtıyla uyandım. Anneannem elinde sopa bağırıyor ve köy erkeklerinin meydana toplanmalarını istiyordu. Onu hiç o kadar öfkeli görmemiştim. Ondan önceki gürültüleri henüz anlamamıştım. Garip bir koşuşturma, şamata vardı. Bazıları uykulu, yeni kalkmış ne olduğunu bilmiyor. Ninem kaçırılan teyzemin nerede olduğunu soruyordu. Onu kaçıranlara küfrediyordu. Babam yoktu, teyzemin eşi Mustafa Çallı, hiçbir şeyden haberi yok gibi davranıyordu. Hem de çok kurnazca! Sanki uykudan yeni uyanmış numarası yaparak, ninemin yanına gelmiş; “Hayırdır ana bu gece yarısı, ne oldu bir şey mi var?” demişti. İlk sopayı yiyen de haliyle o olmuştu. Daha birçokları aynı numarayı denemişti. Bütün bunları ilk anda anlamak zordu. Ama her şey giderek anlaşılıyordu: Teyzem Melek kaçırılmıştı. Olanlar tam bir film gibiydi. İçinde korku, heyecan, macera vb birçok şey vardı. Bir kan davasına dönüşebilirdi dayım araya girmeseydi. Ortanca teyzem Melek’i Rayberliler aşiretinden biri istemiş. Fakat aile çevresi buna yanaşmamış. Aile içinden birisiyle evlenmesini istiyorlar. Ninem ise aileyi dinlemiyor ve teyzemi Rayberli gençle sözlendiriyor. Bu sebeple teyzemi kaçırma kararı alıyorlar. Kaçırmada rol oynayanlar daha çok çalışan, biraz aydınlanmış kesimler. Çok ilginç bir kaçırma eylemi yapılıyor. Her iki köy birbirinden uzak, arada başka köyler de var. Ninem her zamanki gibi tedbirli. Ev büyük, kapısı her zaman içerden tokmakla kilitleniyor. Kendisi dışarıdaki tahta sedirde yatıyor. Teyzemi kaçırmak isteyenler birkaç koldan baskın yapıyor. Aynı köyden yardım edenler de kesin var. Kaçırma eyleminin başarılı olması önemli yoksa teyzem diğer aşirete verilecek. Ninemi ikna etmek zor olduğu için böyle bir plan yapmak zorunda kalıyorlar. Gruptan bir iki kişi yazlık ağıla yönelerek ‘sürüye kurt girdi’ süsünü vererek panik yaratacak, ninemi kapıdan uzaklaştıracaktı. Diğer grup ise bunu fırsat bilerek içeri girecek teyzemi alıp bir an evvel köyden uzaklaşacaktı. En belalı iş de ninemi oyalamaktı. Yani bu kaçırma olayında herkesin görevi belliydi. Sürü içinde ‘meleşme’ başlayınca ninem sopasını alıp oraya yöneliyor. Teyzemi alacak grup hemen içeri giriyor, bir süre teyzemi arıyorlar. En sonunda söğüt ağaçlarının dallarından örülü yoğurt, süt vb yiyeceklerin korunduğu büyük sepetin altında buluyorlar. Hemen ağzını kapatarak hızla yola çıkıyorlar. Ninem durumdan kuşkulanıyor. Hemen diğerleri devreye giriyor. Yanına yaklaşarak ninemin elini öpmeye, konuşarak zaman kazanmaya çalışıyorlar. Normal misafir gibi görünmeye çalışıyorlar. Ninem sopayla karşılılık veriyor. Onlardan kafaları kırılanlar oluyor. Fakat bir süre ninemi meşgul etmeyi başarıyorlar. Bu diğer gruba zaman kazandırıyor. Ninem küfürlerle, çığlıklarla teyzeme sesleniyor, olmadığını fark edince kaçırıldığını anlıyor ve peşlerinden gidiyor. Yalnız köyün iki yolu var. Teyzemi kaçıran grup Ali’nin köyüne değil. Kavun köyünden Tahtıhalil köyüne, yani bizim köye getirmeyi planlıyorlar. Bu daha avantajlı bir yoldur. Ninem direkt Ali’nin köyü olan Höpü’ye gidiyor. Köye girer girmez; bağırıyor çağırıyor. Bütün köylüler köy meydanında toplanıyorlar. Ninem ısrarla “kızımı getirin” diyor. Köylüler Ali’nin de kızın da köyde olmadığını söylüyorlar. Sonunda ninem onların köyde olmadığına inanarak ayrılıyor, direkt bizim köye geliyor. O arada teyzemi bizim köyde, arazide saklıyorlar. Kaçırma olayına karışmış olanlar da hiçbir şeye karışmamış gibi gelip evlerinde yatıyorlar. Kaçırma olayı bir anlamda başarılmıştı, ama iş bununla bitmiyordu. Ninem köyden çıkarken hemen yakınında bulunan Rayberliler köyüne de bu haberi yüksek sesle bağırarak veriyor. Onlar olayı ihbarlıyor ve şikayette bulunuyorlar. Tabii kimse devlete haber verileceğini tahmin etmiyor. Ertesi gün jandarmalar köyü basıp aradılar. Arama araziye kaydırıldı. Şikayet üzerine teyzemi almaya kararlıydılar. Bu işleri iyice karıştırmıştı. Ninem inat etmişti. Durumu bu noktaya getirmesi, devleti, onun jandarmasını araya karıştırması beklenmiyordu. Bu, ilişkileri bozmuş tepkilere yol açmıştı. Hatta jandarma bu olayı bahane ederek köyden birçoklarını dipçikleyerek dövmüştü. Köylüler, tahsildarlık yapan dayım Hasan’ı suçluyorlardı. Ama bir kısmı Rayberlilerin şikayette bulunduklarını tahmin ediyorlardı. Olay ciddileşince köyden bir grup aracı olup ninemi ikna etmeye çalışıyorlar. Olanlar ninemin de hoşuna gitmiyor. İlk öfkesi kızgınlığı dinince ikna oluyor ve şikayeti geri alıyor. Daha doğrusu şikayetçi olmadığını belirtiyor. Bunun üzerine, jandarma aradan çıkıyor. Ancak ninemin saygınlığı bu olaydan sonra ister istemez gölgelenmişti. Kız yüzünden ninemin herkesi karşısına alması, küfür, hakaret etmesi ve diğer olaylar, belli bir kırgınlık, küskünlük yaratmıştı. Ama sonuçta teyzem Melek ve Ali, Höpük’te yapılan bir düğünle muratlarına ermişlerdi! Oradan da Ali’nin öğretmenlik yaptığı Milli köyüne geçmişlerdi. Bunun üzerine uzun süre küskün olan ninem daha sonra dayanamayarak ziyaretlerine gidip barışmıştı. Ama belirttiğim gibi ninemin prestiji sarsılmıştı bu olayda. Köye jandarma getirilmesi, insanların jandarmalar tarafından dövülmesi çok olumsuz bir etki yaratmıştı. Esas olarak şaşırtan ve bende iz bırakan bir başka davranışı daha olmuştu ninemin. Bunu asla unutmadım ve affetmedim. Bu olay Taht köyüne ve Eze’ye olan sevgimi yaralamıştı. Ama kötü, haksız kavgalara tepkimin de mayası olmuştu. Köy kavgaları beni hep ürkütmüştür. Ama en çok ürküten ve iz bırakan Taht köyündeki o korkunç kavgaydı. Birkaç yıl üst üste yaz tatili geçirdiğimiz Höpük köyünde çok basit sebeplerle kavgalar yaşanmıştı. Bu sebeple insanlar birbirini dövmüş, küskünlükler oluşmuştu. Bazı kadınların kışkırtan yaklaşımları, çok küçük olayları körükleyen duygusal, hesapsız tepkileri, kafaların kırılmasına, yüzlerin kan revan içinde kalmasına neden oluyordu. Bu tip kadınlar evde ve köyde de huzursuzluk nedeniydi. Bu yüzden kimse sevmezdi onları. Ben de sevmez uzaktan uzağa öfke duyardım, bir türlü anlam veremezdim o hırçınlıklarına. İşte ninemlerin köyüne o yaz gidişimiz son gidiş olmuştu bizim için. Ama her nedense o yıl köye erken gitmiştik. Okul tatil olmadan bir ay önce kaydımızı Kavun köyü okuluna aldırmıştık. Şehir yazları çekilmez olurdu, boğucu sıcaklığı vardı. Ayrıca annem köydeki olanaklardan yararlanmak istiyordu. Bostan ekiliyor, ninemin verdiği koyun ve inek sütünden, yağ, çökelek elde ediliyordu. Ayrıca su, odun vb şeyler parasızdı. Şehirde her şey parayla alınırdı. Bu yüzden babamın maaşına ek bir gelir sayılırdı köydeki ürünler. Her yaz dayımlar ve teyzemler de o köye gelirdi. Ninemin bizim aileye yaklaşımı biraz anneme bağlıydı. Annem evin büyük kızıydı. Diğer kardeşleriyle mesafeliydi. Babamın da ilişkileri bu konuda kendine hastı. Akrabalık ilişkileri her şeyin üzerinde değildi; insani ilişkilere genelde değer verir onları önemserdi. Ve bu nedenle daraltmazdı. Küçük bir memur olarak genel olarak ‘kendi yağında kavrulmayı’ esas alan bir özelliği vardı. Kurnaz, yaranmacı, maddiyata önem veren biri değildi. Deyim yerindeyse ‘gönlü toktu.’ Annem maddiyata önem veriyordu. Ninemin bazı çocuklarına biraz fazla tolerans tanımasını bu nedenle dert ederdi. Bu durum bazen tatsızlıklara da yol açar, soğukluk yaratırdı. O gün de annemle Sakine teyzem arasında çok tatsız bir tartışma olmuştu. Bu tartışma açıkta ve herkesin duyacağı şekilde olmuştu. Ama giderek büyümüş ve o ana kadar sakin olan hatta kendi aralarında sohbet eden babam ve teyzemin eşine kadar yansımıştı. Kışkırtmalar, kızıştırmalar ortalığı ana baba gününe çevirmişti. Annem süt sağmaya gitmesine rağmen, olay bitmemiş, devam etmişti. Bardağı dolduran son damla ise teyzemin babama küfretmesi olmuştu. O ana kadar tartışmaya sadece sözlü müdahale eden babam, sinirlenerek yerinden kalktığı bir sırada ne olduysa olmuştu. Bir anda babamı kanlar içinde düşerken gördüm. Dayım, teyzelerim, ninem o an gördüğüm herkes babama vuruyordu. Çok acımasızlardı. Çığlık çığlığa bağırıyor, ağlıyordum. Ağabeyim çok gençti. Arada bağırıyor, taş atıyor ‘yapmayın’ diyor, ama kimsenin aldırdığı yok. Sonra ninemlerin yarıcıları olan Mehmet ile eşi Fatma araya girerek babamı kurtardılar. Babamın kanlar içindeki hali ürkütücüydü ve hemen şehre hastaneye götürmek için yola koyuldular. Çok korkunç bir olaydı. Ve olaya karışan herkes akrabaydı. Nasıl bir işti böyle. Bir hiç yüzünden, öldüresiye insan dövülür müydü? Annem olayı duyunca elinde taşla koşup gelmiş, ama yetişememişti. Babamı kanlar içinde görünce, ortalığı birbirine katmıştı. Bu olayı her anımsadığımda, gözlerim dolar, acı duyarım. Herkesin bir olup babamı dövmesi içime dokunmuştu. Anneme ise içten içe hem kızıyor, hem acıyordum. Ama kızgınlığım daha fazlaydı. Çünkü kavgayı başlatan oydu, dayak yiyen ise babamdı. Dayak atanların hepsi de annemin akrabalarıydı. Olanlardan sonra köyde daha fazla kalamazdık. Hemen şehre geri döndük. Babam alnından, kafasından darbe almıştı. Çok üzgündü ve zayıflamıştı. Anneme kızgındı. Bunu belli de ediyordu, çok konuşmasa da. Annem ise suçlu olduğunu kabul ederek özür diliyor, kendisini affettirmeye çalışıyordu. Kinci değildi babam. Her ne kadar olayın etkilerini hala yaşasa da zamanla affetti herkesi. Hatta çoğuyla barıştı da. Küçük dayım dahil diğer akraba çevresi de bu olayın utancını ve anlamsızlığını anlayıp pişmanlık yaşamıştı. O kavgada kadının rolü beni çok etkilemiş ve düşündürmüştü. Ciddi dersler çıkartmamı sağlamıştı. Annemin nasihatı: “Kürtlükten utanma!..” Babamın çabaları sonucu memurlara ayrılan kışla lojmanlarında kirasız bir eve kavuşmuştuk. Elektrik, su parası dışında kira ödenmiyordu. Lojmanlar daha çok devlet dairelerinde çalışan personele, polise veriliyordu. Daha geniş, daha iyi yerlere torpilliler, kariyer sahibi memurlar yerleşmişlerdi. Bizim evimiz çatı katında olup, iki ayrı oda ve odunluktan ibaretti. Aynı koridorda üç ayrı aile kalıyorduk. Dersim’de memur lojmanları demek devlete yakın olmak, onun kurumlarında çalışmak demekti. Yani hemen devlet imajını yaratıyordu. Kısmen Türkçeyi iyi öğrenmiş aileler ve kısmen de Türk olan memur, polis vb ailelerin içinde olmak, Türkleşmeyi hızlandırıyordu. Bizler için okulun bir devamı niteliğindeydi. Tabii biz bunu bir avantaj olarak değerlendiriyorduk. Zaten giderek Türkçeyi de hızla öğrenmiştik. Annemin yirmi yıl sonra yüzüme vurduğu acı bir gerçekliğin de başlangıcıydı bu. “Kürtlükten utanma!..” Annemin de hızla Türkçe öğrenmesini, komşularla konuştuğunda gülünç duruma düşmemesini sağlamak amacıyla evde Türkçe konuşmaya zorluyordum. “Sen konuşunca yanlış konuşuyorsun utanıyorum” dediğim oluyordu. İşte o zaman söylemişti bunu. Yani Kürtlükten utanmamam gerektiğini… Daha sonraki yıllarda Kürtlük, Kürdistanlılık bilinci az da olsa geliştiğinde, bunları anımsadığımda bu defa utandığıma utanmıştım. Ana dilime ne kadar yabancılaştığımı anlamıştım. Kaldığımız bu kışla eskiden askeri bir kışlaymış. O süreci babamlar anlatırdı. Onlar ilkokulu köyden gelip okumuşlardı. Yollar kardan kapalı olduğu günlerde geceyi bu kışlanın alt bodrumlarında geçirirlermiş. Yeni askeri bina yapılınca burası memur lojmanları haline getirilmiş. Duvarların griliği dışında askeriyeye ait bir iz kalmamıştı. Orta bahçesindeki havuzların içi toprakla doldurulmuştu. Bahçede ağaç adına hiçbir şey yoktu. Kışlanın şehir merkezine bakan bloku üç katlı, diğer taraflar iki katlıydı. Bir kutu, bir kare gibiydi. Munzur suyunun hemen üst kayalıklarında kuruluydu. İç kısmında bol koridor ve merdiven vardı, her yere yol gidiyordu. Ama orta bahçeden gidip gelmek her zaman hoşuma giderdi. Hemen yanındaki tepenin burun kısmında bir lokanta (Tepebaşı,) bitişiğinde de yazlık bir sinema vardı. O lokantaya rastgele herkes gitmezdi. Önemli misafirleri olanlar, varlıklılar giderdi. Manzarası güzeldi. Munzur suyu tam da o hizada kıvrılıyordu. Aşağı mahallenin yeşil bahçeli sıra sıra evleri oradan kuş bakışı görülürdü. Yolu çok düzenli ve mimarisi farklı olan bir mahalleydi burası. Valiye ait ev, tam suyun kıyısındaydı. Mahallede iki katlı bina sadece o evdi. Diğer evlerde devlet kurumlarındaki –üst tabaka– memurlar oturuyordu. Orası devlet ile Dersim’i ayıran bir ayraç gibiydi. Vali, kaymakam, emniyet müdürü, vb birçok üst düzey bürokrat, devlet memuru vardı. Oralar sanki Dersim’e ait değildi. Mahalle, suyun hemen kıyısındaydı ve tüm evler bahçeliydi. Buralar yerlilerce kullanılsaydı, kuşkusuz çok daha anlamlı olacaktı. Ama bu şekilde hep soğuk, hep uzak ve hep yabancıydı orası. Çocukları, kadınları, erkekleri, dilleri, kültürleri farklıydı. Oraya girmek bir askeri kışlaya ya da karakola girmek gibi bir şeydi. Ürküntü veriyordu havası. Bir de subay lojmanları vardı, ayrıksı olan. Kışlanın Elazığ köprüsüne bakan tarafında askeri renkte çok katlı kocaman apartmanlar yapılmıştı. Şehir, Düldül tepesinin hemen dibinde bir avuç içi kadar bir yerde kurulmuştu. Arkada uzanan Düldül tepesi genişlemeyi engelliyordu. Fakat yamaçları gece kondularla doluydu. Dağ mahallesi Düldül tepesinin yavrusu sayılacak bir tepeye doğru kurulmuştu. Demiroluk ve Hastane Mahallesi şehir girişindeki alana yayılmıştı. Şehrin bir hastanesi, bir lisesi, hemen altında Kız Meslek Okulu, onun da altında Erkek Yapı Sanatı Okulu vardı. Yani okulları bol şehirdi Dersim. Kışlanın hemen batıya bakan tarafında Orman bölgesi adıyla anılan resmi kurum ve evlerle karışık, Orman mahallesi vardı. En dikkat çeken binalar, Orman müdürlüğü ve askeri taburdur. Öğretmen okulu Munzur’un karşı yakasında, Kalan-Mamiki alanında kurulmuştu. Karşı yakadaki en görkemli bina bu okuldu. Hemen yanında Gazik mahallesi vardır. Munzur, şehri ikiye bölmüştü. Tıpkı Ren nehri gibi… Harçik nehriyle birleştiği yere Hızır gölü deniliyordu. Ve orası ziyaret olarak kullanılıyordu. Daha çok çarşamba günleri orası ziyaret edilir, şehir adeta oraya taşınırdı. Çocukken öğrendiğimiz yeminlerden biri de ‘xızırvo’dur. İki suyun birleştiği bu gölet, derin girdaplarıyla korku yaratmıştı. Birçok genç, bu girdaplarda boğulmuştu. Belki de buranın ziyaret olması bu korkunçl olaylar sebebiyleydi. Zaten inanç da ağırlıkta insanın anlam veremediği, güç getiremediği ya da sırrını çözemediği şeylere tapınmaya başlamışlardı. Her çarşamba mumların yakılması, kurbanların kesilmesi, adakların adanması bu yaklaşım ve çaresizliğin bir ifadesiydi. Mumların yandığı yerde yerde yağlı bir tabaka oluşmuştu. Oraya taş veya para yapıştırılırdı. Dilekte bulunularak yapıştırılan bu para veya taş düştüğünde dilek kabul olmuyordu. Ama zemin yumuşak ve yapışkan özelliğe sahip olduğu için, doğal olarak dilekler kabul oluyordu! O ziyarete çok gider gelirdim. Bir defasında 25 kuruş yapıştırmış ve Xızır’dan yazılı sınavımın iyi geçmesi için dilekte bulunmuştum. Para yapıştığı için sevinmiş ve o moralle yazılıya girmiş, iyi not almıştım. Dinin etkileri bende bu çerçevedeydi. Alevilik kültürü, onun özü neydi o yaşta fazla bilmezdik. Ama evimizde Hz. Ali’nin kocaman çerçeveli resmi vardı. Babamın aynı zamanda ‘pir’ olması Kureyşan aşiretinin bu geleneğini sürdürmesinde etken olmuştu. Bizim de pirimiz vardı. Pir eve geldiğinde babam başta olmak üzere yaş sırasına göre ayakta dizilip, ellerimizi önde bağdaştırarak beklediğimizi; Pir’in oturduğu divanda dua okumasından sonra, önce yeri, ardından Pir’in ayaklarını ve son olarak da ellerini öptüğümüzü hatırlıyorum. Ama hoşlanmıyordum bu törenden. O yüzden çok az katılıyordum buna. Babam bu şekilde Pirlik yapmaz, taliplerine gitmezdi. Talip Pir’in yolunda, ona bağlı aşiret, klan çevresidir. Pir’den dua alır ve Pir’e istediği hediyeyi verirdi. Bizde bunların hepsi tersine dönmüştü. Talipler evimize ziyarete gelir ve babamdan yardım alırlardı. Onların köyden getirdikleri sadece küçük bir sitil yoğurt ve küçük bir tas tereyağı olurdu. Ama bunların karşılığı daha fazlasıyla ve ihtiyaçlarını giderebilecek ölçüde verilirdi. Köyde yaşayan biri için daha çok şeker, sabun ve diğer temel şeyler gerekliydi. Arada harçlık da verilirdi. Bu ilişki biçimi babama karşı sevgimi artırıyordu. İyi, güzel şeyler yaptığına inanıyordum hep. İnsanlara yardım etme özelliği duygulandırıyordu beni. Annem zaman zaman babama kızar, onları böyle alıştırmasının iyi olmadığını söylerdi. Bunun yanında babamda, bazı şeylere karşı koyuş da vardı. Durumları iyi olduğu halde her yıl gelip istediği hediyeyi veya parayı alan pirlerimize eleştirileri de oluyordu. Bunu, kendisi Almanya’dan izne geldikten sonraki Pir ziyaretlerinde açıkça belirtmişti. Bir gün Pir ve bazı misafirler grubunun olduğu sırada gayet içtenlikli bir şekilde “Pirim’e bir soru soracağım. Ama alınmasın… Ben gavur memleketinde işçi olarak çalışıyorum. Birkaç kuruş biriktirip çocuklarıma göndermek için. Bu konuda belki çok zorda kalmadılar, ama çocuklarımın hepsi öğrenci, okula gidiyorlar, babaları evde yok. İlgiye ihtiyaç duyuyorlar. Bir gün çocuklarımı sordunuz mu? Bir çocuğuma tek bir kuruş harçlık verdiniz mi? Pirlik bu mudur? Maneviyatı önemlidir… Pirlik sadece ben Almanya’dan geldikten sonra hatırlanmamalıdır….” Buna benzer şeyler sıralamıştı peş peşe. O zamanlar bizde de belli arayışlar başlamıştı. Birçok şeyi sorgulamaya başladığımız bir yaştaydık. Genelde olup bitenler, tartışmalar belli yönleriyle yansıyordu. Babamın eleştirdiği bu durum bizim de hoşumuza gitmemişti. Ve zaten bir daha o pir evimize gelmemişti. Düzgün Baba ziyaretleri Babamın dine bağlılığı ilginçti. Düzgün Baba’ya her yıl ziyarete giderdi. İlk yıllarda bizleri de götürüyordu. Daha çok köydeyken giderdik. Yazın o sıcak günlerinde yaya olarak, üç günlük yol alarak giderdik. Sürekli ve yaya yürümek, hele bir de yolu yalın ayak gitmek sevaptı. Düzgün Baba’ya olan inanç gereğiydi. Çünkü ona rahat ulaşılamazdı. Oruç tutanlar da olurdu. Yani yaslı gidiliyordu. Kimi “dermansız bir hastalığını iyileştirmek” için, kimi “ocağını yeşillendirmek için” kimi de değişik dileklerle giderdi. Düzgün Baba çok yüksek bir dağın zirvesidir. Ziyaretin kendisine varılmadan, badem ağaçları dolu köyler, güzel bahçeler ve çeşmeler vardır. İlk girişinde ‘Hınıyi Xaskar’ (Haskar Çeşmesi) vardı. Kayalığın arasında ufak taştan bir oyuktur bu çeşme. Kayalıktan sızan su birikintisi bu oyukta toplanır. Suyun günahkarların önünde kuruduğu söylenir. Bu nedenle çeşmeden su içenlerin psikolojisi çok önemliydi. İşin sırrını çözmek zor değildi. Fakat bu noktada yorum yapmak günahtı. Su sızıntı halinde olduğu için art arda birçok kişi içtiğinde doğal olarak azalıyor ya da bitiyordu. Hele yokuşu çıkan insan susuzdur. O çeşmeden bir yudum yerine birçok yudum alınca geride kalana yetmezdi. İkinci olarak da; su sızıntısı sürekli olmayabiliyordu. Kar kaynağı kuruyunca direkt etkiliyordu. Ama kime denk gelmişse o kişi, büyük bir moralsizliğe girerdi. Kendisini sorgulamaya, hangi noktada günah işlediğini düşünmeye başlardı artık. Kötü rüyalar görür, o ziyaret bir kabus gibi olurdu ona. Sonra bir söylenti olarak dağılır köyüne kadar giderdi. Artık Düzgün Baba karşısında ‘günahkar’ bir kişi olmuş çıkmış, manevi dünyası yıkılmıştır bu kişinin. Uzun bir süre de düzelmez psikolojisi. Bundan daha ilginçlerine tanık olmuştum. Babamın totemlere bağlılığı bir çelişki gibiydi. Ama gerçekçilik payı da büyüktü. Kaba materyalist bir mantık zincirine sahipti. Başka bir yıl yine Düzgün Baba’da kalabalık bir ziyaretçi grubu vardı. İçlerinden bir aile dikkatimi çekmişti. Gençler, bu tür ziyaretlerde pek yoktu. Daha çok orta yaşlı ya da bizim yaşıtlarımız olan çocuklar vardı. Bir de yürüyebilen dağ havasını kaldırabilen yaşlılar gelirdi. Belki de benim gittiğim dönemde gençler azdı. Söz konusu aile İstanbul’dan gelmişti. Ve üstelik Türk bir aileydi. Babam bir yolunu bulup o gençle tanışmıştı. Sonra da koyu bir tartışmaya girişmişlerdi. Nasihat eder gibi konuşuyordu babam; “Peki, oğlum biz eski kafayla çıktık geldik. Yıllardır da geliyoruz. Sen gençsin, üstelik de üniversite okuyorsun. Sen neden ta İstanbul’dan çıkıp geldin?’’ diye sormuştu. Ama genç inanarak gelmişti. Bir yıl önce geçirdiği bir hastalık nedeniyle doktorlara düşmüş, hiçbir doktor iyileştirememişti. Dersimli alevi bir komşusu Düzgün Baba’yı önermiş, onlar da gelmişler… Döndüklerinde sapasağlam olmuş genç! Bunun üzerine aile söz vermiş, her yıl ziyarete geliyorlardı. Babam genci dinledikten sonra hoş bir kahkaha atıp tartışmasını sürdürmüştü. Öyle ki, tartışmaya Türkçe anlayan herkes gelmişti. Babam Tahtıhalil köyüne, küçüklüğüne dönerek yaşadıklarını anlatıyordu; “… O zaman dokuz yaşındaydım. Sıtmaya yakalanmış ateşler içinde yanıyordum. Evin tek çocuğu olduğum için annemle babam ağlayıp duruyordu. Tüm köy toplanmış, her gelen aynı şekilde ağlıyor ya da çaresizce haykırıyor, hayıflanıyor ‘aah çocuk ölüyor!’ diyorlardı. Bunları duydukça daha da kötüleşiyor, psikolojik olarak etkileniyordum. Sonra Şekerman köyünden gelenler vardı. İçlerinden bir yaşlı, kalabalığı yararak eliyle ateşimi kontrol etti. ‘Bu çocuğu hemen götürün Sogayik mezarlığında Hüseyin’in mezarından biraz toprak yedirin, çeşmeden su alıp çimdirin. Çocuk iyileşir, hiçbir şeyi kalmaz’ dedi. Bunlar bende yaşama sevincini, ölmeyeceğime dair inancı geliştirdi. Ben ateşler içinde yanarken, onlar sıkı sıkıya yorganlara sarıp, iyileştirmeye çalışıyorlardı. Benim sıtma olduğumu anlayamamışlardı. Mezarın çeşmesindeki su, bana iyi gelmişti. Harareti kırmıştı. Mezarlıktan köye oynaya oynaya gelmiştim.” Bunları anlatırken inancın, yaşamla ölüm arasındaki çizgide yaşamdan yana karar kılmanın ve onun ruh halinde olmanın yanında; sıtmanın vücutta ateşi yükseltmesine karşın, soğuk suyun vücutta yarattığı reaksiyonun, iyileştirme nedeni olduğunu bilimsel yanlarıyla ortaya koymaya çalışıyordu. İstanbullu genç de, bir defa iyileşeceği psikolojisiyle gelmişti. İkincisi de; Düzgün Baba’nın suyu, havası çok güzeldi. Kurbanlar kesiliyor, taze etler yoğurtlar yeniliyor. Bunların hepsi iyileştiren olgulardı. Almanya’ya gidiş babamın inançlarını etkilememişti. Tam tersine, daha da fazlalaşmasına sebep olmuştu. Hatta Almanya’da memleket hasretinden dolayı birçok şiir, şarkı bestelemiş, her Düzgün Baba’yı ziyaretlerini aksatmamıştı. Babam Almanya’ya 1969 yılında gitmişti. Kışla lojmanlarında daha fazla kalmamız mümkün değildi. Ama o süreçte aynı eve yerleşecek çalışma arkadaşlarından Ali, ailesini hemen köyden getirmek istemiyordu. Onlar gelene kadar evde kalmaya devam ettik. O yaz tatilinde yine köye gitmiş ve bir süre kaldıktan sonra dönmüştük. İşte o süreçte yaşanan bir olay beni derinden etkilemişti… Sürecek…