Bir yıl içinde büyümüştüm. Fizik olarak değişmiştim. Bir de yaşadıklarım, gördüklerim vardı. Belki bir yıl okula ara verilmişti, fakat boş geçmiş bir yıl olarak ele alınamazdı.
Dersim’e ulaştığımızda heyecanlanmıştım. Hiç o kadar uzun süre ayrı kalmamıştım, ağabeyim ise alışıktı. Otobüsten indiğimizde herkes bize bakıyordu. O an farkında değildim, fakat sarı peruk, çok geniş paçalı pantolonla dikkatleri üzerime çekmiştim. Benim bir Alman olduğum sanılmıştı. Böyle söyleneceğini hiç düşünmemiştim. Birçoğunun ilk anda daha mesafeli ve soğuk davranmaları bundandı… Ben de tanıdıklarımın bana öyle soğuk yaklaşımlarına anlam vermemiş, bozulmuştum… Önden annemlere haber vermeye gidenler Haydar ve yanında bir ‘Alman kız’ geliyor demişler… Mahalleye doğru yaklaştığımızda komşu çocukları, yakın akraba kadınlar, annem bize doğru gelmeye başlamışlardı… Annem yakınıma gelene tadar tanıyamamıştı. “Anne, benim, tanımadın mı?” diyene kadar şaşkınlığı geçmemişti. Kimse peruk taktığımı, takacağımı düşünmemişti. On bir ayda saçı başı, fiziği bu kadar değişen bir Sakine beklemiyordu kimse. Ben ise çok normal, doğal bir durummuş gibi hareket ediyorum. Kısa süre içinde herkes de kanıksamıştı peruklu halimi. Zira ben de sürekli takmadım ve sonra tümden çıkarttım.
Dersim’i görmeyeli değişiklikler olmuştu. Denizler, Mahirlerden sonra şimdi de İbrahim Kaypakkayaların olayı gündemdeydi. Yaralı bir şekilde cipin arkasından sürüklenmeleri, cesetlerinin ibret olsun diye gösterilmesi, işkenceler konuşuluyordu: Ali Haydar Yıldız vurulmuş, İbrahim Kaypakkaya ise yaralı olarak evine gittiği muhtar öğretmen tarafından ihbar edilmiş ve yakalanmıştı. Diyarbakır Zindanı’nda işkenceyle katledilmişti. Tırnaklarının söküldüğü, parmaklarının kesildiği, büyük bir acı ve öfke ile anlatılırdı… Ama onun adı ‘ser verip sır vermeyen yiğit’ olmuştu. Onun ve Ali Haydar Yıldız’ın adına türküler yakılmıştı…
Dersim öğretmen okulunda da olaylar yaşanmıştı. Pansiyonda yatılı kalan faşistlerle devrimciler arasında çatışmalar olmuştu. Hatta aşağı mahalleye de saldırıldığı, valiye tokat atıldığı bile söyleniyordu. 1974 yılı olaylı geçmişti Dersim’de.
Bir süre Almanya’dan yeni gelmenin avantajını yaşıyorum evde. Annem fazla dokunmamaya çalışıyor, eskisi gibi rahatça her sinirlendiğinde ya da her hata gördüğünde üzerime gelmiyordu. Genç kızlığa doğru yol alış biraz işe yaramıştı herhalde. Çevredeki genç kızların anneleriyle ilişkileri de başkaydı. Anneleri her konuda iradelerine hükmetmiyordu… Birçok konuda kendileri karar verebiliyordu. Artık birlikte gezmelere gitme zorunluluğu bile yoktu. Genç kızlar kendi arkadaş çevrelerine gidiyor, evlerinde arkadaşlarını misafir ediyorlardı.
Annem de beni giderek büyümüş olarak görüyor; çevreden beğeni almam onu hem sevindiriyor hem de beni daha çok korumaya çalışıyordu. Müdahalelerini biraz yumuşak, ama mutlaka yapıyordu. Giyimimden saç tarama biçimine kadar her şeyde kendi istemini dayatıyordu. Her ne kadar sonucu değişmese de çok çatışıyorduk. Çok söyleniyordu. Çok itici, çileden çıkarıcı bir özellikti bu. Yeri olsun olmasın, gerekli olsun olmasın fark etmezdi ona göre.
O böyle yaptıkça ben de asileşiyor, inatçılaşıyordum. Onun bu tavrı bende tersi bir ruh halini yaşamayı, inatçılığa, onun her söylediğini yapmamaya itiyordu.
Çok ilginç bir ilişki tarzıydı aramızdaki. Hep kavga, hep çatışma sürüp gidiyordu. Çoğu zaman “acaba bu benim öz annem midir?” diye sorduğum oluyordu. Bir annenin çocuklarına o şekilde yaklaşmasının anlaşılır hiçbir yanını bulamazdım… Bir anne olarak sevip düşündüğünü, belki de diğer annelerden daha çok düşündüğünü, sevdiğini sanıyordu. Peki, gerçekten her şeyi kendi istediği biçimde dayatmak sevgi olabilir miydi acaba? Bu şekilde hepimizin tepkisini çekmek ona ne kazandıracaktı ki. Sevgi, anneye bağlılık falan değil aksine asi, isyancı özellikler geliştiriyordu bu ve benzeri tavırlar.
Evde babanın olmaması tüm sorumluluğu ona yüklemişti. Kendisi bu anlamda büyük bir yük altındaydı. Hem anne hem baba rolü oynaması gerekiyordu. Evin maddi sorunları, hepimizin okula gitmesi, çevredeki olaylar ve onların etkileri, annemde bizi daha sıkı denetleme, kollama, ‘kötü alışkanlıklardan!’ uzak tutma reflekslerini geliştirmişti. Asabi, gergin, hep çatışmalı bir kadındı, sakin değildi. O ruh hali ile bazı kaygılar birleşince, bir anne olmaktan öteye bir baskı kurumu, yasakları dayatan bir erk oluşturuyordu. Kendisi de bu ilişki tarzında bir terslik olduğunu görüyordu aslında, farkındaydı. Tepkilere karşı, ‘ben annenizim, ma düşmanınız mıyım? Bana neden böyle davranıyorsunuz?” diyerek üzüntüsünü ve çaresizliğini yansıtırdı. O durumuna acır, üzülürdüm yine de. Aslında biraz anlayışlı olsa, bizim her şeyimize karışmasa kendisi de rahatlayacak, destek bulacak ve ciddi bir sorun olmayacaktı.
Son çocukla birlikte sekiz kardeş olmuştuk. Sekiz çocuğa bakmak, evin sorunlarıyla uğraşmak bunaltıyordu onu… Akraba çevresiyle de ilişkileri sınırlıydı. Babamın mektupları geldiğinde ve izin süreçlerinde daha moralliydi. Babam onu dizginlerdi. Konuşur, tartışır onun yersiz çıkışlarını engellemeye, yatıştırmaya çalışırdı. Babam annemin bana yaklaşımını da eleştirirdi…. “‘Senin kızındır, genç kızdır. Yardımcı olman lazım… Bırak bazı şeyleri de kendisi yapsın. Her şeyine müdahale etme. Biz çocuklarımızın illa bizim gibi olmalarını, bizim gibi düşünmelerini isteyemeyiz, bu doğru değil. Kötü bir şey yapmıyorlar şükür, bizim onlarla gurur duymamız lazım vb” birçok şey söyler onu ikna etmeye çalışırdı. Tabii bunlar, bir süre için de olsa ilişkilerde bize yardımcı olurdu. Benim her sabah erkenden kalkıp evin işlerini yaparak okula gitmeme üzülür, içerlenirdi. Hele tüm çabalarıma rağmen annem hala memnun olmamışsa, söyleniyorsa daha da kızardı;
“Allahtan kork! Kalkıp işleri yapıp okula gidiyor, hiç kimsenin, kızı yapmıyor… Sen daha da kusur arıyorsun!” derdi. Fakat annem yine de beğenmezdi, kusur arardı.
Okula devam etme istemime kimse itiraz etmiyor, tam tersine okumamı, daha yüksek okullara gitmemi istiyorlardı. O güne kadar evlilik konusu pek gündeme gelmemiş, üzerinde ciddi olarak durulmamıştı. Ağabeyim evin büyüğü olmasına rağmen ona ilişkin bile fazla konuşulmazdı. Kendisi bu konuda oldukça ilkeliydi. Öyle bir sorunun gündemleşmesine fırsat vermiyordu en azından… Belli düzeylerde arkadaşlıkları olmasına rağmen evlilik ona göre kolay, basit bir olay değildi. Bir yerlere bağlanma biçimiydi. Kim bilir belki de mevcut aile düzeni, çevredeki ilişkiler, evliliği onun gözünde anlamsızlaştırmıştı.
Özellikle Sakine teyzemin evliliği ilginçti. Zaman zaman takılırdık; görücü usulüyle evlenmişti. Bir defasında kendini isteyen erkeği görmek istemiş. Ama evden çıkma imkanı olmadığından evin penceresinden bakmak zorunda kalmış. Su teknesinin üzerine çıkarak bakmaya çalışırken tekne devrilmiş. O düşünce su da onunla birlikte yere dökülmüş.. Böylece teyzem, kendisini istemeye gelen erkeği uzaktan bile göremeden evlenmiş. Artık yedi sekiz çocuğu vardı, eşi şofördü. Onları aynı evde görmek bile başlı başına bir tahammül istiyordu. İki yabancı, gibiydiler. İlişkilerinde müthiş bir ilkellik, uzaklık vardı. Çok anlamsız geliyordu insana. Pek konuşmazlardı birbirleriyle. Ama o kadar çocukları olmuştu… Hatırlıyorum onların bu durumlarına acır, çoğu zaman da alay ederdik. Onlara göre anne ve babamın ilişkisi daha iyiydi. Annemin onayının alınmadığı bir konuda karar alınsa kıyamet kopardı; annem onu sorun yapar, uzun süre tartışırdı. Sakine teyzem öyle değildi. Diğer teyzelerim daha etkindi, ailedeki geleneği adeta sürdürüyorlardı. Ninem herkes için bir ölçüydü. ‘Onun kızı olmak’ en azından onun bazı özelliklerini yansıtmak gerekiyordu. Yoksa ‘Eze’ye benzememiş hiç’ deniliyordu.
Çocuk duygularım coşkularım zincire vurulmuştu
Koşullar biraz değişmişti. Geleneksel ölçüler, kalıplar çok ileri olmasa da bir çözülüşü yaşıyordu. Artık genç kız ve erkekler belli bir tanışma sürecini yaşıyor ya da görüşüp konuşabiliyorlardı. Küçük teyzem Güneş bu şekilde evlenmişti. Yine komşumuzun kızı Fethiye görerek, tanışarak, anlaşarak nişanlanmıştı. Hatta çevrede bu aşırı bulunuyordu. Erkek evlerinde misafir kalmış, sonra kızlarını istemiş diye. Birlikte gezebilmeleri, dolaşabilmeleri yer yer dedikodu şeklinde ele alınırdı. Başlık paraları giderek kalkmıştı. Dersim gençliği ‘solcuydu, devrimciydi,’ yeni adetleri temsil etmesi gerekiyordu. Bundan memnun olanlar çoktu. Hatta büyük şehirlerde okul okuyanların oralarda Türk, Çerkez ya da farklı milletten kızlarla evlenmeleri bile çok doğaldı. Eskiden akraba evlilikleri yaygındı. Ama o da giderek azalmıştı. Zorunluluk olmaktan, bir töre olarak dayatılmaktan çıkmıştı. Beşik kertmelerinin geçerliliği kalmamıştı. Peki, bunlar kader değiştirici oluyor muydu? Geleneksellik ne kadar aşılıyordu, bu önemliydi.
Beni de daha o yaşlardayken çocukları için gelin olarak düşünenler vardı. Amcalarımla ilişkilerimiz sınırlıydı. Daha çok babam izine geldiğinde, çok nadiren görüşürdük. Üç tane amcamın da benim yaşlarımda çocukları vardı. Birbirimizi tanımadığımız için akraba olduğumuz pek anlaşılmazdı. Birbirimize mesafeliydik, bu yansıyordu. Amcalarımın bana, henüz küçük yaşta ‘gelinimiz olacak’ biçimindeki yaklaşımları en çok annem tarafından tepkiyle karşılanırdı. Amcalarımla fazla anlaşamaz, onları sevmezdi. En önemlisi de onları küçümserdi. Kinciydi annem. Babamın evde olmadığı dönemlerde kendisine yardımcı olmamalarını hiç unutmamıştı. ‘Dost da düşman da dar günde belli olur’ deyimini her zaman gündeme getirirdi. Dayımlar bu konuda daha dikkatliydiler. Kendi çocuklarının gerçekliğini daha iyi görüyorlardı. Her şeyden önce okumuyorlardı, okulu bırakmışlardı, boştaydılar. Öyle çocukları kim alırdı!.. Beni seviyorlardı ve ben okuduğum için onları bana layık görmüyorlardı.
Babam çevrede düğün olduğunda coşar, “keşke benim de muradım olsa!” derdi. Evliliğimizi uzak görürdü; fazla dayatmaz ya da gündeme getirmezdi. Ağabeyimin tavrı etkili oluyordu, bizler de ondan etkileniyorduk.
Ağabeyim “ben annemin yanında dayanamıyorum, evlensem el kızı gelin nasıl dayansın?” derdi.
Ailenin, annemin durumunu ifade etmeye çalışıyordu. Anne ve babamın çocuklarına ilişkin düşünceleri, istemleri bu çerçeveyi aşmıyordu. Annem bana çeyiz yaptırırdı. Nerede dantel, kanevice örnekleri varsa, en zor olanları, en güzel olanları getirir hem kendisi yapardı hem de bana yaptırırdı. Çeyiz yapma bazı genç kızlarda tutkuydu. Severek, isteyerek, büyük bir hevesle yaparlardı. Evliliğe hazırlanma, kendini ona aday görme bir genç kızlık hayali olurdu. Bense çeyizi hevesle yapmıyordum… Almanya’dan gelirken çeyiz getirmemiştim. Getirdiğim şeyler çok daha farklıydı. Evlilik ve maddi ilişkiler bana göre değildi. İtici geliyordu. Babamın yaşam felsefesi bizde daha etkindi. Yaşamın maddiyat yönü hep çıkarı, haksızlığı, çatışmayı, sevgisizliği çağrıştırırdı. Maddiyat işin içinde oldu mu lanet yağdırırdı babam. Yaşadığımız dünyada ölçüler maddiyata güre ayarlanırdı genellikle.
Büyümenin zorlukları…
Benim Almanya’dan dönmemle birlikte ailede evlenmeye ilişkin konuşmalar çoğalmaya başlamıştı. Evimizin karşısındaki binada oturan Hıdır amcalar bizim evin en sık misafirleriydi. Hıdır amca kendisi çok uzun, iri yarı birisiydi. Emekliye ayrılmıştı, ama henüz dinç bir insandı. Eşi Türk’tü. Onun tam tersine kısa, dolgun bir kadındı. Dışarıdan birbirine bu kadar ters görünen bu ihtiyar ikili çevrede oldukça sevilirdi. Herkese misafirliğe giderlerdi. Yalnızlıklarını o şekilde çoğaltırlardı. O süreçte Ankara’da oturan evli çocuklu kızları da gelmişti. Almanya’dan geldiğimizde hoş geldiniz demeye birçok misafir geliyordu. Fakat onlar herkesten daha uzun süre kaldılar ve en son yine onlar ayrıldılar. Her şeyimi inceliyorlardı. En çok hoşlarına giden yanım, evdeki çalışkanlığım, iş yapmamdı. Genç bir kız ve işlerinde de çalışkansa, o çabuk beğenilirdi! Beğenecek kişi yerine, başkalarının beni beğenmeleri ne garipti… Kuşkusuz insan sevgisi, ilgisi önemlidir. Güzel huyu sevme, güzel fiziği sevme olabilecek şeylerdir. Bunlar genel olarak her yerde böyledir. Ama kurulu düzende önce ailenin kızı beğenmesi ve oğullarına bunu dayatmaları bana çok korkunç geliyordu. Ama işte düzen böyle kurulmuştu.
Kışlada da komşu sayılırdık Hıdır amcagille. Fazla yakın ilişkilerimiz yoktu tabii. Çocuklarından; Doğan’ı ve Metin’i hatırlıyorum. O zaman aile yapısı dikkat çekiyordu. Metin genellikle uzun boyu ve çok çabuk yürüyüşüyle dikkat çekerdi. Mütasıp bir aile çocuğu olarak bilinirdi. Biz henüz küçüktük. Kim bilir belki de orta bahçede top oynarken biz onlara göre yaramaz, sümüklü çocuklardık. Yaramazlıklarımıza karşın bize kızmazlar, hatalarımızı saçlarımızı, kafamızı okşayarak bize kavratmaya çalışırlardı. ‘Metin abi, Metin abi’ diye bağırdığımız bile olmuştur. İlgi çekmek için çocukça yaklaşımlarımız çok çeşitli biçimlerdeydi çünkü.
Şimdi büyümüştüm. Artık karşılaşırken ya da görürken bakışları kaçırtma, görmezlikten gelme tavrına giriyordum. Aynı dönemde o da tatile gelmişti. Sadece balkonlarında ve yolda birkaç kez uzaktan görmüştüm. Kışlanın Metin abisiydi. Tanıdıktı, bunun dışında varlığı başka etki yaratmamıştı. Ama annesi, babası ve ablasının benimle çok ilgilenmeleri dikkatimden de kaçmıyordu.
Bu arada amcamlar da devredeydi. Amcamların çocukları her biri bir özellikteydi: Celal, lisede okuyordu. Haydar, Yapı Sanat’taydı. İbrahim, M. Ali ve Baki de vb. M. Ali Ankara’da otururdu. O da uzun süredir TKP’liydi. Erzincan’da okurken faşistlerle yaptığı kavgalarıyla tanınırdı. Baki ve İbrahim de çok ateşliydi. En çok İbrahim’i severdik. Bizimle ilgilenirdi, belki evimize çok gelmezdi, ama her gördüğünde sorar, ilgilenirdi. Onunla ilişkilerimiz daha sıcak ve doğaldı.. Baki lisede de okumuştu. Çok sınırlıydı ilişkilerimiz… Saygı gereği yaş olarak çok az büyük de olsa ‘abi-abla’ diye hitap ederdik. Amcamların çocuklarına da genellikle abi derdik, hepsi de yaşça büyüktü bizden… Baki daha önce bir kez gelmişti evimize. O geliş normal bir ziyaretti sanırım. Ama bu defaki geliş farklıydı. Ağabeyim ve annem durumu biliyordu;
“Kendin konuş, ama henüz çok gençtir, küçüktür, bu konuyu gündeme getirmeseniz daha iyi olur” gibi sözler söylemiş anneme benim için.
Ağabeyim tekrar dışarı gitmişti. Giderken de annemi tembihlemiş anlayışlı olmasını, bizi yalnız bırakmasını istemişti. Ev tek tek boşalınca sorunu anlamıştım. Çevreyle, etrafı toplamakla uğraşıyor zaman kazanmaya çalışıyordum. Ama öte yandan bana garip gelmişti. Kendimden eminim, kendi adıma karar vermem hoşuma da gidiyordu. Artık genç kız olmuştum ve annem bana bir konuda karar verme hakkını tanımıştı. Demek ki, bunun avantajı da vardı… Amcamın oğluyla bir çay sohbeti süresince konuşmuş, onun evlilik teklifini reddetmiştim. Kendisinin ilgisinin orta okul sürecine kadar dayandığını belirtmişti. Olgun bir konuşmaydı. Evliliği düşünmediğimi, okumak istediğimi belirtmiştim… Hemen bir evlilik olmasını kendisinin de istemediğini, kendisinin de okuduğunu, ama bir söz, nişanlılık sürecinin olabileceğini söylemişti. Kesin bir dille bende kendisine karşı farklı bir duygu, ilgi olmadığını söylemiştim. Üzülerek, hatta gözleri dolu dolu ayrılmıştı. Annem bahçede meraklanmıştı. Baki’nin üzgün ve erken kalkışından tavrımın ne olduğunu çıkarmıştı.
Akşam ağabeyim de benim kararıma sevinmiş; “İyi! Sen kendin karar vermişsin ne diyelim” demişti.
Sorun öylece kapanmıştı. Mahalledeki genç arkadaşlarımdan duyanlar da merak etmiş, benim reddediş nedenimi anlamak istemişlerdi. Üniversiteye girmiş bir genci üstelik amcamın oğlunu reddetmiştim. Anlam verememişlerdi.
Bu tavır kendime güvenimi artırmıştı. Annemi de etkilemişti, artık kolayca kendi istemlerini dayatamaz diye düşünüyordum. O yıl babam de izine gelmişti. Babam gelince amcamlar yeniden devreye girmişlerdi. Babam kararda annemin etkisinin olabileceğini düşünerek beni ikna ya çalıştı. Tabii bu kaba dayatma biçiminde olmuyordu, çok iyi niyetliceydi…
Hıdır amca ve eşi (ona genellikle ‘tonton ana’ diyorduk) babamın gelişiyle birlikte artık neredeyse hiç ayrılmaz olmuşlardı. Onlar da ağızlarındaki baklayı çıkarmışlardı. Ben okula yeni başlamıştım. Lise 1. sınıfa gidiyordum… Bazı yakınları da aracı yaparak babamı iknaya çalışıyorlardı. Bir gün sözü açtıklarında, “ben tanımadığım, hiç konuşmadığım biri için karar vermem, siz de benim yerime karar veremezsiniz” diyerek bir çıkış yaptım. Babam onların yanında bu şekilde konuşmama çok kızmış, benim bu tavrımı şımarıklık olarak değerlendirmişti. Tuhaftı, babam böyle doğal bir tepkiye bile kızmıştı. Bunu söylemekle suç işlemiştim sanki… Onlar gittikten sonra annem beni iknaya çalışmıştı. Bu yüzden de babamla sert bir şekilde tartışmışlardı. Annemin yabancıyı tercih etmesi babamı kızdırmıştı… Günlerce tartışma sürdü, zaman zaman birbirleriyle küstükleri bile oldu. Bu rahatsızlık yaratıyordu. Belli bir aradan sonra adamlar tekrar gündemleştirdiler. Hıdır amca kafayı takmıştı. Beni çarşıda, yolda her gördüğünde soruyor, ilgileniyor, izliyordu. Resmen sahipleniyordu.
Ağabeyim bir gün annemlerin beni zorlamaları karşısında patlamış, tepki göstermişti…
“Ne yapıyorsunuz, daha yaşı kaç, çok mu çaresizsiniz, fazlalık olarak mı görüyorsunuz, bakamıyor musunuz?… O halde neden zorluyorsunuz?” diye kızmıştı. Dönüp bana da;
“Sen de etkide kalma, ağlayıp sızlayacağına doğru bulduğun bir karar ver… Çocuk oyuncağı değil evlilik!” demişti.
Onun tavrı hoşuma gitmişti… Fakat sonraki günlerde çevrenin de dayatmasıyla bir karara gitmek istiyorlardı. Benim okulda olduğum bir gün söz kesilmişti. Benim tavrım fazla önemli değildi. Bir yönüyle fazla diretmemiştim. En azından amcamın çocuğuna karşı gösterdiğim kesin tavrım gibi değildi. “Metin iyi çocuk, delisin… Üniversite de okuyor. Akraba evliliği hiç iyi değil, onlardansa bu aile tercih edilir” nasihatları etkilemişti beni. Bir kararsızlık geçiriyordum, fakat benim yerime annem karar vermişti, babamı da buna zorlamıştı. Kesin babam kızarak kabul etmişti. O yeğenini tercih ederdi çünkü.
Nişanlılık dönemi…
Okul dönüşünde bana hemen nişan töreni olacağı kararı söylendi. Metin okula gitmeden önce nişanlılık gerçekleştirilecekti. O an kızıp söylenmenin hiçbir anlamı olmamıştı. Dayımın kızı Cemile, boşuna kızdığımı her şeyin hallolduğunu söylemişti.
Evet, gerçekten görüşmediğim, konuşmadığım, özelliklerini bilmediğim biriyle nişanlanıyordum… O da aynı şekilde beni yakından tanımıyordu. Kesin annesi, ablası, babası etkilemişti. Sadece uzaktan gördüğü, sarı peruklu bir kızdım!
Hıdır amca daha da ileri giderek, “hemen düğün yapalım, Metin’le çıkıp Ankara’ya gitsinler” diyordu. Bizimkiler ise acele edilmemesini istiyorlardı. En azından liseyi bitirene kadar beklenecekti.
Bir rüya mıydı, bir oyun muydu? Şaşırıp kalmıştım. Neyin sevincini, heyecanını yaşayacaktım? Gördüğüm, ilgi duyduğum, sevdiğim biri olsa, öyle bir ruh haliyle haberi farklı karşılardım. Benim yerime karar verilmişti… Ona da şaşırıyordum. Bir kız çocuğuydum, annem babam benim adıma karar verme hakkını kendilerin de görüyorlardı… Peki O? Bir erkekti, üstelik onun annesi babasının kültürel düzeyi daha farklıydı, kendisi de üniversite öğrencisiydi artık. Neden o bu konuda hiç adım atmamıştı. Hiç görüşmemiştik… Metin övülmüştü: Kötü alışkanlıkları yoktu… Görünüşünde kusur yoktu… Yakışıklı bile denebilirdi… İlgimi de çekiyordu. Madem söz verilmişti bir kez… Ama belki daha iyi olur diyordum kendi kendime… Nişanlılık nasıl bir şeydi acaba? Gece boyu düşündüm, hayal kurmaya çalıştım, ama yaşadığım bir şey yoktu ki, soyut olarak hangi duyguyu hissedecektim? Sadece karşılaşacağımız bazı anların heyecanını duymuştum o kadar. Ertesi gün sabah erkenden babam, annem, Medine teyze, ben ve Metin taksiyle Elazığ’a, nişan yüzükleri almaya gittik.
Arabada karşılaşınca tokalaştık. Hepsi o… Arada birbirimize kaçamak bakışlar atıyorduk. Komik oluyordu bazen. O kadar yabancıydık yani hem birbirimize hem de bu tür duygulara. Bu her halimizden belliydi. Elazığ’da otelde kaldık. Yüzükler, nişan elbisesi ve bir takım giysiler, hediyeler alınmıştı. Giysilerin alımında beğenilerimizi söylüyorduk o kadar. O gece annemden izin alıp sinemaya gideceğimizi söyledik. Sinema bahaneydi; birlikte olmak, konuşmak, tanışmak istemişti Metin. Ben işin o yönünü düşünemiyordum, teklifler ondan geliyordu, o daha girişkendi. Ama gidememiştik.
Dersim’e döndüğümüzde kuaföre gittik, saçlarımı yaptırdık ve biraz da makyaj yapıldı… Sonra nişan elbisemi de giyerek eve misafirlerin yanına gittim. Alkışlar arasında nişan yüzükleri takıldı, ardından da eğlence başladı. Tüm mahalle, konu komşu, akraba hep birlikte eğlendi nişan törenimde. Bol bol da resimler çekildi. Gece yarısına kadar sürdü nişan. Herkes dağıldıktan sonra elbiseyi çıkarıp oturdum. Aslında bir boşluktaydım. Ne olup bittiğini anlayamıyordum. Sanki bir oyun oynuyorduk ve oyun bitince herkes evine dağılmıştı. Ama bunun farkı, parmaklarımda yüzük olmasıydı. Artık nişanlı bir kızdım. Yüzüğü çıkarıp iç kısmındaki yazıyı okudum. ‘Metin Çetin’ ve tarih yazılı… Aynada kendime bakıyorum. Saçlarım hala yapılı duruyor, yüzümün boyaları da… Büyümüştüm sanki… Boyaları silmeye çalışıyorum yüzümden. Ama nasıl silineceğini bilmediğim için, silmeye çalıştıkça yüzüme yayılıyorlar. Kremle ya da temizleyici suyla silmem gerekiyormuş, sonradan öğrendim böyle olması gerektiğini. Annemle babam ise içerde bir şeyler üzerine tartışıyor. Kulak kesiliyorum. Babam annemin işaretinden bir şey anlamadığını söylüyor, yemin ediyor. Meğer annem bizi odada yalnız bırakmak istemiş çıkmış ve babama da işaret ettiği halde o çıkmamış! Yani Metin’le o gece yalnız kalıp konuşamamıştık. Bir tek söz söyleyememiştik hala. Sadece otururken utancımdan ellerimle oynuyor, elbisemi çekiştirip duruyordum… Metin yavaşça uyarıyor, o şekilde elbiseyle oynamam vücut hatlarımı ortaya çıkarıyordu çünkü… Bir de Aysel hocaların ısrarıyla halaya kalkmıştık. Daracık odada halay çekmiştik. O da sıkmıştı beni, çabuk oturmuştum. Halayı da tadında oynayamamıştım, sanki o saf doğal çocuk duygularım, coşkularım zincire vurulmuştu, sıkılgan ruh hali egemen olmuştu. Bir mengene gibi…
Ertesi gün Metin vedalaşmak üzere eve geldi. Yemek, çay ikramlarının yanı sıra babamla koyu bir sohbete daldılar. Annem yine çakır gözlerini babama dikerek bir şeyler anlatmaya çalışıyor. Babam yine anlamıyor. Öyle hep birlikte sohbeti daha güzel buluyor… Biz bu defa da yalnız konuşamıyoruz. Arada kaçamak bakışlarımız oluyor o kadar. Birbirimizi merak ediyoruz, izliyoruz. Hiç bu kadar yakın olmamıştık. Aynı masada oturmuştuk.. Ortak bir şey vardı o da, parmaklarımızdaki yüzüklerdi. Sonra herkesle tokalaştı. En son benimle vedalaştı. O an içimde bir burukluk hissettim; hemen böyle ayrılmak da nereden çıkmıştı… Tabii bunu söyleyemedim. Yanaklarımdan öptü ve hızla çıkıp gitti…
Metin gittikten sonra okuluma devam ettim. Tüm arkadaşlarım nişanlandığım için beni kutladılar. Artık nişanlı bir kız olduğum için olgunlaşmıştım. Her davranışıma daha fazla dikkat ediyordum. Eskisi gibi rahat olamazdım artık. Zaten annem hiç unutturmuyordu sağ olsun bunu. Her sözün başında ‘sen nişanlısın’ diyerek beni korkunç bir kıskaca alıyor, bunaltıyordu.
Metin’le yazışmaya başlamıştık. İlk mektup ondan gelmişti. Cevaben yaşadığım ruh halini tüm çıplağıyla olduğu gibi yazdım. Beğenmişti mektubumu. Düşüncelerimi açık ifade etmeme de sevinmişti…
Mektubu ailesine gönderiyor, onlar bana veriyordu. Ben de onun verdiği adrese yazıyordum. Anne ve babasıyla bir aile gibi olmuştuk. Gece gündüz bizdeydiler. Haliyle bu beni çifte kıskaç altına sokmuştu. Bir yanda annem diğer yanda Metin’in ailesi adeta beni bir mengene içine almışlar, sıktıkça sıkıyorlardı. Beni sürekli kontrol altında tutmaya çalışıyor, sürekli sınırlandırıyorlardı. Fakat ben her iki kıskacı da kabul etmiyor, onlarla mücadele ediyordum. Bazen bu sebeple annemle tartışmalarımız çok sertleşince, onu yüzüğü atmakla tehdit ediyordum. Beni tanıyordu. Bunu yapabilirdim. O yüzden geri adım atıyordu. Hele hele bunları Metin’in annesi ve babasına da söylerim diye çok korkuyordu. Bu endişeyle daha ihtiyatlı yaklaşmaya zorluyordu kendisini. İlginç bir kadındı annem. Benim duygularımı, tepkilerimi hiç hesaba katmazdı. Her şeyi kendisine göre ayarlamaya çalışırdı. Ben de onu kendine getirmek için ya onun istediklerini yapmazdım, ya da kendime zarar verirdim. Giderek bu ilişki ve yaklaşım biçimimiz kökleşmişti ben de. O kendisince bana bazı şeyleri öğretmeye çalışıyordu. Ama ben bunu çok benimseyemiyordum. Ciddi bir kuşak çatışması vardı aramızda. Annem kendi istediği gibi beni yapmak istedikçe ben daha asileşiyor, annem daha çok üzerime geliyor, farkında olmadan irademi kırmaya çalışıyordu. Bunu asla kabul edemezdim, etmedim de.
Siyasallaşma süreci…
Sömestir tatilinde Metin Dersim’e geldi. Denilebilir ki esas tanışmamız bu süreçte oldu. Mektuplar her ne kadar bizi yakınlaştırmış olsa da, soyut, eklektik kalıyordu. Sömestir tatili sürecinde her ikimiz de yaşadığımız çelişkileri büyük çoğunlukla konuştuk. Bu giderek daha fazla yakınlaşmamız sağladı.
Metin ilişkilerinde oldukça girişken ve çabuk kaynaşan bir yapıya sahipti. Bu yüzden annemin beğenisini ve sevgisini kazanmıştı. Annem neredeyse hepimizden çok onu seviyordu. Haliyle bu sayede bana karşı da yaklaşımı ılımlılaşıyordu.
Zamanla Metin’le birbirimizi de tanımaya başlamıştık. Metin benden sekiz yaş daha büyüktü. Bazen kendimi onun yanında bir çocuk gibi görürdüm. Bazen de onu çocuk olarak değerlendiriyordum. Yaşama bakış açımız dar ve gelenekselliği aşamıyordu. Her ikimiz de siyasete ilgi duyduğumuz için o süreçte varolan gelişmeleri konuşuyor, belli yorumlar getiriyorduk. Hemen evliliği ikimiz de istemiyorduk. Okullarımızı bitirmeyi hedefliyorduk. Ailelerin bu yönlü istem ve dayatmalarını da fazla önemsemiyorduk. Denilebilir ki, sömestir tatilini, nişanlanma sürecimizin kendi açımızdan resmiyet kazanması, birbirimizi tanımamız hatta bağlanmamız olarak açıklamak yanlış olmayacak. Birbirimize sözümüzü asıl o zaman verdik. Sonra tekrar ayrıldık. O tekrar Ankara’ya gitti, ben okula devam ettim. Bu süreç kendime olan güvenimi de artırmıştı. Çünkü yaşananların sorumluluğunu üstlenmiştim.
Okullar daha da hareketlenmişti. ‘Faşist hocalarla’ ‘devrimci hocalar’ ayrımı belirginleşmişti. Boksörlük yapmış bir beden eğitimi hocamız boksörlüğüne güvenerek kabadayılık yaptığı ve bazı arkadaşları tehdit ettiği için dayak yemişti… Bu olay diğer faşist hocaları da tedirgin ediyordu. Sınıf arkadaşlarım daha çok Haceri, Çukur ve civar köylerindendi. PDA’cılar çoğunlaktaydı. TİKKO’cular tek tüktü. Fraksiyon adları her zaman her yerde söylenmezdi, ama tartışmalarda kimin hangi fraksiyonu savunduğu ya da ona bağlı olduğu çabuk anlaşılıyordu. Genelde faşist nitelikli hocalara karşı doğal bir cephe vardı. Ve hepimiz bu durumda o cephedeydik… Bunun yanında okuma koşullarının zorlaştırılması durumu vardı. Yatılı okul pansiyonunda faşist kalmamıştı. Ama yaşam koşulları da berbattı. Yine derslerin çoğu boş geçiyordu. Öğretmen açığı doldurulamıyordu. Faşist hocalara ağırlık verilmeye çalışılıyordu. Bazıları tayinlerini başka yerlere istiyor ve gidiyordu. Bazıları Tunceli olunca hiç gelmiyorlardı. Okulun pencereleri kırık, kaloriferler yanmıyordu. Her bakımdan koşullar zorlaştırılmış durumdaydı. Okulda gelişen eğilim, gençliğin dinamizmi bu şekilde engellenmeye çalışılıyordu.
Almanca hocamız Mesut’un dersi ‘Zülfo’nun eğlence dersi oluyordu. ‘Herr’ Almanca’da ‘bay’ demektir, Zazaca’da ise ‘eşek.’ Zülfo o ders boyunca durmadan ‘Herr Mesut’ derdi. Zazaca birçok sözcüğü peş peşe sıralardı, araya da Almanca sözcükler yerleştirirdi. Hocayı tahrik ederdi. Bay Mesut ona rağmen inatçıydı. Almanca dersim 9-10’du genellikle. Almanya’ya bir yıl gidişim Almanca’ya olan ilgimi az da olsa artırmıştı. Dersi seviyordum. Zülfo’nun o tür çıkışları bazen bende de tepki yaratırdı, anlamsız bulurdum. Çünkü o hemen her derste de aynı şeyi yapardı. Solculuk, devrimcilik okumaya, öğrenmeye tepkiydi onun için.
İbrahim Polat hocamızın Türkçe dersinde de Zülfü, arka sıralarda acayip sesler çıkarmıştı. Hoca arkasını ona dönünce bunu yapıyordu. Hoca da fark edince onu o şekilde yakalamak istiyordu, ama bir türlü yakalayamıyordu. Yine tam döndüğü an Zülfü acayip sesler çıkarmıştı. O sırada kendisine tepki göstermiş işaretle öyle yapmamasını istemiştim. Hoca beni o şekilde görmüştü. Tüm sınıfa ses çıkaranın kim olduğunu sormuştu. Kimseden yanıt alamayınca bir kaç kişiyi tahtaya kaldırmış, kim olduğunu öğrenmek istemişti. İsim vermeyi dürüstlük olarak algılıyordu, biz de ona göre sınıfın dürüst, akıllı öğrencileriydik! Neden hoş olmayan bir davranışın sahibini söylemiyorduk? Biz söylememekte diretmiştik. Hocamızı genelde seviyorduk, kendisi de Dersimliydi ve ilerici devrimci olarak biliniyordu. Çoğu zaman derste, aralarda tartışıyorduk. Fakat öğretmendi, devletin bir görevlisiydi, biz öğrenciler arkadaştık, bir cephedeydik, isim vermek kendi cephemizden birini ihbar etmekti, çok yanlıştı… Hoca ceza olarak cetvelle ellerimize vurmuştu. Lise 1’deyiz ve dayak atılıyordu! Çok zorumuza gitmişti, ağlamıştım, teneffüste de Zülfüyle tartışmış, onun çıkışlarının hiçbir anlamı olmadığını, lümpence bir tavır olduğunu söylemiş, kızmıştık. O ise, bizim dayak yiyişimiz nedeniyle kendisine yüklendiğimizi, oysa kendisinin davranışlarının normal olduğunu söylemişti. İbrahim hoca sonradan üzüldüğünü söylemiş, özür dilemişti. Ama bizi de kırmıştı.
Yıllar sonra İzmir’de görüştüğümüzde, sessizce, konuşmalar arasında parmağıyla işaret ederek bizi nasıl dövdüğünü anımsatmıştı, ama acı duymuştu ve mahcuptu… Af etmemi istemişti. Çok değerli bir insandı, onu çoktan af etmiştim zaten. Ama Zülfo bir süre sonra saf değiştirmişti… Onun tüm özellikleri kişiliğini ele veriyordu, birer ipuçlarıydı… Onu bu haliyle ne benimsemiştik ne de sevmiştik. Yol ayrımları bu anlamda doğaldı…
İlk eylem…
Okulumuz boykottaydı. Yaşam koşullarının iyileştirilmesi talebiyle boykota gitmiştik. Örgütlü bir boykottu. Yönlendirenler de az çok tahmin ediliyordu… Benim için kimin bu boykota öncülük ettiği önemli değildi. Boykot yerinde bir eylemdi, bir direnişti, ona katılmak da bir görevdi. Okuldan hükümet konağına doğru yürüyüşe geçtik… Daha hastane yolundayken polis engellemeye çalıştı. Polisi taşlamaya başladık. Bize daha önce polis ateş ederse nasıl davranacağımız söylenmişti. Polis önce havaya ateş ederek bizi korkutmaya çalıyordu. Biz de çevredeki duvar arkalarına, araba arkalarına mevzilenmiştik. Fakat yürüyüşü devam ettirmekte de kararlıydık. Sonra slogan ata ata yürümeye devam ettik. Yürüyüş sırasında bazı öğrenciler gözaltına alındı. Bu, bizim tepkilerimizi iyice körükledi. Çarşıda oldukça kalabalık insan toplulukları vardı. Halktan insanlar küme küme uzaktan izliyorlardı eylememizi. Hemen ‘halkımız saflara!’ diye slogan atmaya başladık. Bazıları sloganlara dikkat edilmesi gerektiğini söyleyerek, bizi uyardı. Daha çok “okula pencere, kapı, kalorifer, isteriz… Boş ders çok, hoca isteriz!” vb talepleri içeren sloganlar atılmasının daha uygun olacağı iki de bir dile getiriliyordu. Ama nafile. Kimse bu uyarıları dikkat bile almıyor. Herkes istediği sloganı atıyor. Ben bazı sloganları atamıyorum. Ne kadar doğru tam anlayamadığım için tereddüt ediyorum. En çok “Kahrolsun Faşizm!” sloganını atıyorum… Sesim en çok bu sloganda çıkıyor. “Arkadaşlarımızı istiyoruz!” sloganı da eklenmişti sloganlara. Bunları hükümet konağının önünde atıyoruz. Savcı arada balkona çıkıp, aracı olmak isteyen bir hava yaratıyor, bizi yatıştırmaya çalışıyordu… “Arkadaşlarınız en kısa zamanda serbest bırakılacak” diyordu. Ama saatler geçiyor kimse bırakılmıyordu. Boykot bir anda tüm Dersim’i harekete geçirmişti… Öğretmen okulundan da öğrenciler gelmeye başlamışlardı. Aşağı mahalledeki köprüde polis gelenleri engellemeye çalışıyor, ama bir türlü baş edemiyordu. Geçe bilenler geçiyor, kalanlar ise oradan eyleme destek veriyordu. Bir ara helikopterler de dolaşmaya başlamıştı. Vali telefonla Hozat ve Pülümür’den Jandarma komando birlikleri istiyor… “İsyan var, Kürtler isyan etti!..” diyor. Ve tüm polisler alarma geçiriliyor. Bu durum aileleri, halkı tedirgin etmeye başlamıştı. Bir ara babamın bir şeyler aradığını, grubun arasında dolaştığını gördüm. Yıllık izne gelmişti. Ama onun şansına geldikten sonra sürekli olaylar yaşanıyordu. Bir türlü rahat bir izin geçirememişti. Şimdi de beni arıyordu. Takım elbise giymiş, bıyıklarını kesmiş, aynı sivil polislere benzemişti. Tanımayanlar resmen şüpheleniyordu. Daha önce bazıları bizi uyarmışlardı, dikkat ediliyordu. ‘Sivil polisler aramıza girip provokasyon yaratabilir ya da tek tek bizleri tutuklayabilirlerdi’ bu nedenle herkes çevresini iyi kolluyordu. Babam beni görünce, yanıma gelmişti, bazı öğrenciler iyice şüphelendi.
“Beyefendi dur nereye gidiyorsun?” diyorlar. Babam;
“Kızımın yanına geldim. Onu alacağım annesi hasta, bayılmış!..” diyor. Tartışma biraz sertleşince, müdahale etmek zorunda kaldım.
Babam bir süre yanımda bekledikten sonra çekine çekine eve gidelim dedi. ‘Annen hasta, sen gelmezsen ölecek. Gidip bir görün tekrar gelirsin’ diyor. Tam konuşurken sloganlar tekrar başlıyor. Sonra bu defa çevresindeki arkadaşlara;
“Kızım, oğlum olmaz, siz talebesiniz, o tür sloganlar yerine kendi taleplerinizi dile getiren sloganlar atın ki bu namussuzlar başka şey yapmasın… Bakın çevre kazalardan asker istediler! Bu it oğlu itler demez ki, onlar genç, talebe, haklı taleplerini dile getiriyorlar… Aman dikkat edin! Bu Amerika, Rusya nereden çıktı, ne ilgisi var? Akıllı olun oğlum!..” diyerek çevresindeki arkadaşları ikna ya çalışıyordu…
Ortalık sakinleşince tekrar yanıma gelerek, beni kısa bir süreliğine eve uğrayıp tekrar dönmek için ikna etmeye çalıştı. Bu kadar ısrarı beni öfkelendirmişti. O ana kadar doğal karşılıyor, olgun davranmaya, kırmamaya çalışıyordum. Fakat ısrar etmesi o kıyamet içinde annemin üzüntüsünü öne çıkarması ve beni bunun için arkadaşlarımdan ayırmak istemesi gerçekten de öfkelendirmişti. Beni eylem alanından alıkoymaya çalışmasına rıza gösteremezdim…
“Baba ne yaptığının farkında mısın, ben bu arkadaşlarımla bir eylemin, boykotun içindeyim, beraber başladık. Herkesin annesi babası var, ben annem için bu alanı bırakamam, arkadaşlarımı yarı yolda bırakıp gelemem…” dedim. Çok öfkelenmiştim. Çok ters geliyordu bana, böyle bir teklifte bulunması. Neden bu kadar ısrar ettiğini anlamıyordum. Onu daha anlayışlı, duyarlı biliyordum… Arkadaşlarımı bırakmamın ne kadar kötü olacağını düşünmüyor muydu? Sonra babam üzgün bir şekilde ayrıldı yanımdan.
İlk çatışma…
Durum giderek gerginleşiyordu. Bir çalkalanma da oluyordu orada. Hükümet konağının önünde, tam bir çember içindeyiz… Yol her iki taraftan tutulmuş… Jandarma, polis bir adım aralıklarla ayakta, silah elde, tetikte bekliyorlar.
“Provokasyon olabilir.. Ateş edilse bile toplu hareket edilsin, kimse dağılmasın!..” deniyor.
Bu sözler dalga dalga yayılıyor sessizce… O arada Öğretmen okulu’ndan bazı öğrenciler de gelmiş katılmışlardı. Hem kıyafetleriyle, hem de sloganlarıyla çabuk dikkat çekmişlerdi.
Binanın penceresinde bir kargaşa olduğu gözümüze çarpıyor. Vali bir ara tabancasını pencereden doğrultmaya yelteniyor.
Yanlışlıkla bir el ateş edilse, tüm polisler, jandarmalar her tarafı tarayabilirdi. O derece gergin, provakatif bir ortam vardı. İşte tam o sırada valinin elindeki silaha savcı müdahale etti;
“Vali Bey! Vali Bey! Çıldırdınız mı, bunlar Kürt isyancıları değil, çocuklar, öğrenciler, okul sorunlarını dile getiriyorlar! Ateş ederseniz, asıl o zaman isyan olur!…” diyor ve zorla elindeki tabancayı alıyor.
Karışıklık ondan kaynaklanmış… Savcı kısa bir süre sonra tekrar balkona çıkmıştı…
“Gençler! Sevgili çocuklar! Beni dinleyin! Biraz sakin olun!.. Sizi anlıyoruz… Namusum ve şerefim üzerine söz veriyorum bir saat içinde arkadaşlarınız bırakılacak, ben sorumluluğu alıyorum. Eğer bırakılmazlarsa istifa edeceğim!.. Bunu herkesin huzurunda açık söylüyorum…” diyor.
Buna sloganlar karşılık veriyor. Fakat fazla yayılmadan, tekrarlanmadan kesiliyor. Sakin olmamız, sessiz beklememiz isteniyor. Hepimiz sessizleşiyoruz. Arada yorumlar da yapılıyor. “Savcı da devletin adamı, oyalıyor, güven olmaz… Biz yürüyerek karakola gidelim” deniliyor. Güvenmediğimizi açık belirtiyoruz. Bu konuda provokasyona gelmemek de önemliydi kuşkusuz. Biz neyi istiyorduk, istemlerimizin tam olarak karşılanmaması halinde ne yapacaktık, nasıl bir tavır takınacaktık, bunda netsizlik vardı. Eylem plansız, aniden geliştiği için ne yapacağımızı kararlaştırmamıştık. Sonuçta; “bir saat bekleyelim, arkadaşlarımız serbest bırakılmazsa yürüyerek karakola gideriz” kararına varılmıştı. Bu karar herkese iletilmişti.
Bir saat dolduktan sonra, arkadaşlarımız bırakılmayınca tekrar harekete geçtik. Ne olduysa ondan sonra oldu. Bir de güçlü bir ses duyuldu. Top mu patladı, başka bir şey mi anlamadık. Bu öfkelerin patlamasına yetti. Sloganlar eşliğinde bir sel gibi çarşıya taraf olan caddeye yöneldik. Biz harekete geçince polis ve jandarma da harekete geçti. Çatışma başlamıştı. Jandarma önüne geleni dipçikliyor, polis coplarıyla saldırıyor, biz de onları taşlıyorduk. Mahalle mahalle sokak sokak çatışmalar sürüyordu. Halk hiçbir şeye karışmıyordu. Uzaktan izliyordu olayları sadece. Ki polis ve jandarma adeta halkla aramıza etten bir duvar örmüştü. Ne kadar “halkımız saflara!’ sloganı atsak da ne halkımız saflara geçti ne de biz halkımızın içine kaçabildik. Bir ara “ordu gençlik el ele!..” sloganı atıldı. Asker o grubu da dipçiklemeye başladı. Ben kendi kendime; “iyi oldu, saçmalıyorsunuz. Ne ordu gençlik el elesi. Görmüyor musunuz ordu size ne yapıyor”? diye bağırmaya başladım. O slogan beni çileden çıkarıyordu. Sabahtan beri slogan atıyorduk ve içlerinde tepki toplayanlar da vardı, fakat bu slogan da nereden çıkmıştı. PDA’cıların sloganıydı bu. Öğretmen okulundan gelerek eyleme katılmışlardı.
Hem yürüyüşe, çatışmaya devam ediyor hem de slogan atıyorduk. Yürüyüş korteji dağınık, başı sonu belli değil. Kışlanın önündeki dönemece geliyoruz. Kimileri “adliyeye gidelim, tutuklananlar oraya götürülmüş” diyor, kimileri karakola taraf gitmeyi dayatıyor. Yürüyüşün öncüsü yok, belli ki inisiyatif elden çıkmış. Bu duruma kızıyoruz. Cadde ortasında tartışma olmazdı. Bu polisin de işine yarıyordu. Çevrede herkes bize bakıyor, kışlanın tüm pencereleri dolu… Çocuklar tezahürat ediyor… Sloganları yarım yamalak atıyorlar.
Belirsizlik, hedefsizlik açıkça herkesi gerginleştirmişti… En önemlisi de arkadaşlarımız serbest bırakılmamış, tam tersine yenileri alınmıştı… Sabah başlayan boykot akşama kadar bu şekilde sürmüştü. Son olarak toplandığımız yer ise hiç uygun değildi. Mahalle aralarında olsaydık rahatlıkla dağılabilirdik. Şimdi kaldığımız yerde dağılsak polis rastgele toplar, kimsenin kimseden haberi olmazdı. Endişeler bu şekilde sesli dile geliyordu. Sonuçta; çarşıdan okula doğru olan yola çıkıldı. Okula varmadan mahalle, hastane arası noktada herkes dağıldı… “Herkes hızla ara sokaklara sapsın, yakalanmamaya çalışsın” denildi. Ertesi gün herkes okula gelecekti. Gelişlere de dikkat edilecekti. Polis okul girişini de kontrol altına alabilir, tutuklama yapabilirdi.
O gün gözaltına alınanlar Hükümet Konağı’nda sorgulandılar… Çoğunluğu Öğretmen okulundan gelenlerdendi. Lise öğrencisi olmak bir yerde avantajdı, boykotu liseliler başlatmıştı. Polis diğer okuldan ya da dışarıdan katılanlara bu gerekçeyle daha rahat yöneliyordu… Dayak atma, tehdit, küfürlü bir sorgulama olmuştu. Bayanlardan aynı gece bırakılanlar olmuştu… Fakat Türkan, Nurhayat ve bazıları hala gözaltındaydı. O da bir taktikti… Hemen çok değişik yorumlar gelişmişti. O gece hemen bırakılanlar diğerlerinin üzerine ifade vermiş olabilirdi… Kalanlara çok kötü, çirkin yaklaşıldığı söylentisi de vardı. Özellikle bayanlara tecavüz etme, cop sokma, vb şeyler olduğu söyleniyordu. Bu tür haberler çok çabuk yayılıyordu. Fakat dört beş gün sonra herkes serbest bırakılmış, yaşananlara ilişkin tüm ayrıntılar da öğrenilmişti.
SÜRECEK