Dêrsim’in sıcak uzun yaz günlerinden biriydi. Yazlık sinema o gün herhangi bir filmi değil, çok çarpıcı ve gerçek bir olayı izletecekti Dêrsimlilere. ‘Pir Sultan Abdal’dı oyunun ismi ve Ankara Çağdaş Tiyatro Grubu’nca sahnelenecekti. Biletler günler öncesinden satılmış, afişleri asılmış, propagandası yapılmıştı. Tiyatro kültürümüz yoktu, hiç de izlememiştim o zamana kadar. Okulda piyes oynama, skeçler yapma gibi bir şeydir diye düşünüyordum. Pir Sultan Abdal’ı ise söylenen türkülerden, anlatılan hikayelerden biraz biliyordum. Babam çok güzel Pir Sultan deyişleri söylerdi, saz eşliğinde.
Gün batımına az kalmıştı. Oyunu izleyecekler caddelerde sinemaya doğru ilerliyorlardı. Kısa sürede sinemanın önü kalabalıklaşmıştı. Birçoğu tanıdıktı. Yine Ankara gibi yerlerde yüksek okul okuyan gençler vardı. Yani, bizim ‘solcu abiler’ dediklerimizdendi hepsi. Onların oluşu merakı artırıyordu. O ana kadar 06 plakalı bir dolmuş, mahalle mahalle geziyor hoparlör eşliğinde oyunun tanıtımını yapıyor; içeriğine ilişkin, çarpıcı propagandayla izleyicileri davet ediyordu. Ve kalabalık giderek büyüyordu. Bazı gruplar voltalarını sinemanın dışına bile taşırmışlardı. Artık yavaş yavaş içeriye giriş başlamıştı ki, siyah bir renault marka taksi hızla alana, kalabalığın bulunduğu tarafa geldi. Kışlanın tüm pencereleri seyreden insanlarla doluydu. Biz çocuklar, daha çok kalabalığın dışında, yarım çember oluşturmuş içeriye girmek için sıramızı bekliyorduk. Büyük bir karmaşa vardı sinemanın önünde. Herkes içeri girebilmek için itişip kakışıyor, tartışmalar, birbirine bağırmalar gırla gidiyordu. Bu karmaşa hoşumuza gidiyor, çocuk merakımızı artırıyordu. Birçok ana yaşananlardan ürkmüş olacak ki, çocuklarını eve götürmeye çalışıyordu. Ama ben arkadaşlarım gidelim diye zorlamasına rağmen gitmek istemiyordum. On bir yaşındayım o zaman.
Taksinin hızla ve sirenle gelişi bir panik havası ve korku yaratmıştı. Hemen ardından bir anons dikkat çekti;
“Dikkat! Dikkat! Pir Sultan Oyunu valiliğimizce yasaklanmıştır. Kalabalığın derhal dağılması duyurulur!..”
Daha sözünü tamamlamamıştı ki;
“Yuuuuh! yuuuuh! ” sesleri eşliğinde arabayı taşlamaya başlamıştı, tüm kitle. Ardından “valiye istifa!” sloganı başlamıştı. Taşlar yağmur gibi yağıyordu. Bir anda ortalık karışmıştı. Ardından polis sayısı çoğalmaya başlamış, kitleden bazılarını gözaltına almaya başlamışlardı. Yumruklar havada, sloganlar çok ateşli atılıyordu. Dikkati çeken bir diğer şey, polislerle olan boğuşmalardı. Gözüm oraya takılıyor. Korku, heyecan artıyor. Biraz daha yakına gidiyorum. Kadınların, çocukların bağırışları birbirine karışmıştı. Ben aldırmıyorum. Polisle karşılıklı yumruklaşanın kim olduğunu görmeye çalışıyorum. Uzaktan benzetmiştim ve yanılmıyordum: Ali amcaydı. Yani Ali Gültekin… Boğuşmada bir polis, bir Ali Gültekin alta düşüyordu. Sanki ikisi güreş yapıyordu. Artık polis ile kitle çatışması yaşanıyordu. Sonra birkaç polis daha gidip Ali Gültekin’i zorla polis arabasına bindirip götürmüşlerdi. O sırada kardeşi Veli de ağabeyini polislerin ellerinden kurtarmaya çalışmıştı. Polisler bu defa da ona yönelmişlerdi. Ama o yaman bir adamdı. Her iki eliyle bağrını açmış:
“Vurun ulan! Vurmayan orospu çocuğudur… Vurun!…” diyor avazı çıktığı kadar bağırıyordu.
Polisler coplarla, silahın kabzasıyla vurmaya başlamıştı. Bir polis:
“Ulan Moskov dölü!…. Kızıl komünist!… Sen kurtulamazsın.. Moskovlar gelip seni kurtarsınlar!” diyerek dövüyordu. Sonra onu da götürdüler… Yiğit bir köylüydü Veli. Belki de Moskovlar kimdi, bilmiyordu, duymamıştı. Ruslar denilseydi belki de bilirdi. Ama ne anlardı Moskovluktan! Fakat Moskovluğun komünistliğin küfür olduğunu, polisin iyi bir şey söylemediğini Veli dahil herkes az da olsa anlamıştı.
Çatışma yayılmıştı. Sloganlar, taş atmalar durmamıştı. Polislerin saldırı ve şiddeti de devam ediyordu. Olay çok çabuk yayılmıştı tüm Dêrsim’e. Polisler arabaya doldurduklarını alıp götürüyordu. Kalabalık, yürüyüşe geçmişti. Dağınık gruplar bir anda komut verilmiş gibi yola dizilmiş, sol yumrukları havada, attıkları sloganlara eşlik edercesine sert ve öfkeli yürüyüşe geçmişlerdi. Ben Ali ve Veli amcalarıma acımış, ağlamıştım. Ama kalabalığın isyanı, öfkesi o an beni de etkilemişti. Korkum yavaş yavaş dağılmıştı. Sadece polisler güçlü değildi: Hepsi tanıdık bildik olan o insanlar daha çoktu ve korkusuzdular. Bir süre o kalabalığa paralel koştum. Daha önce annemin pencerede bağırması üzerine gitmemekte direten ben, o an pencerenin tabakasını kırarak içeriye girmiştim. İlk aklıma gelen, Ali amcayı vuran o polisti! Bizim evin hemen yan tarafında oturan polis! Yani komşularımızdı. Tanımıştım. Nasıl yapardı? O eve, çocuklarının yanına gidip geliyordum. Okul arkadaşıydık. Annem de o kadınla samimiydi. Arada gidip gelirdi. Belki çok sıcak komşuluk ilişkileri yoktu. Ürkek davranıyor, bizlere fazla güvenmiyorlardı. Çünkü polisler genelde sevilmezdi yerli halk tarafından. Ama mesafeli de olsa o ana kadar komşuluk ilişkilerimiz vardı.
Durumu anneme söyledim. Önce inanmak istemedi, sonra ise geçiştirmeye çalıştı. Ben içten içe “artık o eve gidip gelmeyeceğim” diye söz veriyorum kendi kendime.
Yaşanan olay, özellikle Ali ve Veli amcaların, diğer insanların dövülmesi, kitlenin tek yumruk olup direnişi gözümün önünden gitmiyordu. Ali ve Veli amcaları karakola götürmüşlerdi. Veli’ye daha oradayken, bıyıklarından tutup “bunları tek tek yolacağım Moskov dölü!” demişti polis. Göğsü de kıllıydı, demek ki, onları da yolacaklardı! O tehdidin anlamını böyle düşünüyor, kıllar yolunurken çok acıyacağını düşünerek üzülüyordum.
Komşumuz olan polisin eşi o gün akşama kadar kapıyı kilitlemişti. Hiçbiri dışarı çıkmamıştı. Korkudan ağlamışlardı. Annem komşuluk hatırından vazgeçmeyerek kapıyı çalmış “bir şey yok, korkmayın” diyerek teskin etmeye çalışmıştı. Buna da anlam veremiyordum. Çelişkili bir duygu yaşıyordum. Acaba öyle olması mı gerekiyordu? Polis çocukları ve eşi olmak suç muydu? Ama o polis vurmuştu Ali amcaya, Veli amcaya ve diğerlerine. Diğerleri de vurmuş, herkese küfür etmişlerdi. Tüm polisler aynıydı, aileleri de…
O gün kalabalığın slogan sesleri hiç kesilmedi. Karakol Demiroluk mahallesinde ve MİT binasının yakınındaydı. O taraftan yoğun silah sesleri geliyordu. Bu, daha çok korkuya yol açıyordu. Annem komşu kadınlarla konuşuyordu. Hiçbirinin eşleri evde yoktu. Ağabeyim ve dayım H. Hüseyin de eve gelmemişlerdi. Ama bir süre sonra bir haber kışlayı hareketlendirmişti: Mehmet Kılan vurulmuştu!
Mehmet Kılan, Hasan dayımın eşi Emine’nin kardeşiydi. Onların evine gittik hemen. Evde herkes çığlık çığlığa ağlıyor, ağıtlar yakılıyordu. Dayım, az önce Mehmet Kılan’la birlikte olduklarını, birlikte içki içtiklerini anlatıyor, inanamıyordu vurulduğuna. Mehmet Kılan orta yaşlı bir insandı. Neden ve niçin vurulabilirdi ki? Hiç kimseye zararı olmayan kendi halinde bir insandı. Haber çabuk yayılmıştı. Anlatıldığı kadarıyla şöyle gelişmişti olaylar; karakolun önünde büyük bir kalabalık toplanmış gözaltına alınan arkadaşlarının serbest bırakılmasını içeren sloganlar atmaya başlamışlardı. Sonra bizim köyün gençlerinden Hasan Küçükoba, Türk bayrağını yakıyor. Polis bunu da bahane ederek rastgele etrafa ateş etmeye başlıyor. Ancak kalabalık karakolun önünden ayrılmıyor. Olaylar giderek büyüyor ve her tarafa yayılıyor. Mahalle aralarında birçok insan mevzilenip, kurşunlardan sakınmaya çalışıyorlar.
Sonra Mehmet Kılan’ın nasıl öldüğü de ortaya çıkıyor. Çok içmiş Mehmet ve sarhoştur. Pir Sultan Abdal oyununun sahnelenmediğini ve gözaltına alınanların olduğunu duyunca ve olaylar başlayınca çıkıp olayları yatıştırmaya gidiyor. Elinde beyaz bir mendille olayları durduracağını sanıyor. Ona göre, gençler oyunu izleyemediği için kızmışlar, taşkınlık çıkarmıştı. Buna bu kadar tepki vermek doğru değildi. Keşke oyun sahnelenseydi de böyle olaylar olmasaydı. Gençlerin hakkı vardı kızmakta. Biletler alınmıştı. Sinemanın önüne gelmişlerdi. Son anda oyunu yasaklamak da neyin nesiydi! Üstelik oyuncular ta Ankara’dan gelmişlerdi. Resmi izin vardı, her yerde oynanmıştı bu oyun, burada neden oynanmasındı! Bunları söyleye söyleye gidiyor Mehmet Kılan. O günün şehidi olacağını nereden bilecekti?
O caddede yürürken, polis karşı pencerede namluyu çevirmiş, bekliyor. Biraz daha yaklaşınca elini cebine götürüp mendili çıkaracağı sırada vuruluyor. Bu kadar basit, bu kadar anlamsız!
Bu ölüm, en çok da karakol çevresinde direnen grubun öfkesini büyütüyor, “Mehmet Kılanlar ölmez!” sloganı bir anda tüm Dêrsim’e yayılıyordu. “Mehmet Kılanlar ölmez!..” Bu sloganı duyunca bir soru işareti daha oluşuyor kafamda! Ölen bir kişi için ölmez deniliyordu. Bunun anlamı neydi? Niye şehitler ölmezdi!..
Sonrasında Elazığ ve Erzincan’dan takviye isteniyor ve ‘Tunceli’de süresiz sokağa çıkma yasağı ilan ediliyordu. Sabaha kadar herkes tedirgin bir bekleyiş içine girmişti. Her an yeni ölüm haberleri gelecek korkusu yaşanıyordu. Dêrsim şehir merkezine giriş çıkışlar yasaklanmış, mahalleler sokaklar jandarma ve polisle doldurulmuştu. Bu şekilde oluşan geniş çember sabaha doğru giderek daraltılıyordu. Her tarafa tek tek aranıyor, olaya karışanlar gözaltına alınıyordu. Dêrsim’i araziye vurarak terk etmek isteyen birçok genç de daha yollarda tutuklanıyor, polis pusularına takılıyorlar.
O gece bir kabus gibiydi. Sabah şafakla birlikte, sokağa çıkma yasağının uygulanış biçimini daha yakından ve daha somut olarak görüyorduk. Erken saatlerde asker kışlanın da etrafını tutmuştu. Pencerenin perdesi açıldığında hemen birkaç metre ötede caddede bekleyen askerlerin pencereye doğrulttuğu namlu annemi ürkütmüştü. Onun ‘vııyy!’ diyerek geri çekilmesi bizleri meraklandırmıştı. Çok korkmuştu annem. Askerlerin dikkatini dağıtmak, bizden şüphelenmelerini engellemek için temizlik yapmaya başlamıştı. Camdan baktığımda her tarafın askerlerle dolu olduğunu gördüm. Her iki adımda bir askerler dizilmiş, ellerinde silahları tetikte bekliyorlardı. Sokaklarda, caddelerde sivil bir tek kişi yoktu. Kim sokağa çıksa büyük küçük dinlemeden alıp götürüyorlardı. Sonra kapımız şiddetle vuruldu;
“Arama var! Açın kapıyı. Herhangi bir mukavemette bulunulmayacak, aksi durumda ateş edilecektir!” diyordu kalın bir ses.
Evimiz kışlanın hemen girişinde sağdan üçüncü kapıydı. Demek ki ilk ev aranmamış polis evi atlanıp direkt bize gelinmişti. Kapı açılır açılmaz potinleriyle kurt gibi saldırarak eve girmişlerdi. İlk olarak babamı sordular. Annem “Almanya’da olduğunu” söyledi. Evde onların dikkatini çekecek başka büyük erkek yoktu. Ağabeyim henüz çok gençti. Fazla dikkat çekmemişti. Ama gece yarısı eve geldiğini bilseler kesin alırlardı. Annem;
“Eve ayakkabı ile mi giriyorsunuz, yeni temizlemiştim” diyerek bir şeyler mırıldandı.
Bunun üzerine askerlerin komutanı, kızgın ve emrivaki bir sesle:
“Evet, hanımefendi her yere böyle giriyoruz!..” diye yanıt verdi. Yani “biz her eve böyle gireriz, sizin evin bir ayrıcalığı yok” demeye getirmişti. Bu sözler tehditti… “Başka bir şey daha söyleme, sorma” anlamına geliyordu. Aramayı hızla yapmışlardı ve etrafı darma dağınık etmişlerdi. Neyi aradıkları belli değildi. Kilimleri kaldırıp altına kadar bakmışlardı. Divan örtüleri, yastıkları, çamaşır sepetleri ortalık yere dökülmüştü. Her şeyi potinleriyle çiğnemişlerdi. İki de bir “haydi oğlum!… Hızlı, çabuk olun!…” komutu veriliyordu. Bizim evin aranmasını bitirmiş büyük bir gürültüyle kapıyı kapatıp gitmişlerdi. Kışlada bu arama, saatlerce sürmüştü. Koridorların kalabalığı, bağrışmalar, ayak sesleri, koşuşturan askerler… Yaşam her günden farklıydı.
Saatler sonra koridordan koridora haberler yayılmıştı: Kemal Burkay’ın köylüsü Mazgirtli Ali Ekber, Metin Göngörmüş… Rıza… Erdal… Alınıp götürülmüştü. Olayla ne ilişkileri vardı acaba? Demek ki onlar da polisle çatışmış slogan atmıştı. Devlete karşı gelen gençlerdi!.. Onlara karşı ilgi ve sempati artıyordu. Merakla soruluyor, başka kimler alınmıştı, kimler bu tür işlerle uğraşıyorlardı, onlara ilişkin tahminler yürütülüyordu. Korku ve tedirginlik karışımı sorular uzun süre devam etmişti.
Herkesin sevdiği, taktir ettiği, beğendiği hayranlık duyduğu genç ağabeylerimizdi tutuklananlar. O dönemin ateşli devrimcileriydi hepsi. En fazla dikkat çeken, tehlikeli bulunan, ama çok az kullanılan sözcükler dolaşıyordu artık: ‘komünist, solcu, devrimci…’ yaşamımıza giren yeni sözcüklerdi bunlar. Bazı levhalarda ‘TİP’ imzalı bazı sloganlar vardı. Bir şey daha vardı, evet… Bizim köyün asma köprüsünün beton ayaklarında büyük harflerle ve kırmızı boya ile yazılı olan ‘AK-PAK Günlere… TİP’ yazıları olurdu. Bir anlam veremiyordum. Ama oradan her geçişte okuduğumu iyi hatırlıyorum. Bellekte bu yeni şeylerin soru işaretleri büyüyordu.
Karakol Demiroluk mahallesindeydi. O civardaki evler işkence seslerini duyabiliyorlardı. Pir Sultan Abdal olayında alınanlar orada uzun süren gözaltında kalmış ve işkence görmüşlerdi. Veli’nin gerçekten kızıl bıyıkları çekilmişti. Göğsünde sigara söndürüldüğü de söyleniyordu. Ama o bırakıldıktan bir süre sonra yine kızıl ve pos bıyıklarını bırakmış, eski ‘Moskov’ görüntüsünü kazanmıştı. Çok daha gururluydu, çok daha ilgiliydi her şeyle. Köyünde kendi halindeki Veli artık kızıl komünistliği, Moskovluğu öğrenmeye çalışıyordu. Ali ağabeyine bağlılığı artmıştı. Devlete meydan okuması, yumruk atması, her yiğidin harcı değildi.
Pilvenkli Ali Ekber’in işkencede kulak zarının patladığı söyleniyordu. Ve gerçekten hep pamuk koyardı kulağına, ağır işitiyordu artık. Ayak tabanı falakadan patlayanlar, ayağında ve vücudunun çeşitli yerlerinde sigara söndürülenler günlerce, aylarca Dêrsimlilerin gündemindeydi. Kimi zaman acısı duyularak, kimi zaman da bir yiğitlik vesilesi edilerek anılırdı bu insanlar.
Olaylar aileleri etkiliyordu. Devlet, Dêrsimli için 38’di. Orada tanımıştı! Bunun da anlamı: Katliam, vahşice baskılar, sürgünlerdi. Ne devlete güven olurdu, ne de ‘başkalarına.’ İhanetlere tanıktı çünkü. Rêberler çıkmış, kirletmişlerdi en yakın hısımlığı, dostluğu. Aşiretler bel vermemişlerdi birbirlerine, yüze gülenler arkadan hançerlemişlerdi. Söz verenler sözünden dönmüştü. Yenilgi, teslimiyet bir yazgı olmuştu sanki. Her şey 38’de yitirilmişti; yiğitlik de, kalleşlik de o zaman yaşanmış ve bitmişti. Oraya kocaman bir nokta konulmuştu. Yeniden Dêrsim mi? “Aman, Düzgün Baba korusun, bir daha göstermesin o günleri!..” Yanı başındaki Elazığ, Bingöl, Erzincan… Hepsini de görmüşlerdi. Güven olmazdı! Dêrsim giderek acılarına gömülmüştü. Bu ağıtlarına bile yansımıştı. Şeyh Sait ne yaptı ki, başkaları da ne yapsın? O bile yapamamıştı! Alişerler, Beseler sadece birer efsaneydi. Ama şimdi aynı acıları görmek istemiyorlardı. Devlet her şeyiyle örgütlüydü, kurumlaşmıştı sömürgecilik. Öz kurutulmuştu Dêrsimlide. Bazı gençler, gençlik heyecanıyla hareket ediyorlardı… Cahillerdi… Sıcakkanlılıklarıyla kendi başlarına da iş açacaklardı! Bu devlet hain bir devletti. Dêrsimliye hiçbir zaman yar olmadı, güvenmedi. En düşkün bir şekilde ihanet edenler bile kurşuna dizildi, darağaçlarında sallandırıldı. Kendi varlık nedenine bu ölçüde sırt çevirenler, en yakınına bile çok vicdansızca kıyanların, devlete de bir hayrının olmadığı olmayacağı biliniyordu, devlet Dêrsimliyi iyi tanımıştı. Kürtlük son kez, ama çok ibret verici şekilde Dêrsimlilerin şahsında gömülmüştü.
Yeni olaylar Dêrsimlileri 30-35 yıl öncesine götürüyordu: Acaba devlet yeni bir ’38 mi yaratacaktı? Gençler kandırılıyor muydu? Kışlada olaylardan sonraki yorumlarda acaba kandıran, başı çeken, ‘başkalarını’ bu kadar düşünmeyen kimdi? Soruları dolaşıp durmuştu. Demirlerin üç dört genci vardı. Büyük çocukları Haşim Ankara’da üniversitede okuyordu. Metin Güngörmüş de yüksek okul okuyordu. En çok bunlar dışarıdan etkilenmişlerdi, gözleri açılmıştı… Söylemezlerin çocukları daha uysaldı. Anne ve babalarının etkisindeydiler, onlar göze çarpmıyordu. Babaları çocuklarından yamandı. Çetinler de öyleydi. Boylu poslu, efendi, yüksek okul okuyanları bile vardı. Fakat Türk çocukları gibi büyütülmüşlerdi, zira anneleri Türk, babaları ise annelerinden daha Türk’tü. Fazla ihtimal verilmiyordu, çok gizli değillerse, görünüşleri sakindi, uysaldı. Osman Mutlu’nun çocukları sağcıydı. Osman Mutlu, devletin en gözde adamıydı. O aile, kadınıyla erkeğiyle devletten bir parçaydı kışlada oturanlar için. İlişkiler sınırlıydı onlarla, herkes dikkatliydi. Komşuluk, ilişkilerinde doğallık, samimiyet yoktu. Çıkarcı yaklaşımları vardı. Onlarla çok samimi olanlar da devlet yanlıları sayılırdı. Polis aileleri ve kendi konumlarına yakın olanlarla olan ilişkiler düzeyi ile yerli ailelerle olan ilişkileri çok farklıydı. Bazı aileler komşuluk hatırı veya bu ad altında mesafeli bir ilişki içinde olurdu, bazıları yaranmacıydı. İşte bu yaranmacı yerliler de pek sevilmezlerdi. Bu tip ailelerin güvenirlikleri zedeleniyordu. Ve bunlara karşı tepkiler daha sessiz ve daha büyüktü.
Son yaşanan olay, hemen herkesi yüzünü ortaya çıkarmıştı. Kimin rengi ne artık biliniyordu. Adeta turnusol kağıdı rolünü oynamıştı yaşanan olay. Bir ayrışma yaşanıyordu Dêrsim’de. Herkes adeta saflarını belirliyordu. Ve bu günlük sıradan ilişkiden misafirliğe, kurban, aşure, niyazlar dağıtılmasına kadar her şeye yansıyordu ki, bu en son takınılan bir tavır oluyordu. Bunlar dağıtılırken miktarları az verilirdi, yani fazla değer verilmezdi. Doğumlarda, düğün ve törenlerde eskisi gibi hediye götürülmez, ziyaret etmemeye kadar gidebilirdi… Bunların hepsi birer tavırdı. Ve bu tavırda birleşenler birbirlerine daha yakın olurlardı. Osman Mutlu’nun kızı Şenay bile eskisi gibi ip atlamalara, ‘ateşlim’ ve saklambaç oyunlarına alınmıyordu. Polis çocukları içinde çok azı bu oyunlarda olurdu. O da ‘iyi polisin’ çocuklarıysa! Başka da zaten aileleri bırakmazdı, onları sınırlardı.
‘Ah yavrum Hüseyin Cevahir vurulmuş’
İlkokul 3. sınıftan itibaren öğretmenim Edibe Abacıoğlu idi. Esmer, biraz kilolu, gözlüklü, ama çevik bir öğretmendi. Kendisinde Araplık vardı. Çok sigara içerdi. Dudakları mordu. Gülüşü güzeldi. Çok seviyordum, bu öğretmenimi hiç unutmadım. Yazım o zaman güzeldi. Eksiksiz ve okunaklıydı. Bu yüzden plan defterini, yoklama defterini hep bana yazdırırdı. O yıl sınıf başkanıydım, öğretmenin olmadığı zamanlarda tahtaya günlük planı ben yazardım. Sanırım boyum da biraz uzundu. Tahtanın başından başlayarak yazabiliyordum. Müdürümüz kışladaki komşumuz Mazlum Kayay’dı. Soğuktu… Bir süre de Mustafa Söylemez müdürlük yaptı. Onu hep babam gibi severdim, babamın bazı özellikleri onda da vardı. Ağabeyimin sınıf öğretmeniydi. Aynı zamanda hemşerilik, dostlukları vardı aile olarak. Eşi ‘Ayşe Hanım’ sağlıkçıydı. Kışlanın hemşiresi-ebesiydi. Çok şirin bir kadındı, sevilirdi. Çalışkan, canlı, zekiydi. Mustafa Söylemez amca daha sessiz ama ilgiliydi. Sınıf öğretmenim aşağı mahallede otururdu. Eşi Hükümet Konağı’nda memurdu. İki erkek çocuğu vardı. Büyük oğlu Kamil ortaokula gidiyordu. Küçüğü ilkokuldaydı, daha alt sınıftaydı. Kız çocuklara bir özlemi olduğu belli oluyordu. Sınıf arkadaşlarımdan Nesibe ve Feride de öğretmenimle aynı mahalledeydiler. Türk olarak onlar vardı. Kendilerini öğretmenime daha yakın hissederlerdi. Onları da çok severdim, ilişkilerimiz iyiydi. Nesibe sakindi, Feride daha hırçındı.
Öğretmenim otoriterdi. Çok güzel öğretirdi, bu konuda ciddi çaba sarf ederdi. Ama sinirliydi aynı zamanda. Ödevini yapmayan, tırnaklarını, mendilini, ellerini temiz tutmayanların kulaklarından tutar çekerdi. Bazen de cetvelle vururdu. Böyle halleri nadirdi ama. Daha çok sinirli asabi olduğu zamanlarda döverdi.
Dêrsim’de içme suyu belli günlerde ve belli saatlerde akardı. Onun dışındaki su sterilize değildi, bu nedenle içme suyu olarak kullanılmazdı. İçme suyu daha çok sabah saatlerinde akardı. Aşağı mahalledeki evlerde genelde hizmetçi olurdu ya da temizlik işlerini günlük yevmiyelerle kadınlara yaptırırlardı. Bu tür kadınlar azdı. Kimse kolay kolay gidip o evlerde hizmetçilik yapmazdı, tercih edilmezdi. Bazı kadınlar vardı. Onlar da sırayla, hemen tüm evleri dolaşır yapardı. O kadınlar bile belliydi, çevrede tanınıyordu. Öğretmenim de özellikle genel temizlikte ve çamaşır yıkamada bunları çağırtırıyordu. Öğretmenimi ve onun okul dışındaki dünyasını her yönüyle zamanla öğreniyordum.
Bir gün dersteyken, saatine baktı, birden;
“Aaa… Sakine yavrum yanıma gel” dedi.
Onun ‘aaa…’sı herkesi heyecanlandırmıştı. Hızla yanına gitmiştim. Önlüğünün cebinden bir tomar anahtar çıkardı. Birini yakalayarak bana dikkatlice gösterdi;
“Bu anahtarı görüyorsun… Bunu diğerleriyle karıştırma, üzerinde ‘T’ yazılı. Bu anahtarı al direkt eve git, evi tanıyorsun. Bayram kutlamaya geldiğiniz ev. Kapıyı aç, içeriye girdiğinde sağda banyo var. Banyo kazanında hortum var, o kazanı doldur, dikkat et taşmasın, soba paslanır… Sonra mutfaktaki bidonları, sürahileri doldur ve gel. Kamil gil de yok, susuz kalmayalım” dedi.
Koşarak aşağı mahalleye gitmiş, kapıyı açıp söylendiği şekilde kazanı, bidonları doldurmuştum. Ama o arada başka şeyler de yapmıştım. Etraf çok karışıktı. Mutfak kirli bulaşıktan geçilmiyordu, rafta adeta kap kalmamıştı… Diğer odalar da aynı şekilde karışıktı. Gecelik, pijama olduğu gibi çıkarılıp atılmış, sigara izmaritleri küllüklerden taşmış. Bir anda karar veremedim, izinsiz evin her tarafına girmem doğru olur muydu? Ya farklı anlaşılırsa.. Ama yaşlı ve üstelik kız çocukları yoktu… Acıyordum, evi o şekilde bırakmak olmazdı, bir türlü rahat edememiştim. Sonra karar verdim; çok hızlı bir şekilde önce bulaşıkları yıkadım ve durulanması için büyük siniye dizdim. Her şeyi sınıflandırıyorum…Kaşıklar, tabaklar… bardaklar vb. Bir yandan suları dolduruyorum, öte yandan etrafı temizliyorum. Yalnız başıma ama çok çabuk bir şekilde evi tertemiz, derli toplu yapmıştım. Tekrar koşarak okula gittiğimde zaman yarılanmıştı. Öğretmene anahtarı verip yerime geçtim. Kendisi mahcup bir şekilde teşekkür etti. Kafamı da okşadı. Ben de öğretmenimin okul dönüşü yaşayacağı sevinci o an duydum, sevindim… Öğretmenimi sevindirmek çok hoşuma gitmişti, henüz onun haberi olmadığı halde o duyguya kapılmıştım. Eve gidince anneme de bu durumu anlatmıştım. Pek memnun olmamıştı. Ama fazla kızmamıştı da.
Ertesi gün okula gittiğimde öğretmenim uzaktan çok mutlu bir yüz ifadesiyle ve anlamlı bir şekilde gülümseyerek, adeta beni bağrına basacak gibi bakmıştı. Yanına gittiğimde kafamı göğsüne koydu bir eliyle omzumdan tuttu sıktı;
“Yavrum bütün o işleri sen mi yaptın? Nasıl yaptın o kadar çabuk? Ne güzel yapmışsın, kesinlikle ben öyle temiz yapamam. O bulaşıkları öyle dizemem… Sen evde de iş yapıyor musun? Annen nasıl bir kadın, kesin gelip o anneni göreceğim ve onu kutlayacağım, nasıl yetiştirmiş öyle…”
Daha birçok şey söylüyor adeta kendi kendisiyle konuşuyordu. Ben hem çok utanmıştım hem de onun o kadar sevindiğine sevinmiş, iyi bir şey yaptığımdan emin olmuştum.
Öğretmenim bu davranışımı öğretmenler odasında herkese anlatmıştı. Eve gelen misafirlerine anlatmış, eşine, çocuklarına göstermiş, adeta büyük bir iş yapmışım gibi övgüyle söz etmişti. Ve sırf beni mahalledeki kadınlara göstermek, tanıtmak için güne davet etmişti. Sınıf arkadaşım Aysel Ağırcan’la evine gitmiştik… Herkesten önce kendisi öpmüştü, sonra da diğer misafirleri. Bazıları sadece tokalaşmakla yetinmişti. O kadar kadının içinde bizi de oturtmuş ve bize hizmet etmişti. Ama ben yine dayanamayıp çayları birlikte dağıtmaya kalkışmıştım. Israrla misafiri olduğumu, bugün başka bir şeye karışmamam gerektiğini belirtmişti. Yoğurtlu mantıyı biraz utanarak yemiştim. Ama çevredeki herkes oturuşumdan, çay içişime, yemek yiyişime kadar izliyordu. Onları öyle gördükçe daha fazla sıkılıyordum, fakat dikkatle yiyor, içiyordum. Elime verilen mantı tabağını küçük kaşıkla, keki de çatalla yemeyi, dökmeden ya da başka acayipliklere düşmeden becerebilmiştim. O yönlü ve ayrıca diğer işlerde de becerikli olmam, kendime güvenmemi, rahat konuşmamı sağlatmıştı. Utangaçlığım, sıkılganlığım giderek azalmıştı.
Daha sonraki süreçte birkaç kez daha su almaya gitmiştim. Ama bu defa Aysel Ağırcan’la birlikte gitmiştim. O işten çok etrafla, merak ettiği şeylerle uğraşırdı. Misafir odasındaki sigaralıkla uzun süre uğraşmıştı. Kapağı açıldığında kapağın üzerindeki kadın biblosu müzik eşliğinde dönüyor ve bir süre öyle devam ediyordu… Aysel bir de daha o yaşta sigaraya özeniyordu. Sigarayı ağzına koyup, yine sigaralıkla takım olan çakmakla yakmış ve ilk çektiği nefeste öksürmüştü. Hem gülmüş hem de azarlamıştım onu. İzinsiz bir şey almasını, sigarayı içmesini doğru bulmamıştım. Aysel bununla da yetinmemiş, buzdolabındaki sütlaçtan yemiş, yerine belli olmasın diye su eklemişti. O da ayrı bir suçtu. Ya öğretmen fark ederse, artık güvenmez diyordum. Ve fark ettiğini hisseder gibi utancımdan terlemiştim. Ama istemeye istemeye Aysel’in misafir şekerliğinden uzattığı şekeri ben de alıp yemiştim.
Bir gün yalnız gittiğimde öğretmenimin eşi de vardı. Uykudan yeni uyanmıştı… Suyu aldıktan sonra beklemeden çıkmak istedim. Beni bekletti. Ve cebime 2,5 lira koymak istedi. Almadım, çok rahatsız olmuştum. Sanki yardım etmenin karşılığıymış gibi gelmişti bana. Ve ondan sonra biraz daha durgunlaştım. Zoruma gitmişti… Ben evlere gidip parayla çalışan hizmetçi değildim ki, öğretmenimi sevdiğimden yardım etmek istemiştim. Kendiliğinden, bilinçsizce gelişmişti. Zaten öğretmenim de artık gidip su almamı istememişti. Mahallelere suların veriliş saatleri arada değişiyordu. Aşure ayında kendilerine küçük bir el sitiliyle aşure götürmüştüm. Ertesi gün sitili almaya gittiğimde aşurenin çöpe döküldüğünü görmüş içten içe kızmıştım. Demek ki, bizim yaptığımız aşureyi beğenmemişlerdi!.. Çöpe dökmek günahtı! Öğretmenim onu nasıl yapmıştı, bir türlü inanmak istememiştim.
İkiz kardeşlerimin ikisi de kız çocuğuydu. Onlara süt vermek için o kış odunlukta beslediğimiz ineğin sütünden yarım kilosunu öğretmenim parayla alıyordu. Süt bulmak zordu. Bizim ineğimizin olduğunu öğrendiğinde parayla alabileceğini belirtmişti. Parasız olursa kabul etmeyeceğini ısrarla söylemişti. Sütü ben kendilerine götürüyordum.
Ve öğretmenim bir gün bizim kışladaki evimize geldi. Annemi sarılıp öpmüştü.
“Sakine’yi nasıl yetiştirmişsin, merak ettim, herkese anlattım” demişti.
Annem bozuk Türkçesi’yle konuşuyordu. Tam cevap veremediği noktada ben araya giriyordum. Annemin Türkçeyi iyi telaffuz etmeyişine olan utancım devam ediyordu. Niye utandığımı bile anlamıyordum, ama utanıyordum işte. Öğretmenim bir göz büyük odamızın sadeliğini, yoksulluğunu görmüştü. Ama onun aradığı konfor değildi kesin. Kendi evleri de sadeydi. Üstelik bir işçi ailesiydi, temizdi. En çok etkilendiği buydu sanırım. Bu ziyaret öğretmenime sevgimi artırmıştı.
İlkokul beşinci sınıfla yeni bir şey öğreniyordum. Henüz anlam veremediğim ya da ayırdın da olmadığım bir dizi olay gerçekleşmişti. Radyo haberlerine zaman zaman kulak misafiri olduğum oluyordu. “Teröristler ile çıkan çatışmada…” diye başlayan, ya yaralanma ya ölüm ya da tutuklamalarla son bulan olayları spikerler çok etkileyici bir dille aktarırlardı. Arananların kimlikleri, açık adresleri verilirdi.
Evde radyoyu düzenli dinleyen ya da gazete alan kimse yoktu. Raflar için dükkandan ya da komşulardan aldığımız eski gazeteleri büyük bir ilgiyle okurdum. Bazen rafa gazete dizme işi saatlerce sürerdi ve annemin hoşuna gitmez söylenirdi. Bir gazetede o günlerde kaçırılan Sibel Erkan’ın renkli fotoğrafları çok yer alıyordu. İşgal edilen binanın dış kısmı, pencerede çok az görülen “teröristler” ve yorumlar, sütunların önemli bir bölümünü oluşturuyordu.
Bir genç kız kaçırılmıştı, rehindi… Ama nedenini nelere yol açacağını bilemiyordum. Olay en çok sağ sol noktasında yorumlanabiliyor; kaçıranlar solcu, Pir Sultan Abdal olayındaki gençler gibi devlete karşı gelenler olarak algılanıyordu. ‘Evin sarıldığı, teslim ol çağrıları yapıldığı onları yakalamanın an meselesi olduğu’ vb haberler genel anlamda üzüyordu, bir acıma duygusu yaratıyordu bende. Tüm gelişmeleri Dêrsim’de gördüğüm, yaşadığım olayların gelişim seyrine göre ve sonuçları çerçevesinde değerlendirebiliyordum. Çok kaba yanlarıyla hem de.
Bir gün öğretmenimin evine uğramış, oradan da birlikte okula gitmiştik. Daha hareket etmeden önce gazeteye göz gezdirmiş bir çığlık atmıştı…
“Ah! yavrum..! Olamaz!… Kamil, bak ne olmuş, gel vurmuşlar çocuğu… Hüseyin Cevahir vurulmuş” demişti.
“Hüseyin Cevahir!” Bir ürperti yaratmıştı bu ismin vurulduğunu duymak bende. Polis vurmuştu onu. Ölmüştü. Haydar Koçları tanıyıp tanımadığımı sordu öğretmenim. “Onlar da sizin aşirettendir değil mi?” dedi bana. Haydar Koç. Mazgirtliydi, Kavun köyünden… Ya da oraya yakındı. Haydar Koç Kureyşanlıların ileri gelenlerindendi. Ama devlete yakın bir kişiydi. İhbarcı, işbirlikçi olarak bilinirdi. Sevilmezdi. Gençler sevmiyordu… Yalnız Cevahirler iyiydi. Hüseyin Cevahir ölmüştü, vurulmuştu… Öğretmenim iyice anlamamı sağlamaya çalışıyordu…
“Sibel Erkan’ı kaçıranlardı, bir apartmanın üst katında kalıyorlardı. Çatışıyorlar. Yazık oldu gençtiler” demişti yeniden acı duyarak.
O gün eve gidene kadar kafamda öğretmenimin o acı nidası ve “Hüseyin Cevahir vuruldu!” sözleri gitti geldi. İstanbul-Maltepe de bir Dêrsimli genç, tanıdık ailenin çocuğu vurulmuştu…
Kışlaya gittiğimde herkes öğrenmişti. ‘Kara haber tez duyulur’ denilir ya. ‘Vuruldu’ haberi hemen yayılmıştı. Cenazesi gelecek deniliyordu. Kimileri baş sağlığına bile gidiyordu. Şehirde kalan aile çevrelerinin evleri günlerce taziyeye gelenlerle dolup taşıyordu.
Artık kışlada kalmamız zorlaşmıştı. Babam Almanya’ya gideli çok olmuştu. Aynı daireden arkadaşı olan Musalar taşınacaktı. Evini, ailesini köyden getireceği için artık çıkmamız gerekiyordu. Biz de yeniden Dağ mahallesine, yeni yapılmış bir binaya kiracı olarak taşındık.
Denizleri Gezen adam
Ortaokula Dağ Mahallesinde başladım. Tunceli Lisesi’nin orta bölümü vardı. Aynı binanın bir kısmı orta sınıflara aitti. Radyo ve gazetelerin olaylı sütunları artmış, haberleri çoğalmıştı. Bu defa Deniz Gezmişlerin adları sık kullanılmaya başlamıştı. Birçok isim içinde en sık kullanılan ve dikkat çekeni Deniz Gezmiş’ti. Önceleri ‘denizleri gezen adam’ olarak algılıyordum. Neden o kadar çok bahsedildiğini henüz anlamıyordum. Fakat giderek gündemi dolduran bir özellik kazanıyordu.
Arananların toplu fotoğrafları ve altında kısa kimliklerinin yer aldığı afişler ana caddelerde, işlek sokak başlarında asılmaya başlamıştı. Merakla inceleyenler ‘ne kadar babayiğit insanlar’ diye konuşuyordu kendi aralarında. Gerçekten de yiğit bakışlı, yiğit duruşluydular. Her biri ayrı güzellikte olan o insanların gözlerinde parıltı vardı, umut vardı, kavga vardı. Adeta meydan okuyan ifadeler vardı yüzlerinde. Bilinçli bilinçsiz herkes etkileniyordu. Ne yaptıkları fazla bilinmiyordu. Hepsine ‘terörist’ deniliyordu ya da ‘komünist kaçaklardı.’ Katil, gaspçı, suç işleyenler olarak teşhir ediliyorlardı. Bulanlara, tanıyanlara bol vaatli ihbar çağrısı vardı. Mükafatlandırılacaklardı! Acaba hangi vicdan onları ihbar etmeye rıza gösterebilirdi? Vicdanı tükenmiş, öyle insanlıktan çıkmış birileri var mıydı?
Okula giderken hemen alt kısmındaki dört yolda elektrik direğine, levhaya asılı afişlere merakla bakıyorum. ‘İhbar edenler mükafatlandırılacak’ sözlerini okuduktan sonra toplanan kalabalığa bakıyordum. Neredeyse hepsini tek tek inceliyorum. Sanki varsa öyle biri, yüz ifadesine yansır gibi bakıyorum. Kimilerinin yüzü acıdan kırışık görünüyor… Kimileri çok sevecen bakıyor. Kimileri kendi aralarında fısıldaşıyor, ne kadar genç ve babayiğit olduklarını birbirlerine söylüyorlar! O an kafama koyuyorum. Kesin ders arasındaki teneffüslerde gelip o kağıtları yırtacağım. Hepsine ulaşamazsak bile yırtabileceğimiz yerler olurdu. Bunu bazı arkadaşlarımla yapacaktım. Hemen yakınındaki hastanedeki girişte de aynı afişten asılı olduğu söylenmişti. Hastane daha kolay olabilirdi, alt koridora girip çıkmak serbestti, sadece yukarı katlara her zaman gidilemiyordu.
Kafama koyduğumu yapmıştık. Ders aralarında gelip yırtabildiğimiz kadar yırtmıştık. Kuvvetli yapıştırıcıyla ve boyumuzu aşan yerlere asmışlardı. En rahat hastane önündekini yırtmıştık. Ama her şey onunla bitmemişti. Sanıyorduk ki, bir daha oraya aynı afişten asamayacak kimse ve böylece arananlar bulunamayacaktı. Tam çocukça bir düşünüştü tabii..
Ama hayır! Çocukluğumuza adeta isyan ekiyorlardı. Yaşananlar, gelişmeler düşünce ve duygu dünyamızı alt üst ediyordu, etkiliyordu. Bize farklı şeyler öğretiliyordu. Daha ortaokulun ilk süreçlerinde, ilk günlerinde, kendimi bir boykotun içinde bulmuştum. O gün hafif bir yağmur vardı. Lisenin bahçesinde toplananlar heyecan içinde, sağa sola koşturuyor, dağınık grupları toplayan ve herkesin tanıdığı, sevdiği ‘abiler’ ise zaman zaman topluluğun dışında bir araya gelip ayaküstü ve çevrenin duymayacağı tonda konuşarak tekrar ayrılıyorlardı. Birden ortalık alevlenmişti. Ali Yeşil… Hasan… Metin vb başka adlar dolaşıyor… Lise son sınıf öğrencileriydi hepsi de. Polisçe yakalandıkları söylentisi yayıldı… Şinasi Eskiçırak öfkeyle konuşuyor, bağırıp çağırıyordu. Polis bir anda bahçeye, aramıza kadar girmişti. Müdür yardımcılığı yapan, ama müdür olmadığından direkt müdürlük yapan Şinasi Eskiçırak hocamız hala bağırıyor, sesi tam anlaşılamıyor o gürültüde. Bir ara polise:
“Hani Alim, hani Hasan”ım?.. Ben öğrencilerimi istiyorum…Ne hakla öğrencilerim karakola gütürülüyooor?.. Kim emir vermişse versin!.. Onlar öğrenci, onlar suç işleyecek bir şey yapmamışlaaar!” diye bağırıyor.
Kalabalık dalga dalga kabarıyor. Herkes merakla izliyor. Ne oluyor diye soran da yok!… O an kimse de bu soruya yanıt verecek durumda değil. Öfke ortak yanıt oluyordu. Şinasi hocamız hala yiğitçe meydan okuyor, “o zaman beni de alın!” diyor
Bu meydan okuyuş kızdırıyor polisleri, ama cesaretlerini de kırıyor. Öğrenciler dışarı da boykot havasında. Müdür bile isyanda. Bu nedenle fazla inisiyatifli değiller, emir bekleyen pozisyondalar. Fırsat kolluyorlar, ne yapılacağını, o kalabalığın nasıl patlayacağını bekliyorlar. Korkuları davranışlarına yansımış. Bazıları da vurdum-duymaz bir havada, uzaktan izliyor her şeyi.
Polis emir alınca Şinasi hocayı da gözaltına aldı. İki taraftan da tutmak istiyorlar gözaltına alırken. O reddediyor, her iki omzunu da şiddetle silkerek polislerin tutmasını engelliyor. Yine bir şeyler konuşarak başı dik bir biçimde arabaya yürüyor. Araba hareket eder etmez kalabalık bahçe kapısına doğru akıyor. Koşuyoruz. Onlar ne yapıyorsa aynısını yapıyorum. Önce hemen bahçe çıkışında Sabri Cengiz bir şeyler söyleyerek saygı duruşuna davet ediyor herkesi. Sol yumruklar havada. Sonra hep birlikte yürüyerek caddeden aşağıya doğru yürüyoruz… Herkes belli bir yere kadar toplu yürüyor, sonra dört yolda gruplar halinde mahalle aralarında dağılıyoruz. Polis tüm gücüyle gruba yönelmesin diye parçalara ayrılmışlar meğer. Bir tedbir yani…
Edebiyat öğretmenimiz Kemal Burkay’ın Türk eşi Halide Burkay’dı. Onun dersleri bir başka olurdu. Bize çoğu zaman değişik şiirler okurdu. Bir gün yine bir şiir okumuş ve Kemal Burkay’a ait olduğunu belirtmişti… O zaman Kemal Burkay da tutukluydu.. Boykotun ikinci günü “birçok hocamızın sürgün edildiği söylenecekti. Sürgünler içinde lise öğrencileri de vardı. Ağabeyim de Malatya Turan Emeksiz Lisesi’ne sürgün edilmişti.
“Faşistlerin yatağı” olarak biliniyordu bu okul. Halide Burkay Elazığ Lisesi’ne sürgün edilmişti. Orası da faşistlerin etkin olduğu bir yerdi… Oldukça uzun boylu olan bir hocamız vardı, o da sürgün edilmişti… ‘İlerici-solcu’ hocalarımızdı hepsi de. Seçilen öğrenciler ve öğretmenler ‘elebaşı’ olarak görülmüştü… Halide Burkay gitmedi. Bazıları istifa etti, her şey iyice karışmıştı.
Orta 2. sınıfta Yusuf Kenan Deniz hocamız edebiyat dersine giriyordu. Bize bambaşka şeyler anlatmıştı bir gün. Kara tahtada iki açısı uzun bir üçgen çizmişti. Üçgenin üst kısmına bir çizgi çekerek küçük boyutlu bir ayrı üçgen görüntüsü vermişti. Üst kısmı yani küçük açılı üçgeni egemenlerin sömürücülerin sınıfı, alt geniş kısmı ise emekçilerin, halkın, işçi sınıfının, ezilenlerin oluşturduğu tabaka olarak adlandırmıştı. Sömürüyü, baskıyı çok basit bir anlatımla bize kavratmaya çalışmış ve ezilenlerin kendi gücünü örgütleyerek ezenlere karşı mücadele etmelerinin kaçınılmazlığını belirtmiş, bu mücadelede öncülük eden gücün de ‘Dev-Genç’ olacağını, bunun öncülüğünde bir mücadeleyle sömürüden kurtulacağını anlatmıştı… Ve bu anlatım Yusuf Kenan Deniz hocayı daha çok sevmemize yol açtı. ‘En solcu’ hocamızdı, bize ezen ezileni anlatmış, üstelik tahtada çizerek, tarif ederek kavratmaya çalışmıştı. Teneffüse çıkar çıkmaz, birçoğumuz anlamını bilmediğimiz, örgüt müdür, kişi midir ne olduğunun farkında olmadığımız halde “Dev-Genç!” diye bağırmaya başladık. Bir süre tempolu bir şekilde tekrarladık durduk. İkinci derste hocamız bizi uyarmış, rastgele her yerde bu şekilde bağırmanın, burada konuşulanların anlatılmasının sakıncalı olacağını belirterek bize gizliliği öğretmişti. ‘Bazı şeyler her zaman ve her yerde konuşulmazdı!’
Zaman öğretmeye devam ediyordu. Kızıldere olayları yüreğimdeki ‘çocuksu solculuğu’ alevlendirmişti. Gazetelerde çatışmadan sonra köyün, evin yıkılmış yakılmış hali, samanlıkta ele geçen Ertuğrul Kürkçü’nün resmi, öldürülenlerin resimleri vardı. Boy boy ve renkliydi. Mahir Çayan’ın ay gibi yüzü, o kocaman güzel gözleri… Ahlar çektirmişti. On can vurulmuştu… Oyy! Kızıldere nasıl dayandın?.. Bir gazeteye bakıyordum bir düşünüyordum: Gözlerim beni arayışa götürüyordu. Pir Sultan Abdal olayından daha kanlıydı. Gerilla mücadelesini kırsaldan başlatmak için Karadeniz’e açılmak istiyorlardı. Fakat Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamı gündeme gelmişti bu sıra. Bu sebeple NATO üssünden bazı görevlileri rehin almışlardı… Amaçları Deniz Gezmişlerin idamını engellemekti.. Ama bu onlara pahalıya patlamıştı.
Ardından 6 Mayıs’ta Denizler idam ediliyordu. Hayır, artık eskisi gibi ‘denizleri gezen adam’ olarak algılamıyordum onu. Devrimciydi o, bir militandı, hem de tehlikeli bir komünistti devlet için. Boşuna idam kararı vermemişlerdi. Darağacını gözlerimin önünde canlandırmaya çalışıyordum. Hiç görmemiştim.
Herkes idamları konuşuyor. Gazeteler resimli haberleriyle dolu… Komşular gazete alıyordu. En çok da Ali Ataman amca alıyordu. Öylesi durumlarda “keşke bizim evde de gazete alabilen birileri olsaydı” diyerek hayıflanıyordum. Harçlığımızla bazen Günaydın ya da o günü içeren, çok resimli olan gazeteden almaya çalışıyordum, ama annem gazete almamıza karşıydı. Daha o süreçte gazeteyi bile tehlikeli buluyordu. Tehlikeli şeyleri öğrenmemizi istemiyordu kendisince. ‘Kaldı ki ben bir kızdım, o tür şeylerle ne diye uğraşıyordum!’ Fakat onun yasakçılığı, en ufak bir gelişmeyi öğrenmemi engelleme tavrı, beni daha çok öğrenmeye itiyordu. Farkında değildi annem, ama bana iyilik yapıyordu, yeni şeyleri anlamaya itiyordu.
Ali Ataman amcalar kalabalık bir aileydi. Kızları Fethiye Kız Sanat Okulu’nda okuyordu. Perihan’la aynı ortaokuldaydık. Diğerleri daha küçüktü… Evde Emine ana daha etkindi, her işi kadınlar çekip çeviriyordu… Kızlara baskı yoktu… Hep beraber gazete okuyorlardı, radyo dinliyorlardı. Hep onlara, onların annelerine imreniyordum. Keşke benim annem de Emine ana gibi olsaydı diyordum. Ve en çok onlarla ilişkideydim.
Deniz, Yusuf, Hüseyin… Üç isim artık herkesin dilindeydi. Günlerce onlar konuşulmuştu. İdam edildiklerinde sofralar yarım kalmıştı, kimileri acıdan, kimileri kendi yakınlarından, uzaktan, diğer şehirlerdeki çocuklarından yana endişeli olduklarından yemekten hiçbir tat alamıyorlardı. Fethiye onların da ağladığını hatırlıyorum. Gazetedeki resimleri kesip saklamıştık. Kimileri evlerinin duvarlarına bile asmışlardı. Öyle gazeteler vardı ki, tam sayfa onlarla ilgili resim ve haberle doluydu. Denizler böylece her eve girmişti, ‘sadece denizleri dolaşmamışlardı.’ Darağacına giderken attıkları sloganlar, ailelerine yazdıkları mektuplardan parça parça gazetelere yansıyanlar okunuyor, yorumlar yapılıyordu. Defterlerimizde onların adları vardı. Şiirler yazıyorduk. Her mısranın baş harfi onların adlarından birer harfti. Her üçünün adını çıkarana kadar şiirle uğraşırdık. Belki çocuk kafamızla biçim olarak uyduruyorduk. Ama hepsi onlara ilişkin duygulardı ve gerçeklerdi. Özlü, saf ve temizdi. Türk devletine karşı bir tepkiyi ifade ediyordu.
Sürecek…