Hakikate kısa bir bakış
Hakikatin kendisini oluşturmakta olduğu süreç, bilebildiğimiz en eski başlangıç noktası olan (öncesinin de olabileceğini gözden kaçırmadan) büyük patlama ile başladı ve işliyor. Bugün bunun adına, evrim (evrenin kendisini yaratma süreci) diyoruz. Özünde bir gerçekleşme, kendi anlamına kavuşma olan bu süreç, evrensel zeka ile yakından bağlantılı bir oluşumu ifade etmekte. Hakikat nesnel gerçekliğin düşüncedeki yansıması olarak ifade ediliyor. Bu anlamıyla tüm evrensel tasarımlar aynı zamanda bir düşünceye tekabül ediyor yani bir hakikate kavuşuyor. Töz, tin, zeka, tanrı-ruh, tanrı-doğa adına ne derseniz, belli bir amaç doğrultusunda, iradi bir gelişim seyrinin kendisini vücuda kavuşturduğu açık. Tamamlandı mı, yoksa anlama kavuşan her gerçekleşme ile kendisini biraz daha kendi amacına mı yakınlaştırıyor?
Bu amaç ne midir? Önderlik; “özgürlük adeta evrenin amacıdır diyesim geliyor. Evren gerçekten özgürlük peşinde midir diye kendime sıkça sormuşumdur” cümleleri ile aslında evren hakkındaki meylini ortaya koydu. Evreni işleten zeka, özgürleşme eğilimi içerisinde her geçen gün kendisini daha fazla gerçekleştirme kararlılığındadır. Her gerçekleşme aslında bu amacın bir sonucu olmaktadır. Amaçsızlık, anlamsızlık, başıboşluk evrende asla kabul edilmeyen ve olmayan bir durumun ifadesi olmaktadır. Ve varlığa kutsallık atfeden de bu gerçekleşme biçimi olmaktadır. Kutsallık bu anlama sahip olma, bu amaca sadık kalma ve bunun gereklerine göre kendini yaratmanın kendisi oluyor. Zıddını ifade eden ise lanetliliğin ta kendisidir.
Tabii evren özgürlük amacıyla kendisini yaratırken, bunun bir ispatının da olması gerektiği açık. Anlam anlaşılma çabasından kaynaklansa gerek. Eğer bir tanık (birbirine tanıklık) olmayacaksa, varlık nedir ki? İnsan, kendisini düşünen evren olarak tanımladığında, evrenin kendisini neden düşünmeye gerek duyduğu sorusu karşımıza çıkıyor. O zaman evren aslında kendisini kendisine kanıtlamaya ve tanıtmaya çalışıyor demek gerekmektedir. Tüm yaratımlar evrenin kendisini tanımasının yolları oluyor. Evren, insan üzerinden kendi kokusunu alıyor, kendi renklerini görüyor, kendi sesini duyuyor, seviyor, üzülüyor, mutlu oluyor ve acı hissediyor; yani kendi farkına varıyor. Bu nedenledir ki insana, kendi farkında olan doğa deniyor.
Toplumsallıktaki hakikat
Demek ki kendi farkına varma, kendini bilme bir evren eğilimi, evrensel aklın en temel çabası oluyor. İnsanın kendisini tanımasıyla beraber başlamış olan hakikat arayışçılığı da bu eğilimin bir sonucu. İnsandaki ilk kendi farkına varma ise, insan toplulukları olarak toplumsallığa geçişle beraber gerçekleşen bir durum. İlk klanın düşünüş biçimleri, hakikati en derinden anlama çabaları olmaktadır. Kendisi ve çevresi hakkındaki ilk tahayyülleri, aslında kendisi ve evren-doğa hakkında ulaştığı anlam kırıntıları olmaktaydı. Bu kırıntılar her ne kadar gerçeğin çok sınırlı bir gözlemine ve bilgisine dayansa da, düşünüş biçiminde sezgisellikten kopmamış olmak, onu en temel hakikat bilgilerine ulaştırmaktaydı. Toplumsallık da onun hakikati, yaşayış biçimi olarak şekil almaktaydı. Hakikatin özüne bu yaşam içerisinde varılmış, aidiyetler bu kültür içerisinde vücut bulmuş ve her türlü kavram gücü bu toplumsallaşma içerisinde gerçekleşmiştir.
Toplumla beraber üretmiş ve tüketmiştir. Kimse bir başkasının emeği üzerinde kendisini yaşatmayı aklına bile getirmemiştir. Emeksizliğin insanın tükenişi olduğunu çok iyi anlamış ve çalışmaya ait ne varsa kutsamıştır. Tüm faaliyetlerini toplumsallığın yüceliğine varmanın coşkusuyla, bayram havasında yerine getirmişlerdir. Hayatın kendisi bayram havasında yaşanmıştır. Toplum biçiminde var olmak en büyük mutluluk kaynağı olurken, toplum dışı kalmak, anlamdan kopmakla, lanetlilikle eşdeğerde tutulmuştur. Toplumsallığa ait her şey kutsanmıştır.
Bütün var oluşlar, tek bir birliğin içerisinde kendi farklılıklarıyla meydana gelmiş hakikatler olarak anlamlarına kavuşurlar. Günümüzün bile en karmaşık teolojik, felsefik, sosyolojik disiplinlerinin halen cevap vermekte zorlandıkları bu hakikat konusu, ilk klan insanın kendi yaşam gerçeğinin adıdır. En çocuksu düşünce yapısıyla bile tüm varlıkların kendi anlamları içerisinde bir bütünü ifade ettikleri düşüncesine ulaşılması, klan insanlarının hakikate ne kadar yakın olduklarını, ne kadar hakikatli yaşadıklarını göstermektedir. Yani klan yaşamı, günümüzdekinden çok daha fazla yaratılışın özüne uygun düşmektedir. Çünkü klan yaşamı, hakikatin kendini ispatlama çabası olarak her an daha fazla farkına varılan bir kutsanma hali anlamına gelmektedir. Orada hakikatin yolu, hakkın yoluna o da insana açılan kapıya çıkmaktadır. Bir anlamda da insanın kendisi, hakikatin gerçek yolu demektir.
Kendisini insanlığın ilk hafızası olarak şekillendiren bu zihniyet yapıları, bu düşünüş biçimleri, bu toplumsal gerçeklikler, en derin insan, toplum ve doğa hakikatlerinin oluşmasına neden olmuştur. Bunlar özgürlüğe, eşitliğe, komünaliteye, ortak mülkiyete, paylaşıma ve dayanışmaya dayalı hakikatler olarak şekillenmiş, asla vazgeçilmeyen değerler olarak tüm toplumsal dokularda kendisini yaşatarak günümüze kadar ulaşmışlardır.
Toplumsal yaşamın dayandığı bu zihniyet yapısı, ahlaki ve kültürel değerler, güçlü bir toplumsallığı ortaya çıkarırken, kendisiyle beraber çok büyük maddi değerlerin de ortaya çıkmasına yol açmıştır. İşte, tarih içerisindeki çatallaşma, bu dönemin arkasından bir takım faktörlerin de oluşması sonucunda ortaya çıkmıştır. Artık tarih, iki ana nehir olarak yan yana akan ve sürekli bir mücadele içerisinde olan iki temel hakikat biçiminde gerçekleşmektedir. Bir tarafta tüm toplum yaratımlarına el koyarak, bu değerler üzerinde kendisini talan, sömürü ve tekele dayalı yaşatan ve toplum yaşamını kendi iktidarına uygun olarak inşa etmek isteyen devletli uygarlık, diğer tarafta ise kendi hakikatini paylaşımda, ortak üretim ve tüketimde bulan, kendi kimliğini toplumsal ahlak ve kültür değerlerinde ifade eden, komünal yaşam ilişkilerinden başka ölçü tanımayan demokratik uygarlık…
İnsanlığı devletin donuk zihniyet karanlığına boğmak isteyen merkezi uygarlık güçleri karşısında, daha ilk elden toplumsal güçler kendi hakikat rejimlerini arama yoluna çıkmışlardır. Doğa-evrenden kaynağını alan ve toplumsal gerçeklikte bir ifadeye kavuşan hakikate dayanarak kendi düşünce sistematiklerini oluşturan ve bu çerçevede toplumsal gerçekliklerini iktidar karşısında korumaya çalışan bir gelenek böylelikle oluşmaya başlıyordu. Tüm çabaları evreni, doğayı, toplumu ve insanı tanıyarak varlığı gerçek anlamına kavuşturmak ve evrenin amacı olan özgürlüğe olanak sağlamak olan bu hakikat arayışlarının ortaya çıkardığı gelenek, komünal toplum yapılarının zihniyet faaliyetlerini oluşturuyordu. Son tahlilde bunlara peygamber, ermiş, bilge, alim, filozof, bilim insanı gibi isimler de verilmiş olsa, bunların özü itibari ile hakikat arayışçıları olarak adlandırılmaları, belki de geleneği daha yerinde tanımlamış olacaktır.
Tarihte hakikati arayanlar
Bu anlamıyla tarihte karşımıza çıkan en eski hakikat arayışçısı İdris Peygamber olarak da bilinen Terzi Hermes’tir. Abderalı Hekaistos’un ‘Büyük Bilge’; Platon’un ‘Yazının, sayıların, astronominin kurucusu’; Sühreverdi’nin ‘Felsefenin Babası ve Başlatıcısı’; Sabiilerin ‘Filozofların Peygamberi’; Simyacıların da ‘İlk Simyacı’ olarak tanımladığı Hermes’in, günümüzden yaklaşık olarak beş bin yıl önce (MÖ. 3000) Mısır’da yaşadığı tahmin edilmektedir. Hermes’i bu kadar önemli kılan, onun yaşadığı dönemde bir tanrı olarak görülmesi veya sonrasında ona yer veren bütün din ve öğretilerde ilahi bir yanına değinilmiş olması değildir muhakkak. Zaten Mısır’da yaşadığı dönem tanrı krallar çağıdır. Ancak ortaya koyduğu öğretinin maddi bir tanrısallık ile çok da bir ilişiği yoktur.
Evrensel var oluşun temeline ışığı koyar. Madde ve ışık ilişkisini, aydınlık ve karanlık ikilemi olarak görür ve yaşamın özünü bu ikileme dayandırır. Işığın kaynağı olarak gördüğü Zuhal yıldızından düşen ruhlarla, dünyanın bir canlılığa kavuştuğu varsayılır. Yıldızdan düşen ruhlar, dünyada madde ile birleşirler ancak ona mahkum olmazlar. Daha sonra tekrardan yıldıza doğru yükselirler. Bu anlamıyla insan ruhu, tümel ruhun bir parçası; çocuğudur. Ruhun bu düşüşü bir sınavdır aslında. Sınavı kazanamazsa, o ruhta bulunan tümel ışık (tanrısal nur) sönecek, ışık yalnız başına çıktığı yere dönerek ruhu karanlıkta bırakacaktır. Ruh da ışıksız kalınca, karanlığın içinde eriyip tükenecektir. İşte kozmik boşluk, inen çıkan ve arada eriyip tükenen sayısız ruhların kasırgasıyla kavrulmaktadır. Sınavı kazanan ruhlar, yedi kat göğe başarıyla yükselip, geldikleri yere döner ve böylece de ölümsüzlüğe kavuşurlar. Salt gerçeği (mutlak hakikat) öğrenirler, kök ve kaynak ile birleşirler, ‘bir’ olurlar. Bu, pek çok açıdan Nirvana, Fenafillah, En’el Hak ve bir bütün olarak tasavvufçuların ‘evrensel birlik’ yaklaşımıyla örtüşmektedir.
Hermes’in öğretisinde madde ile olan mücadelesinde ona boyun eğmeyen ruh, böylelikle özgürlüğe doğru ilk adımı atarak hakikat arayışına çıkmayı başarmıştır artık. Bundan sonra kat etmesi gereken yedi göksel aşama vardır.
İlk basamak olarak Ay’a yükselir. Ay, düşünce dehasıdır,
Göğün ikinci katını yöneten Utarit yıldızıdır. Utarit, soyluluk dehasıdır,
Üçüncü katı, Zühre yıldızı yönetmektedir. Zühre, aşk dehasıdır.
Dördüncü kat, gök, güneşin egemenliği altındadır. Güneş, güzellik dehasıdır,
Beşinci katı Merih yıldızı yönetir. Merih, tüzenin (adaletin) dehasıdır,
Altıncı katı yöneten, Müşteri yıldızıdır. Müşteri, bilimin dehasıdır.
Yedinci ve son katsa, ölümsüzlüğe kavuşulan büyük aydınlık, tümel aklın tüm sırrını saklayan Zuhal yıldızının katıdır.
Bu her yedi katta ruhun yaşadığı sınavlar, aslında hakikate doğru yolu açıkça ifadelendirmektedir. Düşünce, soyluluk, aşk, güzellik, adalet, bilim ve büyük aydınlık olarak ölümsüzlük… Son aşama olarak ölümsüzlük hakikate ulaşma, gerçeğin anlamına kavuşma halidir. O da Zuhal yıldızında temsilini bulan ışığın ta kendisidir. Işığın ilk çağlardan beri enerjinin bilinen en açık ve saf hali olarak görüldüğü açıktır. Bugün açısından da ışığın enerjinin en aktif hali olduğu, bütün sosyal ve fen bilimleri tarafından kabul edilmektedir. Ve enerji ise aslında doğadaki en özgür hal olmakta, hatta özgürlük biraz da enerji ile tarif edilmektedir. O halde Hermetik düşüncede de dile gelen ve ölümsüzlüğe ulaşılan hal olarak değerlendirilen ışığa ulaşma hali, aslında özgürleşme hali olarak ifade edilebilir. Hermes’teki hakikat yolcusu özgürlüğe, ancak üç aşamalı bir eğitim ile ulaşabilir.
1. Beden eğitimi
2. Hayvansal ruh eğitimi
3. İnsani ruh eğitimi
İnsan ancak insani ruh eğitiminden sonradır ki evrenin görünmez kuvvetleriyle ilişkiye geçebilir ve onlardan feyz alabilir. Bu yolla nefsine egemen olur ve tanrısal özgürlüğe kavuşabilir. Ancak böyle bir kimse diğer insanlara doğru yolu gösterebilir. Hermesci mistikler, kendilerini bütün varlıklarla birlik halinde görürler. Onların elde ettikleri ruhsal arınma ve aydınlanma, onlara evren ile ortaklık şuurunu getirir. Ayrıca hakikate ulaşmak ancak akla, sezgiye ve iç görüye, iç deneyime dayanarak gerçekleşebilir. İnsan bu meziyetleri sayesinde ışığı görebilir, kendisini eğitebilir ve yeniden doğumu gerçekleştirebilir. Hermes’e göre:
“Osiris semadadır, fakat Osiris aynı zamanda her insanın kalbindedir. Kalpteki Osiris, semadaki Osiris’i tanırsa o zaman insan tanrısal bir ermiş olur ve parçalanan Osiris tekrar toplanır.”
Hermes’in tapınaklara kazınan şu ifadeleri de hayli çarpıcıdır: “İnsanlar ölümlü tanrılar, tanrılarsa ölümsüz insanlardır. Nur sizsiniz ve bu nur daima parlasın.”
Bu düşünce tarzının kendisinde sonrası için de bir esin kaynağı olduğu anlaşılmaktadır. Sadece düşünce yapısı ile değil, varlığı tanımlaması ile oluşumu hikayelendirme biçimi ile insana biçtiği misyonla ve daha birçok açıdan Hermes’in, sonrasında ortaya çıkan bütün mitolojik anlatımları, teolojileri, felsefeleri, tasavvuf akımlarını etkilediği bu kısa anlatımdan da oldukça net bir biçimde açığa çıkmaktadır.
Örneğin Hermes’in çıkışı açısından da aslen üç farklı dönemde üç ayrı Hermes’in varlığından bahsedilir. Bu, kendisine en yakın felsefik ve dini düşünce sistematiği olarak görülen zerdüşti çıkış için de dile getirilen en temel noktadır. İlki tufandan önce yaşamış olan ve asıl hikmetlere yani hakikatin özüne ulaştığı söylenen, ikincisi tufandan sonra Babil’de yaşadığı düşünülen ve üçüncüsü de Mısır’da yaşayan ve yakın dönemi en fazla etkilediği iddia edilen üç ayrı Hermes olduğu varsayılmaktadır. Bu konuyu da bir rastlantı olarak değerlendirmek yanlış olacaktır. Bu üçlemelerin aslında bir sürekliliği ifade ettiği açıktır. Yaşadıkları iddia edilen dönemler, insanlık açısından dönüm noktaları veya toplumsal hakikatlerin kendisini bir sisteme -rejime- kavuşturdukları dönemlere tekabül etmekte. Tufanın tanrıların buyruklarına uymayan insanların üzerine salınmış bir tanrı laneti olduğu, bütün mitolojilerin ortak kanısıdır. Demek ki tufan öncesi toplumun hiyerarşik düzen karşıtı bir düşünüş sistemine ve yapılanmalara sahip olduğu tahmin edilebilir. Kastedilen ilk Hermes, aslında dönemin hakikatinin sembolü oluyor. Sonrasında ortaya çıkan Hermeslerin de bu geleneğin bir devamı oldukları ve bu hakikatin kendisini oluşturma biçimi oldukları anlaşılmaktadır. Özünde hiyerarşi ve iktidar öncesi toplumsal hakikati, toplumun kendisini ve çevresini tanıma ve ilişkilenme tarzını ifade ediyor. Bu nedenle kendisinden sonra gelen hangi mitolojide, hangi dinde, hangi felsefede, hangi düşünce akımında Hermes’e ilişkin bir iz varsa, orada toplumsal hakikatten bir izin olduğunu çıkarsamak yanlış olmaz.
Bir Aryen orijini olarak Zerdüşt’ün Zagroslardaki çıkışı da aynı geleneği ifade etmiş oluyor. Kullandıkları argümanlardan, dayandıkları temel zihniyet yapılarına kadar ortaklaşan yönleri nedeniyle, özünde ortak hakikatin ürünleri oldukları şüphe götürmez.
Antik çağın devrimcisi
En başta farklı dönemlerde yaşayan üç ayrı Zerdüşt karakteri bize Hermes’i çağrıştırdığı gibi, zerdüşt öğretisinin de aslında bir döneme veya bir kişiliğe bağlı bir çıkış değil de, bir geleneğin devamı olarak gerçekleştiğinin kanıtı olmaktadır. Evrensel hakikatin toplumda yarattığı sistem kesintisiz bir şekilde toplumsal bir hafızayı oluşturma çabasındadır. Her biri kendi döneminde ve kendi toplumsallığında ifadeye kavuşan her düşün faaliyeti de, aslında bu hakikatin insan üzerinden kendisini kanıtlaması oluyor. Kendi gününde tüm evrensel süreçleri anlamaya çalışırken, aynı zamanda geleceğin şekillenmesinde de bir köşe taşı rolünü oynuyor. Zerdüşt de böyle bir karakterdir. Kendisinden önceki geleneğin kapsamlı bir temsili söz konusudur. Evren ve evrim konularında oldukça derin bir düzeye ulaşılmıştır. Yaşamın düalistik karakteri her ne kadar Hermes’te dile gelmiş olsa da, Zerdüşt bu yaklaşımı her şeyin temeline oturtmuş ve tüm oluşumu bu düalizmle gerekçelendirmiştir.
Zerdüşt henüz genç yaştayken yaşadığı dönemin çelişkilerine çözüm olma konusunda çok çaba harcamış olsa da bir türlü başarılı olamadığını görünce, aslında daha sonra bütün filozof, bilgin ve peygamberler için misal teşkil edecek olan inziva sürecine çekilir. Bu da ona Ahura Mazda’nın bir meleği tarafından öğütlenir. Bu inziva süreci, aslında hakikate ulaşma anlamında kendisini maddi dünyadan koparma, manevi dünyanın özüne ulaşma anlamlarına geliyor. Yani maddede hapsedilmiş enerjinin kendisini maddeden kurtarma süreci oluyor.
Zerdüşt, toplumdaki parçalılığı ve dağılmayı engellemek için çok tanrıcılığı aşmak ister. Ahura Mazda’yı iyilikleri yaratan tanrı olarak ele alıp, buna dayanarak Ehriman ve onun yarattığı kötülüklere karşı sürekli mücadele edilmesini savunur. Bu anlamıyla dayandığı Mitra dininde derin reformlar gerçekleştirir. Mitraizm’deki Mitra-İndra-Varuna, zerdüştlükte tek tanrılığa dönüşür.
Zerdüştlükte tek tanrıcılığa doğru bir gidiş olsa da, her şey dualite temelinde ele alınır. Dualiteler arasındaki ilişki ve çelişkinin sonucu da varlıkları ve olayların gidişatını belirler. Dualiteler başta yaratım-yaratan ve yaradılış için geçerlidir. Buradaki dualite, kendisini doğaya, topluma, insana, varlıklara, olaylara ve yaşama yansıtır. İki yaratandan bahsedilir, ancak ikisinin de eşit düzeyde oldukları ve eşit düzeyde yarattıkları söylenemez. İyilikleri, iyileri ve gerçek olanları yaratan Ahura Mazda iken, Ehriman ise; Ahura Mazda’nın her yarattığı iyiye karşılık bir kötülük, kötü ve sahte yaratan yaratıcıdır. Doğal toplumun milyonlarca yıllık birikimi, ana-kadın öncülüğünde neolitik devrimi ve tarım kültürünü yaratarak, ahlaki-politik toplum olarak adlandırılan hakikati ortaya çıkarmıştır. Toplum dışı ve karşıtı küçük bir kesim de ortaya çıkan bu hakikate el koyup, yaratılan tüm manevi-maddi değerleri gasp ederek kendi sahte hakikatini yaratmış ve buna da uygarlık adını koymuştur. Bu nedenle demokratik uygarlık, devletçi uygarlık ve bunlar arasındaki ilişki-çelişkiler ne anlam ifade ediyorsa zerdüştlükte de Ahura Mazda ile Ehriman ve bunlar arasındaki ilişki-çelişkiler o anlamı ifade eder.
Gathalarda, Zerdüşt iyilik ve kötülük; aydınlık ve karanlık ikililiğini aynı anda-birlikte var olan ve birbirleriyle sürekli savaşan ikizler olarak tanımlar. Yine iyiliğin aydınlıkla, ışıkla, güneşle tarif edilmesi, ışığın evrensel anlamına yapılan en temel vurgu olmaktadır. Kötülük ise karanlık, ışıksızlık olarak ifadeye kavuşur. Bunlar insanlığın düşünmeye başladığı andan itibaren önemle üzerinde durduğu bir konu iken, Zerdüşti öğretide bir kez daha karşımıza çıkıyor.
Zerdüştlükte doğa, en temel kutsallık alanıdır. Bu anlamda bütün varlıkları oluşturduğuna inanılan hava, su, toprak ve ateş en temel maddelerdir. Su arınmayı, ruhsal ve fiziksel temizliği ifade eder. Toprak, en temel yaratıcı güçtür. Zerdüşte göre bir karış toprağı ekmek, bir ülkeyi fethetmekten daha değerlidir. Bu nedenle toprağı kirletmek en büyük günahtır. Hava ise, yaşamın olmazsa olmazıdır. Ayrıca meleklerin havadan yapıldıkları inancı öne çıkmaktadır.
Yaşamın kaynağı olarak sayılan dört maddenin en önemlisi ise ateş olarak görülmektedir. Zerdüştlükte ateş, varlıkların en temel yapı taşı iken, aynı zamanda toplumsallaşmanın da en temel kaynağıdır. Arılık, temizlik, erdemlilik ve aydınlığın kaynağı sayılan ateş, aynı zamanda Ahura Mazda’nın da sembolüdür. Bu nedenle temel ibadethaneler ateşgahlar olarak adlandırılırlar. Buralarda toplumun eğitimleri gerçekleştirilir, aynı zamanda toplumsal sorunlar buralarda tartışılarak çözüme kavuşturulur. Bunun yanında her evde de bir ateşgah mevcuttur ve asla sönmesine izin verilmez. Bir evin ateşinin sönmesi, o eve kötülüğün ya da karanlığın hakim olması anlamına gelmektedir. Bugün bile birine yapılacak en büyük beddua ‘ocağın sönsün!’dür. Ocaktaki ateşin sönmesi, orada yaşamın bitmesini temsil etmektedir.
Tabii ateşin toplumsallığa etkisi de bu anlayışın gelişmesinde baş aktördür. Ateşin toparlayıcı, besleyici, koruyucu ve yerine göre cezalandırıcı etkisi toplumsallığa olan katkılarını ifade etmektedir. Bundan kaynaklı olarak Aryen topluluklarında ateş, aslında bir bütün olarak yaşamı ifade etmektedir.
Zerdüşt’ün yaşamın kaynağı olarak ele aldığı her dört maddenin daha sonrasında Yunanistan’da ortaya çıkan filozoflarca da gerek tek tek gerekse de toplu olarak evrenin ana maddeleri olarak ele alınmaları aslında bu geleneğin bir devamı olmaktadır. Ki Zerdüşt’ün çıktığı MÖ. 1000-600 arası dönemden sonrası Yunanistan felsefe çağına girecektir. Ancak bu çağı Hermes ve Zerdüşt’ten bağımsız ele alamayacağımız, aslında bu kısa bilgilenmelerden de netçe anlaşılmaktadır.
Bu nedenle Zerdüşt’ü bir peygamber, öğretisini de bir din olarak değerlendirmekten çok, onu bir filozof olarak değerlendirmek daha yerinde olabilir. Zerdüştlük, felsefi yanı ağır basan zihniyet yapısı, ahlak ve vicdanı öne çıkaran inanç yapısıyla tarihin ilerleyen tüm aşamalarında merkezi uygarlığa karşı direnen halkların kendi dönemlerine ve toplumsal zihniyetlerine uyarladıkları bir öğreti haline geliyor. Etnisiteye, kabilelere, dine, mezheplere, tarikatlara ya da felsefe akımlarına dayalı olarak gelişen komünal toplum direnişlerinin kendilerini ifadelendirdikleri ideolojik, felsefik, dini, siyasi yapılarda sürekli olarak Zerdüştlüğün ve sonrasında aldığı değişik biçimlerin izlerini görmek mümkündür.
Muhakkak ki Zerdüştlüğün gücü salt ideolojik felsefik ve inanç yanıyla sınırlı da değildir. Hangi hakikat olursa olsun, eğer kendisini maddi bir gerçekleşmeye, yapısallığa dönüştüremez ise unutulmakla yüz yüze kalacaktır. Zerdüşti gelenek günümüzde halen büyük bir etkiye sahipse, bunun en temel nedeni de kendi hakikat rejimini yaratmış ve bu rejim etrafında kendi toplumsallığını örgütlemiş olmasından kaynaklanmaktadır. Bu noktada Zerdüşt topluma sunulmamış ve toplumla paylaşılmayan bilginin hiçbir anlamının olmayacağını sürekli ifade etmiştir. Toplumun, kendisini de ahlaki bilgiler temelinde terbiye etmesi ile ancak aydınlığa kavuşturabileceğini salık vermiştir. İyi’yi, doğru’yu ve güzel’i en temel ahlaki ölçüler olarak değerlendirmiş, insan ve toplum kurumlaşmasını bunlara dayandırmıştır.
Tüm bunlarla beraber, aslında doğal toplumla beraber başlayan komünal toplum geleneğini yaşatma ve sürdürme kararlılığını göstererek, özellikle de insanlığın beşiği olan coğrafyada hakikat arayışçılığını zirveye taşırmıştır. Düşünce sistematiği, doğa ve insan anlayışı ve toplumsal yapısı ile sadece kendi coğrafyasıyla da sınırlı kalmayarak, en fazla da Doğu’ya doğru bir açılım göstermiş ve Hindistan’dan Çin’e kadar uzanan alan içerisinde aynı geleneğe bağlı başka birçok inanç ve düşünüş tarzının da kendi ortamlarında yeşermelerine katkıda bulunmuştur.
Doğu’ya giden yol
En yakın alan olarak Hindistan’da MÖ. 500-400’lü yıllar arasında yaşamış olan ve gerçek ismi Siddhartha Gautama olan yerel bir krallığın prensi, hakikat yolculuğuna çıkmıştır. Kendisine buda da denmektedir. Buda, kelime olarak aydınlanmış anlamına gelmektedir ki, budizm de bundan türetilmiştir.
Gautama, sarayın şatafatlı hayatı içerisinde halkın durumundan bihaber yaşarken, bir gün çok acı çekmekte olan yaşlı bir adamla karşılaşır ve bundan etkilenerek, halkın çektiği acıları görmek için halkın arasına karışmaya karar verir. Toplum içerisinde geçirdiği günlerden sonra çileci bir derviş olarak yaşama kararı alır. Kendisi için edindiği amacı şu sözleri ile dile getirmektedir:
“Bedenlerinizin mundarlıklarla dolu olduğunu biliyorum.
Doğumla ölüm, hastalıkla ihtiyarlık sizinledir
Bense insanların erişmesi güç olan ödülü istiyorum.
Bilgelerin gerçek ve şaşmaz bilgeliğinin peşindeyim…”
Bununla beraber artık kendisini bir hakikat arayışçısı olarak tanımladığını görmekteyiz. Yaşadığı altı yıllık bir çile hayatından sonra kendisinin aydınlığa ulaştığını belirterek, Guatama Buddha (Aydınlanmış Guatama) ismini alarak kendi öğretisini yaymak için Hindistan’ı dolaşmaya çıkar. 80 yaşına kadar da bu uğurda gittiği her yerde kendi öğretisini insanlara anlatır ve 80 yaşında ölür. Ölümünden sonra ise buda’nın öğretilerini kendilerine esas alan ancak farklı şekillerde yorumlayan değişik buda okulları kurulur.
Buda, kendisine amaç edindiği bilgelerin gerçek bilgeliğinin peşinde olmayı; yani hakikat arayışçılığını herkes için telkin eder. O tam anlamıyla bir arayışçıdır. Buda aydınlanma sonucu bulmuş olduğu gerçekleri birer dogma olarak sunmak yerine, aydınlanma yöntemini öğretmeyi ve böylelikle yöntemi öğrenen kimselerin kendi çabalarıyla bu gerçekleri kendilerinin bulup, kendi eylemleriyle, deneyimleriyle doğrulamalarını öngörür. Bu anlamıyla aydınlanma yolunu (budalık) yani hakikat arayışçılığını herkese açık tutar. Bu anlamıyla buda’da mutlak hakikat yoktur. Herkesin kendi aydınlanma yöntemi ile hakikate ulaşma gücünde olduğuna inanır. Buda’nın yaşadığı dönemde budizm bir din, buda da bir peygamber değildir. Budizmin mutlak yasaları yoktur. Buda kendisini, tanrı mesajı taşıyan ya da emirlerini bildiren bir elçiden veya peygamberden çok insanların ve tanrıların öğretmeni olarak tanımlamıştır. Buda, “aydınlığa körü körüne bir inançla değil, kişinin kendini bulmasıyla” ulaşılabileceğini belirtir.
Buda aydınlanmayı fark edebilmek için bir yaratıcı tanrıya gerek olmadığına inanmıştır. Doktrinlerinin ezber ve inançla öğretilmesi yerine, kişinin kendisi için doğruluğu nasıl keşfedebileceğini öğretmeye çalışmıştır. Budizm’in odak noktası; inançlardan ziyade, eylemlerdir.
Buda’da her ne kadar mutlak yasalar olmasa da “Dört Yüce Gerçek” ve “Sekiz Aşamalı Asil Yol” bütün budist okullarında itibar edilen öğretilerdir. Bunlar biraz da buda’nın kendi hakikat yoğunlaşmalarında ulaştığı esaslar oluyor. Buda, ulaştığı aydınlanmadan sonra verdiği ilk vaazda bunları dile getirmiştir. Bunlar:
Birinci Gerçek, Dukkha: Acı hayatın ve varoluşun bir parçasıdır. İkinci Gerçek, Samudaya: Acıların kaynağı arzu ve isteklerdir. Üçüncü Gerçek, Nirodha: İstek ve arzular bırakılırsa, acılar sona erdirilebilir. Dördüncü Gerçek, Magga: Acıların sona erdirilmesinin yolu, “Sekiz Aşamalı Asil Yol”dan geçer.
“Sekiz Aşamalı Asil Yol” ise en önemli budizm öğretilerindendir. Buda’nın belirlediği “Dört Yüce Gerçek”in sonuncusudur ve Nirvana’ya giden (acıları sona erdiren) yol olarak kabul edilir. Budizm, acıdan ve ıstıraptan kurtulmanın ancak bu sekiz yol sayesinde olacağını savunmaktadır. Bu sekiz yol da:
• Gerçek bilgi
• Doğru zihniyet
• Doğru söz
• Doğru davranış
• Doğru yaşam biçimi
• Gerçek çaba
• Gerçek dikkat
• Gerçek uyanık olarak sıralanmaktadır.
Budizm’in bu öğretileri incelendiğinde zerdüştlük ile benzerliği hemen göze çarpar, zira ilk iki maddede dile getirilenler, zihniyete dönük vurgulardır. Zerdüşt’ün “iyi düşün” ilkesiyle birebir örtüşmektedir. Üçüncü madde “doğru söyle” ilkesiyle uyumluyken, geri kalanlar “güzel yap” ilkesiyle aynı anlama gelmektedir.
Toplumsallığın güçlü bir kavranışına dayanan bu öğretileriyle buda, kendi döneminin en büyük filozoflarından ve ahlak kurucularındandır. Öğretileri sadece ahlaki ilkeler ve tespitler içermez, kendi içinde bütünlüklü ve tutarlı bir evren yaklaşımı da vardır. Budizm’de nihai hedef olan Kurtuluş’la (Nirvana’ya ulaşma) gerçekliğin doğru bir şekilde algılanması yakından ilgilidir. Ancak kendinin ve tüm olguların gerçek doğasının farkına varan kişinin, ıstıraplardan (Dukkha) ve sonsuz yeniden doğum döngüsünden (Samsara) kurtulabileceği belirtilir. Varlığın doğasına ilişkin tespitleriyle budizm diyalektik materyalizme yakın görüşler dile getirir.
Budist felsefenin önemli bir parçası da “bağımlı kaynaklanma” olarak ifade edilen ve diyalektiğin “her şey birbirine bağlıdır” ilkesiyle benzerlik gösteren ilkesidir. Buda bu ilke ile tüm olguların, bir karşılıklı bağımlılık ilişkisi içinde, neden ve etkiler ağından ortaya çıktığını ifade eder.
Kayıtlara göre buda kendisini bir örnek olarak göstermiş, ancak takipçilerinden kendisine inanç beslemelerini talep etmemiştir. Ayrıca öğretilerinin olduğu gibi kabul edilmemesini söylemiş ve takipçilerini bunları kendi başlarına test edip kabullenmeleri için cesaretlendirmiştir. Ancak temelde bir ahlak öğretisi olmasından kaynaklı olarak da, aslında bazı temel kurallarla toplumsal yaşama da bir biçim kazandırmaya çalışmıştır. Ortaya koyduğu ahlak kurallarını dört temel toplumsal alana göre ayrıştırmıştır. Birincisi temel ahlak kuralları (Beş İlke) olarak, daha çok toplumda herkese sunulan ilkelerdir. İkincisi; çileci temel ahlak kuralları, (Sekiz İlke) rahip olmak isteyenlerde aranan ilkeler oluyor. Üçüncüsü; öğrenci rahiplere dönük ahlak kuralları (On İlke) ve son olarak da rahiplere dönük ahlak kuralları (Vinaya ya da Patimokkha) biçiminde tasarlanmıştır.
1. Can almaktan kaçınmak,
2. Verilmemiş olanı almaktan kaçınmak (hırsızlık yapmamak),
3. Tensel (cinsel) suistimalden kaçınmak,
4. Yalandan kaçınmak (her zaman doğruyu söylemek),
5. Farkındalık kaybına yol açan sarhoş edici maddelerden (özellikle alkol ve uyuşturucular) uzak durmak,
İlkeler uyulması zorunlu emirler olarak değil, halkın istekleri doğrultusunda kabul edip izleyeceği, uygulamayı kolaylaştıran eğitim kuralları olarak tasarlanmıştır. Dolayısıyla başkalarını ahlaki olarak yargılamak için kullanılmazlar. Çileci temel ahlak kuralları veya Sekiz İlke olarak isimlendirilen kurallarda, cinsel suistimal hakkındaki üçüncü ilke daha katıdır ve “bekarlık ilkesi” olarak değiştirilmiştir. Diğer üç ilke ise lüks tutkusuna ve nefse hakimiyete dönüktür.
6. Yanlış saatlerde yemekten kaçınmak (yalnızca gün doğumundan öğlene kadar yemek),
7. Dans etmekten, müzik çalmaktan, mücevher takmaktan, makyaj malzemesi kullanmaktan, gösteri ve eğlencelerden kaçınmak,
8. Yüksek veya lüks sandalye ve yatakları kullanmaktan kaçınmak.
Sonuç itibari ile buda, hakikatin kendisinden ziyade, hakikate ulaşmanın yöntemiyle daha fazla uğraşmıştır. Herkesin hakikate ulaşmada kendi çabasının ve eyleminin belirleyici olması, aslında hakikatte insan iradesinin rolü ile insan aklına olan sonsuz güveni açıkça ortaya koymaktadır. İnsan aklına ve iradesine olan bu sonsuz güven dogmalara ihtiyaç duymayan ve toplumu gönüllü ahlak kuralları ile bir araya getirmenin mümkün olduğu bir sistemin ortaya çıkmasına vesile olmuştur. Bu yaklaşımıyla buda da komünal toplum geleneğinin bir parçası olarak ana ırmağın akışına kendi yatağında bir kol olarak katılmayı başarmıştır.
Bu ırmağa katılan bir diğer kol ise; hemen hemen aynı tarihlere denk gelen ve coğrafik olarak buda’dan biraz daha ötede olan Çin’de ortaya çıkmış olan taoizm olmaktadır. Her ne kadar taoculuk MÖ. 6. ve 3. yy.’lar arası dönemde ortaya çıkmış olsa da bunu daha çok MÖ. 4000 yıllarına dayanan Çin neolitiğinin gelişmesine yol açan düşünce yapılarının bir devamı olduğunu dile getirenler daha fazladır. Yani özü itibariyle taoculuk da, komünal toplum geleneğinin bir devamı olarak Çin’de bu dönemler içerisinde iktidar yapılarının yol açtığı toplumsal sorunlara bir çözüm arayışı içerisinde olmuştur. Ortaya koyduğu çözüm yaklaşımlarının felsefik, mitolojik ve dini yapılarını da daha çok evrensel hakikati anlama ve tanımlama üzerine oturtmuştur.
Taoculuğun ilk düşünürleri kabul edilen Lao-tzu ile Chuang-tzu, yaşadıkları dönemin büyük siyasi ve sosyal karmaşalarına karşılık “kalıcı bir sosyal düzen nasıl sağlanır?” sorusuna yanıt bulmanın arayışı içerisinde olmuşlar ve Çin neolitiğine dayandırılan Tao (Yol) öğretisini de bu amaçla geliştirmişlerdir. Taocu felsefenin, kadim zamanlara ait bir doğaya tapınma ve kehanet geleneğinin gelişmiş bir yorumu olduğu birçok araştırmacı ve filozof tarafından kabul edilmektedir. Bu anlamıyla taoculuğu en iyi tarif eden, yine Tao’nun kelime anlamı olmaktadır. Tao kelime olarak Yol, Söz ya da Öğreti anlamlarına gelmektedir. Yani özü itibari ile Tao’nun kendisi yine bir yol durumunu ifade ediyor. Durağan sabit bir kavram olmaktan ziyade öncesi, şimdisi ve sonrası olan bir hareket durumuna tekabül ediyor. Tam da hakikat arayışçılığı olarak tanımlamaya çalıştığımız durumu ifade ediyor. Peki, acaba gerçekten de aradığı hakikat ne kadar komünal toplum hakikatidir?
Öncelikle Tao’da evreni tanımak gerek. “Tao, taşta uyur; çiçekte rüya görür; hayvanda uyanır; insanda uyandığının farkına varır” sözü, derin evren anlayışını içinde barındıran bir söz olmaktadır. Tao-yol olarak tanımlananın bir süreç olduğu çok açık ifade ediliyor. Bu süreç ise taştan (veya bir zerreden) başlayarak çiçeğe, hayvana ve son olarak da -bugün genel bir kanı olarak herkesin kabul ettiği- kendi farkına varan doğa olarak insana ulaşan oluşum sürecini tarif etmektedir. Oluşumun bütünlüğü, kesintisizliği, canlılığı ve amacı dile getiriliyor. Amaç Tao’nun kendi farkına varabilmesi, kendisini düşünmesi, görmesi, hissetmesi. Bu anlamda doğa Tao’nun tam bir tezahürüdür ve Tao’da simgeselleşmiş olmanın mükemmelliğini ve birliğini ifade ediyordu. Dünya mükemmel ve kutsaldı.
Ayrıca taocu doğa anlayışında, doğanın ve evrenin zıt oluşumlarının birliği ilkesi esastır. Düalist nitelikte olan tüm zıtlıklar, örneğin iyi ve kötü, karanlık ve aydınlık, soğuk ve sıcak, yaşam ve ölüm, dişil ve eril gibi zıtlıklar, birliğin farklı açılardaki görünüşleridir. Anti-tez niteliğindeki zıtlıklar, yin ve yang olarak simgeleştirilmiştir. Yin ve yang terimlerinin taoculuk öncesinde kullanılmış olması kuvvetle muhtemeldir. Yin sözcüğünün soğuk ve kapalı hava düşüncesini çağrıştırdığını ve içsel olan için kullanıldığını; yang teriminin ise güneşli hava ve sıcağı düşündürdüğünü hatırlatıyor… “yang ve yin zamanın somut ve antitez nitelikli yönlerini belirtiyor. … Demek ki dünya, ‘sırayla birbirinin yerini alan ve birbirini tamamlayan iki tezahürden oluşan, döngüsel nitelikte bir bütünlük’ gösterir.” (Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi-Cilt II)
Taoculuk, yol açtığı toplumsal sorunlardan dolayı uygarlığa karşıdır. Pek çok toplumda olduğu gibi Çin toplumunda da pek çok öğreti cennet hayaliyle geçmiş yaşama bir özlem duymuştur. Taocular da insan toplumsallaşmasının başlangıç halini ‘mükemmel’ olarak addederek, onun o kendiliğinden akan ve mükemmel bir uyumu temsil eden gerçekliğiyle yeniden buluşmayı cennete ulaşma olarak tanımlamışlardır.
Yine toplumsal sorunların kaynağının insan icadı olan yapılar olduğunun derin bilincindedir. Bu nedenle toplum için doğal olanı savunurlar. Doğal topluma karşı yapılan tüm müdahalelere karşıdırlar. Bunu eylemsizlik olarak adlandırsalar da, bu daha çok uygarlık kurumlarının toplum üzerinde gerçekleştirdikleri eylemleri sınırlandırma amacı güden bir yaklaşım olmaktadır. Devleti ‘kaçınılmaz kötülük’ olarak gören Tao’ya göre, “hükümdarların da en iyisi varlığı fark edilmeyendir” ve “Esnek ve zayıf olan, katı ve güçlü olanı yener.”
Dünyanın seyri olan Tao’ya karşılık olarak insanın içinde ‘Te’ denilen kuvvet vardır. Te, Tao’nun insandaki gerçekleşmesidir. Herkesin içinde mevcuttur, ancak bu öz doğru işletilmeli ve terbiye edilmelidir. İçinde Te’nin geliştiği bir insan, kendisine ait arzusu olmadan tıpkı bir çocuk gibi tümüyle dıştan belirlenmiş olacaktır. Tao ile uyumlu bir gerçekleşmeyi sağlayan kişiyi, günlük yaşamın sorunları ilgilendirmez. Hatta bazen kişi o kadar Tao ile bir olur ki, tıpkı Tao gibi ölümsüzleşir. Tao olarak tanımlanan yol, insanda bir gerçekleşmeye bu biçimiyle kavuşmuş olur. Doğaya, topluma ve insana olan bu yaklaşımları da ortaya koymaktadır ki Tao öğretisi de hakikat arayışçılığının Çin’de almış olduğu biçimi ifade eder. Bu sayede Tao, geleneğin bir halkası olarak bu sürekliliği devam ettirir.
Uğradığı her durakta bir emaresine rastladığımız hakikat bir Tao-yol olarak kendisini bu biçimiyle ulaştırmayı başarmıştır. Hakikatin bir rejim haline dönüştüğü her alan göz önüne getirildiğinde; merkezi uygarlık sistemlerinin topluma yaşattığı kırımların bir kriz halini aldığı dönemlerde toplum kendisini uygarlık karşısında bir savunma sistemi yaratmaya çalışmış ve bunu ancak bu biçimiyle gerçekleştirmiştir. Bazen bir din, bazen bir mitoloji, bazen mistik bir öğreti ya da felsefe ile kendisini ifadelendirmeye çalışmıştır. Tabii özellikle Ortadoğu ve Uzakdoğu’da inanç ağırlıklı sistemlerde dile gelen hakikatin felsefik ifadelere de kavuştuğu açıktır. Ancak tüm bu hakikat arayışlarının ortaya çıkardığı sonuçlar üzerinden tamamen felsefeye dayalı bir hakikat arayışçılığının, özellikle Yunanistan’da ulaştığı durağın da kendi içerisinde özgünlükleri olduğu açıktır.
Felsefe yolunda hakikat
Dini dogmalara ihtiyaç duymadan hakikati arama yöntemine felsefe denilmektedir. Bu yaklaşımları Uzakdoğu hakikat arayışçılarında görmeye başlamıştık zaten. Gerek buda gerekse de Tao öğretilerinde kendisini doğmalardan koparma arayışı oldukça gelişkindi. Yine zerdüştlükte ortaya konulan düalizmden varlığın dört kutsal maddesi olarak tanımlanan su, hava, toprak ve ateş öğretilerine, Hermes’teki ışıkçılığa kadar birçok yaklaşım Yunanistan’daki hakikat durağına bir potansiyel kazandırmıştı. Tabi en önemli etken de, aslında Yunanistan kıyılarına ulaşan mitolojik anlatımlara dayalı merkezi uygarlık tanrılarının yaratım hikayeleri, insanlığa hakikati kavratma yeteneklerini tamamen yitirmiş olmasıydı. Zeus kişiliğinde uygarlığın bütün maskeleri düşmüştü. Ve insanlar gerçek bilgiye ulaşmanın yollarını arıyorlardı. Bu noktada hakikate ulaşmanın, gerçeğin bilgisine varmanın ancak bilgiyi sevmekle mümkün olabileceğine inanılarak, bu yönteme ‘Bilgiyi Sevmek’ anlamına gelen felsefe demişlerdi. Felsefenin, tanrıları işe karıştırmadan evreni, doğayı ve insanı anlama ve açıklama arayışı olduğunu söylemiştik. Bu, özgür düşünceye yol açan en temel bir yöntem biçiminde, döneminin en ilerici zihniyet yapısı olarak da ortaya çıkıyordu. İnsanları tanrı kulluğundan kurtarmak, köleciliğe karşı gerçekleştirilen en somut mücadele yöntemi olmaktaydı.
Ancak zihinlerde dini doğmaların yıkılması, kendisiyle beraber toplumsal ahlakta da bir çöküşe yol açmaktaydı. Çünkü toplum, varlığının en temel unsurlarından biri olan ahlakı din yapıları içerisinde sürdürerek, kendini iktidar karşısında korumaya almıştı. Felsefe üzerinden dine karşı gerçekleştirilen bu saldırılar, toplumsal ahlaka karşı da bir yönelime neden olmaktaydı. İnsan dinin iktidara bağlayan yanlarından kurtarılırken, öte yandan toplumu kendisi olarak var eden ahlak da aşındırılmaktaydı. Bu durum felsefeden değil, iktidar yapılarının özgür düşünme biçimi olarak felsefeyi toplumun politik ve ahlaki yapısına karşı kullanmasından kaynaklanmaktadır. Bu akımın başını da Sofistler olarak bilinen dönemin bilgi satıcıları-bilgicileri çekmektedir. Bu bilgicilerin felsefe adına yaptıklarını felsefe olarak kabul etmek, muhakkak ki özgürlük tarihine yapılacak en büyük saygısızlık olacaktır. Bunlara göre kendisini toplumdan kurtaran birey, bağımsızlaşmış ve özgürleşmiş bireydi. Bilgi ise, bireysel yaşama olanak sağladığı, onu geliştirdiği ölçüde değerliydi.
Buna karşı bir duruş ise, komünal toplum geleneğinin en acil görevi idi. Felsefe adına yapılması gereken bu gelenek üzerinden özgür düşünceye ahlaki ve politik toplum yapısının ölçülerini kazandırmak olacaktı. Antik Yunan’da öncesi ve sonrası diye anılacak olan milada adını veren Sokrates, bu misyonu yerine getiren tarihin tanıdığı ilk toplumcu ahlak filozofu olması itibari ile tarihteki yerini almıştır.
Sokrates hayatı boyunca çok yoğun felsefe tartışmaları gerçekleştirmiş olsa da ardından kendi fikirlerini bizzat kendi kaleminden öğrenebileceğimiz hiçbir belge bırakmamıştır. Bu konuda Sokrates’in fikirlerini daha çok öğrencisi olan Platon’un Sokrates’e ilişkin kaleme aldığı diyaloglar ile Xenopon’un Sokrates’in anılarını anlattığı Memorabilia adlı eserlerden öğrenmekteyiz.
Sokrates’i milat yapan en önemli neden; O’nun bilgiye yaklaşımı olmaktadır. Herkesin her şeyi bildiği, herkesin kendi bilgisini bir diğeri ile yarıştırdığı, bilginin para karşılığı satıldığı bir dönemde, her fırsatta kendi cehaletinden söz eden Sokrates; “tek bildiğim, hiçbir şey bilmediğimdir” diyordu. Bu, bilgi karşısında yapılan sıradan bir mütevazılığın ötesinde, insan bilgisinin evren gerçekliği karşısındaki en yalın ifadesi olmaktaydı. Bundan kaynaklı olarak O’na göre tüm bilimler, insanı konu almak zorundaydılar. İnsan; evrenin, doğanın toplamı olarak tüm bilgileri kendisinde barındırmaktaydı ve tek bilgi kaynağı insanın kendisiydi. Bu nedenle Delphe tapınağının kapısının üzerinde yazılı olan, “Kendini Bil!” vecizesi O’nun hem yöntemine hem de felsefesine temel olmuştur.
Sokrates’te erdem, düşünce ve eylemin toplumsal hakikate yakınlığının ifadesidir. Erdeme ulaşmış birey, toplumuyla barışık yaşayacak ve mutlu bir hayata sahip olacaktır. Bu noktadan itibaren Sokrates’in bütün düşüncesi ve çalışmaları ahlaka yönelmiştir. Gelenek ve törelerin oluşturduğu ölçüler üzerinde düşünmeyi kendisine ilke yapmıştır. Erdem de bir bilim olduğundan, elde edildiği gibi öğretilebilirdir de. Bu ise ahlak felsefesinin kendisidir. Toplumsal sorunların kaynağında iyi huy eksikliği yatmaktadır. Bu nedenle ana bilim olan erdemin temel konusu ahlak olmalıdır.
Sokrates’e göre bir iş hakkında bilgi sahibi olmayan birinin o işi yerine getirmesi veya o iş hakkında konuşması ahlaklı bir davranış değildir. Hatta yaşamdaki kargaşanın, bozuklukların ve yozlaşmanın da asıl nedeni bilgisizliktir. Siyaset hakkında bilgisi olmayanın siyaset yapması, siyaseti bozacaktır. Bu, toplumda kargaşaya neden olacaktır ve toplumsal yaşam bozulacaktır. Yani sağlam bir teori olmadan sağlam bir pratiğin de ortaya çıkmayacağını çok net ifadelendirmiştir.
Sokrates kendi felsefesinin temeline yöntem sorununu almıştır. Sokrates’in her soruna yaklaşımında “ne” sorusundan ziyade “nasıl” sorusu ön plana çıkmaktadır. En fazla da yaşam hakkındaki yoğunlaşmaları “Nasıl Yaşamalı?” sorusu üzerinde derinleşmektedir. Bilgi, erdem ve ahlak konularındaki cevaplar, en temelinde bu soruya verilen cevaplar olmaktadır. Çünkü o da bilmektedir ki; Önderliğin de belirttiği gibi, “Yöntem olmayınca, biriktirilecek bütün bilgiler eşeğin sırtına vurulacak kitaplar gibidir; belki de ondan daha tehlikelidir. Çünkü insanın elinde yanlış bir yöntemle kullanılacak bir bilgi, eşeğin sessizliği yanında bin kat daha tehlikeli ve yanlış bir duruma yol açabilir.”
Sokrates ilk anlambilimci olarak da tanınmaktadır. O, yaşamda her şeyin açık seçik bir anlama sahip olması ve bu anlamına uygun olarak kullanılması gerektiğine dikkat çekmektedir. Sokrates, bilgeliğin, adaletin ve cesaretin anlamının bilinmedikçe, bilgece, adil ve cesur bir yaşamın yaşanamayacağını her fırsatta dile getirmiştir. Ahlaklı bir yaşama kavuşmak için ahlakın ne anlama geldiğini bilmek şarttır. Sokrates’in anlam sorununda da vardığı sonuç, yine kendini bil ilkesi olmaktadır. Kendini bilmek, kendi anlamına kavuşmakla mümkündür. Ahlaklı ve erdemli yaşam da ancak bununla gerçekleşmektedir.
Sokrates yalnızca ölümünden sonraki yakın tarihi değil, günümüze kadar gelen tüm felsefe ve düşün tarihini etkileyen en önemli filozoftur. Bilgi, ahlak ve toplum üzerine gerçekleştirmiş olduğu düşünsel faaliyetlerde yakın olduğu komünal toplum değerlerini yaşaması ve yaşatması açısından, hakikat arayışçılığı geleneğinin köşe taşlarından biri olmuştur.
Peygamberlik geleneği
Toplumsal tarih içerisinde hakikat arayışçılığına en stratejik yaklaşımlarından biri de, peygamberlik geleneği olarak ifade edilmektedir. Önderlik bu kurumu; “Öyle anlaşılıyor ki, Sümer ve Mısır mitolojik kaynaklı (rahip icatları) bilgeliklerin tümüne peygamber denilmektedir. Ahdi Atik böyle yorumlamaktadır. Peygamberlerin temel görevi, uygarlık tekelinin oluşturduğu misli görülmemiş toplumsal soruna çözüm olmaktır. Artık-ürün-sermaye birikiminin köleleştirme temelinde zorla çalıştırma ve askeri yolla sağlandığı sürekli göz önünde tutulursa, sorunların da devasa birikimi daha iyi anlaşılacaktır. Peygamberlik, bu gerçekliğin ağır sorun yaşayan toplum kesimlerinde yankı bulmasıdır. Kurumsal niteliğini böyle kavramak, tarih okumalarımızı daha anlaşılır kılacaktır” şeklinde tanımlamaktadır.
Bu tanımdan da anlaşılacağı üzere, aslında Sümer ve Mısır kaynaklı bilgi yapılarından bağımsız değillerdir. Buna karşı sistem içerisinde bir reform hareketi gerçekleştirme çabaları hakikat arayışçılığında bir anlam gücüne ulaşmalarını sağlamıştır. Özellikle de merkezi uygarlık karşısında komünal toplumun kendi zihni ve vicdani yapılarını yaşatma konusunda peygamberliğin yol açtığı dinler birer sığınak olarak kullanılmıştır. Bu nedenle biraz da bu geleneğin başlatıcısı olarak tanınan İbrahim peygamber, Önderlik tarafından insanlığın vicdan devrimini gerçekleştiren devrimci olarak kabul edilmiştir. Peygamberlik geleneği bir yerde İbrahimi gelenek olarak da bilinmektedir. Bu temel karakter bütün bu geleneğe damgasını vurmuştur. Her ne kadar sistem içerisinde bir orta sınıf yapısı olarak bilinse de insanlığın vicdanını temsil etmesi ve ahlak ağırlıklı gerçekleşmesi ona bir hakikat arayışçılığı rolünü de biçmiştir. İbrahim’den Musa’ya, Samuel (İsmail), Davud ve Süleyman’a, İsa’ya ve Muhammed’e kadar kutsal kitaplarda yüz binden fazla bir sayıyla ifade edilen peygamberlerin tamamını bu çerçevede bir gelenek olarak değerlendirmek, en doğru yorum olmaktadır.
Peygamberler, esasında devletçi toplumu kabul etmeyen, toplumdaki ahlaki yozlaşmanın önüne geçmek isteyen ve zihniyet güçleriyle yeni toplumu, daha çok da ahlaka dayanarak yaratmak için mücadele yürüten toplum öncüleri olmaktadır. Merkezi uygarlık sistemine karşı özgürlük, adalet, eşitlik vb. demokratik komünal değerler adına mücadele yürüttüklerinden dolayı tarihte, devlet dışı kalmış demokratik toplulukların tarihinin bir temsili olmaktadır bu gelenek. Bu geleneğe dayanmaları nedeniyle de hakikat anlamında da daha çok doğal toplumu esas alan bir yaklaşım içerisindedirler.
Ancak amaçları, ütopyaları demokratik komünal değerler çerçevesinde olsa da, pratikleri bunu gerçekleştirecek düzeyde güçlü olmamıştır. Neredeyse tüm peygamberler ve onların öğretileri sistem içileşmekten, sistemi daha da güçlendirmekten kurtulamamıştır. Bu onların niyetlerinden ve amaçlarından bağımsız bir şekilde gerçekleşmiştir. Zihniyet yapıları, bilme kapasiteleri, kişilikleri karşı oldukları mevcut hiyerarşik devletçi sistemi aşmaya ve alternatif, amaçlarıyla uyumlu bir yaşam ve sistem kurmaya yetmemiştir. Her şeyden önce orta sınıf karakterinde olmaları, onların radikal olmalarını engellemiş, bu yönüyle reformist kılmıştır. Önderliğimiz bu geleneği, günümüzün sosyal demokratlarına benzetmektedir. Her yumuşatmanın aynı zamanda bir derinleştirme olduğu gerçeği göz önünde bulundurulduğunda, sistemi daha da derinleştirdikleri görülür. Amaçları iyi olan ama amaçlarını gerçekleştirmede iktidarlı yollara sapan, bu nedenle de amaçlarına ters düşen bir pratik sergilemekten kurtulamamışlardır.
Ana akım dinler olarak ortaya çıkan peygamber gelenekleri, her ne kadar kendilerini bu biçimiyle iktidarlı uygarlıktan kurtaramamış olsalar da bunlar içerisindeki doğal toplum yapıları kendilerini bir biçimiyle bunlar içerisinde örgütleme ve kendi hakikatlerini oluşturma çabası içerisinde olmuşlardır. Bu tür akımlar, dinler içerisinde mistik tarikatlar, batıni mezhepler ve benzeri biçimlerde kendilerini örgütlemiş ve bu yapılar içerisinde kendi hakikat arayışçılıklarına devam etmişlerdir. İlk tek tanrılı din olarak tanımlanan yahudilik içerisinde bile Musa’dan hemen sonra bu geleneğe kendisini dayandıran Esseniler benzeri tarikatlar türemiştir. Ki mevcut dinin yozlaşmış yanlarına karşı çıkarak daha fazla evrensel bir yapıya kavuşmasını sağlayan İsa, bu tarikat içerisinden çıkmıştır. Yani her gelişen yeni din, kendi içerisinde aynı zamanda kendisine alternatif oluşturacak ve yeni çıkışlara yol açacak gerçek hakikat arayışçılarını da barındıran yapıları taşımaktaydı. Bu muhakkak ki o dinden bağımsız gelişen bir durum olmaktaydı. Daha sonra hıristiyanlığın bir devlet dini olması esnasında bile Roma’daki doğal toplum özellikleri ağırlıkta olan pagan din rahipleri ile hıristiyan din adamları birçok noktada uzlaşarak, doğal toplumun inanç yapılarının günümüz hıristiyanlığının içerisinde kendisini devam ettirmesini sağlamışlardır. En başta Bakire Meryem ya da Magdalena figürlerinin bu kadar kutsallaştırılmasından ayin günü olarak Pagan dininde güneşe tapılan, adı bile Güneş Günü olan Sunday (Pazar)’in ibadet günü olarak belirlenmesine kadar birçok dinsel sembol, tamamen bununla bağlantılı olmaktadır. Yani komünal toplumun zihniyet yapıları asla ortadan kaldırılamamış ve bu yapılar her zaman kendilerini bir biçimiyle bu yeni yapılar içerisinde sürdürmeye devam etmişlerdir.
Bu daha sonra hıristiyanlık içerisinde katolik-keretik ayrımı olarak gözlenirken, islamiyet’te de merkezi sünni mezhep ile diğer mezhepler ve tarikatlar arasındaki çelişkilerde somutlaşmaktadır. Özellikle de islamiyet aşamasına gelindiğinde, bu akımlar oldukça açık bir biçimde kendisini Ortadoğu’da gerçekleştirme imkanına kavuşmuştur. İslamiyet her ne kadar mevcut uygarlık sistemlerine alternatif bir çıkış gibi gözükse de aslında kendisi uygarlık sisteminin yeni bir aşaması olarak ortaya çıkmış ve daha Hz. Muhammed döneminden itibaren kendi içerisinde komünal değerlerle uygarlık değerlerinin çatışmasını engelleyememiştir. Bu çatışmalı durum kendisiyle beraber ayrışmaları da ortaya çıkarmıştır. İster tarikat ister mezhep biçiminde olsun, gerçek hakikat arayışçılığı MS. 800’lü yıllardan itibaren Ortadoğu coğrafyasında zirve dönemini yaşamaktadır. İslamiyet’i gönüllüce kabul etmeyen kesimler, kendi doğal toplum zihniyet yapılarını merkezi inanç yapıları dışındaki mezhepler içerisinde sürdürmüşlerdir. Günümüz itibari ile sünnilik dışındaki birçok mezhep ve tarikat bu biçimde şekillenmiştir. Alevilik, şiilik vb. mezhepler ile batıni olarak tanımlanan ismaili, fatımi, karmati gibi akımlar, bu yaklaşımların bir sonucu olarak gelişmiştir.
Tasavvuf, batınilik ve sufiler
Tasavvufun kelime köküne ilişkin değişik görüşler bulunsa da, saflık arılık anlamındaki ‘safa’ ya da ‘yün elbise’ anlamında ‘suf’ kökünden türemiş olma ihtimalleri daha ağır basmaktadır. Her iki anlam da tasavvufu tanımlamakta temel iki karakteri ortaya koymaktadır. Tıpkı kendinden önceki hakikat arayışçıları gibi saflığa, arılığa, duruluğa, aydınlığa ulaşma amacı taşıyan tasavvuf ehli insanlar, kendilerini dönemin tüm uygarlık şaşasından ve dünyanın tüm maddi imkanlarından kurtararak hakikat yoluna vermelerinden dolayı, yün bir aba giymeyi tercih etmişlerdir. Yani her iki tanım da sufileri tanımlayan özellikler olmaktadır.
Ancak mutasavvıflar, tasavvufu insanın akıl yoluyla erişemediği ilahi hakikatleri ve gayb alemine ait hakikatleri sezgiyle arama yolu olarak tanımlarlar. Hedef, insan-ı kamil (ermiş insan) olmaktır. Burada da karşımıza çıkan en temel özellik, yol olma durumudur. Yani tasavvuf da aslında bir yoldur. Hakikate ulaşma yoludur. Tasavvuf yolunda hakikate ulaşmış olana ise sufi denmektedir. Tasavvuf yolun kendisi, mutasavvıf yolda olan, sofi ise kamil olan kişi olmaktadır.
Toplumsal hareketliliğin en yoğun olduğu tarihler, zihniyet faaliyetlerinin de en derin olduğu dönemlere tekabül etmektedir. Her zihniyet dönüşümü, bir toplumsal arayışın ürünü olduğu kadar, toplumsal değişim ve hareketlilikleri de en fazla etkileyen ve biçimlendiren faaliyetler olmaktadır.
800’lü yılların başından itibaren başlayan ve 1100’lü yıllara kadar süren derin, kapsamlı ve yaygın toplumsal hareketler, islamiyet içerisindeki derin ideolojik faaliyetlerle ortak bir seyir izlemiştir. İslamiyet içerisinde derin felsefik arayışların olduğu yüzyıllar olarak tarihe geçen bu yıllar, toplumsal hakikat doğrultusunda kendisini gerçekleştirmiş, onlarca hem bilge hem de devrimci halk önderi insanın yetiştiği yıllar olmaktadır.
Özellikle 800’lü yılların son çeyreğinden itibaren Irak merkezli ortaya çıkan toplumsal hareketlilikler, çevreden bu konuya duyarlı birçok insanı, topluluğu da kendisine çekmiştir. Bu nedenle de İran’dan, Türkmenistan’dan, Azerbaycan’dan, Kürdistan’dan ve dünyanın daha birçok bölgesinden; özellikle de Ortadoğu’daki diğer alanlardan birçok düşünce insanı Irak merkezine akın etmiştir. Bu alanlar birçok ekol (okul)’ün oluştuğu bir akademi merkezi rolünü oynamıştır. Özellikle de Bağdat, bu okullar için temel bir yoğunlaşma merkezi olmuştur. Dönemin en temel iki ismi olan El-Kindi ile El-Cahiz 870 öncesi Bağdat’taki temel fikir ve ilim insanlarıdır. Bunların yol açtıkları tartışma ortamlarında şekillenen doktrinler, daha sonraki tasavvuf bilginlerine temel bir kapı aralamaktaydı. Yine dönemin temel okullarından olan ve geliştirdiği öğreti ile kaderciliğe büyük bir darbe vurup, “kul ettiklerinin yaratıcısıdır” diyerek insan iradesini öne çıkaran Mutezile okulu, Bağdat başta olmak üzere bölgenin temel İslam merkezlerinde etkili olmaktadır. Mısır merkezinde Zünun El-Mısri etrafında ekolleşen tasavvuf okulu, Bağdat’ta ise Cüneyd El-Bağdadi etrafında kendi ifadesine kavuşuyordu. Bağdat Okulu kendi döneminin öncü ekolü olmasının yanında, kendinden sonraki ve günümüze kadar gelen tasavvuf akımlarına öncülük etmesi ve etkilemesi bakımından da oldukça önemli bir okul olmaktadır. Yani 800’lü yılların son çeyreği, islamiyet içerisinde sosyal ve düşünsel hareketliliklerin oldukça yoğun yaşandığı yıllar oluyordu.
Özellikle islamiyet’in devletleşmiş yapıları oldukça yoğun bir biçimde sorgulanıyordu. Allah inancından doğa anlayışına, insana yaklaşıma, toplumu ele alışa ve daha birçok varoluş sorunlarına ilişkin bir düşünce sistematiği oluşturularak, bu eksende bir yaşam tasarlanıyordu. İdeolojik olarak dini yapılara açıktan ve direkt saldırıyorlardı. Kendi içerisinde Vahdet-i Vücut felsefesini benimsemekteydiler.
Vahdet-i Vücut kelime itibari ile varlığın birliği anlamına gelmektedir. Hakikatin tek olduğunu, birbirinden ayrıştırılamayacağını ve parçalanamayacağını ileri sürmektedir. İnsan-ı Kamil olarak tarif edilen de aslında bu bütünlüğe ulaşan, varlığın birliğini kendi içerisinde hisseden, yaşayan ve insanlara anlatan kişiydi. Bu anlamıyla sufilerin söylevleri takip edildiğinde varılacak yer tasavvufla ispatlanmak istenen hakikatin kendisi olacaktır. Ancak tasavvufta yapılmak istenen, sadece hakikati ispatlamak veya ona inanmak da değildir. Hakikate aşk derecesinde bağlanmak, hatta hakikatin kendisini aşkta aramak en temel amaçlardan biri olmuştur.
“Gök kubbenin altında en eski meslek aşktır. Tasavvufta her şeyin özü ve özeti aşktır. Aşkın katmanlarını incelersek, denilir ki daha dünya yokken allah bilinmeyi istediğinde bir nur yarattı, onu sevdi. O nurdan bir ter hasıl oldu, o terle birlikte kainatın nüvesi yaratıldı. Allah işte o nur etrafında canları yarattı. Onları biraraya toplayıp onlara kendi güzelliğinden bir parçasını sundu gösterdi. Güzelliği de tek tek insanlara dağıttı. Onun cemalini kullar görünce “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye nida etti. “Evet” dediler. Bu “evet” aynı zamanda “aşkın belası” manasına gelmektedir. Bu bela İslam dünyasında hep aşkla özdeşleştirildi. İnsanoğlu bu alemde kiminle yakınlık kurduysa, daha önce ruhlar aleminde yakınlık kurduğu içindir.” Bu cümleler hakikate olan bağlılığın maneviyattaki bütünlüğünü çok net ifadelendirmektedir.
Tabii dikkat çeken bir diğer husus da, nur-ışığa yapılan vurgudur. Tasavvufta da nurun yeri ayrıdır. Yaratıcı tanrı bir nur, ışık olarak tasvir edilir. Işık aydınlanmanın kaynağı olarak da düşünülür. Nurlanmak, aydınlanmak, hakikate ulaşmak, allah’ı kavramak aynı şeylerdir. Bu anlamıyla insanlık hafızasının ilk gününden günümüze kadar ışık hakikatin en temel yolu olmuştur. Işığı takip etmek, ışığa ulaşmak, ışığın saflığında kendini yıkamak, ışıkla olmak. Bunların hepsi aslında başta da dile gelen ışığın temsil ettiği en aktif enerji halini ve enerjinin de temsil ettiği özgürlük potansiyelini anlama ve ona ulaşma çabaları olmaktadır. Gelenek kendisini bu biçimiyle sürdürmektedir.
İnsan en değerli varlık olarak değerlendirilir. Zaten eşref-i mahlûkat (yaratılmışların en şereflisi) olarak adlandırılmıştır. Bu nedenle hakikatin somutlaştığı hakikatin özünü temsil eden varlık olarak ele alınır. Geçmiş hakikat arayışçılarının vardıkları en temel sonuç olarak ‘kendini bil’ ilkesi burada da bariz bir şekilde görülmektedir. Bir şeyhin, hacca gitmekte olan Bayazid Bistami (öl. 26/874)ye: “Kabe benim. Çevremde yedi kez dön ve memleketine git. Beyhude zahmet çekip Hicaz’a gitme. Kabe kuruldu kurulalı allah oraya bir kez bile girmedi. Oysaki benim varlığım vücut bulalı allah, bu evden hiç çıkmadı.” dediği rivayet edilir. Kabe’de tavaf edilen hak, hakikatin kendisidir. Hakikat ise insanın kendisinden başkası olamaz. O halde insanın tavaf edilmesi, sufilerin her seferinde öğütledikleri en temel konu oluyor. Bu hikayeyi yorumlayan Mevlana da Mesnevi’sinde şöyle seslenir: “Ey hacca gidenler! Nereye gidiyorsunuz? Neredesiniz? Sevgili burada gelin, buraya gelin! Sevgiliniz duvar, duvara bitişik komşunuzdur. İş böyle iken siz, çöllerde ne akılla dolaşır durursunuz? Sevgilinin suretsiz suretini gördünüzse, hacı da sizsiniz, beytullah da sizsiniz, beytullah’ın sahibi de.”
Yine Mevlana’nın “Taştım, kaya oldum, ot oldum, çiçek oldum, süründüm, uçtum, balık oldum, en sonunda insan oldum.” Sözleri Tao’da dile gelen evren ve insan tanımına birebir uymaktadır. Burada da evrenin insana kadarki evrim süreci, çok yalın bir dille ifadeye kavuşmaktadır.
Yine vahdet-i vücut felsefesini sistemli bir halde dile getirerek, kendinden sonrası için temel bir yol gösterici olan Muhyiddin İbn-ül Arabi için varlığın nedeni “Muhabbet”tir. Arapçada sevgi, yarenlik ya da dostça sohbet anlamlarına da gelmektedir. Arabi buna da “Ben bir gizli hazine idim, bilinmeğe muhabbet ettim; halkı bilinmem için yarattım…” Kudsî hadisini delil gösterir. Yani bugün bizim ‘evren kendisini kanıtlama peşindedir’ dediğimiz şey Arabi’de bu biçimiyle dile geliyor.
Tabii bu ve benzeri birçok sufi hakikati bu biçimiyle anlamış ve anlatmaya çalışmıştır. Özellikle Vahdet-i Vücut felsefesinde insanı anlamaya çalışarak, hakikatin birliğine ulaşma yolunda serden geçip sırdan geçmeyen Hallac-ı Mansur; “Ben Hak’kın sırrıyım Hak değilim ben. Belki ben Hakkım da aramızda ayrılık oldu. Ben eşyada allah’ın aynı’yım, Acaba kainatta aynı’ımızdan görülen bir şey var mı?” sözleriyle kendisi ile hakikat arasında bir yol kurmaya çalışmış ve en nihayetinde “En-el Hak, Ben Hakım” sonucuna ulaşmıştır. Bu ise kendisini allah’a şirk (ortak) koşmak olarak değerlendirilip, çok ağır işkenceler görerek katledilmesine vesile olmuştur.
Yine geleneğin en yalın temsilcilerinden biri de, Şehabeddin Sühreverdi el-Maktul’dür. İsminin sonuna eklenen ‘maktul’ lakabı hakikat arayışçılığının bir sonucu olarak karşı çıktığı ve boşa çıkardığı merkezi uygarlık ideolojilerini temsil edenlerin onu katletmelerinden kaynaklanmaktadır. Esasen Sühreverdi tasavvuf içerisinde İşrakiye olarak bilinen felsefenin kurucusudur. Sühreverdi, ışığı (nur), hakikatin cevheri (özü) olarak tanımlamıştır. Ona göre herhangi bir şeyi algılama, kavrama eylemi, kaynağını ışıktan alan bilincin yarattığı aydınlanma ile oluşur. Bu yönüyle içinde yaşadığımız evreni, eşyayı kavramamızı sağlayan ışıktır. Sühreverdi kendi eserlerinde en fazla ismini zikrettiği Hermes ve Zerdüşt felsefelerinden yoğunca etkilenmiştir. “Güneş doğarken ve batarken kızıllığın bir kısmı karanlığa, bir kısmı da aydınlığa sahiptir, bu nedenle de kızıllık karanlık ve aydınlığın ortasında yer almaktadır.” Aklı bu kızıllığa benzeten Sühreverdi, aydınlık ve karanlığa eşit mesafede duran ve her ikisini de kendi içinde barındıran akıl ile hakikate ulaşılamayacağını söyler. Her şeyde içkin olan ışık, her şeyin ruhu olan enerji demektir. Bu da Sühreverdi’nin yaratıcı mutlak varlık olarak tanımladığı ve bütün nurların nuru olan “Nuru’l Envar”ın kendisini her şeye yaydığını, her şeyin canlı ve kutsal olduğunu gösterir. Tüm bu düşünce sistematiği ile dönemin ulemalarının yoğun tepkisini çekmiş ve hakkındaki suçlamalar sonucunda da katledilmiştir.
12. yy.’la beraber islam alemi içerisinde içtihat kapılarının kapatılması; yani yorum yapılmasının engellenmesinden sonra, Ortadoğu coğrafyası düşünsel faaliyetler açısından karanlık bir çağa adım atıyordu. Her ne kadar düşün insanları bu dönemden sonra da çıkmışsa da, Ortadoğu toplumlarının düşünce yapısına dogmatizm daha fazla hakim olmaya başlamaktaydı. Ancak bu durum hakikat arayışçılığını sonlandıramamıştır.
Hakikatin yeni durağı
Rönesans olarak adlandırılan ve yeniden doğuşu ifade eden süreç, Avrupa açısından gerçekten bir yeniden doğuşu ifade ediyordu. Hakikatle tanışma vasıtasıyla gerçekleşen bir yeniden doğuşu ifade ediyordu. Gerek Ortadoğu’daki gerekse de daha uzak alanlarda yaratılan düşünsel birikimlerle gerçekleşen ilk tanışma süreçleri, Avrupa’da kendisini bir yeniden doğuş adı altında gerçekleştirmeye başlamıştır.
Rönesans’ın gerçekleştiği mekan, Önderliğin de önemle vurguladığı gibi; “Roma kopyası krallık ve piskoposluk sarayı değil, kırsal alan manastırlarıyla yeni yükselen kent üniversiteleridir. Ne siyasal-askeri güç, ne de feodal-tüccar ekonomik güç bu çıkışta belirleyicidir. Kır manastırı ve kent üniversitesi kendi emekleriyle geçinen, halkın beslediği ve umut bağladığı, desteklediği, özgürlük ve bilincin yükseltildiği bağımsız çalışma mekanlarıdır.” Bu anlamıyla rönesans, tamamen komünal toplumun zihniyet yapısına dayalı olarak gerçekleştirilen bir zihniyet devrimi olarak da adlandırılmaktadır. Rönesans ile gerçekleşen, dönemin siyasi ve dini iktidar odaklarının toplumda yarattığı hiçliğe, iradesizliğe ve düşüncesizliğe karşı insanı kendine döndürme çabasıdır. Rönesans’ta gerçekleşen en önemli akım bu anlamıyla Hümanizm olmaktadır. İnsanı sevmek, insana değer vermek ve insanı yüceltmek, rönesans’taki ana akım olmaktadır. Bu amaçla insan iradesini hiçleştirmeye çalışan tüm iktidar yapılarına karşı bir savaş içerisinde olunmuştur.
Her yerde olduğu gibi burada da hakikat arayışçılarının iktidar yapılarınca çok da hoş karşılanmadıkları görülüyor. Hakikat arayışçılığını komünal toplum gerçeğine yakınlaştıran ve birçok konuda kendinden öncekilerle benzer sonuçlara ulaşarak iktidar yapılarının zihni tezlerini boşa çıkarmış olan Giardano Bruno da, Sokrates, Hallac ve diğerleri gibi bir akıbet ile karşı karşıya kalmış ve tavrı onlarınkinden farklı olmamıştır.
Bruno’ya göre evren sonsuzdur. “Akıl için iki sonsuz olamayacağına göre, tanrı ve evren bir ve aynı şeydiler. Tanrı evrenin yaratıcısı değil, kendisidir. Yaratılan bir şey yoktur, olmakta olan bir şey vardır. Ne yaratan vardır, ne de özgürce bir yaratma işi. Bunların yerine doğayı ve meydana gelme zorunluluğunu koymamız gerekir. Evren-Tanrı, açılarak ve yayılarak, kendisi bireyleşmeden bireyleri meydana getirir. Sonsuz büyüklükte nasıl bulunuyorsa bir parçacık otta, bir kum taneciğinde, bir karıncada da öylece, bütünüyle bulunur. Sonsuz gerçek olarak onun her yerde bulunması yüzünden doğa’da hiçbir şey yok olmaz. Ölüm, hayatın bir değişmesinden başka bir şey değildir. Doğada, bizlerin kurup çattığımız anlamda bir ölüm olamaz. Sadece her şey sürekli olarak değişir, o kadar. Bu değişme sonsuzdur. Tohumlar başka tohumlara yönelirler, değişirler. Örneğin tohum, ot olur, başak olur, ekmek olur, keylus olur, kan olur, insan tohumu olur. İnsan tohumu insan olur, ceset olur, toprak olur, bitki tohumu olur. Bu değişmeler ve yenileşmeler sonsuza kadar sürüp gidecektir.” “Sonsuz evrenin içinde sonsuz sayıda dünyalar vardır. Her şeyin nedeni yaratıcı doğadır” ifadeleri Bruno’nun kendinden önceki vahdet-i vücutçuların, en’el hakçıların, doğa felsefecilerinin, Tao’nun, Zerdeşt’in ve Hermes’in ulaştığı hakikate ne kadar da yakın seyrettiğinin bir ispatı olmaktadır. Bedeli olarak ise engizisyon mahkemelerinde yedi yıl yargılandıktan sonra konuşmaması için ağzı kapatılarak idam edileceği alana götürülmüş ve idam edilmiştir. İdam edildiği anda ise son sözü “beni idam ederken bile siz benden daha çok korkuyorsunuz” olmuştur.
Bruno ile aynı dönemde yaşayan Galileo Galilei de, özgür doğa fikrini geliştirmeye çalışmış ve bu konuda yoğun bilimsel araştırmalar gerçekleştirmişti. Onun da engizisyonda yargılandığı ve son yıllarını zindanda geçirdiği biliniyor. Her ikisinin yargılamasında da; haklarındaki en büyük suçlamalardan biri, kilise tarafından sapkın olarak ilan edilen heretik mezheplere üye olmalarıdır.
Yine dönem filozoflarından sayılan Spinoza, aynı hakikat yolunda olduğunu her fırsatta dile getirmekten çekinmemiştir. Her fırsatta özgürlüğün cehaletten çıkış olduğuna yaptığı vurgu, aslında döneminin bilim ve bilme yapıları içerisinde yaşanan çarpıklığa yaptığı vurgu olmaktadır. Özgürlüğün bilme ve anlama ile yakından bağlantılı olduğuna inanmıştır. Önderlik de bu konuda onunla aynı fikirde olduğunu “Spinoza, ‘anlam, özgürlüktür’ demişti. Onun dışında özgürlük olmadığına ben de inanıyorum” sözleri ile dile getirir. Spinoza da Bruno gibi varlığın birliği fikrine oldukça yakın durmaktadır. Rönesans geleneği içerisinde de adını sayamadığımız onlarca hakikat arayışçısı, iktidar yapılarının tüm susturma ve ortadan kaldırma çabalarına karşı hakikatin izini sürmüşler ve tarihten aldıkları ilham ile tarihe yeni izler ekleyerek, bu yolun devam etmesini sağlamışlardır.
Sonuç
Tarih bir gerçekleşme mekanıdır. Varlık, kendisini zaman içerisinde var etmektedir. Tarih, bu gerçekleşmenin yaşandığı sürecin bütünüdür. Varlığın kendisi nasıl bir bütün ise, onun gerçekleşme zamanını da bütün olarak ele alarak, ancak doğru yoruma tabi tutabiliriz. Bu anlamıyla hakikat arayışçılığı olarak tanımladığımız, daha çok da bir yol biçiminde tarif edilen bu süreç de bu bütünü ifade etmek zorundadır. Hiçbir arayış bir öncekinden bağımsız, ondan kopuk ve onun dışında gerçekleşmiş değildir. Bu anlamıyla bazılarının dediği gibi “yol, bir durma hali” değildir. Yol, hareketin kendisidir. Yol, uykudan uyanma halidir. Yol, sürekli bir şeylerin peşinde olma halidir. Bu konuda Önderlik; “Aydınlanmak, ilgili varlık konusunda hakikatle tanışmaktır. Hakikat ise, uğruna büyük mücadele verilmeksizin varılacak bir hedef değildir. Hakikat gerçek olmayıp, gerçeğin bilince varmış halidir. Hakikatsiz gerçek, uyuyan gerçekliktir. Uyuyan gerçekliğin sorunu yoktur. Hakikat, uykudaki gerçekliğin uyandırılmış halidir” diyerek, yolun; mücadelenin kendisi olduğunu ifade etmektedir.
Yolu ya da hakikat arayışçılığını anlatmaya çalıştığımızda, bunu çok daha net gördük ki, farkına varılan ya da uyandırılan her gerçeklik, insana daha fazla sorumluluk yüklemekte ve bu da kendisiyle bir mücadele durumunu ortaya çıkarmaktadır. Bu nedenledir ki yola çıkmak, savaşmayı göze almakla mümkündür. Savaşma kararlılığı olmayanların, zaten bunu gerçekleştirmesinin de mümkün olmadığı, anlatmaya çalıştığımız bu tarihte netçe görüldü. Ancak asıl savaşın da insanın kendindeki gerçekliklere karşı savaşı olduğu, tüm hakikat arayışçılarının vardıkları ilk sonuç oluyor. Kendi gerçeğinin farkına varmayan, kendisinde bu gerçeği uyandırmayan, evreni kendinde hissetmeyen, doğayı kendisinde bilmeyen, ne doğanın, ne evrenin ne de toplumun hakikatine ulaşacaktır. Bu nedenle hakikat arayışçılarının ilk elden giriştikleri aslında nefs savaşı, kendini benliğinden kurtarma, aşkın bir maneviyata ulaşma çabası oluyor. Her yerde bunun adı başka. Bazılarında nirvana, bazılarında en’el hak, bazılarına fenafillah…
Yine her anlam arayışının, bir hakikat yaratma çabası olduğu anlaşılmaktadır. Kendi anlamına ulaşma çabası, hakikati aramanın ta kendisi oluyor. Anlam arayışı ise, özgürlük eğilimi olarak kendisini var etme çabasıdır. Bununla hakikat, kendisini bir biçime kavuşturuyor, bir sistem haline geliyor. Önderlik bunu Hakikat Rejimi olarak adlandırdı. Yani ulaşılan her hakikat, kendisini kişide ve toplumda bir ifadeye kavuşturmadığı müddetçe kaybolmakla yüz yüze kalacaktır. Merkezi uygarlık karşısında kazanılacak en büyük zafer de, aslında komünal toplum gerçekliğinin kendi hakikat rejimini yaratması ile gerçekleşecektir.