PKK Yürütme Komitesi Üyesi Murat Karayılan
2021 yılı halkımız, mücadelemiz ve kardeş halkların devrimci dinamikleri açısından önemli bir yıl olarak geçti. Gerek askeri, siyasi ve gerekse de yaşamın diğer alanlarında kıyasıya mücadelenin sürdüğü ve birçok gelişmenin sağlandığı bu yıl, sadece hareketimiz açısından değil, bütün ezilenler ve özgürlük mücadelesi yürüten güçler açısından da önemli sonuçlar doğurdu.
Bu yılın daha başında hareket olarak ayrı ayrı yapılan toplantılarda 2021 yılının sıradan değil, önemli gelişmelerin yaşanacağı bir yıl olacağı biçiminde tespitler yapılmıştı. Çünkü, 2015’ten bu yana 6 yıl boyunca yürütülen topyekun savaşta Türk sömürgeci-soykırımcı devlet sistemi mücadelemiz karşısında istediği sonucu alamamıştı. Sonuç alabilmek için daha kapsamlı ve stratejik hedeflere yöneleceğini hesaplıyorduk. Her ne kadar propaganda da çok başarılı olduğunu, hareketimize çok sayıda kayıp verdirdiğini söylese de, esas olarak istediği sonucu alamadığını devletin kendisi de biliyordu. Bu yüzden daha kapsamlı, daha stratejik bir yönelim hazırlığı içerisine girmişti. Bunun için 2021 yılı öncesindeki 5 yıllık süreci gözden geçirmek yetmekteydi.
Sömürgeci Türk devletinin temel amacı hareketimizi tasfiye etmektir
Karşımızdaki rejim, sıradan bir rejim değildir. Zaten dönem itibarıyla Gülen Cemaati dışında, Türk devlet sistemi içerisinde değişik damarlar biçiminde bulunan ve birbiriyle çelişkili durumda olan tüm eğilimler ittifak yapmışlardı. Her ne kadar resmiyette AKP-MHP ittifakı olarak görünse de esasında Ergenekon’un, Perinçek grubunun, vb ırkçı kesimlerin de içinde aktif bir biçimde yer aldıkları bir ittifaktı. Bu ittifakın üzerinde anlaştığı konsept Özgürlük Hareketi’ni tasfiye etmek ve Kürdistan’da soykırım siyasetini egemen kıldırarak sonuç almaktı. Bu devlet yaklaşımı, Kürt varlığını kendisi için tehdit gören bir yaklaşımdır. Tehdidi ortadan kaldırmak için de ittifak kurarak var gücüyle savaşmayı önüne koydu. Bunu başarması halinde aynı zamanda kendisini bölgesel bir ultra güç haline getirme, Yeni Osmanlıcılık denilen hayaller temelindeki bir büyümeyi de nihai hedeflerinden biri haline getirmişti. Bunun için devlet olası riskleri ve gereken masrafı göze aldı. Adeta Türkiye’nin varını-yoğunu ortaya koydu.
Zaten ‘ülkenin bekası’ söylemini, yıllardır dile getiriyorlar. Onun için şimdi Türkiye başta ekonomik olmak üzere bütün alanlarda derin bir kriz içerisindedir. Türkiye’nin gelir kaynakları aslında çok güçlüydü ama hepsini savaşa akıttılar. “Güvenlik tedbirleri” adı altında alabildiğine savaşa yatırım yaptılar, her şeylerini ona göre konumlandırdılar. Sadece ekonomik açıdan ve iç dizayn bakımından değil, dış politikalarını da ona göre ayarladılar. Bunun yanı sıra El Nusra, Daiş ve İhvan’ı Muslimîn (Müslüman Kardeşler) gibi yapıların belli bir güç kazanmasıyla birlikte bunlara dayanarak sonuç almayı önlerine koydular. Dolayısıyla onlarla her türlü ilişkiyi kurdular; bunun için hiçbir masraf yapmaktan kaçınmadılar. Çeşitli ülkelere yapılan müdahaleler, Suriye-Irak’a dönük yapılan saldırılar ve yine ABD, Rusya ve Avrupa’yla yürütülen tüm diplomatik ilişkilerin hepsi bu eksene göre ayarlandı. Yani devlet temel amacı olan Kürdistan Özgürlük Hareketi’ni tasfiye etme, böylece Önderliği teslim alma ve Kürdistan halkına dönük soykırım siyaseti uygulayarak ortadan kaldırma hedefini somut bir konsept olarak önüne koydu.
Bu konsept temelinde, bilindiği gibi çok yönlü saldırılar gelişti. Her şeyden önce İmralı’daki mutlak tecrit, psikolojik işkence; yine siyasal-toplumsal alana dönük toplumu sindirme ve teslim alma amaçlı yürütülen siyasi soykırım tutuklamaları, faşizan baskılar ve yoğun psikolojik savaş ile topluma dönük saldırılar yoğunlaştırıldı. Kürt demokratik siyaseti ile Türkiye solunun ortaklaşmış siyaset yaklaşımını tasfiye etmeyi önlerine koydular. Çünkü, bu devletin en büyük amaçlarından birisi de Kürt Özgürlük Hareketi’nin Türkiyeli sol-demokratik-sosyalist güçlerle ortaklaşmamasıdır. Bunu öteden beri hep hedeflediler. Hatta bunun için bazı sol kesimleri özel olarak etki altına aldılar. Hala bunun etkisinde olan bazı güçler vardır. Dolayısıyla bu yönelimle aynı zamanda bu ittifakı da ezmek ve geriletmek onlar için bir hedef durumundaydı.
Fakat onlar gerilla ve halkımızın dişiyle, tırnağıyla kazandığı mevziler ayakta durduğu sürece, Bakurê Kurdistan’da, metropollerde, toplumu teslim alamayacaklarını biliyorlardı ve esas hesaplarını bunlar üzerinden yapıyorlardı. Bunun için en sert ve en kapsamlı yönelimlerini hep gerillaya ve yine demokratik siyasete dönük gerçekleştirdiler, bütün bu saldırıları paralel yürüttüler. Örneğin; HDP Eş Genel Başkanları, milletvekilleri tutuklandı; HDP’li bütün belediyelere kayyum atandı ama aynı paralelde Efrîn’e, Serêkaniyê’ye, Botan’a, Dersim’e, Erzurum’a, Serhat’a, Medya Savunma Alanları’na da saldırılar yapıldı. Amaç halkımızın tüm kazanımlarını ortadan kaldırmak ve böylece Çöktürme Planı’nı uygulamaktı. Devleti oluşturan kesimlerin üzerinde uzlaştığı temel proje Çöktürme Planı’dır. Zaten o planda ne yapacaklarını geniş bir biçimde yazmışlar. Kısacası amaçları halkımızı ve hareketimize bir çöküşü yaşatmaydı. Bu açıdan biz 2021 yılının daha sert geçeceğini hesaplıyorduk ve tahminlerimiz doğru çıktı.
Biz 2021 yılında daha çok Medya Savunma Alanları’nı hedefleyebileceklerini de düşünüyorduk. Çünkü geçen süreçte yapılan saldırıların, belli düzeyde etkileri de olmuştu. Örneğin Bakur’da gerillaya dönük geliştirilen kıyasıya saldırılar belki gerillanın sistemini çökertemedi ama önemli kayıplar verdik.Yine Rojava Devrim güçlerini terör listesine aldırmak için çok uğraştılar. Bunun için Rusya ve ABD arasında oynayarak, yine NATO ülkesi olma konumunu da kullanmak suretiyle tüm ağırlıklarını kullandılar. Bu güçler onların bu dayatmalarını kabul etmedi ama diğer yandan da Türk devletinin Rojava’da bazı yerleri işgal etmesine izin verdiler, göz yumdular. Çünkü bize dönük bir konsept de var. O konseptle uyumlu olan boyutlarıyla uluslararası güçlerin Türkiye’ye yol verme, onları destekleme durumları da oldu. Bunun için Efrîn işgal edildi. Efrîn’in işgali bir uluslararası ittifak temelinde oldu. Görünürde Rusya ile uzlaşma biçiminde yansıdı ama bu aslında Uluslararası Komplocu güçlerin genel bir yaklaşımıydı.
Düşman Uluslararası Komplo’yu 2021 yılında başarıya taşımayı amaçlıyordu
Kısacası Türk devletinin yürüttüğü saldırılarda Kürdistan Özgürlük Mücadelesi’nde belli bir yıpranma yaşandı, ama bu süreçte yürüttüğümüz mücadelenin sonucunda onlar daha fazla yıprandı. Bu durum zaten şimdi daha iyi görülmektedir, ama bizde de belli bir yıpranma düzeyi gelişti.
Dolayısıyla sonuç almak için, hareketin daha çok koordinasyon merkezlerinin bulunduğu Başûrê Kurdistan’daki Medya Savunma Alanları’na yönelerek, bizi oradan tümüyle çıkarmayı önüne koydular. Yani 2021 yılındaki esas hedefleri buydu. Eğer bunu başarmış olsaydılar, işte o zaman diğer kazanımlarımızın üzerine daha fazla giderek ve ağırlık oluşturarak, artık baş aşağı gidişinin önünü açmış olacaklardı. Yani Medya Savunma Alanlarında hareketi tümüyle tasfiye eder ve temel üs alanlarına kendisinin yerleştiği bir atmosfer yaratırsa hareketin her alanda zayıflayacağını, tasfiyeye doğru gideceğini ve böylece tüm mevzilerin giderek tasfiyeye uğrayacağını hesaplıyorlardı. Bu konuda yer yer Uluslararası Komplocu güçlerle de kesişen hesapları söz konusu oluyordu. Zaten kesiştiği noktada ortak hareket ediyorlardı ama bütün boyutlarıyla bir kesişmenin olduğundan söz etmek güçtür. Yani bütün bu konsepti, Uluslararası Komplocu güçlerin her bakımdan desteklediği belirtilemez ama birçok önemli konuda desteklemiş olduklarını da görüyoruz. Bu konuda herkes çıkarını düşünüyor. Herkes kendi çizgisi çerçevesinde yaklaşım geliştiriyor.
İşte bu konudaki planlarını başarılı kılmak için daha yılın başında Türk Sa vunma Bakanı’nın öncülüğündeki kapsamlı bir heyetle önce Bağdat, sonrasında ise Hewlêr ziyaret edildi. Aslında bu ziyaretler sembolikti; çünkü kapalı diplomasiyle yürütülen görüşmelerde bu güçleri de sürece dahil etmişlerdi.
KDP de hareketimize dönük tasfiye ve halkımıza dönük soykırım konseptine maalesef ortak olmuştur. Biz aslında böyle olmaması için çok çaba sarf ettik. Değişik çabalarımız oldu. Fakat tercih meselesidir. Yani hem bizimle hem de Türk devletiyle görüştüler; sonuçta kendi kararlarını o yönlü verdiler. Kuşkusuz ulusal çıkarları düşünselerdi böyle karar vermezlerdi, ama ulusal değil dar örgüt ve aile çıkarları, iktidar hesapları gereği bu kararı almalarına yol açtı. Onlar da kendilerine göre, PKK’nin darbe yiyerek tasfiye sürecine tabi tutulmasında kendileri açısından daha fazla çıkar gördüler. Dolayısıyla zaten bir süreden beri YNK’nin iç sorunlar yaşadığı bir süreçte eğer PKK de ağır darbeler vurulursa ve sürece dahil edilirse, Kürdistan sathında bir tek kendisinin kalacağını hesaplıyor.
Şurası açık ki, Türk devletinin konseptinin hedefinde sadece PKK yoktur. Aslında Türkiye’nin resmi sınırları içerisinde olan veya olmayan tüm Kürt kazanımlarını hedefleme ve ortadan kaldırma planı vardır. Bunu büyük olasılıkla KDP de, biliyordur ama onlar, “hele PKK sorunu hallolsun; dayandığımız farklı dış güçler sayesinde bir şekilde kendimizi koruruz” hesabını yapmaktadırlar. Açık ki bu bir gaflettir. PKK’nin etkisizleştirilmesi halinde Türk devleti Kürdistan’ın hiçbir parçasında tek bir Kürt siyasetinin ayakta kalmasını kabul etmeyecek ve hepsini tasfiye edecektir. Bu kesin bir olgudur. Geçmiş dönemlerde, PKK’yle askeri savaş içerisinde bulunmadığı zamanlarda Türk devletinin diğer parçalardaki Kürt hareketlerine karşı nasıl düşmanca yaklaşım geliştirdiğini herkes biliyor. Yani mevcut ilişki düzeyi, PKK’nin yarattığı denge ortamında gelişen bir ilişki düzeyidir. Dolayısıyla KDP’nin yürüttüğü siyaset yanlış bir siyasettir ve ulusal çıkarlar açısından tehlikelidir. Biz aslında bunu anlatmak istedik; bu yönlü çabalar da sergiledik ama onlar kendi tercihlerini böyle yaptılar. Bu, KDP için yapılmış bir suçlama değil, bir gerçeğin ifade edilmesidir. Kısacası KDP’nin bu biçimde katılması, Irak’ın ise sessiz kalmasının sağlanması biçiminde dolaylı olarak dahil edilmesiyle bu konseptin ayakları oluşturulmuş oldu.
Belli ki bir kısım uluslararası güçler de böyle bir yönelimi kendi çıkarları açısından uygun gördüler ki onlar da bu anlamda destek sundular. Böylece aslında Uluslararası Komplo’yu yeniden canlandırma, Medya Savunma Alanları’ndaki bütün mevzilendirmeleri ortadan kaldırarak komuta kontrol merkezini dağıtma suretiyle bir tasfiye sürecini geliştirme, yani Önder Apo’ya dönük 9 Ekim 1998’de başlatılan Uluslararası Komplo’yu böyle bir hamleyle nihai sonuca götürmeyi hedeflediler. Bu temelde Önderliği güçsüz-etkisiz kılarak, onun mücadelesiyle yarattığı bütün ideolojik, örgütsel ve askeri yapılanmaları tasfiye ederek sonuç almayı önlerine koydular. Bu anlamda 2021 yılı Kürt halkının düşmanları açısından zirvesel bir yıl biçiminde planlanmış olduğu gibi, yılın başında hareketimiz tarafından yapılan tespitlerin doğruluğu da böylece netleşmiştir.
Tabi Türk devleti daha çok hava gücüne dayanarak kısa sürede sonuç alabileceğini düşünüyordu. Daha önceden Efrîn’de, Serêkaniyê’de, İdlib’de, Libya’da, Ermenistan’da hava tekniğine dayanarak sonuçlar aldıklarını, hiçbir gücün karşılarında dayanamayacağını, güdümlü füzeler, dronlar ve savaş uçaklarının etkili devrede olmasıyla birlikte tüm hedefleri imha edeceklerini, böylece Medya Savunma Alanları dediğimiz yerlerde gerilla mevzilenmesini kısa sürede tasfiye edeceklerini hesapladılar. Bu konuda belli ki tekniğe fazlasıyla güvenme durumu söz konusuydu. Bunun yanı sıra zaten uluslararası güçlerden de gerekli destek ve onayı aldıkları ortadadır. Hava sahasını kullanmaları önünde herhangi bir engel yoktur. ABD, Almanya, İngiltere gibi ülkelerin desteği vardır. Kısacası istedikleri gibi davranmalarının önüne geçecek herhangi bir engel olmadığı için onlar da hava güçlerini etkili bir tarzda kullanarak kesinlikle kısa sürede bu alanları işgal edebileceklerini düşünüyorlardı.
2021 yılına giriş Garê’deki büyük mücadele ve direnişle başladı
Başlangıç tabii ki Garê alanı oldu. Buraya dönük planlarını çok düşünerek yaptıkları anlaşılıyor. Bayağı hesap kitap yapmışlar. Zaten kendileri de 6 ay üzerinde hazırlık yaptıklarını basına yansıttılar. Savaşta karşı tarafı yanıltma, gafil avlama ve sürpriz çıkış, başarı için önemli bir faktördür. Garê’de de bunu yapmak istediler. Her şeyden önce kış ortası (10 Şubat günü) kimsenin böyle bir şeyi beklemeyeceğini düşündüler. Geçmişte en erken yaptıkları operasyon 21 Şubat 2008’de Zap’a yapılan operasyondur. Bunun dışında Medya Savunma Alanları’na kışın yönelim olmamıştır ve bu biraz zordur. Ancak bunlar biraz da hava koşullarına dayanarak 10 Şubat’ta sürpriz bir saldırı gerçekleştirmeyi planladılar.
Yine ilk etapta Garê alanının beklenilen bir alan olmayacağını düşündüler. Yani burada bulunan gerilla güçlerinin, diğer alanlara göre düşman saldırısına hazır olması ihtimalini daha az gördüler. Bununla paralel diğer önemli bir husus da, saldırıyı kuzeyden değil güneyden geliştirdiler. Saldırı yapacak olan güçler daha önceden Başika’ya yerleştirilmiş, güneyden, KDP’nin üslenmiş olduğu yerlerin üstünden helikopterlerin alçak uçuşu biçiminde adeta sızma yaparak birden bire böyle indirme ve hemen hedefledikleri yerleri ele geçirmeyi planlamışlardı. Garê saldırısı bunun gibi birçok açıdan düşünülmüş, sürpriz boyutları olan ani bir baskın planlanmasıdır.
Fakat Komutan Şoreş Beytüşşebapların o yüksek öngörüsü, cesareti, kararlılığı ve devrimci uyanıklığı temelinde, düşman daha attığı ilk adımda ağır bir darbe yedi. Çünkü Şoreş arkadaş ve görev arkadaşlarının onların önüne çıkması ve beklemedikleri yerde onlara darbe vurmasıyla çatışma başladı. Yani onlar ani baskın yapamadı; tersine Şoreş arkadaş onları ani pusuya düşürerek vurdu. Böylece 4 gün boyunca çok yoğun bir tarzda süren o Garê operasyonunda gerçekten hezimete uğradılar. Yani ciddi bir darbe yediler ve sonuç bekledikleri gibi olmadı.
Onların hesabı Garê’nin orta merkeziydi. Ani bir baskınla orayı ele geçirecek; elimizde tutuklu olan esirleri alarak büyük bir şov yapacaklardı. Ancak daha önemlisi, Garê’nin merkezi alanına üsleneceklerdi. İyi biliyoruz ki ikinci hamle olarak tahmin edildiği kadar stratejik olan yerler yoğun bir biçimde hedeflenecek, Merkez Karargah etkisizleştirilecek ve indirmelerle operasyon yoğun bir biçimde genişletilecekti. Zaten tüm hedefler vuruluyordu. Yoğun bir hava saldırısı vardı. Ama güçlerimizin genelde hazır olması, soğuk kanlı yaklaşması, hem Şoreşlerin o ilk çıkışı ve büyük bir kararlılıkla direnişi, hem de arazide gerillanın tim hareketiyle değişik açılardan düşman güçlerini sıkıştırması nedeniyle, daha fazla sürdürmeleri halinde ağır kayıplar vereceklerini düşünerek erkenden çekilmeyi kararlaştırdılar. Sonradan aldığımız bilgiye göre, operasyon koordinesi olan bir albay da ölmüştür. Bu biçimde Siyanê Şikefti’ne karşı kimyasal gazlar kullanarak içindekileri imha etme ve bu temelde operasyonlarını sonlandırma kararına ulaştılar. Zaten bu da operasyonun son günü oluyor. Düşmanın almış olduğu bu karar, Garê’de girmiş oldukları çıkmazın veya başka bir deyişle almış oldukları yenilginin bir sonucudur. Yani ‘esir askerleri sağ kurtaramadıysak da ölü olarak da olsa getirelim’ biçiminde düşünerek bu yola başvurmuşlardır. Kısaca bu operasyonun yenilgiyle sonuçlanması, belirtildiği gibi gizlenemez bir tablodur. Zaten bu nedenle Erdoğan’ın kendisi başarısızlıklarını kabul etmek zorunda kalmıştır.
Hareketimizin mücadelesi, faşist AKP-MHP rejimini bitirme noktasına getirdi
Fakat konseptleri genişti. Bu ilk adımdaki yenilgiyle konseptlerini erteleyecek değillerdi. Biz de zaten bunu biliyorduk. Nitekim havuz medyası yoluyla da birçok propaganda yaptılar; Garê’nin çeşitli zorlukları olduğunu, balık sırtı gibi dalgalı, geniş ve dik yamaçları bulunan bir arazi olduğunu, yine Türkiye’ye uzak olduğunu, gerilla güçlerinin fazla olduğunu, arazinin çok sarp olduğunu, bu arazide gerillayı yenmek ve sonuç almak için sadece havadan değil karadan oraya ulaşmak gerektiğini, bunun için de Metîna-Zap-Avaşîn’den yani kendi sınırından ilerleyerek Garê’ye ulaşabileceklerini ve öylece Garê’yi düşürebileceklerini belirttiler. Düşünceleri de bu yönlüydü. Zaten eğer Garê’yi bu biçimde düşürecek olurlarsa, ardından Kandîl’e de yönelerek aynı tarzda orayı da düşürebileceklerini hesaplıyorlardı. Bu temelde 24 Nisan günü Avaşîn, Zap ve Metîna’yı kapsayan yeni bir operasyon geliştirdiler.
Bilindiği gibi 24 Nisan Ermeni halkının soykırımını temsil eden bir tarihtir. Bu süreci o tarihte başlatmalarının da ayrı bir mesajı vardı. Yani Ermeni halkına yapılanın bizlere de yapılacağını açıkça belirten bir mesajdı. Türk devleti bu tür simgesel mesajları önemsemekte ve sık sık bu tür yöntemlere başvurmaktadır. Bu operasyonun da o tarihe denk gelmesinin kesinlikle böyle bir amacı vardı.
Onlar, yaptıkları yoğun hava saldırıları desteğinde, indirmeler yaparak ve karadan da ilerleyerek sınırlarını genişleterek Garê’ye ulaşacaklarını düşünüyorlardı. Bunun için en önde bulunan Metîna, Zap ve Avaşîn’i 2-3 haftada ele geçirebileceklerini hesap ediyorlardı. Kandîl dahil tüm Medya Savunma Alanları’nı ise 3 ayda ele geçirebileceklerini, yani Temmuz’la birlikte bu konuda sonuca ulaşmayı planlamışlardı. Eğer bu hesapları tutsaydı, Kasım ayında da erken seçime gideceklerdi. Çünkü rejimin devamlılığı için böyle bir şeye ihtiyaçları vardı. “Başardık; PKK’nin üs alanlarını ele geçirdik; artık PKK’den kaynaklı Kürt sorununu tümden tasfiye ettik, çözdük” diyerek Türkiye’deki şovenizm damarını güçlendirme ve ona dayanarak seçime gidip böylece faşist rejimin ömrünü 5 yıl daha uzatmayı hesaplamışlardı.
Bu açıdan gerillanın, Önderliğimizin ve hareketimizin hem genelde hem de Medya Savunma Alanları’nda yürüttüğü direniş kesinlikle Türkiye’de faşizmin kurumlaşmasının önündeki en güçlü ve hatta tek engel durumundadır. Garê öncesi AKP’nin Türkiye’de teslim almadığı kimse kalmamıştı. Teslim alamadıkları bir tek Önderliğimiz ve hareketimizdi. Garê yenilgisinden sonra kimi muhalefet güçleri biraz canlandılar. Yani bu açıdan başta Önder Apo’nun İmralı’daki duruşu olmak üzere hareketimizin mücadelesi, Kürdistanlı ve Türkiyeli sol-sosyalist-demokratik güçlerin duruşu ve gerillanın direnişi aslında bu faşist konseptin başarıya ulaşmasını engellemiştir. Bu bir gerçektir. Eğer bizi tasfiye etselerdi, kesinlikle faşizm Türkiye’de kurumsallaşacak ve yıllar boyu sürecek şekilde artık kendini hakim bir sistem haline getirecekti. Ancak hareketimizin geliştirdiği direniş bunun önüne geçti.
Tabi AKP-MHP ittifakının bu konudaki başarısızlığı, şimdi ülkeyi iflasa doğru götürmektedir. Çünkü bunlar imha konseptine o kadar kilitlendiler ki, çok büyük masraflar yaptılar ve tüm enerjilerini buraya harcadılar. Kısacası devletin tüm imkanlarını buraya yatırdılar; ancak buradan da sonuç almayınca şimdi iflasa doğru gidiyorlar. Tabi bu biçimde rejimin ömrü de tartışılır hale gelmiştir. Soykırımcı Faşist AKP-MHP rejimi, aslında bizi tasfiye ederek, bizim tasfiyemiz üzerinden kendi rejimlerinin devamını sağlamak istedi. Çünkü varlıklarını bizim yokluğumuz üzerinden inşa etme anlayışını esas almaktadırlar. O yüzden gerçekten bizim tarihin bu döneminde gelişen direnişimiz, yani hareketin bir bütünen zindanlarda, dağlarda, sokaklarda yürüttüğü direniş, ki bunda HBDH çatısı altında bir araya geldiğimiz Türkiyeli sol-sosyalist müttefik devrimci güçlerin de önemli katkısı ve katılımı vardır; aslında bu faşist projenin hayat bulmasının önünde en büyük engel haline geldi. Aksi durumda Kürdistan’da soykırım, Türkiye’de faşist sistem hakim hale gelecekti. Yeni Osmanlıcılık hayalleriyle aynı zamanda Arap, Asuri, Fars ve diğer benzeri bölge halkları üzerinde de tehdit haline gelecekti. Zaten şimdiden Suriye’ye ve Irak’a bir biçimde göz koymuş. Yani bu açıdan hareketimizin geliştirdiği direniş, aslında salt Kürt halkının varlık ve özgürlük direnişi olmaktan çıktı; Türkiye ve bölgede bir özgürlük ve demokrasi direnişi haline geldi. Kısaca yıl içerisinde gelişen direnişin ortaya çıkan sonuçlarına genel açıdan baktığımızda böyle söylemek mümkündür. Tabi gerillanın direnişi öncülüğünde gelişen bu sürece, diğer bütün bileşenlerin de katılımı ile bu sonuç ortaya çıkmıştır.
Gelişen savaş tekniği, gerilla mücadelesini de değişime sevk etmektedir
Diğer yandan günümüzde yaşanan en temel sorunlardan birisi, ezilen halkların ve sınıfların mücadele stratejilerine karşı geliştirilen teknolojik silahların etkili bir biçimde kullanılması ve halkların mücadele süreçlerini etkisiz kılmaya dönük yoğun çabaların geliştirilmiş olmasıdır. Bilindiği gibi ezilenlerin önemli bir kesiminin yürüttüğü temel savaş stratejisi Uzun Süreli Halk Savaşı Stratejisi’dir. Bu stratejiye göre, ilk başta hareketli gerilla takımları savaşı yürütür fakat sonradan giderek yoğunlaşma ilerledikçe, gerilla artık ikinci bir aşamaya yani denge aşamasına geçerek güç olmayı önüne koyar. Buna göre belli bir süre sürdürülen gerilla eylem ve hareketiyle (ki buna stratejik savunma deniliyor), taraflar arasındaki denge dönemine (buna da stratejik denge deniliyor) geçilmesi gerekiyor. Yani klasik deyimle gerillanın kimi alanları kurtarması ve o kurtarılan alanlara dayanarak yoğunlaşması, eğitimini sağlıklı sürdürmesi ve de gücünü büyütmesi temelinde devrime yürüyen bir kuvvet haline gelmesi olanak dahiline girebiliyor. Kısacası Başkan Mao Zedung’un Çin’de geliştirdiği ve daha sonra Vietnam ile çeşitli ülkelerde uygulanan gerilla modeli olan uzun süreli Halk Savaşı Stratejisi bu temelde gelişen bir stratejidir.
Fakat çağımızda egemen güçlerin gelişen teknolojiyi kendi açılarından etkin kullanmaları, beraberinde kurtarılmış alanları savunma konusunu da ciddi bir sorun olarak gündeme taşıdı. Yani “alan kurtarma mümkün mü, mümkün değil mi? Nasıl kurtarılır? Kurtarılmış alan nasıl savunulabilir?” konusu şu anda gerilla mücadelesi yürüten güçler açısından en temel sorunsallardan birisi durumunda.
Esasen 1970’lerden sonra küresel konumlanma sisteminin (GPS) geliştirilmesi ve hakeza daha sonraki yıllarda belirlenen koordinata güdümlenebilen füze teknolojisinin geliştirilmesiyle birlikte, savaşta paradigmasal bir değişim yaşanmıştır. Yani o eski klasik taktikler ile yürütülen savaşlar ve savaş stratejileri tümüyle değişmekle karşı karşıya gelmiştir. Küresel konumlanma sisteminin geliştirilmesi, hedefe güdümlenen füze sistemi, yine termal kameralar, dronlar, vb bu süreci güçlendiren değişik teknolojilerin gelişmesi ve birbiriyle koordineli bir biçimde kullanılmasıyla beraber dünya çapında köklü bir değişim yaşanmıştır. Bunu görmeyen ve bu değişim sürecini doğru okumayan hiçbir gücün savaşta başarılı olamayacağı açıktır. Buna örnek olarak Ermenistan ordusu gösterilebilir. Yani klasikliği aşmayan, yeni dönem teknolojik ve onunla birlikte gelişen istihbarı gelişmeler çerçevesinde askeri yapılanmayı yenilemeyen, bu anlamda yeniden yapılanmayı geliştiremeyen güçler günümüzün savaş teknolojisi karşısında dayanamazlar. Çünkü gelişen teknoloji ile birlikte savaş doktrinleri de tümüyle değişmiştir. Artık savaşta kelle sayısı değil nitelik öne çıkmış, savaşı yürüten güçlerin yeteneği ve kabiliyeti önem kazanmıştır. Binlerle örgütlenmiş halk ordularının tıpkı eski yöntemleri uygulayarak sonuca gitmesi mümkün olmamakla birlikte, ancak daha profesyonel, daha uzmanlaşmış, sayıyı ihtiyaca göre ayarlayan ve insan kalitesi bulunan güçlerle savaş kazanılabilir.
Burada günümüz savaşlarını etkileyen çok önemli bir diğer faktöre daha değinmekte yarar vardır: Günümüzde her ne kadar teknoloji ya da savaş teknolojisi çok öne çıkmış gibi gözükse de, esas olarak süreci devindirici bir biçimde etkileyen şey, savaş teknolojisi yani silahlar değil, istihbarattır. İstihbaratın gelişmiş olması, savaş gerçeğinde köklü bir değişimi de beraberinde getirmiştir. Bugün savaş, artık istihbarat ekseninde yürütülen bir olaydır. Tarihin her döneminde savaşlarda istihbaratın önemi olmuştur ama günümüzde gelişen teknoloji, istihbarat imkanlarını arttırmıştır. Yani bir gücün bulunduğu koordinatı tespit etme ve onu keşfetme bir istihbarat faaliyetidir. Dolayısıyla istihbaratı güçlü olan taraf daha fazla kazanır. O yüzden istihbarat ile onu etkisiz kılacak olan gizlilik, disiplin ve kamuflaj olguları önemlidir. Bu nedenle yeni dönemde savaşın en önemli boyutu istihbarat ve tabii ki onun karşıtı olan gizlilik olmaktadır. Çünkü eğer gizlilik olursa istihbaratı boşa çıkarma ve darbeleme imkanı da doğmuş olacaktır. Özcesi bu gerçekliklere göre kendisini uyarlayamayan, bunu doğru okuyamayan güçler kendi askeri yapılanmalarını buna göre değiştiremeyecekleri gibi, savaşta da ciddi bir varlık gösteremezler.
Bu konuda özellikle savaşta insan kalitesinin daha fazla önem kazandığını görmek gerekiyor. Önder Apo, “en büyük teknik insanın kendisidir” der. Yani insan yeteneği, kararlılığı, zekası, yoğun bir biçimde devreye girerse her türlü teknolojiyi ve istihbarat oyununu boşa çıkarabilecek güçtedir. Çünkü sonuçta o teknolojiyi kullanan da insandır. O zaman en büyük teknik insanın kendisidir. Dolayısıyla insan hakikati üzerinde durmak, sayıyı değil niteliği daha fazla önemsemek gerekmektedir. Kuşkusuz sayı da belli ölçüde gereklidir ama nitelik olmadan sayı ne kadar fazla olursa olsun istenilen sonuç alınamaz. Yine nitelikle birlikte taktik zenginlik ve teknik hakimiyet de gerekli hususlar olmaktadır.
Bu konular hareketimizde ve savunma güçlerinin eğitim gördüğü akademilerde çokça tartışılmaktadır. Kürdistan halkının tarihinde nasıl ki birçok konuda bilinçsizlik varsa ve derin teorik temellere dayanan bir direniş süreci gelişmemişse; aynı şekilde savaş stratejisi ve taktik konularında da oldukça kaba ve düz bir yaklaşım hep hakim olmuştur. Kürdistan dağlarında yaşayıp büyüyen insanlar aslında savaşkandır. Dolayısıyla Kürdistan tarihinde birçok Egîd ve kahraman vardır. Fakat bunun yanı sıra savaş stratejisi ve taktiğinde de bir ketumluk vardır; derinleşme yoktur. Bu konuda Önder Apo’nun daha sürecin başlangıcında, yani hareketin ilk ideolojik oluşumundan itibaren, özellikle de 1981-’82 sürecinde yaşadığı yoğunlaşmaların çok büyük bir önemi vardır. Burada Önderliğimizin Kürdistan’da sadece tarih, sosyal bilimler ve felsefeyi geliştirmediğinin; aynı zamanda savaş bilimini ve savaş stratejisi ile taktiği gibi konularda da çok ciddi yoğunlaşma ve açılımlar geliştirdiğinin altını çizmek gerekir. Bu gelişim süreci, ilk baştan bu yana devam etmiştir. Dolayısıyla son gelişen paradigmasal değişimle birlikte, Kadın Özgürlüğüne Dayalı Demokratik Ekolojik Toplum Paradigması’nın paralelinde savaş gücünde de bir yenilenme çabası hep gündemde olmuştur. Ne var ki bu konuda her ne kadar belli bir düzeyde çabalar söz konusu olsa da, yine de köklü bir değişim yaşandığından bahsedilemez. Ancak son 4-5 yılda bu yönlü daha fazla bir yoğunlaşma gündeme girmiştir.
Şimdi Demokratik Modernite Gerillası denilen gerçeklik ekseninde yeni savaş tarzının gelişimi konusunda da bir takım yenilikler ve yenilenmeler geliştirilmiştir. Önder Apo, “24 saat gerilla” dedi. Bunun anlamını çözümlemek, bu eksende derinleşmek ve bu temelde yeni sürecin ruhuna uygun bir gerilla şekillenmesini geliştirmek, savunma güçlerinin temel bir hedefi durumundadır; bu, uzun süreden beri gündemde olan bir konudur. Bu anlamda özgür alanların savunulması sorunu da, tüm dünyada olduğu gibi Kürdistan’da da temel bir sorun olarak gündemimizdedir.
Yeni gerilla konsepti ve taktik yaklaşım
Biz mücadele tarihimiz boyunca değişik süreçlerde bu konuda git-geller yaşadık. Ama en son biçimiyle 2011-’12’ye geldiğimizde Bakurê Kurdistan’da çeşitli stratejik alanlar artık gerillanın denetimindeydi. Mesela Çarçella, Cîlo, Agirî, Tendurek, Kato’lar, Herekol, vb yerler artık düşman için girilmesi kolay olmayan yerlerdi. Bir tür özgürleştirilmiş alan oldukları belirtilebilir. Örneğin Çarçella’da 14 doçka vardı ve bu doçkalarla alan hem havadan hem de karadan korunuyordu. Aynı alanın bir parçası olan Oremar bölgesinde ise Türk ordusuna bağlı bir alaylık güç vardı. Ancak bu güçler gerillanın kuşatmasındaydı ve hareket edemiyorlardı. Ne onlar çıkabiliyorlardı, ne de kimse onların yanına gidebiliyordu. Hatta 2012’de o zamanki içişleri bakanı İdris Naim Şahin Oremar’a gelmek istemişti. “Helikopterle giderim, nasıl gidilemez” diyerek yola çıkıyor ama zor bela kurtularak geri döndü. Yani bir alaylık güçtü fakat devlet oraya gidip gelemiyor; oraya erzak götürmek en ciddi bir sorun oluyor. Köylüler yoluyla araziden gizlice erzak taşıyorlardı. Neden? Çünkü yol hattı çoğunlukla gerillanın denetimi altındaydı. 2012 yılında böyle bir durum söz konusuydu.
Bu sürecin hemen ardından, bilindiği gibi o ateşkes süreci başladı. 2015’te Türk soykırımcı-faşist rejimi yeniden saldırıyı başlattığında da pozisyon yine öyleydi. O arada Kürtlerin özgür alanları da çoğalmıştı; Rojava’da devrimsel süreç gelişmiş, Şengal gibi yerlerde Kürtler açısından daha özgür bir yaşama açılan bir pozisyon doğmuştu. Yani sadece Medya Savunma Alanları ve Kürdistan’ın bazı sarp alanları değil, diğer parçalarda da bir takım özgür alanlar oluşmuştu. Bu anlamda Türk ordusu aslında Kürdistan’da gerillaya ve hareketimize karşı geliştirdiği savaşta bir yenilgi durumuna gelmişti. Gerçeklik buydu. İşte bu temelde 2012’nin sonunda o bilinen, adına “Çözüm Süreci” denilen ateşkes süreci başladı.
AKP rejimi, o süreci tamamen bir özel savaş operasyon süreci olarak değerlendirdi. Bir taraftan yenilmiş orduyu yenileme, klasik ordu yerine uzmanlaşmış bir ordu yaratmaya; diğer taraftan ise teknik donanımını tamamlamaya çalışıyordu. NATO da Türk ordusunun gerilla karşısında yenilmesini istemiyordu. Zaten en baştan beri NATO hep destek sunuyordu. Ancak o dönemde NATO daha aktif bir biçimde devreye girdi. Özellikle bu İHA-SİHA teknolojisinin Türk devletine verilmesini sağladı. Tabi bunun bir yolunu buldular. Mesela ABD, Türkiye’ye İHA veriyordu ancak SİHA vermek istemiyordu. Ama NATO Gladiosu devreye girerek AKP’ye, ‘biz size teknik bulalım; siz de montajlayın; bu şekilde kendiniz yapmış olursunuz’ dedi. Ne yaptılar? Almanya’dan, İngiltere’den, Ukrayna’dan, İtalya’dan, Kanada’dan, ABD’den ve daha farklı ülkelerden Türk devletinin yapamayacağı çeşitli hassas parçaları getirerek SİHA’yı Türk ordusuna sundular. Türk devleti sürekli milli bir ürün olduğunu belirtiyor ama bunların hepsi hikayedir; gerçekte olan ise bütün hassas parçalarının dışarıdan Türkiye’ye getirilerek, burada montajlanmış olmasıdır.
Bununla amaçlanan, Türk ordusunu gerilla karşısında bulunmuş olduğu yenilgili durumdan çıkarmaktı. Zaten eski-klasik ordu bir tarafa verildi; yerine yeni oluşturulmuş paramiliter güçler örgütlendirildi. Teknolojik kimi yönelimler geliştirildi. Yine çetelerde de bir yeniden yapılanma geliştirildi; onlarda da Hançer Timi gibi kimi örgütlenmeleri daha aktifleştirme durumu oldu. Böylece kendilerini aslında savaşa hazırladılar. Hatırlanırsa kuleler ve kalekollar kurdular; Amed’de ve çeşitli yerlerde halk bu kulelerin kurulmasına karşı direnişe geçti ve olaylar yaşandı, şehit verildi.
Özcesi o ateşkes sürecinde Türk devleti kendini savaşa hazırlıyordu. Savaşa hazırlanmak için de zamana ihtiyacı vardı. Bunun için bir yandan sanki bir barış süreci gelişecekmiş gibi bir görüntü yaratarak başta toplum olmak üzere özgürlükçü güçlerde bir beklenti oluştururken, ama kendini askeri olarak hazırladı. Son tahlilde iç ittifakını da geliştirerek, iç ve dış ittifakın yanı sıra NATO desteği temelinde aslında hareketimizi tümden yok etmek suretiyle Uluslararası Komplo’yu nihai sonuca ulaştırma hamlesini başlattılar.
Tabi bu yeni sürecin gelişmesiyle birlikte bizim için de bu alanları savunma sorunu ortaya çıkmış oldu. Çünkü modern teknolojinin yeni ürünleri, tümüyle Türk devletine sunuluyordu ve bizim bunun karşısında mevzilerimizi ve gücümüzü savunmamız gerekiyordu. Bu konuda 2015’te Çarçella’da yaşanan savaş süreci örnek olarak verilebilir: Eylül-Ekim aylarında 40 gün süren ilk saldırı operasyonunda hem Türk devletinin hem de bizim de kayıplarımız fazla oldu. Bu 40 gün içerisinde bizim 34 şehidimiz olurken Türk devleti de 2’si yarbay olmak üzere 30 civarı kayıplarını açıklamıştı. Tabi bu onların açıkladığı rakamlardı; gerçekte kayıpları çok daha fazlaydı.
Şimdi burada şöyle bir şey gelişti: Çarçella’da tepelerin başında tüneller vardı. Ama bu tüneller sadece gerillanın yaşamını idame ettirmesi için yapılmıştı; çatışmak için düzenlenmemişlerdi. Her bir tünelin 2 kapısı vardı; arkadaşlar mevzilerde çatışıyorlardı; asker geldiğinde askeri püskürtüyorlardı ama uçak geldiğinde mevziden çıkıp hemen yanı başında olan tünellere giriyorlardı. Böylece uçak vuruşlarından zarar görmüyorlardı. Ama devlet güçleri gerillanın bu biçimde bir yöntem izlediğini fark etti ve kimi değişikliklere gitti. Artık uçaklar geliyordu; 1-2 sefer vuruyordu ama ondan sonra alçaktan uçuşu sürdürmeye devam ediyorlardı. Bunu gören gerilla gücü ise tabii tünelde kalmaya devam ediyordu. Ancak gerillanın tünelde olduğunu bilen asker karadan gelip tepeyi tuttu. Uçak gittiğinde arkadaşlar dışarıya çıkmak isteyince kapıda askerle karşılaştılar. Bu biçimde Çarçella’da bir tepede öğlenden akşama kadar çatışma oldu. 2 kapılı tünelin bir kapısı hem bizimkilerin attığı el bombaları hem de düşmanın attığı el bombalarıyla kapandı, tünel tek kapılı kaldı. Arkadaşlar ona da mevzi gibi yerleşmişlerdi; yani 30-40 metrelik mesafede asker vardı ama yaşanan bir tıkanıklık durumu söz konusu oldu. Durum böyle ve akşam olunca buradaki güçleri kurtarmak için 4 koldan saldırı gerçekleştirildi ve tepe tekrardan geri alındı. Bu biçimde o tünelde olan 11 arkadaş sağlam bir şekilde kurtarıldı.
Hareketli gerilla ile birlikte alan savunmasını esas alan taktiksel dönüşümler
Bu olaydan sonra bizim Şehit Rahime dediğimiz, Oremar’ın üst kısmındaki bölgede ve daha alt kesimlerde de benzer durumlar yaşandı. Yani bizimkiler alta giriyor, düşman gelip tepeyi tutuyor ve sonrasında yine o arkadaşları kurtarmak zorunda kalıyorduk. Belli ki o mevzilenme-tünel sisteminde bir hata vardı. Bizim bir şekilde tünelde savaşabilmemiz ama bununla beraber düşmanın tepeye gelmesini de engellememiz gerekiyordu. Bunun için tepelerin sadece iki kapısı olan tünellere değil, birçok kapısı ve penceresi olan yer altı sistemlerine sahip olması gerektiği açık ortaya çıktı.
Tabii bu kanaate varmadan önce de bazı arayışlarımız olmuştu. Mesela sarp bir arazisi olan Pencşir Vadisi’nde tıkanan Sovyet ordusunun Afganistan’da yaşadığı kırılma durumu bizler için önemli bir örnekti. Yine 2006’da İsrail’in Lübnan’da gerçekleştirdiği bir saldırıda Hizbullah’ın 2 tepede 32 gün boyunca yürüttüğü direniş sonucunda yaşadığı kırılma da tünel savaşlarına dair önemli bir muhtevayı barındırıyordu. Biz aslında bunları dikkatle izliyorduk. Bunların dışında da benzer düzeyde pratikleri tanımaya dönük bir hayli inceleme ve araştırmalarımız oldu. İşte tüm bu yoğunlaşmaların sonucu olarak tepelerin, karadan insanların gelişini engelleyecek ama aynı zamanda hava saldırılarından da zarar görmeyecek şekilde yapılması sonucuna vardık. Ancak bununla birlikte kimi taktik değişikliklere gitmeyi de gerekli gördük: Marks ve Engels birbiriyle savaşla ilgili yazışırken, bir mektupta Engels, Marks’a Clausewits’ten bahsediyor ve onun savaşı ticarete benzettiğini, bunun çok ilginç olduğunu belirtiyor ve olumluyor. Yani savaşı ticarete benzetme boyutu var. Hakikaten savaşların bu boyutu vardır. O yüzden birçok açıdan, ticaret gibi savaşta da kar ve zararı hesaplamak lazım. İşte biz 2016’nın başında bu çerçevede tartışarak yeni kararlara gittik. Mesela biz Çarçella’da 40 günlük bir çatışmada 34 kayıp vermiştik. Türk devleti o savaş süreci boyunca 2 tepeyi tutabilmişti ama bunlardan yalnızca birisi bizim için önemliydi. Fakat Çarçella’nın en önemli tepeleri ve arazinin büyük kısmı bizim elimizdeydi. Tabii o böyle devam eden bir süreç olacaktı. Yine bu savaş tarzının Cîlo’da ve Bakur’da saydığımız birçok yerde de benzer şekilde yaşanması ihtimali büyüktü. İşte biz, bu tarzın bizim zararımıza olacağını düşündük. Bu temelde yaptığımız tartışmalar sonucunda “tüm Bakur’da gerillayı hareketli kılma; hiçbir yerde sabit savunma geliştirmeme” kararına ulaştık. Bu karar çerçevesinde oradaki doçkalarımızı indirdik. Örneğin Cîlo’da, Çarçella’daki doçkaları arkadaşlar daha ilkbaharda aşağıya indirdiler. Yani bundan sonra o tepeleri savunmamayı ve hareketli gerilla olarak Bakur alanlarında bulunmayı daha uygun gördük. Ama özgür alanları yani Medya Savunma Alanları’nın ise savunulması gerektiğini karar altına aldık. Tabii Rojava güçleri yeni özgürleştirdikleri alanları pekala savunmayı esas alıyorlardı. Yani biz Bakurê Kurdistan sınırları içerisinde hareketli gerilla, Bakurê Kurdistan’ın dışındaki alanlarda da hareketli gerilla ile birlikte alan savunmasını esas alan bir taktik perspektifi esas aldık. Kararımız bu çerçevedeydi. Bu karar ardından Türk devletinin Başûra dönük saldırıları olunca, özellikle Zap-Avaşîn hattında çatışmalar yaşandı.
Şimdi bu temelde Türk devletinin Başûr’a dönük saldırıları oldu; çatışmalar yaşandı. Ertuş’ta, Zap-Avaşîn hattında çatışmalar yaşandı. Türk devleti buralarda zorlanınca, elindeki istihbarı bilgilere dayanarak öncelikle yer altı sistemimizin olmadığı alanları hedeflemeyi planladı. Neresiydi buralar? Xakurkê ve Heftanîn. Bu alanlarda alt yapı-tünel sistemi geliştirilmemişti. Devlet bunu biliyordu. Onun için operasyonları önce oralarda geliştirdi. Yani yer altı sisteminin olduğu yerlere fazla yaklaşmadı. Ardından Efrîn savaşı oldu; oradan da çıkardığımız sonuçlar oldu. Aslında Efrîn’de iyi bir direniş oldu. “Çağın direnişi” denildi; 58 gün boyunca çatışma yaşandı. Oradaki özgürlük güçlerinin örgütlenme yapısı kabaydı; örneğin tim sistemine geçemediler; kalabalık bir şekilde hareket ediyorlardı; uzmanlık fazla yoktu. Ama bir direniş ısrarı vardı. Sonuçta biz o tarzda gerçekleşen geri çekilmeye katılmadık, katılmıyoruz. O bize göre doğru değildi. Fakat sonuçta öyle bir geri çekilmeyi yaşadılar. Zorlandılar yani. O savaşın ardından biz nasıl bu zorlanmanın önüne geçebiliriz noktasında yoğunlaşmalarımız daha fazla derinleşti.
2012’den bu yana orduda yaşanan değişim sürecinde, uzmanlığa dayalı bir ordu biçiminde örgütlendiler; bu doğru; ama düşmanın savaş iradesi çok zayıftır. Bu bir gerçek. Yani göğüs göğse çatışmalarda fazla ilerleme kudreti yoktur. Bu, 2015-2016 şehir direnişlerinde de görüldü. Her ne kadar ‘kahraman Mehmetçik’ deniliyorsa da arazide göğüs göğse çatışmada mevcut ordunun kalitesi çok zayıftır. Öyle güçlü bir iradesi yoktur. Çünkü tümüyle hava tekniğine dayanmaktadır. Kuşkusuz hava tekniği de istihbarat temelinde olmaktadır. Dolayısıyla istihbarat ve hava teknolojisini nasıl boşa çıkarabileceğimiz noktası önemliydi. Bu yüzden bizim yoğunlaşmamız bir yandan daha çok yer altı savaşı ve tünel savaşları üzerine gelişirken, diğer yandan ise, arazide birlik ve takımlarla savaşmanın kayıplara yol açtığını gördük. Dolayısıyla gerillada Mao Zedung’un koyduğu bir takım prensiplerde -ki bunları yıllarca uyguladık- önemli oranda değişim yapmak durumunda kaldık. Neydi bunlar?
Hareketli gerilla kadar, disiplin ve gizliliği esas alan koordineli gerilla tarzını esas alıyoruz
Mesela Mao Zedung, gerillanın 2 temel ayağa dayandığını, bunlardan birinin hareketlilik, diğerinin de gizlilik olduğunu belirtir. Ancak bu biçimde bir hareketlilik çağımız gerillacılığına çok uygun değildir. Dolayısıyla bu hareketliliği değiştirmek durumundayız. Nitekim değiştirdik. Çünkü hem gece ve hem de gündüz kullanılabilen gözetleme sistemleri vardır; ayrıca fazla hareketli olan bir gücün, görüntü verme olasılığı da daha yüksektir. Dolayısıyla biz bu prensibi değiştirdik ve ‘bir ayağı gizlilik, ikinci ayağı da disiplindir’ dedik. Buna göre disiplin ve gizlilik, ‘gerekli olduğu kadar hareketlilik’ demek oluyor. Bunu böyle değiştirmek zorunda kaldık.
Yine Mao Zedung’un geliştirdiği toplanma-dağılma ilkesi vardır: İşte gerilla takımları ve birlikleri bir yerde toplanır; bir planlama çerçevesinde düşmanın üzerine yürür, darbeyi vurur; ondan sonra her takım ve birlik kendi alanlarına döner. Ancak bu da çağımızın koşullarına yanıt olamamaktadır. Dolayısıyla biz bunu da değiştirdik ve yerine ‘koordineli gerilla’ sistemini koyduk. Yani değişik gerilla birimleri birbiriyle koordineli bir biçimde kapsamlı bir eylem yapabilirler ama bunun için tüm gücün bir araya gelmesine gerek yoktur; yalnızca komutanları bir araya gelse yeterlidir.
Bununla beraber gerillada manga-takım-birlik düzenini de değiştirdik. Biz tim savaş tarzını yeni bir tarz olarak geliştiriyoruz. Tim savaş tarzını öyle kabaca birimleri küçültme olarak ele almıyoruz. Bizim sistemimizde tim, 3 ila 5 kişi arasındaki bir yapıdan oluşan ve içinde uzman elemanların bulunduğu bir birimdir. Ve bu tim tarzının nitelik kazanmasıyla birlikte daha güçlü savaşabileceğini, eskinin bir birliği kadar savaşkan olabileceğini pratikte gördük.
Biz bu yeni tim sistemini geliştirince Amed’deki arkadaşlar ‘tamam’ diyerek yeni sistemi anladıklarını ve uygulayıcısı olacaklarını belirttiler. Ancak sonradan duyduk ki, o arkadaşlar da kayıpların önüne geçebilmek için 2’şerli gruplar halinde araziye dağılmışlar. Ancak bir tim 2 kişi olunca bu kez de savaşma yeteneğinden yoksun kalır. Çünkü 2 kişi planlanmış bir eyleme gidebilirler ama sürekli ve etkili bir savaş gücü olması zordur. Dolayısıyla biz o durumu eleştirdik ve doğru olmadığını söyledik. Tim tarzı, kayıpların önüne geçmek için değildir. Evet o yanı da var ama esas olarak savaşı nitelikleştirmek için geliştirilmesi gerekmektedir. Gerekli olduğunda bir yerde 10 tane tim koordineli olarak bir araya gelip, bir hedef üzerinde yoğunlaşabilir. Eylem 10, 15 veya 20 timle geliştirilebilir ama sonra herkes kendi yerine gider. Yani tim tarzına dayalı olan koordineli gerilla. Bizim geliştirdiğimiz budur. Bu savaşı nitelikleştirecektir. Özellikle uzmanlığın gelişmesi ve branşlaşma temelinde savaşın niteliğini arttıran ve performansını güçlendiren bir gerilla tim hareketi gerçekten de eskinin bir birliğinden daha güçlü ve sarsıcı darbeler vurabilmektedir. Biz böyle araziyi derinliğine ve genişliğine kullanan tim tarzına dayalı gerilla birimlerinin araziye serpiştirilmesi temelinde gerilla savaşına yeni bir biçim ve model vermek istiyoruz. Gerekli olduğunda istenilen sayıda tim koordineli bir biçimde hedefler üzerinde durabilir. Ama esas hareket tim hareketi olacaktır. Timler ise çok nadiren bir araya gelmelidir.
Ancak bütün bu söylediklerimizi hemen olduğu gibi hayata geçirdiğimizi söyleyemeyiz. Çünkü arkadaşlarımız arası yoldaşlık ilişkileri vardır; yine arkadaşların birbirine alışmaları durumu söz konusudur ki bir araya gelip sohbet etme ve vakit geçirme tutkusu çok fazladır. Aslında ‘ahbap-çavuş ilişkileri’ dediğimiz yoldaşlığı yanlış bir biçimde yaşama durumu vardır. Bu nedenle tim tarzını oturtmakta hala ciddi anlamda zorlanıyoruz. Bundan 4 yıl önce daha zordu. Şimdi biraz alışma var ama hala da bu sözünü ettiğimiz yaklaşımlar öne geçiyor. Bir bakıyorsun ki 2-3 tim bir araya gelmiş, günlerce bir arada kalmışlar; hatta bazen saldırıya uğramış ve darbe yemişlerdir.
Kürdistan toplumunda muhafazakarlık ve tutuculuk fazladır. Erken değişime gelmeyen bir kişilik yapılanması vardır. Geçmişte Önder Apo bu konuda çok uğraştı. Çok derin ve geniş çözümlemeler yaptı. Kişide değişim ve dönüşümü yapmak üzerine çok yoğun ideolojik-felsefik, sosyal çözümlemeler yaptı. Şimdi aynı şey bizim önümüze de her durumda çıkmaktadır. Geliştirilmek istenilen yeni tarza arkadaşlar hemen girmiyor. Buna karşın çok yetkin bir savaş gerekiyor. Özellikle çok zor koşullarda kalan arkadaşların birbirine bağlanma durumu yaşanıyor. Hatta biz bunu ailecilik olarak değerlendiriyoruz. Ailecilik tarzı gelişiyor, işte birbirini görmezse, ziyaret etmezse, bir arada kalıp sohbet etmezse adeta canları sıkılıyor. Bir araya gelinince de bazen keşfe takılıp görüntü verebiliyorlar, dolayısıyla istenmeyen kayıplara yol açılabiliyor.
Bizim öngördüğümüz tarzda araziye serpiştirilmiş timlerin hareketi, gizlilik açısından önemli bir hareket tarzı durumundadır. Tabi disiplin ve kamuflaj, yine derinlik ve incelik de olmalıdır. Bunlar olduğu vakit gizlilik de gelişebilir. Dolayısıyla düşmanın vuracağı hedef bulunmaz. Teknikle gidip hemen mevziyi imha etme türündeki düşman yaklaşımı bu biçimde boşa çıkarılabilir ve çıkarılıyor. Arazideki bir timin yeri belli olursa bile hemen yer değiştirebiliyor. Dolayısıyla istihbarata maruz kalmadan ve tekniğe hedef olmadan tim kendi hareket tarzını sürdürebiliyor. İstediği yerde eylem de yapabiliyor. Biz, yeni taktik yaklaşım açısından birinci olarak bu tarzı hayata geçirdik.
İkincisi ise özgür alanlarda alan savunması için tünel savaşı sistemini geliştirdik. Tünel savaşını sadece tünelle sınırlandırırsak bu dar bir tanımlama olacağı gibi tek ayak üzerindeki bir insana benzer. Ancak bunun esasında 3 ayağı vardır: Birincisi tim savaş tarzı, ikincisi tünel savaş tarzı, üçüncüsü ise halk desteğidir. Çünkü bizim temel perspektifimiz Devrimci Halk Savaşıdır. Biz Halk Savaşı’nı o eski, Mao döneminde gelişen klasik, Uzun Süreli Halk Savaşı’ndan köklü değişiklikler yaparak güncellemiş bulunuyoruz. Buna da Devrimci Halk Savaşı diyoruz. Bu daha çok halk ordusu adı altında; sıradan, amatör kişilerin savaştığı bir gerilla ordusu değil, uzman-profesyonel kişilerin savaştığı bir gerilla gücü ve onunla birlikte sivil savunma gücü; o sivil savunma gücü yoluyla da şehirlere, ovaya ve değişik alanlara savaşı taşırma, oralarda yürütme biçiminde gelişmektedir. Bu da gerillada niteliksel bir değişimi ifade etmektedir. Bu, eskinin klasik milis gücü değildir; o güç yine olabilir ama bugün Bakur’da adına YPS dediğimiz Sivil Savunma Birimleri daha farklı bir örgütlenme biçimidir. Sadece dağda değil, aynı zamanda toplum içinde olan yarı sivil yarı askeri birimlerle birlikte bir bütünlüğü oluşturan ama birbiriyle fazla ilişkisi olmayan, farklı kulvarlarda örgütlenen bir yapılanma olmaktadır.
Bu anlamda gerillanın savaş perspektifinde bir değişimden söz etmekteyiz. Yani tünele dayalı yer altı savaşı; bu savaşın yaşandığı yerin etrafında tim savaşı ve bir de halkın desteği ile bu savaşın tüm ayakları oturmuş olmaktadır. Medya Savunma Alanları’nda halk kitlesi yoktur fakat gerek Avrupa gerekse de ülkenin değişik yerlerinden halk desteği sağlanabilir. Ancak Rojava gibi alanlarda ise halk bir biçimde fiili olarak sürece dahil olur; ‘halk savaşı’ felsefesine göre halkın bizzat sürecin içinde olması gerekir.
Yani Devrimci Halk Savaşı perspektifi dediğimiz perspektifin bu biçimde somutlaştırılması; özellikle Medya Savunma Alanları’nda tim ve tünel savaşının birbirini tamamlayacak tarzda hayata geçirilmesiyle birlikte Türk ordusunun beklemediği bir direnişle karşılaşması yaşanmış oldu. Onlar herhalde böyle bir yoğunlaşmayı beklemiyorlardı. Muhtemelen Garê’de yaşanan savaşı istisnai gördüler. Belki de, “Garê’dekine çok yönlü yönelemedik; belki bu diğerlerine sınırdan yönelip sonuç alabiliriz” diye hesapladılar ama onların hesabı tam tutmadı.
Düşmanın işgal operasyonlarına etkin yanıt: Tünel savaşları
Bu konuda da bazı yeni durumlar ortaya çıktı. Biz tünel savaşında yeniyiz ve yeni yeni şeyler öğrendik: 10 Şubat’ta Garê’den başlayan, sonra 23-24 Nisan’da Avaşîn, Zap ve Metîna’da (ama esasen Metîna’nın ön tarafı olan Kaşura alanında) gerçekleşen tim ve tünel savaşları bize birçok yeni veriyi sundu, çok öğretici oldu. Biz hem tim savaşı hem de tünel savaşında mevcut durumda ortaya çıkan sonuçları doğru değerlendirir ve bunları daha güçlü pratik-taktik çerçeveye kavuşturursak gerçekten de gerek Medya Savunma Alanları olsun gerekse de farklı herhangi bir yerde alan savunmasında kesinlikle başarı bizim olacaktır, başarı elde etmek mümkündür.
O alanları devlet şu anda nasıl ele geçirmek istiyor; hangi taktik ve teknik gerçeğe dayanarak sonuç almak istiyor? Hava tekniği. Biz arazideki güçlerin küçültülmesi, mükemmel gizlilik temelinde hareket ettirilmesi ve yine yeraltına çekilmesi suretiyle onların hava gücünü boşa çıkarıyoruz. Bir yerde halk varsa halk da aynı şekilde şemsiye rolü oynayarak boşa çıkarabilir. Kısaca biz hava gücünü etkisizleştirme tarzında bu biçimde bir gelişmeyi önemsiyoruz.
Özellikle de tünel savaşında birçok yeni öğrendiğimiz hususlar oldu. Hem tünellerin biçimlerine ilişkin hem savaş tarzına ilişkin bizim için can alıcı diyebileceğimiz tecrübeler elde edilmiştir. O nedenle bizim bundan sonra arkadaşlarımızın daha güçlü savaşabileceğini ve devletin her türlü yönelimini boşa çıkarabileceğini söylemek mümkün.
Ancak onlar böyle tıkanınca kimyasal silah kullandılar. Baktılar ki biz hava saldırılarına karşı tedbir almışız ve etkili olamıyorlar; bu sefer de kimyasala başvurdular. Onlar, kimyasal kullanmaları halinde oradaki insanların kimisinin öleceğini, ama diğerlerinin de bırakıp kaçacağını sanıyorlardı. Böylece kendileri de işgali tamamlamış olacaklardı. Çünkü ‘88’ yılında Saddam Başûrê Kurdistan’da kimyasal kullandığında; pêşmerge güçleri sadece bulunduğu alanları değil, tüm Başûrê Kurdistan’ı terk etti. Bir kısmı Bakura çekilerek Türkiye’de mülteci olarak çeşitli yerlere yerleştirildi; bir kısmı da Rojhilatê Kurdistan’a çekilerek onlar da İran tarafında aynı şekilde kamplara konuldu. Yani Başûrê Kurdistan’da pêşmerge kalmadı; o zaman da bir tek bizim arkadaşlar kaldılar.
Dolayısıyla onlar hava saldırılarıyla tüneller karşısında sonuç alamadığını gördüler, ama kimyasal kullanarak herkesin korkacağını, ürkeceğini ve etkilenerek orayı terk edeceğini düşündüler. Zaten pêşmergeler de etrafını tutmuş; dolayısıyla terk edenleri de pêşmergenin esir alacağını tasavvur ettiler. Bu biçimde de tasfiye sürecini derinleştirmeyi öngördüler. Bu gerillanın bulunduğu yerlerde pêşmerge güçlerinin bütün geçitleri tutmasının nedeninin bu olduğu şimdi daha iyi açığa çıkmış bulunuyor. Onlara göre gerilla o zirveleri ve temel üs alanlarını bırakıp çekilecek, onlar da burada onların önünü kesecek ve teslim alacak. Herhalde “Türk devletinden kaçan gelir pêşmergeye teslim olur” diye düşünmüşlerdir.
Ancak böyle bir şey gerçekleşmedi. Bu konuda hem arkadaşların pratikte geliştirdiği bazı önleyici tedbirler var. Apocu fedai ruh, onun cesareti, fedakarlığı ve iradeleşmiş gerçeği, onların beklediği gibi bırakıp kaçma gibi bir pratik yaşanmadı. Tam aksine eğer bir arkadaşın yanı başında yoldaşları şehit olmuşsa, o yoldaşların anılarına doğru sahip çıkmak için sonuna kadar onların yanında direnmeyi esas aldı. Hiç kimse yoldaşını terk etmek istemedi. Mesela bu tünellerde direnen hiçbir güce, “sonuna kadar direnin, çıkmayın”, vb denilmemiştir. Tam tersine hepsine, “inisiyatiflisiniz; ne zaman gerekli görürseniz tünelden çıkıp geri çekilme de yapabilirsiniz” denilmiştir. Ama ona rağmen ne gördük: Siyanê’de kararlıca bir direniş oldu; arkadaşlar şehit düştüler ama düşmanı Garê’de bırakmadılar. Sonra Mamreşo’da 10 günlük bir direniş oldu. Orayı da bırakmadılar; böylece kendi şehadetleriyle zafer tarzını perçinlediler. Sonrasında Zendûra’da 50 gün süren bir direnişle aynı şeyi gerçekleştirdiler. Onun ardından Girê Sor’da 77 gün süren direniş ve en son olarak da Werxelê’de 135 günlük bir direnişle aynı şekilde bir süreci gerçekleştirdiler. Kuşkusuz bütün bu yerlerde direnen tüm arkadaşlar şehit düşmedi. Örneğin Werxelê’de 2 tünel vardı ama bir tünelde sadece tek bir kayıp yaşandı. Bir tünelde yeni kullanılan kimyasal silaha karşı gerekli tedbirleri almamışlardı; o temelde Cumali arkadaşlar şehit düştüler ama hemen yanı başlarındaki tünelde 135 günlük savaş içerisinde sadece 1 kayıp yaşandı. Kaldı ki bu güçler sürekli dışarı çıkarak düşmana karşı çeşitli hamleler yapan, düşman üzerinden çok sayıda cephane kaldıran, düşman mevzilerini imha eden hareketli birlikler tarzında savaşmışlardır. Yoksa öyle tünele girip çıkmama tarzı yoktur. Arazide birlik ve timler var; onların savaşması söz konusu ama bir de içeridekilerin de dışarı çıkıp savaştıktan sonra geri tünele çekilme durumları var. Sadece bu belirttiğimiz yerlerde değil; içerisinde savaşın geliştiği Küçük Cîlo, Dola Konferansê, Dola Mara, Şehit Serdar, Arîs-Farîs, Tepe Suleyman tünellerinin tümünde savaş ve direnişler gelişmiştir. Çoğu yerde kayıplar yaşanmamış ve düşman da girememiştir. Mesela Dola Konferansê ve Dola Mara gibi tünellere düşman girememiştir.
Kuşkusuz bu direniş sürecinin yetersiz yanları da vardır ama eğer biz bu yetersiz yanlarını giderecek ek tedbirler geliştirirsek yeni gelişen gerillanın özgür alanları savunma tarzı belirtiğimiz gibi Devrimci Halk Savaşı perspektifinden kaynaklanan tarzdır. Modernleşmiş, yenilenmiş, günümüzün teknolojik ve istihbarı gelişmesine göre biçim kazanmış, profesyonel tim hareket tarzı, koordineli tim savaşı ve yine tünele dayalı benzer tim savaşı ve direnişi ile biçimlenen bu yeni mücadele tarzı önümüzdeki süreçte de ortaya çıkan tecrübelerden de yararlanarak daha da zenginleşerek üs alanlarımızı düşürülemez hale getirilmesi hedefleniyor. Bu konuda Türk devleti bir daha kırıldı. Evet yoğun psikolojik savaş araçları yoluyla başarılı olduklarını hep lanse ediyorlar ama Türk devletinin Avaşîn’de yaşadığı hezimet Garê’dekinden az değildir. Zap ve Metîna’da da aynı şey vardır. Aslında ordu bozguna uğramıştır ama bunu itiraf etmiyorlar, kayıplarını az veriyorlar. Daha çok sürekli o Hulusi Akar adeta kelle avcısı misali sürekli bilmem ne kadar gerillayı imha ve tasfiye ettiğini söyleyerek övünüyor veya kendine başarı tablosu oluşturmak istiyor. Gerçekte öyle bir durum yoktur. Arazide onlar planladıklarını gerçekleştiremeyip sonuca da gidemediler. Bir tıkanma ve kırılmayı yaşadılar. Bu bir gerçektir.
2021 yılında Bakur gücümüz belli bir düzey kazanmıştır
Bakurê Kurdistan’daki gerillaya ilişkin de; evet bu son Ovacık şehadetleri bizim için önemli bir kayıptır. Olmaması gereken bir kayıp. Fakat o arkadaşların ne için o açığı verdiklerini az çok biliyoruz. Bazı hatalı ilişkiler ve durumlar var ama genel olarak kimi eyaletlerde baharda yaşanan bazı kayıplara rağmen, Bakur gerilla gücü de yıl açısından kendisini koruyabilmiş, gerektiğinde eylemsellik geliştirmiş ve belli bir düzey kazanmıştır.
Şimdi o iç işleri bakanı sürekli rakamlar vererek, o da başarılı olduklarını söyleyip, içine girdiği çeteci, mafyacı, pratiklerden böylece kendisini sıyırmayı hedefliyor. Onun için sürekli rakamlar veriyor. Halbuki biz zaten gerilla sayısını artırmak istemiyoruz. Mevcut durumda artırma bizim için çoğu yerde o kadar gerekli değildir. Yani bizim taktik yaklaşımımızı kendisi için başarıymış gibi gösteriyor, böyle bir kurnazlıkta bulunuyor. Fakat gerçekler tam öyle değildir.
Gerillanın 2021 yılında hem Bakurê Kurdistan’da hem de Medya Savunma Alanları’nda göstermiş olduğu direnişin çeşitli yetmezlik ve hataları kuşkusuz vardır. Biz bunları biliyoruz ama genel olarak belli bir performansı da gösterme söz konusudur. En azından Türk devleti ve ordusu bu yıl açısından hedeflediğine ulaşamamıştır. Bu da rejim bünyesindeki krizi daha da derinleştiren bir faktör durumundadır. Şimdi daha fazla buhran ve bunalımın derinleşmesinin altında aslında bu başarısızlık vardır. Çünkü bunlar her şeylerini aslında savaşa yatırdılar ancak savaşta da sonuç alamayınca, ‘sıfıra sıfır, elde var sıfır’ hesabına düştüler.
Burada gerillanın yarattığı taktik yenilik, derinleşme, Önder Apo’nun ideolojisi temelinde sergilediği fedai ruh, kararlılık, irade düzeyi ve derinleşen yoldaşlığın zor koşullarda yarattığı yetkin savaş performansı başarının en temel gücü olmuştur. Bu konuda büyük ve cesur kahramanları şehit verdik. Başta Cumali ve Rêber yoldaşlar olmak üzere Çavrêlerîn, Botan ve Zinarînlerin, yine Şoreş Beytüşşebapların, Hêjarların, Serhat ve Saryaların kahramanlıkları sayesinde bu başarı tarihe not edilmiştir. Yine arazi savaşında Şerzanların ve Bawerlerin yüksek fedakarlıkları ile gerilla tim hareketinde geliştirdikleri direnişlerin bunda çok büyük bir rolü vardır. Kısaca bedel verilmiş ama çok önemli bir sonuç da elde edilmiştir. Bu sonuç sadece Kürt halkının üzerindeki imha ve soykırımın önüne geçme değil; aynı zamanda faşizmin kurumlaşmasının önüne geçerek tüm Türkiye ve bölge halklarının başına bela olmasının da önüne geçen bir direniştir. Bu anlamda gerillanın yürüttüğü direniş tamamıyla Kürdistan’da bir varlık ve özgürlük direnişi olurken Türkiye ve bölgede ise bir özgürlük ve demokrasi direnişi olarak tarihe mal olmuştur.