Doğa da bu denli tahrip edici, kısırlaştırıcı, dengesizleştirici bir tarzda insan tahakkümüne uğramamıştır. İnsanlık tarihinde kadın eksenli toplulukların farklı yerlerde farklı ama birbirine yakın zamanlarda, iç içe barışık, sınıfsız, sömürüsüz, şiddetsiz, tahakkümsüz, eşitlikçi, adaletçi, iyilik, güzellik, dürüstlük ve sevgi ölçüleri içerisinde yaşam sürdüğü toplumsal düzenler de vardır. Bu toplumsal düzen tarih ve sosyal bilimin çeşitli dallarının çok sınırlı açığa çıkardığı verilerin yorumlanışı ışığında giderek netlik kazanıyor. Bilimin, bir türlü erkek egemenlikli tahakkümcü paradigmanın sınırlarından kurtulamayışı, tarih ve sosyal bilimin bağımsız duruşunu kuşkusuz daima sınırlamaktadır. Ancak günümüz bilimsel ve tekniksel düzeyi, yine dünya toplumlarının ve kadının kısmen bilinçlenip aydınlanması yönünde verilen mücadeleler, bazı tarihi gerçekleri artık gün yüzüne çıkarmanın koşullarını oluşturuyor. İçinde bulunduğumuz toplumsal zaman artık bizlere, kadının insanın insan olmasındaki ve toplumsallığın oluşmasındaki rolünü açıklamaktadır. Kadın eksenli oluşan bu ilk toplumsallaşmayı doğal toplum veya kadın eksenli toplumsal düzen olarak adlandırıyoruz. Bu ilk ve çok uzun bir süreci kaplayan kadın eksenli toplum zamanı, kadın doğurganlığının, insanın insanlaşmasında ve toplumsallaşmasında birincil rol oynadığının kabul gördüğü ve kutsandığı bir zaman olmuştur. Bu toplumsal zamanın ahlakı, hukuku, yaşam rengi ve doğaya yaklaşımı ise kadının ortaya çıkardığı etik değerler öncülüğünde gelişmiştir. Bu toplumsal biçime ve zamana damgasını vuran, erkeğin değil kadının etrafında şekillenen ve belirlenen dişil etik değerler olmuştur. İlk koruma, ilk aidiyet, ilk sevgi, ilk topluluk ortaklaşması, ilk topluluk hukuku, ilk kolektif üreticilik, ilk ahlak ve etik değerler bu zaman diliminde inşaa edildi. Daha sonra anaların yani kadınların belirlediği yasalar çerçevesinde erkek de bu topluluğa kabul edildi. Analar topluluğuna belli kurallar ekseninde kabul edilen erkek kendini eksik hissetti ve bu eksikliğini tamamlamak için enerjisini farklı alanlarda yetenek geliştirmeye harcadı. Erkeğin edindiği bu yetenekler kendisine belli olanakları değerlendirme fırsatı tanıdı. Bu fırsatları kendi lehine kullanan erkek zamanla kendisini topluluğa kabul eden analık imgesinin reddine götürdü. Erkeğin erkekliğini güçlendirmesi kadının dişillik değerlerinin reddi üzerine geliştirilmiştir. Çünkü iyiliğin, güzelliğin, sevginin, hoşgörünün, barışın, adaletin, doğayla barışıklığın karşısına; şiddeti, öfkeyi, kıskançlığı, kurnazlığı, sömürüyü, doğa tahakkümünü, ölmeyi ve öldürmeyi koyarak güç ve alternatif olmaya yöneldi. Psikanalist açıdan yaşanan gerçeklik böyle açıklanabilir. Tabii bu konuyu salt psikolojik izahlarla açıklamak eksik bir tahlil olacaktır. Konunun derinliği ve genişliği açısından, psikolojik, sosyolojik, epistemolojik, politik, hukuki analizlerinin gerekliliği kendisini dayatmaktadır. Ancak günümüzde tüm bu açılardan konu yeterince analiz edilebilmiş ve net sonuçlara ulaşılabilmiş değildir. Bu konuda çeşitli akademik araştırma ve tartışmalar gecikmeli de olsa başlamış durumda, ancak kendi başına bir bilim dalı olarak ele alınıp profesyonel bir analiz yapılabilmiş değildir hala. Bazı feminist araştırmacıların katkıları ise konunun aydınlatılması açısından önemli ve anlamlı bir birikime yol açmıştır. Ama açıklanmayı bekleyen birçok husus da bulunmaktadır. Kadın beş bin yıldır direniyor Kadının ve erkeğin rollerinin değişimi tarihin ve mitolojilerin bize anlattığı kadarıyla bir çırpıda ve çok rahat gerçekleşebilmiş değildir. Kadının erkek rahipler, tanrılar ve krallar karşısında yürüttüğü büyük mücadeleler olmuştur. Yaklaşık iki bin yılı kapsayan bu geçiş süreci çok çatışmalı bir biçimde gelişmiştir. Ancak süreci kendi lehine geliştirme kararında olan erkek rahipler ve tanrı krallar bütün enerjilerini buna harcamış ve çeşitli komplolarla şiddet uygulamaya kadar gitmişlerdir. Bu komplolar fiziksel komplolar kadar düşünsel ve ruhsal açıdan erkeğin lehine yeni inanç sistemlerinin geliştirilmesi biçiminde de olmuştur. Tanrıça kültürünün yerini erilliği temsil eden tanrıların alması ve yeni toplumun yasalarını erkek tanrıların eril bir mantıkla oluşturması bu tezimizi güçlendirmektedir. Tanrı ya dayalı inanç sistemlerini incelediğimizde dişil değerlerin izine rastlayamamak bunun açık verilerini oluşturmaktadır. Bu ataerkil inanç sisteminde kadın ve etrafında örülen pozitif etik değerler dışlanmıştır. Bunun karşısında direnen kadın ise giderek kendi değerlerini korumaya çalışırken, şiddet ve komplolar karşısında içine büzülmüş ve süreç erkek lehine işlemiştir. Ataerkil toplumsal düzen zamanı olarak tanımladığımız bu süreç ise yaklaşık beş bin yıldır yeni toplumsal cinsiyetçi roller üzerinden işlemektedir. Bu ataerkil toplumsal rollere göre; erkek insan, yurttaş, hakim, otoriter, yasa koyucu ve yürütücü reistir. Kadın ise; insandan sayılmayan, yurttaşlık hakları olmayan, yasaların oluşumunda iradesi tanınmayan, özel alanda ise toplumsal rolü erkeğinin çocuklarını doğurup büyüten, bakımını üstlenen ve mutfak işlerini yürüten bir pozisyondur. 18. yüzyıla kadar büyük savaşların ve mücadelelerin ardından gelişen çeşitli toplumsal düzenler ve tek tanrılı dinler, kadının bu toplumsal rolünü ve konumunu hiçbir biçimde değiştirmemiştir. Beş bin yıldır kadının yaşadığı bu alt üst ediliş karşısındaki duruşu sürekli bir direnme durumudur. Bu direnme kimi zaman fiziksel, kimi zaman ruhsal ve düşünsel anlamda gelişmiştir. Köleci toplum, feodal toplum ve kapitalist toplum gerçekliklerini analiz ettiğimizde görüyoruz ki kadın hiçbir zaman kendisine belirlenen toplumsal rolü ve konumu sindirebilmiş ve kabullenebilmiş değildir. İlahi dinlerin kadını ikinci cins ve erkeğin malı olarak tanımlamasını da içten içe kabul etmemiştir. Bu tahakkümcü toplumsal düzenlere ve inanç sistemlerine karşı Önderliğimizin de belirttiği gibi sürekli bir kriz içerisinde olmuş ve bu baskıcı yapılarla bütünleşememiştir. Kendisini içinde bulduğu tek alan özel alan yani aile ve akrabalık alanıdır. Kadının direnişi sürekli bu özel alanın sınırları içerisinde hapsolmuş ve direnişini kamusal alana taşıramamıştır. Çünkü içinde yaşadığı toplumsal yapıların ekonomik, siyasal ve sosyal gerçekliği onu kamusal alanın dışında bırakmıştır. Dolayısıyla bu tahakkümcü düzenlere karşı örgütlü bir çıkışı gerçekleştirme imkanını oluşturamamış ve özel alana kapanmıştır. Görüntüde tabii olmuş ama içten içe de ruhsal bir kaosu krizi hep yaşamıştır. İbadet eder gibi yapmış, ama aslında ibadetin gereğine ikna olmamıştır. İçsel isyan ile dışsal uyum gibi görünen bu durum kadın kişiliğinde ve ruh dünyasında sürekli bir gerginlik ve çatışma halinde olmuştur. Devlet ve iktidar yapılarıyla hiçbir zaman kaynaşmamış, mekanizmaları içinde de yer almamıştır. Bu anlamda toplumsal realite içinde devlet ve iktidara bulaşmamış bir gerçekliği vardır. Yaşadığı içsel çelişkiler kendisini potansiyel bir muhalif konumunda tutmuş ve kişilik yapısını sürekli esnek ve yapısalcı kılmıştır. Bu içsel çelişki kadını sürekli bir özgürlük arayışı içinde olmasını sağlamış, ancak toplumsal cinsiyetçiliğin ağır ve boğucu baskısı yine çok katı dogmatik yapısı, kendini örgütlü bir mücadele gücüne dönüştürmesini engellemiştir. Kadının ikinci cins konumuyla beraber erkek dünyasında da sınıflaşmalar katmanlaşmalar gelişmiştir. Kadın ve erkeğin tarihteki en büyük ortak çıkarları, sınıf, ulus ve etnik kimlikler etrafında gelişmiştir. Kan ve sınıf bağlarını ilgilendiren bu çıkarlara yönelimin geliştiği süreçlerde kadın da toplumun nicel yarısını oluşturduğundan bu mücadelelere dahil edilmiştir. Kadına karşı gelişen bu siyasal pragmatist yaklaşım, kadının toplumsal aktivitelere kısmen katılımını sağladığından kendi durumuyla ilgili de bir uyanışı beraberinde getirmiştir. Dolayısıyla tarihte gelişen sınıfsal ve ulusal mücadeleler içerisinde kadın da yerini almıştır. Kapitalizmin kara dayalı mantık yapısı, üretimde kadının da kol emeğinden yararlanmayı beraberinde getirmesiyle beraber kadının ilk defa özel alanın dışına çıkma olanağı oluşmuştur. Kadın için ev yaşamının yanı sıra artık bir iş yaşamı da oluşmuştur. Dolayısıyla kadın emeğine bu faydacı yaklaşım sonucu da olsa, kadının ev içi yaşamıyla beraber kamu yaşamına da açılmasını sağlamıştır. Feodal aristokrasiye karşı gelişen Fransa burjuva devrimi sürecinde kadınlar da erkeklerle beraber sınıf kimliklerinden yola çıkarak devrim içerisinde yer aldılar. Bu devrimin temel felsefesi insan hakları doktrinine oturtulmuştu. Ancak insan hakları beyannamesi çıkarıldığında kadın bu hakların dışında tutulmuş ve kadın insan mıdır değil midir tartışmalarına yol açmıştı. Kadın ilk defa burada bir yol ayırımına girerek bu devrimin felsefesiyle çelişmeye başladı. Sonradan feminizm olarak adlandırılacak olan organizeli kadın hakları kuramı bu çelişkiler içerisinde şekillenmeye başladı. Feminizm nedir ne değildir Feminizm, kadın çevrelerince genel bir literatür olarak; kadınla ilgili, kadınca, kadın lehine yorumlar ve etkinlikler toplamı olarak bilinir. En genel, çıkışı itibariyle en yaygın ve en tanınan tanımı ise; kadının erkekle eşit haklara ve eşit fırsatlara sahip olması için yürüttüğü mücadeleler ve bu mücadeleler etrafında oluşturulan kuramlar ve örgütlenmeler biçiminde tanımlanır. Feminizmi kendi başına bir ideoloji olarak tanımlamak mümkün görünmemektedir. Düz bir çizgi de değildir. Farklı ideolojilerin kadın yorumu ve kadın hakları yönelimi olarak da tanımlamak mümkündür. Çünkü feminizm tek bir akım, tek bir kuram olarak şekillenmemiştir. Farklı akımların kadının ezilmişliğini, dışlanmışlığını, ataerkil toplumsal cinsiyetçilik rollerini eleştirme gibi konularda ortaklaştığı bir düşüncedir. Liberal, varoluşçu, sosyalist, marksist, ekolojist, anarşist, islami gibi düşünce akımlarının içinde gelişen çeşitli feminist formlar ve yorumlar vardır. Feminizm çokça eleştirildiği gibi erkek düşmanlığı da değildir. Ataerkil sistem mantığının ve kurumlarının erkek düşmanlığı biçiminde tanıtması ve bu şekilde lanse etmeye çalışması, feminizmin giderek güç kazanmasını kendisi açısından bir tehlike olarak görmesinden kaynaklanmaktadır. Çeşitli formlar biçiminde gelişen feminizmlerden bazılarını şöyle sıralayabiliriz: 1- Eşitlikçi formlar: Eşitlikçi feminizm (önde gelen feminist önderleri de içeren çoğunluk, bunun feminizmin gerçek bir formu olmadığını ileri sürerler,) bireyci feminizm, liberal feminizm. 2- Kadın merkezli formlar: Kültürel feminizm, cinsiyet feminizmi, pop feminizm, radikal feminizm. 3- Baskının ataerkillikten kaynaklandığını kabul edenler: Anarko feminizm, radikal feminizm, Fransız feminizmi, seks radikal feminizm 4- Baskının kapitalizmden kaynaklandığını kabul edenler: Marksist feminizm, sosyalist feminizm. 5- Ayırımcı formlar: Lezbiyen feminizm, ayrılıkçı feminizm. 6- Afrika-Amerikan formları: Siyah feminizm, kadıncılık. 7- Batı dışı formlar: Üçüncü dünya feminizmi, sömürge sonrası feminizm. Alt türleri: Eko-feminizm, Fransız feminizmi, radikal feminizm, liberal feminizm, lezbiyen feminizm, marksist feminizm, sosyalist feminizm, pop feminizm, islamcı feminizm, ruhsal feminizm, maddi feminizm, postmodern feminizm, varoluşçu feminizm, pro-feminizm, post kolonyal feminizm, amazon feminizm, kültürel feminizm, anarko feminizm, üçüncü dalga feminizm, kadınizm, kadıncılık biçiminde sıralayabiliriz. Belirgin feminizm formları 1- Liberal feminizm: 18. yüzyıl Fransa’sındaki aydınlanma döneminde gelişen akılcı felsefe, kamuya ait olan her şeyi akılcı dolayısıyla erkeğe ait; özel alanı ise akıl dışı ve ahlaki, duygusal alan yani kadın alanı olarak tanımlıyordu. İnsan ve hayvan yine canlı doğa arasındaki temel fark insanın akıllı bir varlık olmasında görülüyordu. Akılcılık Newton’un evreni matematiksel yorumlayışına dayandırılıyordu. Bu düşünceye göre doğada ve evrende her şey keskin matematik yasalarıyla işliyordu. Ahlak ve etik değerler bu yeni aklın dışında görülüyordu. Dönemin siyasal politik ideolojik, felsefik argümanları da bu mantığa oturtuluyordu. Dolayısıyla doğa ve duygusallığı ahlaklı olmayı simgeleyen kadın, akılcılığın dışında tutuluyordu. Doğa ve kadını dışlayan bu yaklaşım kadının insan olmasını da dışlıyor ve insan terimi erkekle sınırlandırılıyordu. Dolayısıyla kadın genel insan hakları ve reformasyon tartışmalarının dışında tutuluyordu. 1789 Fransız Devrimi’nde erkekle beraber aynı işleri yapan kadınlar ise erkeğin yaptıklarını kadının da yapabildiğini kendi pratiksel duruşuyla ortaya koydu ve dolayısıyla kadının da insan olduğu tezinin savunuculuğuna radikal bir biçimde bu dönemde başladı. Kadının bu uyanışı ve hak arayışı Fransız Devrimi’nin büyük bir hızla hazırlandığı 18. yüzyılın ortalarından sonra belli bir çevrede fikir oluşturmaya başlamıştı. Paris’te ilk insan hakları bildirgesi yayınlanınca, içinde kadın haklarına yer verilmediğinin görülmesi üzerine Olympe de Gouges, bir kadın hakları broşürü yayınladı. De Gouges daha sonra giyotine gönderilerek idam edildi. Feminist kuramın ilk yazılı eseri olarak birçok çevre tarafından kabul edilen “kadın haklarının müdafaası” ise 1792 yılında İngiliz yazar Mary Wollstonecraft tarafından yayınlanmıştır. Ancak bu dönemde gelişen bilinç, kadını isimi konmamış haklar ve talepler etrafında belirginleştiriyordu. “Feminizme” kavramını ilk ortaya atan ise 1808’lerde kadın haklarının genişletilmesini, toplumsal ilerlemenin genel ilkesi olduğunu ileri süren ütopyacı sosyalist Charles Fourier olduğu söylenir. Oluşan bu fikirler etrafında çevrelenen kadınlar, ilk organizeli kadın hakları toplantısını 1848 de New York, Seneca Falls’da yaptı. Kadınların ilk örgütlü sesi bu konvansiyonda yükselmiştir. Toplantının temel şiarı “bütün kadın ve erkeklerin eşit yaratıldıkları” yönünde gelişmiş ve dolayısıyla eşit varlıklar olarak yaratılan kadın ve erkeğin aynı haklara sahip olması gerektiği savunulmuştur. Feminizmin kökenini oluşturan kadının erkekle eşit haklar ve eşit fırsatlar talebi daha sonra liberal feminizm olarak nitelendirilir. Birinci dalga feminizmi olarak da adlandırılan liberal feminizm, etkilendiği düşünce akımları bakımından kendi içinde çeşitli formlara ayrışır. 1966’da kurulan National Organization for Women (NOW-Ulusal Kadın Örgütü) amaç maddesinde, kadınların öncelikle, toplumda erkekler ile eşit haklara sahip olduğu ve insani potansiyellerini tam anlamı ile geliştirme şansına sahip olmalarının şart olduğu önermesine sadık kalınmıştır. Kadınların bu tür bir eşitliğe ancak siyasi, ekonomik ve toplumsal hayatta karar verici rol alarak, toplumdaki diğer insanlarla sorumlulukları paylaşarak ulaşabileceklerine inanılmaktadır. Sonuçta aydınlanmacı feminist teoride bazı temel problemler bulunmaktadır. Bunlardan en önemlisi, liberal çözümlemenin özel alanı dokunmadan bırakmış olmasıdır. Kadınların, erkeklere bağımlılıklarına, ataerkil ya da erkeğe hizmet eden eğitim sistemine ve toplumsal kurumlara karşı bir sınıf olarak niteleyen birçok liberal feminist, radikal feminist duruşa doğru kaymıştır. Liberal feminizm ataerkil devletçi iktidar zemininde erkekle eşit haklar talep eden bir kuramdır. Kadının özel alandaki sömürülme gerçeğine karşı herhangi bir çözüm önermemektedir. Sömürünün ataerkil kültür kaynaklı olduğunu görmez ve ataerkil değerler etrafında bir eşitlik talep eder. Erkeğin ideolojik, siyasi, askeri ve iktidar üstünlüğünün kadınlara da verilmesiyle kadının erkekle eşitleneceğine inanır. Dolayısıyla burjuva kökenli liberal feminizmin duruşu erkek egemen kültürle bir uzlaşma duruşudur. Doğanın, toplumun ve kadının özgürleşme kaygısından uzaktır. 2- Kültürel feminizm: Liberal feministler tarafından sonuçsuz bırakılan temel konulardan biri de, kadın ve erkek arasında ruhsal ve ahlaki yetenekler açısından gerçekten farkın olup olmadığıdır. Bazı liberaller genel olarak var olan farkların küçük olduğunu ve içinde bulunulan koşullar sonucu oluştuğunu savunmaktadırlar. Liberal feministler, yalnızca sınıf farklılıklarını değil, daha uzlaşmaz olabilen cinsiyet farklılıklarını da görmezden gelmişlerdir. Diğer bazı feministler ise kadınların erkeklerden farklı olduğunu savunmuşlardır. Kadınların erkeklerden farklı olduğunu, kültürel feminizmi savunan kuramcılar vurgulamaktadırlar. Kültürel feminizm kuramını savunanlar liberal feminizmin eleştirel düşünme ve kendini geliştirmenin önemini kabul etmeye devam ederlerken, hayatın akıldışı, sezgisel ve genellikle kolektif yönü üzerinde durmaktadırlar. Kadınlarla erkekler arasındaki benzerlikleri vurgulamak yerine, genellikle kadınlık niteliklerinin farklılıkları üzerinde dururlar. Kültürel feminist kuramcılara göre, aile ilişkilerine ilişkin konular eril bakış açısından düzenlenmiştir. Kadının erkek himayesinde insanca gelişmesi engellenmiştir. Bu duruma son vermek için ev hayatında radikal değişiklikler gerekmektedir. Ataerkil bakış açısının baskıcı, yıkıcı ve savaşçı değerleri yerine kadınların olumlu bakış açıları bir kez daha yönetimin kamusal gücüne ve dine katılmalıdır. Babaların ev hayatına katılımı ile özel alanın zenginleşeceğini ve kamusal alanın annelerin varlığı ile yükseleceğini öne sürerler. Kültürel feministler toplumsal cinsiyet kimliğinin oluşumunun biyolojik farklılıklardan ziyade toplumsal inşa sorunundan kaynaklandığına inanmaktadırlar. 3- Varoluşçu feminizm: Feminist kuramlar içinde kadının kişi olarak kendi benliğini oluşturması gerektiği görüşü varoluşçuluk felsefesinden türetilmektedir. Bu kuramın önde gelen ismi Simone de Beauvoir: “Erkeğin, kendisini çocukluktan itibaren hissettiren avantajı, bir insan uğraşının hiçbir şekilde bir erkek olarak yazgısına ters düşmemesidir… Buna karşılık kadından, kadınlığını gerçekleştirebilmesi için kendisini nesne ve kurban haline getirmesi istenir; bu da, egemen özne olma iddialarını bir yana bırakmak zorunda kalması demektir. Özgürleşmiş kadının durumuna özellikle damgasını vuran, işte bu çelişkidir. Eksik olmayı kabul etmediği için kendisini kadın rolüyle sınırlandırmak istemez; öte yandan kendi cinselliğini yadsımak da eksik olmak anlamına gelir. Erkek, cinselliği olan bir insandır. Kadın da ancak cinselliği olan bir insan olduğu zaman erkek ile eşit bir birey olur. Kadınlığını yadsıması insanlığının bir bölümünü yadsıması demektir” der. Varoluşçu felsefeye göre insan doğayı aşabildiği ölçüde insandır. İnsan olmak sadece yaşamak değil, yaşama değer katacak projeler üretmek, yeni araçlar icat etmek, geleceği biçimlendirmektir. Var olan koşullara boyun eğen, insanlıktan uzak yaşama koşullarını da benimsemiş olmaktadır. Kısacası insan yaşadığı sürece varlığının anlamını sorgulamak zorundadır. Beauvoir’e güre “ataerkil toplum düzeninde kadın, ensoi ya da öteki rolüne mahkum edilirken, erkek poursoinin aşkın ayrıcalıklarının tadını çıkarıyordu.” Bu bağlamda kadınların var olan toplumsal düzende öteki olarak yaşamayı kabul edip içselleştirirlerse şizofreniye ve ümitsizliğe kapılacağını söylemektedir. Bu aynı zamanda nesne olmayı da kabul etmek anlamına gelmektedir. Yazar diğer feminist yazarlar gibi kadınların kendilerini geliştirebilmek için akılcı özelliklerini ve eleştirel yetilerini güçlendirmelerini önermektedir. Kişinin gerçekliği ve doğrularının değer görmesi, toplumsal hayatta başkaları ile etkileşimi sayesinde olmaktadır. Böylece ataerkil kültüre karşı alternatif bir tanıklık ile onu tanımlamak ancak, ona karşı alternatif bir “öteki” kültür oluşturabilecektir. Alternatif “öteki” kültürün oluşumu için ise radikal feminist kuramcılar farklı çözüm yollan üretmektedirler. 4- Radikal feminizm: Radikal feminizm liberal feminizmin eleştiri üzerinden gelişmiştir. Kadınların sömürülmesini ve baskı altında tutulmasının temel nedenini kadınlarla erkekler arasındaki biyolojik farklılıklarda gören bir kuramdır. Kadının günümüzdeki durumu hakkında radikal feministler arasında çeşitli anlayış farklılıkları da bulunmaktadır. Radikal feminizmin bir kısım kuramcısı, kadının baskı altındaki konumunun ve cinsler arasındaki çelişkinin aile kurumunda türediğini öne sürerler. Aileyi ataerkil sistem içinde kadınların erkeklere hizmet etme rolünün verildiği mekanlar olarak ele alır ve ailenin kadını da buna şartlandırdığını ileri sürerler. Bu nedenle de radikal kuram aile kurumunu reddeder. Bir kısım radikal kuramcı ise kadınların baskı altında tutulmasının temelinde biyolojik cinsiyet farklılıkların yattığını savunur. Kadınların toplumsal cinsiyetçi rollerinin doğurganlık ve çocuk bakımıyla sınırlandırıldığını savunur ve bu durumu reddederler. Çocuk doğurmak ve bakımını üstlenmek sadece kadının kaderi olmaktan çıkmalıdır. Bu düşünceyi savunan kuramcılar, tıp bilimine de çeşitli önermelerde bulunur. Teknolojik yöntemlerin kadınları bu kaderlerinden kurtarabileceğini düşünürler. Bu önermeden şunu anlıyoruz; teknolojik yöntemler kullanılarak erkekte kadın gibi çocuk doğurabilmelidir. Ya da doğanın kadına has kıldığı doğurganlık işlevi reddedilerek, çocuğun her iki cinsin de dışında suni ortamlarda üremesi biçimindedir. Dolayısıyla her iki biçimde de hem doğum işi hem de çocuk bakımı her iki cinsin kolektif işi ve işlevi olmalıdır. Bu gün teknoloji böyle bir şeye hazır olmadığı gibi, insan ve kadın doğasını yok edeceği düşünülebilecek bir önermedir. Dolayısıyla doğanın, kadının ve toplumun özgürleşmesi felsefesine ters düşen bir önermedir. 5-Marsist-sosyalist feminizm: Marks ve Engels’in görüşlerinin feminizmin gelişimine önemli katkıları olmuştur. Kadınların bilinç yükseltmesinde özellikle de tarihsel materyalizm önemli bir rol oynar. Bu görüş, toplumların gelişimini maddi koşulların belirlediği tezine dayanan maddeci görüştür. Engels’e göre anaerki komünizminde her iki cinsin bir iş bölümünün olduğu ama bu iş bölümünün birbirini yadsımadığı savunulur. Evdeki üretim araçları kadınların ev dışındakiler ise erkeklerin ellerinde olduğunu söyler. Tarih ilerledikçe ev dışındaki üretimin artı ürüne yol açtığı ve bu artı ürünün erkeğin elinde bir sermaye olarak biriktiğini söyler. Sermayenin erkeğin elinde birikimi ile beraber, kadının da erkeğe bağımlı hale geldiğini ve kadının ev içinde sınırlı kaldığını açıklar. Dolayısıyla kadının bu toplumsal rolünün onu kamusal üretim alanının dışında bıraktığını ve kadının toplumsal üretime erkekle beraber katılarak çözülebileceğini öne sürer. Kadının ev içi rolünün de yeni bir aile modeli ile çözülebileceğini ve ev içi işlerin kamusal sanayi yöntemleri ile kolektif hale getirilmesini önerir. Marks ise toplumsal devrimin aileyi tümden ortadan kaldırması gerektiğini belirtir. Toplumsal kolektivist ilişkilerin kan bağına değil, iktisadi ilişkiler çerçevesinde belirlenmesini söyler. Marksizimden etkilenen feministler, kapitalist üretim sürecinde insanın emeğine yabancılaşması tezini, kadınların da ev içinde yaşadığını ileri sürerler. Ev işlerinin soyutlaştırıcı, verimsiz ve tekrarlayıcı karakterinin kadını emeğine yabancılaştırdığını söylerler. Kadın emeğinin erkeğin denetiminde olmasını ataerkilliğin temel dayanağı olarak görürler. Marksist feministler üretim ilişkilerine dayalı olarak açıkladıkları toplumsal cinsiyetçi rollerin değişimi için kadınların bilinç yükseltmesi ve kamusal üretime yoğun katılımını gerekli görürler. Marksist-sosyalist feminizm, ataerkil işbölümünün tarihsel ekonomik çözümlemesi kadınları toplumsal cinsiyetçilik konusunda aydınlatmaya yardımcı olmuştur. Kadının üretime katılması ve ev içi ortamın kısırlaştırıcı etkisinin kırılması gerektiği önermesi pratik anlamda kadının toplumsal aktiviteye katılımını getirmiştir. Ancak proleter iktidar perspektifi bu düşünceden etkilenen kadının sadece kendi sınıfıyla sınırlı kalmasını getirmiş ve cins çelişkisinin sınıf çelişkisini aşan karakterini yadsımıştır. 6- Anarko feminizm: Anarko feminizm, “kadınların çoğu kendi yaşamlarını ilgilendiren konularda ve alınan kararlarda hiçbir hakka sahip değildir” der. Buna göre kadınlar iki çeşit tahakküme maruz kalırlar. Birincisi, insanların genel toplumsal tahakkümü, ikincisi; cinsiyetçilikten kaynaklı, cinsiyetleri nedeniyle, yani kadın olmalarından ötürü uğradıkları tahakküm olarak ele alınır. Tahakkümün beş ana biçimini tanımlar. İdeolojik tahakküm, katı kültürel gelenekler, din, reklamcılık ve propaganda yolu ile beyin yıkama. Kavramları manipüle etme, kadının duygu ve hassasiyetiyle oynama. Tüm alanlarda yaygın ataerkil ve otoriter davranışlar ve kapitalist zihniyet. Devlet tahakkümü, insanlar arasındaki ilişkilerin çoğunda ve yine sözde özel yaşamda yukarıdan aşağıya doğru emir komuta zinciri şeklindeki hiyerarşik örgütlenme biçimleri. Ekonomik sömürü ve baskı, bir tüketici olarak, evde ve kadın işlerinde düşük ücretli bir işçi olarak. Özel alanda olduğu kadar, toplumun kollaması altında da karşılaşılan şiddet. Örgütlenme yoksunluğu, sorumluluğu ezip geçen, zayıflık ve eylemsizliği yaratan yapısızlığın tiranlığı. Bu etkenler bir arada çalışır ve biri diğerinin devamlılığını beslemek üzere eş zamanlı olarak bir kısırdöngü içinde birbirlerini beslerler. Anarko feminizme göre bu çemberi kıracak her derde deva anlamında çare yoktur, ama bu çember kırılmaz da değildir. Anarko feminizm kadınların erkeklerle eşit koşullarda bağımsızlığı ve özgürlüğü olarak tanımlanır. Hiç kimsenin bir diğerinden ne daha aşağı ne de daha yukarı olmadığı hem erkeğin hem de kadının, uyumlu olduğu bir toplumsal örgütlenme ve toplumsal yaşamı ön görür. Kadınları ilgilendiren konularda kadınların kendilerinin karar vermesini ve meselelerini kendilerinin çözmesini esas alır. Her iki cinsi ilgilendiren konularda ise kadınlar ve erkeklerin eşit koşullarda karara varmalarını önerir. 7- Ekofeminizm: Ekofeminizm 1970’li yılların sonunda feminist akımlar içinde yeni bir kol olarak ortaya çıktı. Bu yıllara kadar doğanın ve hayvanların kıyımına değinen ve çeşitli akımlar içinde yer alan kişiler olsa da bu terimi feminist literatüre 1974’te sokan ilk kişi Francoise d’Eaubonne’dur. Ekoloji ve feminizmi bir potada eriterek, erkeklerin doğa ile kadınları özdeş tutarak, doğaya davrandıkları gibi kadınlara, kadınlara davrandıkları gibi doğaya davrandıklarına dikkat çeker. Bu feminist düşünceye göre ataerkillik ve kapitalizm sistemi içinde doğayı yola getirme, sömürme, doğaya hakim olma, doğa üstünde iktidar sahibi olarak üstünlük kurma düşünceleri ile erkeklerin kadınlara bakış açıları arasında bir koşutluk bulunmaktadır. Kadın doğadır, erkek kültürdür şeklindeki ayrıma karşı çıkan, anaerkil kabul edilen toplumlara ait kültür örüntülerini yok saymanın tehlikeli olduğunu da belirtir. Kültürün de pekala kadının üretimi ile oluştuğu düşüncesi ile ekolojik feministlerin genel itirazları ataerkil düzende kadının, teknoloji karşısında doğanın düştüğü duruma düşürülmesidir. Kar odaklı teknolojik, ekonomik ilerlemenin, çevresel felaketlerin göz ardı edilmesini, doğal kaynakların bilinçsizce tüketilmesini sıklıkla gündeme taşırlar ve bundan erkeklerin iktidarını sorumlu tutarlar. Kadının sorununun dolayısıyla insanlığın sorunlarının temelde iktidar endeksli yaklaşımlarda olduğunu söylerler ve bu anlamda, insanın doğa üzerindeki tahakkümünden yola çıkarak, insanın insan üzerindeki tahakkümünü ve uyguladığı hiyerarşiyi reddederler. Doğa içinde pek çok ekosistem bulunduğu yaklaşımından hareketle, farklılıkları tanırlar ve bunun bir ayrıcalığa dönüşmesine karşı dururlar. Bu yaklaşım içindeki feministlere ekofeminist adı verilmektedir. Ayrıca anarko feministlerde pek çok noktada birleşebilirler. 8- Profeminizm: “Feminizm erkek düşmanlığıdır” propagandası feminist çevrelerce, kadının eşitlik ve özgürlük mücadelesini karalamaya dönük bir yaklaşım olarak değerlendirilir. Oysa feminizm erkek düşmanlığı olmadığı gibi, kadının özgürlük arayışında önemli mesafeler kat etmiş ve bir miras oluşturmuştur. Pro dış veya öteki anlamındadır. Dolayısıyla profeminizm; kadınların haricindekilerin feminizmi anlamına gelmektedir. Kadın olmayıp, kadınların mücadelesine aktif ya da dışarıdan destek veren, kadının cinsel sömürüsünün ezilmişliğinden geldiğini savunan, feminist kuramı bir yanıyla kabul etmiş olanlar için kullanılan bu niteleme, Eylül 1996’da Quebec’te gerçekleşen feminizm konferansında kabul edilmiştir. Profeministlerin çoğu sol görüşlü erkekler tarafından benimsenmektedir. Çıkış noktaları; kadın hareketleri ve üniversite bünyesindeki kadın topluluklarının verdikleri feminist mücadeleyi desteklemek temelindedir. İkincisi ise, erkek egemenliğinin ortadan kaldırılmasını istiyorsak, erkek olarak söz konusu egemenliğin var olduğunu ve anlaşılması gerektiğinin bilincine varmak, toplumsal cinsiyeti günlük ilişkilerimizde hiyerarşik ve ayrımcı bir faktör olmaktan çıkarmaktır. Profeministler arasında önemli bir kesim eşcinsel de yer almaktadır. 9-Psikanalizm ve feminizm Psikanalizim kadın erkek ayrımını psikolojik olarak açıklamaya çalışmaktadır. Freud’un kadın ve erkeğin aile içinde rollerini belirlemek amacıyla yaptığı deneysel çalışması daha da önemlisi çocuğun yetişme sürecinde geçirdiği cinsel kimlik sürecini betimlemesi, çağdaş feminist teorinin en önemli temel taşlarından birini oluşturmaktadır. Freud’a göre, Oidipal dönem çocuğun karşıt cinsteki ebeveyne yönelik cinsel fanteziler ve bunların bastırılmaya uğramalarıdır. Bu Viktoryan burjuva evlerinde cinselliğin derin bir şekilde bastırılmasının bir parçası olarak açıklanmaktadır. “Penise, çocuğun cinselliğinin simgesi ve gelecekteki gücün kaynağı ya da kız çocukların durumunda ise güç yoksulluğu olarak da önem vermektedirler” Freud’a göre, erkek üreme organı biyolojik bakımdan da kadın üreme organından üstündür. Feministler Freud’un görüşlerinin, libidonun eril olması gibi ön kabullerinin erkek yanlısı olduğuna inanmaktadırlar. Karen Horney, asıl ihtiyacımızın kadın psikolojisinin otantik bir betimlemesini oluşturmak için ‘bu eril düşünme tarzından’ kendimizi kurtarmamız gerektiğini savunur. Shulamith Firestone ise “Cinselliğin Diyalektiği” isimli kitabında, Freud’un salt bilimsel geleneğe uygun olarak ruhsal oluşumları toplumsal bağlamlarını hiç dikkate almadan gözlemlediğini savunmaktadır. Oedipus kompleksi ataerkil aile düzeninin egemenlik ortamında geçerlidir. “Freud’un bu kompleksi ataerkil toplumdaki çekirdek ailede yetişen normal bireylerde görülen bir kompleks olarak gördüğünü, fakat ataerkinin çekirdek aile yapısında var olan eşitsizlikleri azdıran bir toplumsal düzen olduğunu unutmamamız gerekir” der. Erkeklerin daha az egemen oldukları toplumlarda Oedipus Kompleksi’nin etkilerinin azaldığını gösteren bazı kanıtlar vardır. Ataerkil zayıflaması da birçok kültürel değişimlere yol açacağı anlamına gelmektedir. Juliet Mitchell ataerkil düzeni sembolik “fallus düzeni” olarak tanımlamıştı ve kadın bu sembolik düzenden (dil, yasa, kültürel düzen vs) dışlanmıştır. “Bu düzende kadınlar ve onların gerçekleri reddedilip yok edilmektedir. Kadınlar, söylemin sınırlarında, sembolik alanın dışında” yer aldıkları için farklı bir mekanda kalmaktadırlar. Fransız feministler kadının öteki olarak kendi söylemini geliştirmesinin ataerkil düzeni altüst edeceğini savunmaktadırlar. Ayrıca erotik preoedipal dönemi anneyi baskı altına alınmamış kadınsı imgelimin kaynağı olarak görmektedirler. Sonuçta kültürün kıyısında yer alan kadınların kendi kültürlerini oluşturmaları ancak kültürel bir devrim meselesi olmaktadır. Psikanalist yaklaşımı benimseyen feministler, bütün kadınları erkeklerden “başka”, ancak birbirine benzer olarak ele almaktadırlar. Farklı kültür, tabaka ve toplumlardaki kadınların yaşam deneyimleri, duyguları, değerleri ve psikolojileri arasındaki farklılıkları görmezlikten gelinmekte, bu farklılıkların bazen aynı toplumdaki kadın-erkek farklılığından bile daha belirgin olabileceği üzerinde durulmadığını söylemektedirler.