Rusya’da 1917 yılında gerçekleşen Bolşevik Devrimi 94. yıldönümüne girmiş bulunmaktadır. Her ne kadar Rusya’da gerçekleşen bu devrim çözülmüş de olsa, bugün hala etkisini dünya üzerinde göstermektedir.
Rusya’da 1917 yılında gerçekleşen Bolşevik Devrimi 94. yıldönümüne girmiş bulunmaktadır. Her ne kadar Rusya’da gerçekleşen bu devrim çözülmüş de olsa, bugün hala etkisini dünya üzerinde göstermektedir. Kimi Bolşevik Devrim’i yaşanan çözülmeden hareketle tarihin bir yanlış olarak değerlendirirken, kimileri de sadece uygulamadan kaynaklı yaşanan hataların bir sonucu olarak başarısız bir deney biçiminde değerlendirilmektedir. Gerçekten öyle midir? Yoksa çözülüşün başka nedenleri de var mıdır? Reel sosyalizmin çözülüşünden bu yana yapılan tartışmalarda cevabı aranan sorular olarak bunlar önümüzde durmaktadır. Bugün Ekim Devrimi’nin 94. yılında aranan bu soruların yanıtına cevap bulabilmek için yeniden devrimin gerçekleştiği yıllara ve bu devrime temel teşkil eden felsefik ve ideolojik yaklaşımın kökenine inmek gerekmektedir. Ancak böyle yapılırsa Bolşevik Devrimi’nin ‘tarihin yaşadığı bir yanlış mı?’ yoksa başka nedenler sonucunda mı çözülmeyi yaşadığı sorularına yanıt bulunabilir.
Ekim Devrimi 1917 yılında Çarlık Rusya’sı toprakları üzerinde gerçekleşmiştir. O günün tarihsel koşulları itibariyle dünyaya hakim olan emperyalist güçler arasında dünyaya hakim olma yaklaşımları sonucunda Birinci Paylaşım Savaşı’nın yaşanması gündeme gelmişti. Rusya da bu savaşta yer almıştı. Savaş, Rusya’da siyasal, ekonomik ve toplumsal krizi derinleştirmiş, aynı zamanda muhalif güçlerin Çarlık rejimine karşı mücadelelerini yükseltmelerine de olanak sunmuştu. 1917 Şubatı’nda gerçekleşen devrim böylesi bir ortamda yaşanmış, Çar’ın iktidardan uzaklaştırılmasına olanak sunmuştu. Çar’ın iktidardan uzaklaştırılmasıyla kurulan yeni hükümet, Rusya için yeni bir dönemin başlangıcı anlamına geliyordu. Ancak bu süreç sosyalizme dayanan Bolşevik Devrimi ile sonuçlanmamış, bir anlamda bu devrimin öngünü olarak değerlendirilmişti. Genel olarak Çarlık karşıtı güçlerin içerisinde yer aldığı bir devrim olma niteliğini taşıyordu. O nedenledir ki gerçekleşen bu devrime ‘Şubat Burjuva Devrimi’ denilmişti.
‘PROLETER DEVRİMLER ÇAĞI’
1917 Şubatı’nda Çarın iktidar koltuğundan uzaklaştırılmasını yeterli görmeyen Bolşevikler, bu dönem ve gelişmeleri ‘proleter devrimin’ gerçekleştirilebileceği yeni bir süreç haline getirmek istiyorlardı. O nedenle de ‘Tüm İktidar Sovyetlere’ sloganını geliştirerek yeni bir devrimci süreç başlatmışlardı. Aldıkları karar doğrultusunda başlattıkları bu sürecin ayaklanmaya dönüştürülmesi her ne kadar deşifre olsa da, aynı yılın ekim ayında gerçekleştirilen geniş katılımlı bir ayaklanma ile iktidar ele geçirilmişti. Tarihe Ekim Devrimi olarak geçen Bolşevik Devrimi böylece gerçekleşmiş, tarihte ilk kez ezilen sınıflar devlet yönetme gücüne ulaşıyorlardı ve bu sonraki yıllar ve insanlığın zihniyet ve yaşamı üzerinde büyük değişikliklere yol açacaktı.
Ekim Devrimi’yle birlikte başlayan süreç, aynı zamanda dünya açısından da yeni bir dönemin başlaması anlamına geliyordu. Emperyalizm önemli bir darbe yemiş, sömürge uluslar ve halklar kurtuluş sürecine girmişlerdi. O nedenledir Ekim Devrimi ile başlayan çağ sosyalistlerce; ‘Proletarya ve Ulusal Kurtuluş Devrimleri Çağı’ olarak tanımlanmıştı. Sosyalistlerce Ekim Devrimi’yle başlayan sürece böylesine tarihsel anlam verilmesinin nedeni; işçilerin iktidar mekanizmasını egemenlerin elinden almaları ve kendi iktidarlarını kurmalarıydı. Böylece insanın eşitlik ve özgürlük ütopyası olan yeni bir dünya yaratma yolunda ilk adımlar atılmış oluyordu. Gerçekleşen bu devrim ile birlikte diğer halkların da burjuva egemenlikleri yıkıp iktidarı ele geçirmeleri için gerekli koşulların oluştuğu da öngörülüyordu. Böylece Ekim Devrimi ile birlikte dünya devrimler çağının başladığı da kabul edilmiş oluyordu.
Ekim Devrimi’nin ardından, dünyanın birçok yerinde proleter sınıf hareketleri belirli bir gelişme göstermiş, birçok ülke de Rusya Devrimi’nin örneğini izleyerek kendi iktidarlarını kurmaya başlamışlardı. İkici Dünya Savaşı’ndan sonraki yıllara gelindiğinde ise, neredeyse ‘dünyanın üçte biri’ diye adlandırılan bir kısmında da etkili hale gelmişlerdir. Yaşanan bu gelişme 70 yıl devam etmiş, ancak kendisini yenileyemediğinden giderek daralmış ve ardından yaşanan bir çözülme ile son bulmuştur. Ortaya çıkan bu sonuç Ekim Devrimi’yle başlayan ve insanlığın zihniyet yapısı üzerinde önemli sonuçlara yol açan bu sürecin sorgulanmasını da beraberinde getirmiştir. Yapılan sorgulamalarda ise, daha çok hayal kırıklığı ve kapitalizmin zafer kazandığı yaklaşımları öne çıkarılmıştır. Oysa gerçeklik, ulaşılan bu sonuçtan tamamen farklıdır. Yaşanan ne kapitalizmin zaferi ne de sosyalizmin yenilgisidir.
Sosyalist öğreti 1917 Devrimi’yle birlikte ortaya çıkmamıştır. Ekim Devrimi, sosyalist öğretinin bir pratikleşme biçimi olarak yaşanmıştır. Sosyalizm teorik kuram olarak 19. yüzyılda bir formülasyona kavuşmuş olsa da, kökleri insanlığın tarih boyunca yaşadığı baskı, sömürü ve zora karşı gelişen mücadeleler ve gerçekleşen arayışlarına kadar uzanabilmektedir. Ancak bir öğreti olarak gelişmesi, sistematize olması, temel prensiplere kavuşturulması ve devletçi sosyalizm biçiminde bir karaktere büründürülmesi 19. yüzyılda olmuştur.
18. yüzyıldaki ütopik sosyalistlerin arayışlarının sonuçsuz kalması ve Paris Komünü’nün yenilgisi, iktidarcı sosyalist arayışların gelişmesine imkan sunmuştur. Ütopikler tasarılarını gerçekleştirememiş ve komünün başarısız olmasının nedeninin iktidarın ele geçirilememiş olması biçiminde değerlendirilmesi böylesi bir yaklaşımın gelişmesine temel teşkil etmiştir. Bu süreçten itibaren sosyalizmin ancak iktidar olunarak kurulabileceği yaklaşımı, sosyalist öğretinin temel yaklaşımlarından biri haline gelmiştir. Bu yaklaşım Ekim Devrimi’nin gelişiminde de belirleyici olmuştur.
Devrimin iktidarın ele geçirilmesiyle gerçekleşeceğini düşünen Bolşevikler, eski takvime göre 23 Ekim, yeni takvime göre de 7 Kasım günü gerçekleştirdikleri ayaklanmayla iktidarı alaşağı edip kendi iktidarlarını kurmuşlardır. İktidarı ele geçirmelerinin ardından mülkiyet toplumsallaştırılmaya başlanmıştır ve bu temelde sosyalizmin kurulmasında temel önemde hamlelerin yapıldığına inanılmıştır. İktidarın ele geçirilmesi ve mülkiyetin toplumsallaştırılması, sosyalizm olarak algılanmıştır. Yanılgı da burada başlamıştır ve teori üzerinde etkili olmuştur. Bu temelde şekilde iktidara dayalı sosyalizm anlayışı ancak 70 yıl ayakta kalmış, ardından da yıkılmıştır. İktidara dayalı sosyalizm anlayışı ters tepmiştir. Ele geçirdikleri iktidar, iktidarı ele geçirenleri teslim almıştır. Bir paradoksmuş gibi görülse de aslında yaşanan bu gerçeklikten başka bir şey olmamıştır. Rêber Apo’nun devlet ve iktidar çözümlemeleri esas alınarak bir yaklaşım gösterildiğinde, neden böyle olduğunu anlamak o kadar da zor olmamaktadır.
İKTİDAR TOPLUMU SOSYALİST DEĞERLERDEN UZAKLAŞTIRDI
İktidar ve devlet olgusu tarih sahnesine sınıflı, sömürücü, egemenlikli bir karakterle çıkmışlardır. Egemen sınıflı bir karaktere sahip olan devlet demokratik komünal değerler taşıyan topluluklar karşısında tarihte gerçekleşen ilk karşı devrimdir. Özü itibarıyla komünalite karşısında bir karşı devrim olan devlete ve iktidara dayalı sosyalizmin gerçekleşmesi de mümkün değildir. O nedenle ütopik sosyalistlerin başarısızlığı ve Paris Komünü’nün yenilgisinden çıkarılan yanlış bir sonuç olan iktidarcı, devletçi sosyalizm mantığı özünde sosyalist düşünce ve öğretiden de bir sapma anlamına gelmektedir. O nedenle de böyle bir sapmanın büyük oranda etkisini taşıyan Ekim Devrimi’nin gerçekleşmesinin ardında 70 yıl sonra çözülmesi ve yeniden burada devletin kazanması anlaşılmaz bir durum olmadığı gibi yadırganacak bir sonuç olarak da görülmemelidir. Ortaya çıkan bu sonucu da sosyalizmin yenilgisi olarak ele almamak gerekmektedir.
1917’de Rusya’da gerçekleşen Bolşevik devrim her ne kadar iktidarcı, devletçi bir nitelik taşımış olsa da, o zamana kadarki insanlığın sömürü ve egemenliğe karşı mücadelelerinin bir devamı olma özelliğine de sahiptir. Çünkü sömürülen sınıfların ve ezilen halkların mücadelelerine dayandırılarak gerçekleşmiştir. Ekim Devrimi’ne karakter kazandıran da bu yöndür. Rusya’da işçilerin ve köylülerin sürekli ayaklanmaları yaşanmıştır. Baskıya ve zora karşı tepkiler gelişmiştir. Toprak ve özgürlük talepleri temelinde büyük direnişler yaşanmıştır. Ekim Devrimi tüm bu ihtiyaçlara yanıt olma temelinde gerçekleşmiştir. O nedenle de ezilenlerin, sömürülenlerin sömürü ve egemenliğe karşı bir mücadelesidir. Ekim Devrimi’nin bu yönü görülmeli ve ona göre de sahip çıkılmalıdır.
Sadece bu da değil; geliştirilen mücadeleyle egemenlik sisteminin yıkılıp yerle bir edileceği de ortaya konulmuş ve bu samimi bir şekilde savunulmuştur. Tüm bunlar sömürü ve egemenliğe karşı olan mücadelelerin hanesine yazılan bir kazanımdır. Bu kazanımlar iyi değerlendirildiğinde sömürü ve egemenliğe karşı güçlü karşı koyuşlar yaşanacağı gibi belirli sonuçlara ulaşmak da olanaklı hale gelecektir. Buradan hareketle de sömürü ve egemenliğe karşı olanların Ekim devrimine sahip çıkmaları ve bunu verdiği mücadelenin dayandığı tarihsel temellerden biri olarak kabul etmeleri gerekmektedir.
Ekim Devrimi’yle birlikte devrimin açtığı yoldan ilerleyen halklar olmuştur. Çünkü Rusya’da Çar’ın yıkılması diğer halklar için bir umut yaratmıştır. Dünyanın birçok ülkesinde Ekim Devrimi’ni izleyen halklar bu şekilde umutlarını gerçekleştirmek için iktidar mücadelesine yönelmişlerdir. İktidara dayalı sosyalizm mücadeleleri her ne kadar başarısızlıkla sonuçlansa da, halklar egemenler olmadan da kendi yaşamlarını kendilerinin örgütleyebileceklerini görmüşlerdir. Bu onlar için bir kazanımdır. Sadece bu da değil, kendi yaşamlarını kendileri örgütlerken olmaması gerekenleri yine kendi pratikleriyle öğrenmişlerdir.
İktidar ve devlet araçlarına başvurarak toplumun kendi kendini yönetmesi mümkün olmamaktadır. İktidarı ele geçirdikten bir süre sonra kendi kendilerini yönettiklerini sansalar da, aslında o süre zarfında ele geçirdikleri iktidar onların yaşamına yön veren bir organ haline gelmektedir. Bu da yeniden toplum içerisinde bir farklılaşmaya neden olmakta ve sınıfları ortaya çıkarmaktadır. Reel sosyalizm pratiği, bu gerçeğin çok somut bir biçimde yaşanmasından başka bir şey değildir. Önce iktidar ele geçirilmiş, ardından ise kapitalizm iktidar koltuğunda kendini farklı biçimler kazanarak yaşatmıştır. Buradan çıkartılacak sonuç bile, kendi başına sosyalist öğreti pratikleştirirken, nelerinin olmaması gerektiğinin somut göstergeleri olmaktadır. Yaşanan bu pratiklere dayalı olarak sosyalizmin nasıl gerçekleşebileceği yönünde sonuçların çıkarılması olanaklı hale gelmiştir.
Sosyalizmin devleti ele geçirmek ve mülkiyeti kamulaştırmak olmadığı, komünalite olduğu açığa çıkmıştır. Bu da sosyalist öğretinin, sosyalizmin gerçek anlamda pratikleştirilmesinin nasıl mümkün olacağının doğru anlaşılmasını olanaklı kılmıştır. Bu da sosyalizmin gerçek tanımının yapılmasını beraberinde getirmiştir.
Ekim Devrimi sanıldığından çok daha fazla sosyalizm mücadelesine katkıda bulunmuştur. Devrimin bir iktidar sorunu olmadığı Ekim Devrimi pratiğiyle ortaya çıkmıştır. Devrimle iktidar ele geçirilse ve yeni iktidar kurulsa da kazanan devrim olmamaktadır. Bunu en yakıcı bir şekilde öğreten Ekim Devrimi’dir. Ekim Devrimi büyük fedakarlıklar ve mücadele ile gerçekleşmiştir. Halk büyük acılar yaşamıştır. Sosyalizmi kurmak ve korumak için tarihten o güne kadar eşine rastlanmadık büyük çaba ve kahramanlıklar gösterilmiştir. Tüm bunların bir sonucu olarak da büyük maddi değerler yaratmışlardır. Ancak tüm bunlar devlet ve iktidar odaklı olduğu için sonuçta kaybedişe dönüşmüştür.
Ekim Devrimi’nin gerçekleştiği Rusya dünyanın en büyük devletlerinden biri haline gelmiş, ekonomik ve teknik olarak çok ileri düzeylere ulaşmış ve kendisiyle rekabet halinde olan fazla bir güç de kalmamıştı. Yakalanan bu düzey ile eğer iktidar ve devlet yoluyla sosyalizmi gerçekleştirebilseydi, halklar, özellikle de Rus halkı bugüne kadar çoktan sosyalizmi en ileri düzeyde yaşar duruma gelmiş olacaktı. Ama böyle olmadı. Devlet büyüdü, iktidar güçlendi, ekonomi gelişme kaydetti, teknik alanda büyük bir atılımlar kaydedildi. Bu gelişmelere rağmen iktidarcı devletçi yapılanma bunlardan başka bir sonuç yaratamadı. Aksine toplumu sosyalist değerlerden uzaklaştırdı. Sosyalizmin salt maddi olgu, maddi olgunun da ekonomik kalkınma olduğu gibi bir yanılsama yarattı. Sosyalizmin moral, ahlaki ve felsefi boyutu ikinci plana itildi. Kaba materyalist ve ekonomist yan öne çıkarıldı. Böyle olunca da karşı olunan sömürü ve egemenliğe dayanan sistemin bir parçası haline gelindi. Bu da kapitalizmin yeniden ve daha güçlü bir şekilde örgütlendirilerek yaşanmasında başka bir sonuç yaratmadı.
TOPLUM TEPEDEN ŞEKİLLENDİRİLEMEZ
Ortaya çıkan bu sonuç sosyalizmin gerçekliğinin ne olduğunu bir kez daha doğru temellerde sorgulanmasını beraberinde getirdi. Bu noktada da sosyalizmin devlet ve iktidar değil, komünalite olduğu gerçekliği açığa çıkmış oldu. Sosyalizm komünalitedir. O nedenledir ki, ancak komünlere dayanarak yaşamsallaşacaktır. Komünlerin oluşumu ise toplumun devlet dışında kendi kendine yeterlilik temelinde örgütlemesiyle mümkün olacaktır. Rusya’da Ekim Devrimi gerçekleşirken ‘Tüm iktidar Sovyetlere’ sloganının belirlemesiyle ilk başta bu ilkeden sapılmıştır. Rusya’da tüm iktidarı Sovyetler devralmıştır. Böylece Sovyetler iktidarı devralırken, aslında devrimi de iktidara devretmiştir. Ekim Devrimi’nin ardından izlenen NEP (Yeni Ekonomik Politika) ile de ekonomide kapitalistleşmenin önü açılmıştır. Burada en çok dikkat çeken de; iktidarı ele geçiren proletaryanın burjuvazinin gerçekleştiremediği kapitalist gelişimi sağlama görevini de kendi işiymiş gibi üstlenmiş olmasıdır. Bununla da sadece iktidarın Sovyetlere geçmesiyle kazanan iktidar olmamış, ekonomik olarak da kapitalizmin gelişiminin önü daha fazla açılmıştır.
Burada kazanan proletarya olmamıştır. Sovyetler, iktidara dayalı kamulaştırmalar yoluyla kendini örgütlemeye başlamıştır. Kamulaştırılan mülk devletin elinde toplanmıştır. Devletin elinde toplanan mülkün kontrolü de memurların kontrolü altına verilmiştir. Burada gelişen komünalizm değildir. Tamamen Jakoben tarzda toplumun tepeden şekillendirilmek istenmesindir. Oysa komünalizm; ortaklaşacılık ve özyeterlilik temelinde toplumun tabandan başlayarak kendi kendisini örgütlemesidir. Aslında Ekim Devrimi’nin dayandığı stratejinin teorik temelleri de ortaklaşacılık ve devlet dışı örgütlenmeye dayanmaktadır. Ama buna rağmen devrim sonrasında izlenen politika ile bu yaklaşımdan ciddi bir sapma içerisine girilmiştir.
Proletaryaya göre devrim ile devlet ele geçirildikten sonraki var olan devlet tam devlet değildir; yarı ve sönmeye doğru yüz tutan bir devlettir. Oysa Ekim Devrimi’nden sonra izlenen yol tam da bunun tersi olmuştur. Devlet iyice büyütülmüş ve sağlamlaştırılmıştır. Dünyanın en güçlü devletlerinden biri haline gelinmiştir. Böylece devrimin hedeflerinden sapılarak karşıtlık temelinde ona karşı mücadele edilen sisteme güç verilmiştir. Rêber Apo’nun belirttiği gibi sonuçta ‘kapitalizmin mezhebi’ haline gelinmekten kurtulunamamıştır.
Burada gerçek sosyalizmin ne olduğu ve dünya insanlığının sosyalizm mücadelesini hangi temellerde ve nasıl bir yöntem izleyerek geliştirmesinin gereği de ortaya çıkmış olmaktadır.
Sosyalizm, kapitalizm ile birlikte oluşan bir düşünce ve öngörülen bir yaşam biçimi olarak ortaya çıkmamıştır. İnsanlığın toplumsallaşmaya başladığı doğal toplumda var olan komünal yaşam ilişkilerine dayanmaktadır. Egemenlikli devletçi toplum karşısında komünal yaşam değerlerini savunan ve yaşayan topluluklar geliştirdikleri mücadeleyle kapitalizm öncesi süreçte hep de var olagelmiştir. Kapitalizmde ise bu mücadele devam etmiştir. Ancak kapitalizmde gelişen sosyalizm mücadeleleri önceki süreçteki yaşananlardan farklı yönler içermiştir.
Sınıflı uygarlığın bir gerçekleşme biçimi olan kapitalizmde sömürünün toplumun bütününe yayılması ve büyük toplumsal sınıfları ortaya çıkarması, sosyalizm mücadelelerine ilişkin yeni yorum ve biçimlerin yaşanmasına neden olmuştur. Toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan işçi sınıfı sosyalizm mücadelesinde temel güç ve dayanak olarak ele alınmaya başlanmıştır. Tarihin önceki dönemlerinde doğal toplum özelliklerini yaşayan toplulukların içerisinde yaşanan komünalitenin aksine, kapitalizm ile birlikte şehir uygarlığı içinde ortaya çıkan proletaryanın öncülüğünde geliştirilebilecek bir yaşam ve toplum biçimi olarak ele alınmaya başlanmıştır. Ekim Devrimi de böyle bir yaklaşımın sonucu olarak gerçekleşmiştir. Bu yaklaşıma göre, sosyalizm mücadelesi kapitalizmin geliştiği işçi sınıfının nitel ve nicel olarak var olduğu ülkelerde başarıya ulaşacaktır. Bu ülkelerin başında da Avrupa Kıtası’nda bulunan ve kapitalizmin geliştiği ülkeler gelmektedir.
Rusya’da gerçekleşen Ekim Devrimi bu yaklaşımı çürüten bir durum yaratmıştır. Çünkü Rusya ne tam bir Avrupa ülkesi ne de kapitalizmin fazlaca geliştiği bir ülkedir. Buna rağmen Rus Devrimi’ni yapanlar var olan teorik tespiti reddetmemişler, gerçekleştirdikleri devrim ile burjuvazinin yapamadığı görevi üstlenmişlerdir. Bu da yapmış oldukları devrim ile hedefledikleri toplumsal yaşamın aksine karşı oldukları sistemin daha da güçlendirilmesi sonucunu yaratmıştır. Bu gerçeklik de göstermiştir ki komünalizme ulaşmak, Ekim Devrimi’yle birlikte izlenen sosyalizmi gerçekleştirme mücadelesinden farklı bir yol izlenerek mümkün olacaktır. Komünalite diye tanımlayabileceğimiz bu yol, devletin ele geçirilerek Jakoben bir tarzda toplumun tavandan sosyalizasyonunun gerçekleştirilmesi değildir. Bu yol, tabandan toplumun devletsiz, komünal yaşam üzerinde demokratik değerlere bağlı bir şekilde kendini gerçekleştirme yoludur. Komünalite reel sosyalizmi çağrıştıran yaklaşımlardan da farklıdır. Bu nedenle aynılaştırılmamalıdır. Komünalizm reel sosyalizm değildir. Reel sosyalizm, kapitalizmin bir mezhebi haline gelen bir devletçiliktir. Gerçekleşme mantığıyla çeliştiği ve ona ters düştüğü için de çözülmekten kurtulamamıştır. Sonuçta ait olduğu yere dönmüştür.
EKİM DEVRİMİ YAŞAMAYA DEVAM EDİYOR
Gerçekleşen bu sosyalizm pratiği, komünizmi de ideolojik anlamda aşındırmış, toplumun gözünde itibar kaybetmesine neden olmuştur. Ayrıca bu pratik komünizmin, yarı devletin kendi kendini yok etmesi ile gerçekleşebileceği fikrini esas almış, teorik olarak da doğa ve toplum arasında bir çelişkinin hakim olacağı bir toplum olarak algılanmasına neden olmuştur. Komünalizm her ne kadar bu komünist öğretiyle örtüşen, birbirini çağrıştıran yanlar taşısa da, birçok farkı da içermiştir. Öncelikle devleti reddetmektedir. Devletsiz toplumun kendi yaşamını örgütleyebileceği tezinden hareket etmektedir. Devletin var olduğu koşullarda kendini örgütleyebileceğini savunmaktadır. Komünalite ve komünizmin yorum ve teorilerinde ifade edilen yarın, belirsiz bir gelecekte yaşanacak bir ilişki ve yaşam biçimi değildir; bugünden oluşacak bir yaşam biçimi ve ilişki tarzıdır. Sahip olduğu bilinçte; sosyalizmin kapitalizm sonrasında insanlığın yaşayacağı bir evre olacağı düşüncesi bulunmamaktadır. Bu anlamda tarih bilinci tamamen farklı bir yaklaşımla sosyalizmi ele almasına neden olmaktadır.
Bu yaklaşım, doğal toplumla başlayan süreçte yaşanmaya başlayan komünalizmin, hiyerarşik ve egemenlikli devletçi toplumların yaşanmaya başladığı tarihsel süreçlerde de hep var olduğu şeklinde bir yaklaşımı savunması gibi bir sonuç yaratmıştır. Tarihi sınıflar arası bir mücadele ile değil, toplum devlet arasındaki çelişki ile açıklarken, komünalizmin ekolojik, demokratik, cinsiyet özgürlükçü bir yaklaşımla gerçekleşebileceğini savunmaktadır. Bu yönüyle komünizm yorum ve teorisinde dile getirilen doğa ve toplum çelişkisi dışına da çıkılmış olmaktadır. Tüm bu farklılıklar, reel sosyalizmi çağrıştıran komünizm yorum ve teorisi ile komünalizm arasındaki farkı ortaya koymaktadır. O nedenle de aradaki farkı koymak için komünalizm belirlemesinin yapılması çok daha gerekli hale gelmektedir.
Sonuç olarak Ekim Devrimi’nin 94. yılını geride bırakıyoruz. Kuşkusuz Ekim Devrimi ütopya ve verilen mücadele itibariyle halkların tarihinde önemli bir yer edinmiştir. Yetmiş yılı bulan iktidarlaşma süreci içerisinde yaşananlar da sosyalizm mücadelesi açısından büyük bir kazanım yaratmıştır. Bu kazanım, halkların mücadeleleri açısından büyük bir deney ve tecrübe yaratmıştır. Bu deney sayesindedir ki, sosyalizmin devlete dayalı olarak değil, devlet dışında gerçekleşebileceği, demokrasinin de toplumun devletsiz bir şekilde örgütlenmesi olduğu gerçeği açığa çıkmıştır. Artık halklar bu deneyden yola çıkarak yollarını daha gerçekçi bir şekilde görebilmiş ve buna göre bir mücadele içerisine girme şansına ulaşabilmişlerdir. Kimilerine göre Ekim devrimi ‘bir varmış bir yokmuş’ misali ele alınan bir olgu değildir. Bir varmış, hep varmış biçiminde ifadeye kavuşturulabilecek halkların komünal yaşam arayışlarını gerçekleştirmek üzere verilen bir mücadeledir. Tarihte benzer örnekler de yaşanmıştır. Spartaküs, Şeyh Bedrettin vb de aynı yaşam utkusu ve mücadelesi içerisinde olmuşlardır. Arayışlarını somutlaştırmaya çalışmışlardır. Bir süre somutlaştırma süreçlerini de yaşamışlardır. Daha sonra çok ciddi zorlanmalarla karşılaşmış ve bir geri çekilme içine girmişlerdir. İzledikleri yöntem istemedikleri bir sonuçla karşılaşmalarına neden olsa da, o mücadeleler devam etmiştir. Spartaküs Şeyh Bedrettin’de yaşamış, Şeyh Bedrettin Marks, Engels ve Lenin’de yaşamıştır. Aydın Ortaklar’daki ortaklaşa yaşam, Paris’te Komüne, Rusya’da Sovyetlere dönüşmüştür. Tüm bu denemeler geri çekilmelerle sonuçlanmış olsalar da, hep birbirlerinin devamı şeklinde tarih içindeki yerlerini almış ve bugün farklı tarzda da olsa yaşamaya devam etmektedirler. 94. yılında Ekim Devrimi’ni ele alırken bu bilinçle bir yaklaşım içerisinde olmak büyük önem taşımaktadır. Bu bilinçle yürüttüğümüz komünalizm mücadelesinde Ekim Devrimi’nin yaşatıldığını da burada belirtmek gerekmektedir. O nedenle de 94. yılında Ekim Devrimi her ne kadar gerçekleştiği Rusya’da reel sosyalizmin çözülmesiyle bir geri çekilme yaşamış olsa da, yaşamaya devam etmektedir. Bu yaşam sadece Rusya’da değil, tüm sosyalizm mücadelesi veren ülkelerde halkların duygu, düşünce ve bilincinde yaşamaktır.