Ortadoğu’da yaşanan olayları, güncel çelişki ve çatışmaları iktidarcı-devletçi sistemin beş bin yıllık tarihsel gelişimiyle bağlı ele almak gerekmektedir. Kapitalist modernite sisteminin küresel hegemonik bir güç haline gelme özelliğiyle bağlantılandırıp birlikte değerlendirmek en doğru ve gerçekçi yaklaşım gibi gözüküyor. Bu da bir yanıyla iktidar ve devlet gerçeğini doğru ve yeterli anlama gereğini ortaya çıkartıyor. Diğer yanıyla kapitalist modernite sistemini, onun temel karakterini, hegemonik hale gelme özelliklerini doğru ve yeterli anlamayı gerektiriyor. İktidar ve devlet gerçeğinin tekelci karakteri, merkeziliği, çevre merkez ilişkisi aslında yayılmacı ve hegemonik özelliği hep anlaşılmaya, değerlendirilmeye çalışılıyor. Daha somut olarak Hollanda-İngiltere eksenli olarak ortaya çıkan kapitalist gelişmenin de Avrupa’ya, oradan bütün dünyaya, Ortadoğu’ya nasıl sürekli bir yayılma eğilimi gösterdiğini, bu temelde kendisini o zamana kadar var olan iktidar ve devlet sisteminin hegemonik yapısının çok daha ötesine geçerek kendisini küresel bir sistem haline getirdiği bilinmektedir. Bunun da yoğun bir çelişki ve çatışma içerisinde geçtiği, baskı ve sömürüye dayandığı bir gerçektir. Söz konusu çelişki ve çatışmanın yayılma eğiliminin dünyayı ele geçirme tutumunun uzun süre çeşitli bölgelerdeki talanlar, soygunlar, çatışmalar biçiminde devam etmesi ardından 20. yüzyılın ilk çeyreğinde bir dünya savaşı düzeyine ulaştığı da bir gerçektir. 20. yüzyıl, dünya savaşları yüzyılı oluyor. Bu savaşların askeri bakımdan yoğunlukları hesaba katılarak ‘Birinci Dünya Savaşı, 2. Dünya Savaşı, 3. Dünya Savaşı’ diye sürelere ayrılarak isimlendiriliyorlar. Her savaş için belli bir zaman dilimi belirlemesi yapılıyor.
Ortadoğu’da son yüz yılda yaşananların dış etkenlerle bağı çok güçlüdür. Kuşkusuz iç nedenler, çelişkiler de mevcut çatışmalara ve olayların gelişimine yol açıyor ama dış etkenler, küresel düzeydeki çelişki ve çatışmalar da Ortadoğu’da yaşanan olaylar üzerinde büyük etki yapıyor. Yaşanan olayları dış çerçeve büyük ölçüde etkiliyor gibi görünüyor ama onun da Ortadoğu için ne kadar dış olup olmadığı tartışılabilir. Nihayetinde etkileyici olan kapitalist modernite zihniyeti ve siyasetidir. Bunun da iktidarcı ve devletçi sistemin son modernitesi olduğu değerlendirilirse her ne kadar kapitalist modernite Avrupa merkezli gelişmiş, Ortadoğu’ya da dıştan gelen bir etken gibi görünse de iktidarcı-devletçi sistemle bağlı olması onu bir yerde Ortadoğu için iç bir etken haline getirebiliyor. Dolayısıyla kapitalist modernite gelişimini Ortadoğu için çok yabancı dış bir etken olarak yalnız başına görmek mümkün olmuyor. Bir yanı dış etken gibi görünüyor ama işin özünde iç etken olma gerçeği de var.
Bugünkü durumu doğru anlamak açısından öncelikle bu durumun daha iyi değerlendirilmesi, doğru anlaşılması gereklidir. ‘Bu savaşlar neye dayanarak, nereden kaynaklanarak ortaya çıkıyor ve yaşanıyorlar, böyle bir savaş durumu nasıl aşılacak?’ Belirtilen çerçevede insan bilinci şimdiye kadar belli bir formülasyon geliştirdi. 19. yüzyılın sonunda 20. yüzyılın başında kapitalizm gerçeği üzerinde önemli bir yoğunlaşma ve tartışma yaşandı. Artan yayılmacılık, militaristleşme bu temelde yoğunlaşan çelişki ve çatışma durumu insanlığı böyle bir anlam derinliği kazanmaya götürdü. Bu temelde kapitalizm gerçeği daha doğru, derin anlaşılmaya çalışıldı, kapitalizme ilişkin aşamalar kondu. Sermaye sistemi olarak değerlendirildiği için ‘sermaye birikim dönemi’ denildi. ‘Sermayenin sistem kazanma, egemen hale gelme dönemi’ denildi. Hegemonik hale gelme, küresel bir durum kazanma dönemine de ‘emperyalizm aşaması’ denildi ve kapitalizmin son aşaması olarak da tanımlandı. Kapitalizmin mutlaka aşılacağı, sosyalizmin gelişeceği, insanlığın varlığı ve özgürlüğünün buna bağlı olduğu değerlendirildi.
Bu temelde Birinci Dünya Savaşı anlaşılmaya, kapitalizmin yarattığı sorun ve çelişkileri aşma temelinde arayışlara girildi. Bu çabanın da Ekim 1917’de Rusya’da devrime yol açtığı biliniyor. Ekim Devrimi’yle birlikte kapitalizmin yayılmacılığı, hegemonik yapısı, iç çelişkilerinin çatışmaya dönüşme durumu yeni bir özellik kazandı. Sermaye sistemi kendisi için Ekim Devrimi’ni ciddi bir tehdit ve tehlike olarak gördü. Böylece kendi iç çelişki ve çatışmalarını biraz hafifleterek ya da ikincil plana iterek söz konusu tehlikeli gelişmeye karşı mücadeleyi birincil plana aldı. Aslında savaş olmayan dönem olarak bu süreçler değerlendirildi. Belki kapitalist sistemin iç çelişki ve çatışmalarının bir dünya savaşına yol açma durumu söz konusu değildi ama kapitalizmin onu aşmak isteyen sosyalizme karşı mücadelesi savaş düzeyindeydi. Bu savaş belki tümüyle askeri boyutta olmadı; ideolojik-siyasi, istihbarat boyut öne çıktı, fakat tüm bunlar da bir savaşı ifade ediyordu. Ekim Devrimi’ni daha doğuş aşamasında boğmak için bir saldırı yürütüldü. Bu başarılamayınca Almanya’daki Hitler faşizmi öncülüğünde Sovyet sistemini yıkmak için büyük bir savaş verildi ve buna da 2. Dünya Savaşı denildi.
- Dünya Savaşı denilen süreç ise 1990 başında Sovyet sisteminin çöküşü ardından başlayan ve gelişen süreç olarak değerlendiriliyor. Ortadoğu’da geliştirdiği olaylar tamamen kapitalizmin iç çelişki ve çatışmalarından kaynaklanan olaylar oluyor. Kesinlikle Ortadoğu’daki çelişki ve çatışmalar bunu belirlemiyor, onlar da birer etken ama onları yönlendiren kesinlikle küresel kapitalist sistemin çelişki ve çatışmaları olarak gerçekleşiyor.
Buradan yola çıkarak kapitalizm emperyalist aşamada dönem dönem krizlere giriyor, dönem dönem krizden çıkıyor, onu krizden çıkaracak etkenler oluyor gibi değerlendirmeler yapıldı. Böylece bunalım dönemleri tanımlandı, ‘birinci, ikinci, üçüncü bunalım dönemi, bunalım dönemlerinin karakteri, onların süreleri’ gibi tanımlamalar yapıldı. Bonuçta 2. Dünya Savaşı’ndan sonra yeni sömürgecilik adı altında özellikle 1960’tan itibaren yaşanan kriz ve kaostan çıkış için herhangi bir çözüm olmayınca bu sefer değerlendirme olarak üçüncü bunalım döneminin genelliği ve sürekliliği biçiminde bir tanım getirildi. Bunların hepsi yaşanan olayları anlamak için insan zihninin ortaya çıkardığı kalıplardı. Peki gerçeğin bütünlüğü nasıldı, gerçekten kapitalizm kendi iç yapısıyla krizlerini, bunalımını hafifletti mi yoksa başka etkenlerle mi oldu? 20. yüzyıl tarihine bakıldığında krizin, kaosun, bunalımın hafiflediği söylenen dönemlerin aslında sosyalist devrimci gelişmelerin güçlü olduğu, ilerde olduğu, kapitalist sermaye düzenini yok etmekle tehdit ettiği dönemlerde ortaya çıktığı görülüyor.
Kapitalist sistemin bunalımlarının karakteri ve bunalımdan çıkış yolları
O halde şu tartışılır oluyor: Kapitalist bunalımın hafiflediği dönem diye tanımlanan dönem kapitalizmin iç karakterinden mi kaynaklanıyor yoksa kapitalizme karşı mücadele mi buna yol açıyor? İkincisinin daha doğru olduğu değerlendirilebilir. Evet krizin, kaosun, bunalımın hafiflediği dönemler yaşanmış ama buna kapitalizmin iç yapısı mı, yoksa kapitalizmi aşmaya çalışan ideolojik-politik gelişmeler, sosyalist ideoloji temelinde yürütülen mücadeleler mi buna yol açmış, ikincisi daha doğru görülüyor. Ekim Devrimi gelişmeseydi, Birinci Dünya Savaşı’nın öncülüğünü yapan Alman-İngiliz savaşının kendilerini de dünyayı da nereye götüreceği tam belli değildi. Dolayısıyla bunalımı hafifleten kapitalizm karşıtı gelişmeler oluyor. Rus devrimcileri, savaşı sona erdiren güç olarak Ekim Devrimi’ni dünya barışının güvencesi olarak ifade ettiler. Aslında küresel bir savaşı silahlı çatışma düzeyinde belirtilen duruma getirdiler ama bölgesel ve yerel savaşları önleyemediler. Silahlı çatışmanın yerini aynı şiddette ideolojik-siyasi mücadele aldı ve onu ortadan kaldıramadılar. Nitekim Sovyetler Birliği’nin çözülüşüyle birlikte küresel kapitalist sistem kendi iç çelişki ve çatışmaları temelinde yeni bir dünya savaşı içerisine girdi. Genelde son otuz yıl ‘3. Dünya Savaşı Dönemi’ olarak değerlendiriliyor.
Bu noktada şunu netleştirmek gerekiyor: Kapitalizmin savaş ve barış konusunda temel karakteri nedir? Barış yapabilme özelliği var mı? İç çelişkilerinden doğan krizi, kaosu, bunalımı aşma gücü var mı? Yarattığı sorunları iktidar ve devlet sisteminden alarak geliştirdiği, ağırlaştırdığı sorunları çözme kabiliyeti, gücü, karakteri var mı, yok mu? Böyle bir karakterinin olmadığı rahatlıkla belirtilebilir. O halde 3. Dünya Savaşı’nın özelliklerine bakıldığında kapitalizm kendi iç gücüyle kriz ve kaostan çıkma özelliği yoktur. Zaten kapitalizm sürekli bir çelişki çatışma durumu oluyor, krizi ve kaosu ifade ediyor, o da savaşa yol açıyor. Eğer bu savaşı şimdiye kadar hafifleten etkenler olduysa bunlar kapitalizmin iç yapısından kaynaklanmadı, antikapitalist mücadeleler bu duruma yol açtı. Demek ki antikapitalist mücadeleler çok daha güçlü ve örgütlü olsaymış, hamleler yapabilseymiş kapitalizm tümden aşılabilirmiş.
Bütün bunlardan şu sonuçlar çıkartılabilir: Bir; 20. yüzyıl boyunca kapitalizmin sürüp gitmesine onu aşacak devrimlerin gelişmemesi yol açtı. İki; çeşitli dönemlerde kapitalist krizin, kaosun biraz hafiflemesine kapitalizm karşıtı gelişen reel sosyalist devrimler yol açtı, kapitalizm kendi iç yapısıyla gerçekleştiremedi. Üç; 1917 Ekim’inde Rusya’da başlayan devrim bir dünya devrimi haline gelebilirdi. Dört; kapitalizm sürekli kriz, kaos, çelişki ve çatışma demektir. Eğer karşı bir mücadeleyle aşılmazsa insanlığı sürekli çatışma ve savaş içerisinde tutar, kendi varlığını ve egemenliğini çatışma ve savaşla sürdürür. Bu çatışma ve savaştan çıkma, onu aşma kabiliyeti, özelliği yoktur. İç karakteri böyledir. Onun kapitalizm boyutu, endüstriyalizm boyutu, ulus-devlet boyutu, ulus-devlet milliyetçilikleri, azami kâr yasası, teknik gelişmenin yerküreyi aşırı kullanma durumu bunlara yol açıyor.
Somut çatışma durumu enerji kaynakları ve yolları üzerinde gerçekleşiyor
‘3. Dünya Savaşı neden bitmiyor? Acaba bu savaştan dünyayı kim çıkartacak?’ biçiminde beklenti ve tartışmalar var. Bu da kapitalizm gerçeğini doğru ve yeterli anlamamaya götürüyor. Ondan dolayı da antikapitalist mücadeleyi doğru ve yeterli bir biçimde yürütememe ortaya çıkabiliyor. Özellikle kapitalizm karşıtı cephede bu tür beklentilerin olması antikapitalist mücadeleyi düşünce, teori, taktikte zayıf ve parçalı kılabiliyor. Bu zayıflıkların aşılabilmesi için her şeyden önce kapitalizmin insanlık açısından nasıl büyük bir tehdit ve tehlike olduğunun anlaşılmasına ihtiyaç var.
Kapitalist hegemonya savaşı denen savaşların ana karakteri nedir? Kuşkusuz birçok etken bunda rol oynuyor ama ana karakter olarak temel hedef daha çok azami kâr elde etmeyi hedefleyen sömürü oluyor. Böyle bir sömürüyü gerçekleştirebilmek için de somut çatışma durumu enerji kaynakları ve yolları üzerinde gerçekleşiyor. Belki her şeyi sadece buraya bağlamak ve bununla izah etmek yeterli olmayabilir, fakat bütün diğer etkenler içerisinde enerji kaynaklarının ve yollarının denetiminin belirleyici olduğu somut olarak görülebiliyor. Daha çok sömürü, daha çok egemen olabilmek için bu gerekiyor. Biraz iyi incelendiğinde görülüyor ki Birinci Dünya Savaşı’ndan bu yana savaşların temel çıkış noktası burası oluyor. Bunun yol açtığı büyük kavgalar ve savaşlar var. Birinci Dünya Savaşı’yla bunun doruk noktaya çıktığını, dünyanın belli başlı kapitalist tekellerinin, merkezlerinin kendi içlerinde kutuplaşarak dünyaya hakim olma savaşına giriştikleri görülebiliyor. Birinci Dünya Savaşı bu temelde İngiltere-Fransa-Rusya ittifakıyla; Almanya-Osmanlı-Macaristan ittifakı arasında süren bir savaş oldu. Çeşitli güçler ittifak yaptılarsa da yerküreye hakim olmak isteyen iki temel merkez vardı, onlar da İngiltere ve Almanya oluyordu. İngiliz sermayesiyle Alman sermayesi bu temelde büyük bir egemenlik kavgası içerisine gidiler ve böylelikle dünyaya hükmetme kavgasını Birinci Dünya Savaşı’nda sürdürdüler. Kim birinci planda olacaktı ve küresel hegemonik kapitalist sistemi kim şekillendirecekti, daha büyük sömürü kaynaklarına ve ticaret yollarına kim sahip olacaktı. Bunun kavgasını verdiler. Savaşın temel alanı Ortadoğu oldu. O zamana kadar küresel düzeyde yürütülen mücadele ile dünyayı ele geçirmişlerdi. Sahip olamadıkları, hükmedemedikleri, paylaşamadıkları alan toplumsallığın ve tekelci uygarlığın gelişme merkezi olan yine en büyük enerji kaynaklarına sahip olan Ortadoğu’ydu. Dolayısıyla Birinci Dünya Savaşı esas olarak Ortadoğu’yu ele geçirme savaşı biçiminde sürdü. Bununla iki şey amaçlanıyordu. Bir, Ortadoğu’da bulunan büyük enerji kaynaklarına kimin sahip olacağı savaşıydı. İki, ticaret yollarını, enerji nakil hatlarını kimin denetleyeceği, kimin elinde tutacağı savaşıydı. Birinci ve 2. Dünya Savaşı’nın temel karakterinin bunlar olduğu net olarak görülebiliyor. 3. Dünya Savaşı’nın da temel karakterinin esası bu olduğu ortadadır. Bir ideolojik mücadele ve düşük yoğunluklu silahlı çatışma sürüyor ama onun gerisinde nasıl bir enerji kavgasının olduğu son Rusya-Ukrayna savaşı, Gazze-İsrail savaşı ile daha görünür ve belirgin bir duruma gelmiştir. Mevcut enerji kaynaklarını ele geçirme, yeni enerji kaynaklarını bulma, enerji yollarını nakil hatlarını denetim altına alma amaçlı bir savaş ve çatışma oluyor.
Demek ki, iki tür mücadeleyi birbirinden ayırmak daha doğru bir yaklaşım olabilir. İktidarcı devletçi sistemin çelişki ve çatışmalarından kaynaklanan savaşlarla; iktidar ve devlet sistemine, kapitalist modernite düzenine karşıt olan, ondan zarar gören, onu aşmak isteyen, ezilenlerin, sömürülenlerin, kadınların, gençlerin, işçilerin, emekçilerin, halkların özgürlük ve demokrasi mücadelelerini birbirinden ayrı tutmak gerekiyor. Kuşkusuz belirtilen iki kesim iç içe oldukları için birbirini besleyip geliştirebiliyorlar, bundan kaynaklı keskin bir biçimde ayrı ayrı yerlere belki konulamazlar ama bunların amaçları, karakterleri ayrıdır, iç içe olmalarına rağmen aynı değillerdir. Dolayısıyla dünya savaşı bir sömürü, yağma ve talan savaşıdır; tüm halklara ve ezilenlere karşı bir savaştır. Sermaye tekellerinin daha fazla kâr elde etme, daha çok kaynağa sahip olma, kendini daha çok büyütme savaşıdır. Böyle bir sisteme karşı özgürlük, demokrasi, eşitlik mücadelesi farklıdır.
Toplumsallık insanlığın karakteridir
Toplumsallık başından beri insanlığın temel karakteridir. Yaşamı daha güçlü ve anlamlı kılmak için paylaşımcı, dayanışmacı, özgürlük, eşitlik, demokrasi mücadelesi yürütülüyor. İktidar ve devlet sistemlerine karşı demokratik toplumu, demokratik yaşamı koruma, sürdürme, geliştirme mücadelesi olarak ortaya çıkıyor. Beş bin yıldır bu temelde yaşanan bir mücadele var. Başat olan mücadele budur. Dikkat edilirse bu mücadelenin de küresel karakteri var, tüm insanlığı ilgilendiriyor, iktidar ve devlet sisteminin ortaya çıktığı her yerde bu mücadele yaşanıyor.
İktidar ve devlet sisteminin, kapitalist modernite düzenin daha fazla kâr elde edebilmek için geliştirmek istediği savaşlara elbette ideolojik boyut da kazandırmaya çalışıyorlar. Bu anlamda milliyetçilik, dincilik, cinsiyetçilik, iktidarcılık eğilimlerini; kapitalizm karşıtı özgürlük ve demokrasi hareketlerini zayıflatabilmek, ezilenleri, kadınları, gençleri, işçi ve emekçileri aldatabilmek, bilinçlerini saptırabilmek için çok daha fazla geliştirme çabası içerisinde oldukları görülüyor. Dolayısıyla bilinçlenip örgütlenerek iktidar ve devlet sistemine, kapitalist modernite düzenine karşı daha örgütlü, planlı mücadele vermelerinin önü alınmak isteniyor. Böyle bir ideolojik içeriği de var. Yaşanan olayların ideolojik boyutlarını, ekonomik boyutlarını, siyasi ve askeri boyutlarını birbirine çok fazla karıştırmamak önemlidir. Olayları doğru anlayabilmek, olabilecekleri daha gerçekçi doğruya yakın kestirebilmek için buna kesinlikle ihtiyaç var. Çünkü toplum, farklılıkların birliğinden ortaya çıkmış bir kavramdır. Toplum, bu farklılıkların yaratmış olduğu zenginliklerin bir bileşkesidir. Toplumsal gelişme bu farklılıkların yaratmış olduğu zenginliklerin sonucu olarak ortaya çıkar ve sürekli o sonuç üzerinde kendisini oluşturarak kendi varlığını güvenceye alır ve akıcılık sağlayabilir.
Zihniyet temelinde tekleştirilmiş bir topluluk; daha iyi yönetilebilir, daha iyi kontrol edilebilir, çıkarlar temelinde daha iyi sevk edilebilir, daha iyi savaştırılabilir. Bu tür toplumlar köle gibi daha iyi çalıştırılabilecek, sömürülebilecek bir toplumlardır. Onun için homojen toplum yaratmanın temel esasları, toplumu sömürmek için yapılabilir. Toplumu homojen hale getirmek toplumsal erdemleri ortadan kaldırmak anlamına da gelir. Sistem yaratmış olduğu homojenliği yeni kavramlarla ifade ederek toplumu kendisine bağlamanın çabası içerisinde olur.
Tarih boyunca kendi çokluk karakteriyle yaratmış olduğu bütün zenginlikleri ve farklılıkların zihniyet olarak, uygulama olarak ortadan kaldırılması demektir. İnsanlığın tarih boyunca yaratmış olduğu toplumsallaşmayla ilgili bütün oluşumları ve erdemleri ortadan kaldırmak anlamına gelir. Topluluklarda en doğal haliyle ortaya çıkmış toplumsal varoluşun çoğulcu karakterleri ortadan kalkınca içi boşalmış bir toplum ortaya çıkar. Kendi tarihsel oluşumlarından arınmış, içi oldukça boşaltılmış, tarihsel ve toplumsal vicdanından büyük ölçüde koparılmış, daha çok yapay kavramlarla bir arada tutulan suni bir toplum meydana gelir. Giderek kapitalizmi, ulus-devleti, endüstriyalizmi benimseyen ve ona sevdalanan toplum ancak homojenleşmiş bir toplum yapısının gerçekleşmesiyle mümkün olabilir. Bu da milliyetçiliğe, devletçiliğe sevdalanarak homojenleşmiş halinin varlık esaslarını savunur.
Günümüzde bir toplum kendisini sömüren bir sisteme sevdalanıyor ve onu benimsiyorsa bu da o toplumun homojenleşmiş halinin bir sonucudur. Artık kendisini var eden temel değerlerden kopmuştur, bunun yerine modernitenin değerleriyle donatılmış bir toplum söz konusudur. Devlete, milliyetçiliğe sevdalanmak da buradan ileri gelir. Dikkat edilirse kapitalizmin tarihinde, faşizmin belirgin olarak ortaya çıktığı yerlerde toplumların homojen toplum olma özelliği çok gelişkindir. Homojen olma özelliği taşımayan hiçbir topluluğun faşizmi kabul etmesi mümkün değildir. Faşizm, ancak homojen toplumun kazanmış olduğu tekil özelliklerin bir ifadesi olarak ortaya çıkar.
Toplumların oluşum karakteri çokludur, tekil toplum yoktur. Neden bu kadar zenginleşmiş bir toplum söz konusuyken homojen bir topluma ihtiyaç duyulur, bunun ne gibi bir yararı olabilir? Tekleşme mi, yoksa toplumun çoğulcu karakteri mi çok daha güçlü bir toplumsal yapı ortaya çıkartabilir? Çoğulcu olunmadan toplum olunmuyor, toplum zaten çoğulculuk demektir, toplum sözcüğünün etimolojik olarak derinliğine bakıldığı zaman çoğulculuğu ifade eder, tekli bir karaktere sahip değildir.
Ulus-devlet oluşumunda homojen hale getirilmiş bir toplum, ulus-devletin ilkelerine hizmet temelinde her şeyi yapma karakterine bürünür. Bu zihniyet yapılanması da faşizme götürebilir. Tarihte en büyük faşist patlama olarak Almanya’daki Hitler faşizmine bakıldığı zaman faşizme mesafeli yaklaşanların tümünü ortadan kaldırarak tarih boyunca hiçbir dönemde olmadığı kadar barbarlığın yapılması önemli bir veridir. Bu da homojen toplumun yaratmış olduğu bir sonuçtur.
Bunları uygarlığın kendi iflasının bir gelişmesi olarak da ele almak mümkündür. Kapitalist modernitenin, ulus-devlet yapılanmasının yaratmış olduğu bir zihniyet söz konusudur. Bundan nasıl kurtulunacak? Hem yurttaş olarak devlete kölelik bağlarıyla tabi olmak var hem de sınırları çizilmiş sürekli bir yerde hegemonya altında tutularak sömürünün yaratmış olduğu toplumsal sorunları en acımasız bir biçimde yaşamaya mahkum olma durumu var. Dahası iradesi teslim alınmış, homojen toplum yaratımları temelinde zihniyeti çarpıtılmış birey artık ulus-devletin zorla dayatmaları temelinde değil, bireyde içselleştirilmiş devletin tüm istemlerini gönüllüce yerine getiren, o istemleri en radikal bir biçimde savunarak kontrolü kaybetme hali içerisine girme durumu var. Bu da kendisine egemen olan ulus-devlet zihniyetidir. Günlük olarak onu kendi çıkarları temelinde kullanmasının zihniyet yapılanması toplumda ve bireyde kendisini bu şekilde ifade ediyor. Kapitalizmin ulus-devlet memurculuğu bireyin özgürleşmesi değil, bireyin tükendiği yerdir.
Devletleştiği, iktidarlaştığı dolayısıyla devlet ve iktidarın kölesi haline geldiği nokta olmaktadır. Kendisi devlet ve iktidarın kölesidir, bu da birey olmanın bitişidir. Orada bir gölge olma, kölenin ötesine geçme, daha ağır bir duruma düşme var. Bu aynı zamanda ahlaki ve özgürlükler açısından birey ve toplumun çöküşü anlamına da geliyor.
Ulus-devletin tüm kurumları yurttaş yetiştirmenin merkezleridirler
Kapitalist modernite, toplumsal varoluşun temel çoğulcu bütün özelliklerini ortadan kaldırarak günlük olarak güdüleriyle hareket eden toplumlar yaratarak kendi ömrünü uzatmaya çalışıyor. Elbette homojen toplum kendiliğinden oluşmuyor. Bireylerin devlete bağlı yurttaşlar olarak terbiye edilmesiyle oluşuyor. Ulus-devletin tüm kurumları yurttaş yetiştirmenin çok önemli merkezleridirler. Belirlenen çerçevede iyi bir yurttaş olmamanın davranışları içerisine girilmemişse ıslah edilmenin tüm kurumları oluşturularak her şeyin ona hizmet etmesi hedefleniyor. Bu temelde homojen toplumun yaratılması kapitalist modernitenin, ulus-devlet sisteminin kendisine temel aldığı bir çalışma sahasıdır. Liberalizm, bireyi toplumsal varoluştan oldukça uzaklaştırıyor. Birey, çok soyut sanal değerlere bağımlı hale getirilerek gerçek anlamda değerlerin ne olduğunun bilincine varmadan körü körüne kapitalist modernitenin yaratmış olduğu zihniyeti savunarak onun bir mekaniği haline getiriliyor. Bu da bireyin ölümü anlamına geliyor. Liberalizm, bireyin insan olma özelliklerini oldukça budayarak adeta ayaklanmış bütün güdüleriyle teslim alınıp devlete bağlama hali oluyor. Toplum kırımın en tehlikeli hali zihniyet kırımı oluyor. Zihniyet kırımı ise toplumu ve bireyi alıklaştırma, daraltma, sürüleştirme, güdülebilir hale getirme oluyor. Bunun sonucunda toplumları kendi gerçeklerini göremez, çıkarlarını anlayamaz, kendileri için öngöremez ona göre kendini örgütleyip eyleme geçemez hale getiriyor. Kapitalist modernite sistemi, onun ulus-devlet düzeni psikolojik savaş kapsamında toplum kırım olarak tüm insanlığa bunu dayatıyor. Esas olarak medya üzerinden 24 saat bir propaganda bombardımanı var, esas olarak bu da zihniyet kırımına hizmet ediyor. İktidar ve devlet sistemi, kapitalist modernite düzeni insanlığı, kadınları, gençleri, halkları bu düzeye getirerek onlar üzerinde daha derin sömürü yapabilir, onları daha kolay yönetebilir, bu temelde de kendi baskı ve sömürü düzenini, egemenliğini daha uzun vadeli kılabilir hale gelmek istiyor.
Esas korkulacak şeyler şimdi açığa çıkmıştır. Bu kadar baskı ve sömürüden de öteye insanın analitik zekasının ortaya çıkardığı araçlar öyle bir düzeye gelmiştir ki, yeryüzündeki insanları da yok etmeye, yer küreyi de yaşanmaz hale getirmeye fazlasıyla yetecek düzeydedir. Aslında insanlığın kıyamet günlerini yaşadığı rahatlıkla söylenebilir, çünkü yerküreyi onlarca kez yok edebilecek araçlar birkaç kişinin elinde bulunuyor. Demek ki, hem insanlığın hem de yerkürenin kaderi birkaç kişinin eline geçmiş durumdadır. Bunu ciddiye alarak mücadele içerisine girip özgür ve demokratik yaşam ortamına, bilincine, zihniyetine, siyasetine ulaşmak gerekiyor.
ABD öncülüğündeki küresel sermaye sistemi ‘Büyük Ortadoğu Projesi’ adı altındaki planlı saldırısını eğer başarıya götürürse, bunun sonucu Ortadoğu’nun siyasi coğrafyasının daha çok parçalanması, Ortadoğu halklarının daha çok güçten düşürülmesi, dolayısıyla daha parçalı, küçük hale getirilmiş ve zayıf düşürülmüş iktidar ve devlet güçlerinin küresel sermaye sistemine daha çok muhtaç kılınması, Ortadoğu zenginlikleri üzerinde küresel kapitalizmin daha çok egemenlik kurup daha derinden ve yoğun sömürü yapması olacaktır. Bu da sistem içi çelişki ve çatışmalarla birlikte, küresel sermaye sisteminin zenginlikleri üzerinde daha çok egemenlik kurma ve Ortadoğu’nun tarihsel toplum gücünü parçalayıp zayıflatma saldırısına karşı Ortadoğu halklarının kendi varlıklarını ve özgürlüklerini korumak ve geliştirmek üzere yürütecekleri özgürlük ve demokrasi mücadelelerini daha çok öne çıkartacaktır. Zaten hem Ortadoğu’da ve hem de küresel düzeyde bu yönlü önemli bir gelişmenin yaşanmakta olduğu görülmektedir. Özellikle ABD ve Avrupa’nın ‘Demokrasi getireceği’ biçimindeki yanılgılı beklenti aşıldıkça Ortadoğu halklarının özgürlük ve demokrasi mücadeleleri daha fazla gelişecektir. Kapitalist sistemin emperyalist saldırılarıyla Ortadoğu’nun bağımsız-özgür olma, tarihsel güç kaynağına ve iradesine sahip çıkma bilinci ve kültürü arasındaki çelişki ve çatışma daha çok öne çıkacaktır. Küresel kapitalist sistem saldırılarına karşı Ortadoğu halklarının varlık ve özgürlük dirençleri, demokratik toplum olma gerçekleri daha çok belirginlik kazanacaktır. Açık ki bu durum tarihi öneme sahiptir. Kesinlikle küresel sermaye sisteminin Ortadoğu’yu daha çok bölüp parçalayarak kendine bağımlı kılıp daha derinden sömürüsüne fırsat vermeyecek bir zihniyet ve siyaseti Ortadoğu’da daha çok öne çıkartıp geliştirme gereği vardır.
- Dünya Savaşı çerçevesinde sistem içi çelişki ve çatışmaların geldiği düzey, iktidar ve devlet sistemine ve kapitalist saldırıya karşı bölge halklarının özgürlük ve demokrasi bilinçlerini, örgütlülüklerini ve mücadelelerini daha çok öne çıkartmalarını, gündemleştirmelerini ve geliştirmelerini gerektirmektedir. İşgal ve sömürüye karşı bağımsızlık ve özgürlük mücadelelerinin, kaynakların paylaşımına karşı demokratik toplum ve birlik siyasetinin öne çıkartılması önemli olacaktır. Bu da içinde bulunduğumuz süreçte Demokratik Ortadoğu Konfederalizmi zihniyetinin ve siyasetinin öne çıkarılmasını, bu temelde her türlü bölünme, parçalanma ve yeniden paylaşıma karşı mücadele edilmesini gerektirmektedir. Ancak Demokratik Özerkliğe dayalı Demokratik Ortadoğu Konfederalizmi çizgisi bölge halklarının çıkarını koruyabilir ve küresel sermayenin Ortadoğu’yu daha çok egemenlik altına alıp derinden sömürme siyaseti ile bölgesel güçlerin bu sömürüden pay alma yaklaşımlarını boşa çıkartabilir. Mevcut gelişmeler, sistem içi çatışmalar kadar, sisteme karşı halkların özgürlük ve demokrasi mücadelelerini de öne çıkartmaktadır. Bu da Ortadoğu’nun tüm özgürlükçü ve demokratik güçlerine, aydınlarına ve siyasetçilerine önemli görev ve sorumluluklar yüklemektedir.
Benzer şekilde, etkisi iyice zayıflamış olan BM’ye karşı da küresel düzeyde ‘Dünya Demokrasi Kongresi’ hedefini öne çıkartmanın, sistem karşıtı tüm güçleri içine alacak şekilde geliştirmeye çalışmanın büyük önem arz ettiği görülmektedir. Küresel düzeyde ırkçılığa ve köleciliğe karşı kitle eylemlerinin her alanda güçlü bir biçimde gelişmesi, kadın özgürlük mücadelesinin küresel düzeyde son derece etkili bir hareket haline gelmesi, yine ekolojik bilincin ve bu temelde her türlü gerici-faşist zihniyet ve siyasete karşı demokrasi mücadelelerinin her alanda gelişmesi bunun mümkün olduğunu göstermektedir. Mevcut 3. Dünya Savaşı’ndan insanlığı çıkartabilmek ve kapitalizme karşı Demokratik Dünyayı var edebilmek için, her alanda demokratik konfederalizm hareketlerini geliştirmek ve bütün sistem karşıtı güçlerin kendi renkleriyle içinde yer alabilecekleri demokrasi ortak paydası temelinde Dünya Demokrasi Kongresi hedefi doğrultusunda çalışmak önemli olacaktır.
İnsanlık kaybettiği yerde kazanmalıdır. Mezopotamya coğrafyası barışla buluşmadıkça diğer kıtaların huzura ermesinin zor olduğunu tarih somut olarak göstermiştir. Tarihin tüm büyük savaşları bu coğrafyada ya da bu coğrafyadan kaynaklı yaşanmıştır. Çünkü insanlığın doğal dengesi ve barışı bu coğrafyada bozulmuştur. Toplumsal dinamiklere dayalı, sahte ve manipülatif iktidar oyunlarından arındırılmış gerçek ve özlü demokrasi bu topraklarla buluşturulmadığı sürece sorunun köklü çözümü mümkün gözükmüyor. Ancak toplumun kendisini örgütleyip demokratik irade ve kurumlaşmasını yaşamsallaştırdıkça, ulus-devletlerin bin bir maskeyle örtbas ettikleri gerçekler açığa çıkacaktır.
- Dünya Savaşı’nı ortaya çıkartan şartları anlamak için de öncelikle Kurdistan’ın durumuna bakmak gerekir. Lozan Anlaşması’yla Kurdistan’ı bölüp parçalayan ve Kürt toplumunu inkar ve imha sistemi altına alan sürecin gelişmesinden itibaren Kürt toplumunun bu statüyü kabul etmediği ve bu statüye karşı Kuzey, Doğu ve Güney Kurdistan’da uzun ve çok yönlü direnişler içine girdiği bilinmektedir. Kaldı ki bu direniş, Birinci Dünya Savaşı’nın ortaya çıkardığı Kürdü inkar ve imha statüsüne karşı gelişen bir direniş de değildir. Ondan önce de, 19. yüzyıl boyunca, merkezi Osmanlı yönetiminin Kürt beyliklerine yönelik daha fazla vergi ve daha çok asker için geliştirdiği saldırılar olmuştur. Bu saldırılar karşısında da Kurdistan’ın dört bir yanındaki Kürtler, aşiret yapısından da aldıkları güçle hep direnmişlerdir. ‘Kürt isyanları’ denen olaylar, bu temelde ortaya çıkan ve yaşanan olaylardır. Yoksa durup dururken ya da Osmanlı sistemi içerisindeki otonomi yapılarını bağımsızlığa dönüştürmek için giriştikleri bir direniş ya da isyan durumu söz konusu değildir.
- yüzyıldaki saldırılar ise Kurdistan’ı bölüp parçalayan, Kürt toplumunu yok sayarak yok etmek isteyen soykırımcı saldırılardır. 19 ve 20. yüzyılda, Kurdistan’ın değişik bölgelerinde ağır katliamlarla sonuçlanan isyan ya da direnişler işte bu saldırı, işgal ve soykırım hareketlerine karşı gelişmiştir. Çeşitli dönemlerdeki bu direnişler her ne kadar önemli gelişmeler ortaya çıkarsalar da sonuçta tümü ağır katliamlarla ezilmekten kurtulamamışlardır.
19 ve 20. yüzyılda Kurdistan’a yöneltilen, bir fiziki soykırım hareketidir. Bu, bölge bölge ya da parça parça zamana yayılmış da neticede ağır katliamlarla gerçekleşen, yüz binlerce Kürdün ölümüne yol açan katliamlara dönüşmüştür. 20. yüzyılın ikinci yarısında ise bu katliamların ortaya çıkardığı siyasi-askeri egemenliğe dayanarak, Kürtler çok yönlü bir asimilasyon altında kültürel soykırım sürecine alınmıştır.
Kürtleri inkar ve imha kıskacına alan, Arapları ise ikinci sınıf konumuna düşüren sistemin kendi içinde girdiği çelişki ve çatışma, 3. Dünya Savaşı’nın karakterinin anlaşılmasını daha da güçlendirmiştir. O yüzdendir ki, bu savaş, çok farklı şekillerde tanımlanmaktadır. En genel tanımıyla savaş, mevcut durumu kabul etmeyen ve değiştirmeyi öngören siyasi ve askeri güçlerin bir biriyle çatışmasını ifade eder. Mevcut durumda Ortadoğu’da böyle bir çelişki ve çatışma yaşanmaktadır.
Söz konusu çelişki ve çatışmaların en önemli nedenlerinden olan, Ortadoğu’nun ulus-devlet statükosunu yaratan Birinci Dünya Savaşı, 1918 yılında bitmiştir. Türkiye’de Birinci Dünya Savaşı 1923’te Lozan Antlaşması’yla bitmişse de, Kurdistan’da ancak 5 Haziran 1926 Ankara Anlaşması’yla ve Musul üzerine varılan anlaşmayla sonuca gitmiştir. Diğer bir ifadeyle, Birinci Dünya Savaşı Musul pazarlığıyla sonuca ulaşmıştır. Musul üzerinde Kürdü inkar eden ve imha etmeyi öngören bir zihniyet ve politikanın ilgili güçler tarafından kabul edilmesi ve bu temelde Musul’un İngiliz egemenliğine bırakılmasıyla Birinci Dünya Savaşı sonuçlanmıştır. Bahsettiğimiz ve yüz yıldır sürdürülmeye çalışılan ulus-devlet sistemi de bu temelde ortaya çıkmıştır.
Birinci Dünya Savaşı’nın yarattığı statükoyu hedefleyen 3. Dünya Savaşı’nın da bugün gelip Gazze savaşı halini alması bu bakımdan önemlidir ve anlaşılır bir husustur. Gazze savaşı dar, yerel bir savaş değil 3. Dünya Savaşı’nın, yani Ortadoğu savaşının kendisidir. Dolayısıyla süren savaşın ortaya çıkartacağı sonuçlar belirleyici bazı yanları olacaktır. Demek ki hem Ortadoğu bölgesinin yeniden yapılandırılması ve yeni bir siyasi statükonun oluşturulması açısından, hem de Kürt sorununun çözümü açısından tarihi öneme sahiptir.
AKP-MHP faşizminin çizgisi tümüyle Kürt düşmanı, dinci-milliyetçi bir çizgidir
Diğer yandan Türkiye’de yaşanan mücadele sonuçta bir faşist diktatörlük oluşturmaya yönelen AKP-MHP faşizminin oturduğu siyasi çizgi tümüyle Kürt düşmanı, dinci-milliyetçi bir çizgidir. Tayyip Erdoğan yönetimi yüz yıllık cumhuriyeti Kürt düşmanı olarak ve dinci milliyetçi çizgide, yani Türk-İslam sentezci çizgide yeniden bir ulus-devlet faşizmi olarak yapılandırma çabasından geriye düşmemiştir. Şimdiye kadar yürüttüğü mücadelede elde ettiği sonuçları kendisi için bir avantaj olarak değerlendirmek ve böylece Kürtleri ‘birinci düşman’ olarak ilan edip kara, beyaz ve yeşil Türkçü faşizmi bu temelde birleştirerek kendi dinci-milliyetçi faşist diktatörlüğünü inşa etmek istemektedir. Böylece Tayyip Erdoğan yönetiminin varlığı ve geleceği Kürt halkının ve Kurdistan Özgürlük Mücadelesi’nin yok edilmesine bağlanmış durumdadır.
Demek ki içinde bulunduğumuz süreç yoğun ve karmaşık askeri ve siyasi aktivitenin olduğu bir süreçtir. Bunda azalma değil tersine artarak yoğunlaşma olmaktadır. Şimdi öyle bir hale geldi ki, Birinci ve 2. Dünya Savaşı’nın ortaya çıkardığı siyasi doğrultular, bloklaşmalar, ilişkiler, ittifaklar dağılma gösteriyor. En güçlü ve dağılmaz görülen ittifak Türkiye’nin kapitalist modernite sistemiyle ilişkileri, NATO sistemi içinde yer alışıydı. 1970’lerin sonunda İran’da Şahlığın yıkılışıyla İran rejimi nasıl sistemle karşıt ve çelişkili hale geldiyse, şimdi Türkiye zemini de daha ileri düzeyde çelişkili, hatta çatışmalı hale gelme ihtimali vardır. Böylece küresel düzeyde politika yürüten güçlerin de birbiriyle askeri olarak vuruşmaları gündeme gelmiştir. Böyle bir sonuçtan korkulduğu için birbirleriyle ilişkilenmeleri de öyle ya da böyle sürmektedir. ABD ve Rusya işin içerisine böyle katılmaktadır.
Bölgesel güçler ise, küresel düzeydeki çatışma ve çelişkileri, yereldeki çatışma ve çelişkileriyle uyumlu kılmaya çalışmaktalar. Bu anlamda herkesin belli bir dikkati, duyarlılığı söz konusudur, fakat çıkar çatışması çok yoğundur. Çıkar çatışmasından da öteye, böyle yoğunlaşmış siyasi-askeri çatışma sonunda kim ayakta kalacak, kim yok olacak, hangi biçimde ayakta kalınacak, ne kadar değişecek belli değildir.
O halde kimin hesabı gerçekten nedir, planı nedir, amacı nedir, fırsat ve güç bulduğunda nereye varmak istediği belli değildir. Gizli kalan hususlar çok fazladır. Mesela Amerika, İngiltere, İsrail ya da kapitalist modernite sistemini yöneten güçler ne yapmak istiyor? Mevcut ulus-devlet statükoculuğuyla çatışıyorlar bu statükonun değişmesini istiyorlar. Bu statükoyu sermayenin hızlı dolaşması önünde engel görüyorlar. Dolayısıyla ‘azami kâr kanunuyla çelişiyor, azami kâr dürtüsü bu statükoyu parçalamak ve sermayenin daha hızlı dolaştığı, daha çok kâr ettiği bir sistemi yaratmak istiyor.
Amerika, İsrail ve İngiltere’nin 3. Dünya Savaşı’ndan zaferle çıktılarını farz edelim, o zaman nasıl bir dünya kuracaklar? Nasıl bir Ortadoğu şekillendirecekler? Sınırlar engel oluyor diye Ortadoğu’yu bir bütün sistem ile mi birleştirecekler, yoksa daha fazla parçalamak için uğraşacaklar mı, bu da tam netleşmiş değildir. Her iki ihtimalin de önü açıktır. Bir taraftan parçalanmaya karşıyız, diyorlar ama diğer yandan var olan bütünleri de parçalamak için uğraşıyorlar. Savaş içinde daha küçülmüş, birbiriyle daha çok çelişen ve çatışan bir Ortadoğu’yu yaratmak isteyen tutumları vardır. Ne kadar gücü parçalanırsa, savaş ne kadar sürekli olursa, ne kadar birbiriyle çok yoğun çatışan güçler olursa sisteme daha çok muhtaç olacağını düşünüyorlar. Dolasıyla küçültülmüş, parçalanmış, birbiriyle çelişen, savaşan ve sürekli kriz içerisinde olan bir Ortadoğu’yu öngördükleri de düşünülebilir. Böyle bir Ortadoğu’yu daha kolay yönetebilecekleri için kendileri için daha az tehlikeli, daha çok faydalı görüyor olabilirler.
Bu denkleme Rusya ve Çin de katılmak istemektedir. Çin ise hızla gelişen ekonomik ve siyasi bir güç konumundadır. Avrupa’da Fransa ve Almanya bir biçimde süreçte yer almaya çalışmaktadır. Bu güçlerin şimdiye kadar çok fazla etkili olamamaları bundan sonra da etkili olamayacakları anlamına gelmez. Mesela, Rusya çok iyi gördü ki, daha aktif olmazsa kendileri için son kale konumunda olan Doğu Akdeniz’de, Suriye’deki etkinliği de yok olacaktır. Bu da sıcak denize inmek için çaba harcayan, politikalar oluşturan, askeri eylemlere giren Rusya’yı tümüyle sıcak denizlerden kopartılmış, kuzey denizine kilitleyebilecektir.
Rusya’nın, güneyde okyanusa; Afganistan ve Pakistan’a uzanma çabasının Sovyetlerle başladığını da unutmamak gerekir. Bugün Ortadoğu’da bu kadar çelişki ve çatışmaya neden olan İslami akımların gelişmesine neden olan ABD’nin yeşil kuşak projesi de Rusya’yı kuzeyde kuşatıp sınırlandırmak üzere oluşmuştu. Çatışmalar başta buradan başlamıştı. Şimdi Rusya kendisi için benzer tehlikeyi görmekte ve o nedenle daha aktif olmak istemektedir. Rusya şimdi ABD’yle büyük çatışmalara girmemekte ama bu çıkar çatışması yürütmedikleri anlamına da gelmemektedir. Tersine aralarında yoğun bir çıkar çatışması vardır. Fırsat buldular mı birbirlerini geriletmek için hamleler geliştirmekteler.
Türkiye ve İran’ı tutucu kılan Kurdistan’a yaklaşımları ve Kürt sorunudur
Bu noktada dünya savaşının bir tarafı ve bölgedeki eski statükoyu savunan güçler olarak Türkiye ve İran, bölgedeki mezhep çatışmasının iki ucudur. Fakat her iki gücü böyle tutucu kılan temel etken mezhepçilikleri ya da bölgedeki çıkarları değil, Kurdistan’a yaklaşımları ve Kürt sorunudur. Evet, mezhep çelişkisi ve çatışması bir etken olarak vardır, bölgesel hegemonik güç olma hesapları vardır. Fakat her iki güç için de hesaplarının etkili olabilmesi için Kurdistan üzerindeki egemenliklerine bağlıdır. Onun ötesinde ideolojik, stratejik yapılanma, anlayış geliştirememekteler. Bu da Kurdistan’ın inkarı ve imhasıdır. Kürt inkarını ve imhasını geliştirdikçe Kürdistan parçaları üzerinde egemenlik kurdukça bölgede, dünyada öngördükleri çıkar çatışmasını yürütebilmekteler. Ama öyle olmaz ve Kürt sorununun çözümü, Kürt toplumunun kendi kendini yönetme durumu gelişirse, bu çıkar çatışmasından uzak kalacaklarını görmekteler. Böylece İran ve Türkiye’yi statükocu kılan, zaman zaman uzlaşmaya götüren, kapitalist modernite sistemiyle çelişkilerinin içeriğini ve düzeyini belirleyen temel etken Kürt sorunu olmaktadır.
Türkiye mevcut zihniyet ve politikalarla, Kürtler ve Araplara yaklaşımıyla, AKP’nin esas aldığı mezhepçi ve milliyetçi statükocu çizgiyle hem bölge halklarıyla hem de küresel sistemle karşı karşıya gelmiştir. Öyle ki, Kurdistan’dan PKK’nin kendisini kuşattığını, Ortadoğu’dan kopardığını görmektedir. Kürt iradesini tanırsa, artık bu iradeden izin alarak Ortadoğu’ya açılacağını düşünmektedir. Türkiye’nin Ortadoğu’yla kuracağı bütün ilişkileri Kürtler üzerinden geçeceği ve bu ilişkilerin Kürtler nasıl isterse öyle olacağı için Kürt iradesini kabul etmemektedir. Kürtler tarafından Ortadoğu kapılarının hepsi kapatılmıştır. Bu da Ankara ve İstanbul’da oluşan yönetimleri Kürtlere bu denli bağımlı, muhtaç kılmaktadır. Bu bir irade, siyasi güç meselesi ve bunu asla kabul etmek istememektedir. Türkiye’deki Kürt düşmanlığının ideolojik olması yanında bir de stratejik boyutu da vardır. Onun için AKP Ortadoğu’yla mezhepçilikle, dincilikle en çok ilişki kurmaya çalışan, Ortadoğu’ya dayanarak dünyada var olmaya çalışan bir iktidar haline gelmiştir.
Sonuç olarak şunlar belirtilebilir: AKP-MHP despotik-diktatöryal zihniyete sahiptir. Bunun için bir Kürt ya da toplum iradesini kabul etmemekte, tersine yok edilmesi için mücadele yürütmektedir. Kürt etkinliği sonuca gitmeden, kendi içinde birliğini yaratmadan, kendi sistemini geliştirmeden mevcut Kürt gelişimini ezmek üzere topyekun özel savaş saldırısı yürütülmektedir. 30 Ekim 2014 tarihli Milli Güvenlik Kurulu’nda karar verilen plan budur. Bakurê Kurdistan’da halkın, 6-8 Ekim 2014 tarihinde Kobanê direnişini desteklemek üzere ortaya koyduğu tutum karşısında, Türkiye’de devlet ve AKP birleşme kararı vermiştir.
Böylelikle “ne olursa olsun bu Kürt etkinliği kırılmalı ve ezilmeli!” kararına vardılar. Bütün Kürt düşmanı, Kürt karşıtı zihniyet ve siyasetler uzlaştılar. Hepsinin umudu AKP oldu. AKP ve MHP ideolojik-stratejik çizgi birliği yaptılar. MHP’nin süreç üzerindeki yönlendirme etkinliği de böyle ortaya çıktı. Şimdi bu temelde her şeyi göze alarak saldırı yürütmekteler. AKP’nin Kürt düşmanlığının nereden kaynaklandığını ve nasıl geliştiğini anlamak açısından bu hususlar önemlidir.
AKP’nin hesabı, ABD’den destek alarak 24 Temmuz’dan sonra PKK’yi ezme hesabıydı. Gücüne darbe vurarak PKK’nin teslim olacağını düşündüler ama kış boyu özellikle Zap, Avaşîn, Metîna’daki devrimci gerilla operasyonları ve Medya Savunma Alanları’nda her türlü bedeli göze alan gerilla direnişleri gelişince zorlandılar. Bu direnişlerin ardından AKP-MHP faşizmi gördü ki, sonuç almak için bunlar yetmiyor.
Tıpkı 12 Eylül faşizmi gibi Bakur’da Kürtlük adına ne varsa ezmek, Rojava’yı Fırat’ın doğusunda kuşatmak, Başur’u KDP ilişkisiyle denetim altında tutarak, işbirlikçiliğini daha da ileriye taşıyarak PKK’ye karşı savaştırmak istemiştir. AKP-MHP faşizmi, KDP’yi bir özel savaş stratejisi olarak kabul etmektedir. Özgür Kürt iradesini ezebilmek için işbirlikçi Kürdü ayakta tutmaktadır. Özel savaş kapsamında bir savaş stratejisi olarak kabul etmektedir. Bakur’daki gelişmeleri, özgür Kürt iradesini ezebilmek için bunu yapmaktadır. Bu gerçeklerin Güney Kurdistan halkına, siyasetine ve aydınlarına iyi anlatılması gerekir.
Öz savunma anlayışının derinleşmesi önemli
Bu aşamada demokratik ulus inşasının görevi kapsamında öz savunma anlayışının derinleşmesi önemlidir. Kavramları karıştırmamak gerekiyor. Savunma, öz savunma, meşru savunma bunların hepsi aynı şeylerdir. AKP-MHP faşizmi bir soykırım savaşı yürütüyor. Demek ki savaş var, savaş ise saldırı demektir. Saldırı varsa, savunma da olacak, o halde savunma savaşı da var. Bu savunmaya, öz savunma da denilebilir, meşru savunma da denilebilir, yerine göre kullanılabilir. Bunlar ayrı kavramlar değillerdir. Mutlak haklılığı içeriyor, öz savunma yine haklı konumda olmayı, savunma zaten haklı konumda olmayı ifade ediyor.
Başkalarının değerlerini gasp etmek için saldırmak haksızlıktır. Ama başkalarının değerlerini gasp edilmesi için saldırılarına karşı direnmek ise savunma savaşıdır ve haklı bir savaştır. Önder Apo, ‘dünyayı yenecek gücümüz olsa kimseye saldırmayacağız, dünya birleşip üzerimize gelse o zaman meşru demokratik haklarımızdan asla vazgeçmeyeceğiz, direneceğiz’ dedi. Bizim savunma anlayışımız ve çizgimiz budur.
Şimdi nükleer silah ortamında savaşamayan savaşçı güçler kendilerine karşı gelişen halk direnişlerini, gerilla hareketlerini ezmek için özel savaşı geliştirdiler. Günümüzün savaşı özel savaştır. Özel savaş sadece askeri boyutlu bir savaş değildir, toplumun yaşam alanlarının hepsine saldırıdır. Ekonomik, ideolojik, psikolojik, sosyal-siyasal, kültürel, askeri bütün boyutlarda bir saldırıdır. Kurdistan’daki saldırıları böyledir. Bütün bu alanlarda saldırıya maruz kalanlar, kendilerini savunmak durumundalar. Dolayısıyla özel savaş saldırısına karşı savunmanın, öz savunmanın, meşru savunmanın bu kadar geniş alanı var.
Örneğin son olarak TC devleti Colemêrg Belediye Eşbaşkanı’nı görevden aldı. Bunu oradaki askeri işgal gücüne dayanarak yapıyor. O askeri güç ortadan kaldırıldı mı, belediye eşbaşkanını görevden alamaz. Demek ki psikolojik saldırıyla askeri saldırı bir değildir. Askeri saldırı egemenliğe dayanılarak yapılan saldırı oluyor.
Demek ki öz savunma da olmazsa olmaz bir boyuttur. Beslenme, üreme ve savunma var olmanın üç koşuludur. Beslenme de böyledir, üreme de öyledir, fakat savunma çok daha fazla öyledir. Örneğin öz savunma temelinde komünal düzen örgütlendirilebilir. Çünkü toplum 24 saat saldırı ve soykırım altındadır. İnsanları bu temelde eğitmek, örgütlemek gerekmektedir. Göz göre göre imha etmek isteyen saldırgana karşı öz savunma örgütlendirilebilir. Çünkü kırk yıldır kesintisiz süren gerilla mücadelesi bunu bize kanıtlamıştır. Elinde bir tane çakısı kalmamış olan bir toplumdan bunu çıkardı. Demek ki, Kurdistan’ın ve Kürtlerin varlığı ve özgürlüğü öz savunmasız olamaz.