Özel savaş medyasının tüm psikolojik savaş uzmanlarının TC’nin 100. yüzyılı karşılarken geride kalan yıllara dair neler anlatacakları, yazıp çizecekleri üç aşağı, beş yukarı bilinmektedir. Ancak bunları yaparken kendi gerçeklerini, mevcut devlet sınırları içerisinde yaşayan halklara, kültürle, kimlikliklere, inanç topluluklarına reva gördüklerini, yaptıklarını da gizlemeye çalışacaklardır. Gizleyemedikleri hallerde illüzyonlara, çarpıtma ve yalanlara başvurmakta da geri kalmayacaklardır.
Tabii, soykırımcı, sömürgeci, faşist TC Devleti’nin yaptıkları halklara, kültürle, kimlikliklere, inanç topluluklarına yaşattıkları da sır değildir. TC’nin 100. yüzyılına girerken sorgulanması, nasıl bir devlet olduğu ve öne çıkan belirgin özelliklerinin de tekrar da olsa hafızalarda canlandırmakta yarar var. Hem günümüzde yaşanan ve önümüzdeki dönemde yaşanacak olanların anlaşılması hem de nasıl bir düşman gerçekliği il yüz yüze olduğumuzun anlaşılması açsından bu gerekmektedir. Elbette bu yapılırken, tarihselliği ile de bütünlüklü bir yaklaşım içerisin de olunmalıdır. O zaman mevcut devlet sınırları içerisinde yaşamak zorunda bırakılan; halklara, kültürlere, kimlikliklere ve inanç topluluklarına bu kadar, zulmü, soykırımı, vahşeti yaşatan bu devletin içerisine gireceği bu yeni yüzyılda bunları yaşatmaya daha fazla devam edeceği, bu devletin hakikatinin ne olduğu da daha net anlaşılacaktır.
Anlaşılacağı üzere, bu uzun ve derinlikli araştırma isteyen bir konudur. Kökleri Orta Asya steplerinden başlayan göç öyküsünün gelip dayandığı Ortadoğu ve oradan da Mezopotamya ile Anadolu sınırlarına vardığı tarihe kadar uzanmaktadır. Bu yazıda ağırlıklı olarak, yüzüncü yıl dönümünün karşılanmaya hazırlandığı TC’nin son elli yılında en belirgin karakterine ve öne çıkan yönlerine yer verilecektir. Bu temelde de iki ana başlık öne çıkarılacaktır. Bunlardan ilki onun devşirme ve devşirmeci karakteri olurken diğeri de şehirlileşmek–devletçileşmek–Türkleşmek olacaktır.
Devşirmelerin devşirmeciliği
TC Devleti’nin kuruluşundan 1970’lere kadar yaklaşık yarım asır gibi bir süre yaşanmıştır. Bu süreçte iktidar kliği kapitalist moderniteyle olan ilişki içerisinde belirli bir düzenlenişe tabii tutulmuş olsa da dayandığı köklerinden ve yarım asra yakın olan TC Devlet deneyiminden aldıkları da vardır. Unutulmaması gereken de TC Devleti’ni oluşturan bu iktidar kliğinin, kendisinden önce 600 yılı bulan Osmanlı devlet geleneğini devralmış olmasıdır; kökleri itibarıyla da Selçuklulara kadar uzanmasıdır. Hatta bununla da sınırlı kalmayarak; sahip olduğu bu geleneği Sasanilerden, Abbasilerden, Bizans’tan devralmış olmasıdır. Bunların bir bileşkesi olarak da beş bin yıllık erkek egemenlikli iktidar ve devlet geleneğine ev sahipliği yapan bir coğrafyanın üzerinde kendisini var etmesidir.
Böylesi bir geleneğin temsilcisi olan egemen güçler her ne kadar “Türklük” ya da hanedanın bağlı olduğu “Boy” ya da “Beylik” adıyla devletleşmiş olsalar da işbirlikçiliğin ve iktidar etrafında kümelenen farklı milliyetlerden devşirilmiş olanların ağır etkisi altında kalmışlardır. Bunun da tabiatı gereği, sözde olan Türk toplumsallığı ve kişilik şekillenmesi üzerinde etkisi vardır. TC Devleti’ni kuran, öncülük eden güçler de onların ardıllarıdırlar. Kendilerini “Türk” olarak adlandırmaları, “Türk” Ulus-Devleti’ni oluşturma iddiaları ve “Ne mutlu Türküm diyene” söylemleri, birer söz olmaktan öte bir anlam ifade etmemektedir. Bunun bir sonucu olarak da Türklüğün kavimsel olan yönü üzerinden değil, toplum mühendisliğinin öngördüğü şekilde “toplumsal inşayı” esas almışlar; Tük tarihini, dilini, kültürünü ve kişiliğini de buna göre yeniden bir yoruma/anlatıma tabi tutmuşlardır.
TC Devleti’nin ilanı sonrasında Kürt toplumsallığını, kişiliğini yeniden şekillendirenler de bunlardı; özündeyse kendi kültürlerine, kimliklerine yabancılaşmış olanlardı. Bunlar Selçuklu döneminde daha çok Fars, Emevi ve Abbasilerin izlerini taşımışlardı. Siyaseti ve devleti onlardan öğrenmişlerdi. Saray ve iktidar erki Fars, Arap ve sonradan kabul ettikleri İslam inancının etkisi altındaydı. İçerisinden çıktıkları Türk-Türkmen boylarından uzaklaşmaya başladıkları gibi, onlarla sürekli olarak çatışma halindeydiler. Osmanlı dönemindeyse bu uzaklaşma daha da derinleşti. Fars ve Arap mirasına, Bizans mirası eklendi. Osmanlı’nın bugünkü Marmara, Trakya, Ege illerinde etkinliğini arttırması, buralarda yaşayan yerli halkın Müslümanlaştırılması dolayısıyla da devşirilerek Osmanlı tebaası haline getirilmeleri anlamına gelmekteydi. Bununla da Osmanlı bu coğrafyalardaki nüfuzunu arttırmakla kalmayarak, ihtiyaç duyduğu farklı alanlarda kullanabileceği insan kaynağına da kavuşmuş olmaktaydı. Böylece Osmanlı devşirmelerden oluşan bu insan kaynağını neredeyse kullanmadığı hiçbir alan bırakmadı. Devşirmelerin büyük çoğunluğu devletin tebaası olarak kalırken özel olarak içlerinden seçilen kadınlar sarayın haremine; padişah ve saray bürokrasisinde yer alanlara cariye olarak belirleniyor; uygun gördükleri erkekler de Enderunlarda eğitilerek saray aristokrasisini oluşturan iç görevler için hazırlanıyorlardı. Eğitimlerden geçirilen çocuk yaştaki devşirme erkeklerin büyük çoğunluğu da padişaha bağlı Kapıkulu Ocaklarının içerisinde özel bir askeri örgütlenme olan Yeniçeriler adıyla örgütlendirilmişlerdi.
İstanbul’un fethiyle birlikte de Osmanlı, Bizans devlet geleneğini devralmış oldu. Aslında Osmanlı’nın İstanbul’u fethi, kendisinin fethedilmesi anlamına geliyordu. Bizans devlet geleneği onu hem “Doğu”lu hem de içindeki Türkmen öğelerden uzaklaştırarak, Avrupa’ya yakınlaştırdı. Böylece Bizans, Osmanlı devletinde yaşar hale geldi. Kurumsallaşan harem ve devşirmeler saray bürokrasinde etkinliklerini daha da arttırdılar. Devşirmelerden meydana getirilen Yeniçeriler de Osmanlı devlet işleyişi üzerinde etkilerini arttırdılar. Osmanlı devlet bürokrasisi, kliği ve saray etrafında oluşan sınıflaşmanın/zümrenin neredeyse kavimsel Türklükle/Türkmenlikle bir bağı yoktu. Saray etrafında örgütlenen zümrenin kendi içerisinde konuştukları ve yazışmalarında kullandıkları dil bile farklıydı. Türkçe/Türkmence yerine; ağırlıklı olarak Farsça, Kürtçe ve Arapça kelimelerin karışımından oluşan adına “Osmanlıca” denilen yapay bir dil ikame edil-mişti. Türk “be idrak” olarak görülmüş ve küçümsenerek aşağılanmaktaydı. Türkmenler kılıçtan geçirilerek, Türkleştirilmek ve inançları olan Alevilik’ten arındırılmak istenilmişti. Her ne kadar Fatih Sultan Mehmet döneminde harem kurumsallaştırılarak şehzadelerin yabancılarla evlenmesinin önü alınmaya çalışılsa da öncesinde Orhan Gazi ile başlayan yabancılarla evlenmeler devam etmiş ve ilki Birinci Murat olan melez hükümdarlar Osmanlı koltuğundaki, onların etrafında kümeleşmiş olan devşirme aristokrasi de yönetimdeki yerlerini korumaya devam etmişti.
Osmanlı’nın bakiyesi olan TC Devleti’nin bir ulus-devlet olarak örgütlendirilmesi de devraldıkları üzerinde şekillenmiştir. O da Osmanlı gibi, kavimsel Türklüğü/Türkmenliği esas alarak kendini var etmemiştir. Adını “Türkiye Cumhuriyeti” koymuş olsa da Cumhur’dan, kavimsel olarak da Türklük ve Türkmenlikten uzak ve devşirmelerin ağır etkisi altındadır. Yönünü kapitalist moderniteye çevirmiştir. Öz Türkçe ve Türkmenceyi ana dil olarak kabul etmemiş, oluşturduğu kendi “Türkçesini”, ulusal dil olarak ilan etmiştir. Kendisine “Türk” diyenlere, devlet sınırları içerisinde kalan herkese daha çok da İslam inancından olanlara “sen Türksün” demiştir. Kendini Türk olarak görmeyenlere de “Ya sev ya terk et” ilkesini uygulayarak, ölümün ve sürgünün yolunu göstermiştir. Birinci Dünya Savaşı içerisinde Ermeni, Asuri- Süryani-Keldani ve aynı yıllarda Anadolu Greklerinin (Rum) uğradığı soykırım saldırılarından geri kalanlarla, Çerkezlerin, muhalif ve karşıt düşünce yapılarına sahip olanların hepsi aynı politika ve saldırıların hedefi haline getirilmişlerdir. İkinci Dünya Savaşı’na yaklaşıldığı, Hitler faşizminin iktidarda olduğu yıllarda da daha çok Trakya bölgesindeki Yahudiler hedef haline getirilerek göçertilmişlerdir. TC Devlet sınırları içerisinde kalan Lazlara, Araplara, Kürtlere, Alevi inancında olanlara vb yönelik uygulamaya konanlar “Ya sev ya terk et” politikasının sınırlarını da aşmıştır. “Siirt Türklüğe hevesli bir Arap şehridir. Hükümete yakın itaatkar halkı vardır” şeklinde değerlendirilen Arapları, ön gördükleri Batılılaşma ekseninde tanımını yaptıkları “Türklüğün” bir parçası haline getirirlerken; Lazlar (istisnai bir kaç kasaba ve köyde yaşayan sınırlı sayıdaki yaşlılar hariç) dili, kültürü, tarihi, toplumsallıkları, kişilikleri vb kendilerine ait ne varsa yok sayılarak tamamen öngörülen “Türkleştirmenin” ağır çarkı içerisinde öğütülür bir hale getirilmişlerdir. Kürtlerse tüm bu halkların tamamına yapılanları da içerisine alan soykırım saldırıları altında ön görülen ulus-devlet Türklüğünün temel yayılma hedefi olmuştur.
Türk ulus-devlet sınırları içerisinde kalan coğrafyada yaşayan Ermeniler, Asuri-Süryani-Keldani ve Anadolu Grekleri, izlenen böyle bir politikayla devşirilmiş egemen iktidar güçleri için fiilen ve resmen bir tehlike olmaktan çıkarılırken, Lazlar ve Kürtler yapılan soykırım saldırıları altında devşirilmek istenmiştir. Lazların dilleri, kültürleri neredeyse unutturulduğu gibi, Türk ulus-devlet milliyetçiliğinin ağır etkisi altına alınmıştır. Kürtlerse toplumsallıkları ve 19. yüzyılın ilk yıllarından 1940’lara kadar devam eden direnişlerin de etkisiyle kavimciliği aşan, sınırlı da olsa edindikleri ulusal bilinçlenmenin etkisiyle dil ve kültür olarak varlıklarını koruyabilmişlerdir. Böyle de olsa sonuçta Lazlarla aynı kaderi paylaşma doğrultusunda hayli yol almışlardır. Lazlar gibi alay konusu haline getirilerek horlanmışlar ve kendileri olmaktan, görünmekten utanır hale gelmişlerdir. Öyle ki, TC Devlet sınırları içerisinde yaşayan birkaç nesil bu süreçte; Ermeni ve Rum sözcüklerinin bir hakaret olarak beyinlere işlendiği, Lazlar ve Kürtleri alay konusu haline getiren, aşağılayan, küçük gören vb türetme sözde fıkraları dinleyerek; dinlediklerini de birbirlerine anlatarak şekillendirilmişlerdir. Tüm bunlar da Osmanlı devletinin son yıllarında “İttihat ve Terakki” yönetimi dönemiyle birlikte, daha somut haliyle de 1923’de İzmir İktisat Kongresi’nde belirlenen “Tek Ulus, Tek Pazar” yaratma stratejisiyle; devşirmelerin, devşirmeciliği olarak anlam kazanmıştır.
Devşirmelerin devşirmeciliği olarak anlamlaşan sömürgeci TC Devleti’nin uygulamaya koyduğu bu soykırım politikaları tarihte Amerikan Yerlilerine, Avustralya Aborjinlerine ve Ermenilere yapılanlarla İkinci Dünya Savaşı yılları içerisinde Almanya’da başlayarak kıta Avrupası’na yayılan Yahudi soykırımından farklılıklar içermektedir. Bu farklılıklar da kaynağını, soykırımların asıl sorumlu ve planlayıcıları olan TC Devlet iktidar kliğini elinde tutan devşirmelerin Türkler ve diğer topluklardan devşirdikleri kadroları kullanmalarından, Türk halkını da işlenen bu suça bulaştırmak istemelerinden almaktadır. Ayrıca soykırıma tabi tutulan halkların çocuklarının, Yeniçerilerin olduğu gibi; annelerinin, babalarının, kardeşlerinin de içerisinde olduğu kendi halkına ve başka halklara karşı uygulanan sömürgeci-soykırımcı politikaların basit araçları olarak kullanılmış olmalarıdır. Yine bu soykırımların kendine yabancılaştırılmış, kendinden nefret eden, kendini kanıtlamak için her şeyi yapabilir hale getirilen; çok katı ve sert eğitimlerle insani olan duygu ve düşüncelerden, ahlaktan, vicdandan arındırılan; mekanik araçlardan farksız kılınarak her türlü suçu işleyebilecek bir karakter kazandırılan devşirmelerin devşirmesi olanların eliyle yapılmış olmasıdır. Tüm bunlarla birlikte de bugün de olduğu gibi TC Devleti’nin ihtiyaç duyduğunda bunları Türkiye toplumuna karşı insanlık düşmanı saldırılarda kullanmaktan da geri kalmamasıdır.
TC Devleti’nin kuruluş ilanı öncesinden başlayan ve 1923 yılı sonrasına damgasını vuran tüm politikalar da hep bu şekilde devşirmeler tarafından planlanmış, uygulanmış ve uygulatılmıştır. Bunlar eliyle sadece soykırıma tabi tutulan halklara karşı değil; yoksul Türk köylülerin, Alevi inancına sahip olan Türkmenlere karşı da tam bir kırım ve katliam politikaları devreye konulmuştur. Değişen dünya koşullarına ve konjonktüre rağmen bu özellik varlığını korumaya devam etmektedir.
Şehirlileşmek devletçileşmek Türkleşmek
Birinci Dünya Savaşı içerisinde gayri Müslim halklara, 1918-1921 yılları arasında Koçgiri Kürtlerine karşı yürütülen soykırım saldırılarıyla, 1920’de Çerkezlere yönelik yoğunlaşan baskı ve göçertmelerle uygulamaya konan politikalar TC Devleti kuruluş ilanı olan 1923’ten sonraki yıllarda da Kurdistan’da hızından bir şey kaybetmemiştir. 1925-1940 yılları arasında yapılan katliamlarla, geride kalanların da göçertilmesiyle soykırım tamamlanmaya çalışılmıştır.
TC Devlet sınırları içerisinde kalan coğrafyada katliamlarla, mecburi iskanlarla, soykırımlarla, muhaliflerine karşı yaptığı komplo ve baskılarla iktidardaki konumlarını sağlamlaştıran iktidar kliği, o günkü dünya koşullarında İngiltere, İkinci Dünya Savaşı öncesi yıllara gelindiğinde Almanya ile bağımlılık düzeyine varan ilişkilenmeler içerisinde olmuştur. Ancak göreceli olarak kendi çıkarlarını gözeten bunu sağlamak için uluslararası alanda farklı güçler arasında yaşanan çelişkileri kullanmaktan da geri kalmamıştır. Batı kapitalizmi karşısında Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) varlığı ve yine Batılı kapitalist devletlerin kendi aralarında yaşadıkları çelişkiler TC Devleti’nin böyle bir politika izlemesine imkân sunmuştur. İzlenen bu politikalar arasında Uşak, Alpullu, Eskişehir ve Turhal’da Şeker; Nazilli’de Sümerbank vb fabrikalarının kurulması önemli bir yer tutmaktadır.
Kurdistan’da üst tabaka olan mir, bey ve ağaların konumu
O günkü koşullarda bu şekilde fabrika üretiminin örgütlenmesinde Anadolu’nun bazı kentlerinde sınırlı adımlar atılmış olsa da 1950’li yıllara kadar Kurdistan ve Türkiye toplumları için -orantılar farklı olsa da- ağırlığı oluşturanı köylülerin oluşturduğu toplumlar olduklarına dair bir belirlemede bulunmak mümkündür. Bu çerçevede nüfus yoğunluğu daha çok kırlarda yaşamaktadır. Kurdistan ve Türkiye toplumsallıklarında etkili olan bu yöndür. Kır nüfusu köy/kır sınıflaşması içerisinde; yoksul ve mülksüzler en büyük oranı oluşturmaktadır. Sırayla kendi ve ailesini ancak kıt kanaat besleyecek olan küçük mülk sahipleri, ardından da ellerinde bunlardan daha fazla mülk olan orta köylülük takip etmektedir. Kır üst tabakaları (mir, bey ve bunlara sonradan eklenmiş olan ağa) nicelik olarak sayıları ile orantısız bir düzeyde en fazla mülk ve servet sahibi olanlardır. Kurdistan ve Türkiye’de kırsal alan bu şekilde yaşadığı sınıflaşmaya bağlı olarak bir ayrışma yaşamaktadır. Sosyo- psikolojik olarak da otokratik bir özellik taşıyan devletin ağır baskısı altında bulunulmaktadır. Bastırılmışlık ve sindirilmişlik altında, psikolojik olarak yaşadıkları korku, silik, edilgen, kendine olan saygısını, toplum olmanın refleksini yitiren, kendilerinden istenilen her şeyi yapan, belirlenen doğrultuda hareket eden vb kişilik şekillenişlerine neden olmaktadır. Öyle ki, “devlet baba” algısını güçlendiren, başlarını kaldırdıklarında ezileceği korkusu; devletin istediği gibi olmayı kabul eden, zaman zamanda üzerindeki baskıları hafifletmek için kendine göre kurnazlıklara başvuran hatta komşularını, akrabalarını, aile bireylerini vb devlete gammazlayan ruhsal bir şekilleniş ve davranış biçimlerine sahip olan kişilikler ortaya çıkarmıştır. TC’nin devlet olarak üzerinde şekillendiği coğrafyada iktidar elitini oluşturan ve onların çevresinde yer alanlar dışında olan herkes, var olan bu yönelimin ve yeniden şekillendirme politikalarının muhatabı haline getirilmiştir.
Ancak TC Devleti’nin bu yönelimleri karşısında Türkiye ve Kurdistan toplumlarının açık/doğrudan başkaldırıya dönüşecek düzeye varmış olmasa da duyguda/düşüncede gelişen tepkileri de söz konusu olmuştur. Kürt direnişlerinin soykırım saldırılarıyla bastırılması, Anadolu’nun farklı bölge ve illerinde otokratik devlet politikalarına karşı yaşanan bu karşı koyuşların ezilmesi, bu tepkilerin -sistem içi olanlar dahil- muhalif hareketler tarafından değerlendirilmesine de olanak sunmuştur. Bu tepkileri kullananlar arasında Kemalistlerle çelişkisi olan, iktidar dışı kalmış kişi ve gruplarla; Hilafetin kaldırılmasına, TC Devleti’nin yönünü uygarlığın merkezi olarak gördüğü Avrupa’ya çevirmesine karşıymış gibi görünen din istismarcıları da yer almışlardır. O koşullarda sosyalist, devrimci ve demokratik düşüncede olan güçlü bir örgütlenmenin yokluğuysa bu güçlerin kendilerini örgütlendirmelerine ve halk içerisinde güçlendirmelerine olanak sunmuş olmaktadır. Nitekim Karadeniz, Ege ve daha iç bölgelerde bunun örneklerine rastlandığı gibi, iktidara muhalifmiş gibi görünen partilerin kısa sürede kendilerini örgütlenmelerine ve halk içerisinde karşılık bulmalarına tanık olunmaktadır. Cumhuriyetin ilk yıllarında (1924) kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ile İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki yıllarda (1946) kurulan Demokrat Parti (DP) örnekleri de bunu doğrulamaktadır. Öyle ki bu partilerde devrimci, demokratik örgütler, partiler etrafında yer alabilecek eğilimlere, düşüncelere ve Alevi inanç yapısına sahip olan kişiler bile yer alabilmiştir; DP’nin Kürtler ve Anadolu Alevi Türkmenleri arasında kendine taban bulabilmesi de bunu göstermektedir. Bu yönleriyle Kurdistan ve Türkiye’de sınıfların özellik ve konumlanışları itibarıyla ortaklaştıkları noktalar olsa da aralarında farklılıklar vardır.
Var olan bu ortak yanlarla birlikte Kurdistan’da köylülük, soykırımcı TC devlet sömürgeci egemenliği öncesinde olduğu gibi, kapalı toplum olma özelliğini korumuştur. Böylesi bir korunma içerisinde Kurdistan’da köy ve kırlarda var olan üst tabakalar; “mir”, “bey” vb insanlarla anılmaktadır. Bunlar aşiret hiyerarşisindeki konumlarına, ellerinde bulundurdukları mülk ve askeri güce dayalı olarak kendilerini konumlandırmaktadırlar. Kimi yerlerde bu üst tabakalara; “şeyh”, “seyit” vb gibi dinsel/ruhani kesimlerin eklendiğine tanık olunmaktadır. Yine bu üst tabakalara, Osmanlı’nın son dönemlerine doğru; Kurdistan’da Gayri Müslüm toplulukların yağmalanan, el konulan mülklerinin başına getirilen, “ağa” olarak adlandırılan kişiler de eklenmiştir.
Ayrıca bahsi geçen bu üst tabakalar/kesimler TC’nin devlet olarak kendini kurumsallaştırmaya başalamasıyla, daha çok da Kürt direnişlerinin bastırılmasıyla birlikte çoğunlukla TC Devleti ile işbirlikçilik temelinde ilişkili bir konumda bulunmaktadırlar. Ancak böyle olmalarına rağmen sürekli olarak devlet tarafından “kuşku duyulan” kişiler arasında yer almaktadırlar. 1960 askeri darbesi sonrasında olduğu gibi sürekli olarak potansiyel suçlu olma konumundadırlar. Kendilerini sorgulara, zindanlara alınmaktan ve sürgünlere gitmekten kurtaramamaktadırlar. Yoksul köylüler de birer “maraba” olmanın ötesinde değillerdir. Marabaların, ağalarla olan ilişkileriyse sadece ekonomik alanla, işgücü sömürüsü ile sınırlı değildir. Angarya olarak nitelendirilebilecek olan ekonomi dışı bağımlılık ilişkilerine tabidirler. Bunlar dışında ağanın toprağını, “yarıcılık” usulüyle, elde ettikleri ürünün büyük bir çoğunluğunu kira olarak ödeyenler de vardır. Türkiye’de kırsal alanlarda bulunan sınıfların; Kurdistan’a oranla kendilerini oluştururken biçimsel olarak değerlendirilecek olan farklılıkları söz konusudur. Bu fark da kaynağını toprağın mülk ilişkisinden almaktadır. Öncesinde -Osmanlı döneminde- mal, mülk devlete aittir ve bunlar devletin dolayısıyla padişahın denetimi ve kontrolü altında Tımar sistemine bağlı olarak işletilmektedir. 1839’da Tazminat Fermanıyla birlikte bu sistemin kaldırılmasıyla toprak, mülk özelleşmeye başlamıştır. TC Devleti’nin ilanından sonra bu özelleştirmeler daha da genişletilmiştir. O zamana kadar varlığı çok güçlü olmayan “toprak”, “çiftlik sahipleri” vb adlarla; değişik dönemlerde devlet görevlerinde yer alan yine devlete çok yakın olan bazı kişilerden (Adnan Menderes, Cavit Oral, Ekrem Çiftçi, Emin Sazak, Halil Menteş, Hacı Sani Konukoğlu vb) oluşan yeni bir zümre yaratılarak bu ilişki içerisine dahil edilmiştir. Bu zümreye TC Devleti tarafından el konulan pamuk, tütün vb başta olmak üzere zengin, verimli, ekime son derece elverişli, sulak, ovalık gibi daha önce Ermeni, Rum vb Müslüman olmayan diğer halklara, hatta muhalif olarak görülen sürgüne gönderilen ya da topraklarını terk etmek zorunda kalan Müslümanlara ait olan mülkler dağıtılmıştır. Sadece bununla da kalmayarak her türlü devlet desteği sunularak palazlanmalarına olanak sağlanmıştır. Ege, Çukurova, Karadeniz, Ankara, Eskişehir çevresi vb bölgeler ile Kurdistan’ın Anadolu topraklarıyla sınır olan Antep gibi kentlerde bunun sayısız örnekleri vardır.
Bu şekilde katledilen Ermenilerin, sürgün edilen Anadolu-Greklerinden, muhaliflerden gasp edilen mülk çıkarılan yasalarla devlet tarafından oluşturulan bu zümreye devredilirken; boşaltılan köylere de Türkleştirme sürecine alınan Türkmenler (bunlar mezhepsel olarak da Sünnileştirilmişlerdir), Kafkasya, Balkanlar ve Trakya’dan getirilen “Türk” ve “Müslüman” kökenli göçmenler yerleştirilmiştir. Buna karşın yerleşik yaşama girmeyen, kökleri Osmanlı dönemine kadar uzanan, devletle çelişki ve çatışma halinde olan, tepkilerini koruyan kırsal, dağlık, ormanlık vb bölgelerde çoğunlukla sürüleriyle yaşayan nüfus olarak giderek sayıları azalan bir Türkmen nüfusun varlığı da söz konusudur.
TC Devleti’nin kurulmasından sonra köy/kır sınıflaşması tamamen -devlet tarafından- üsten yapılan müdahalelerle yeniden şekillendirilmeye çalışılmıştır. Yapılan bu müdahaleyle, kırsal alanda TC döneminde oluşan egemen, sömürücü sınıfın çıkarları esas alınmıştır. Yoksul ve mülksüz olan köylüler oluşturulan egemen sınıfın elinde olan topraklar üzerinde çok cüzi ücretle çalışanlar konumuna getirilmişlerdir. Oluşan bu egemen ile sömürülen sınıflar arasında ilişkiyi, alış-verişi sağlayan, simsarlık yapan ve kimi bölgelerde daha sonra değişik isimlerle (kahya, çavuş, dayı başı vb) anılacak olan aracılık yapan kesimler oluşmuştur.
Kurdistan’da şehirleşme
Kurdistan ve Türkiye’deki şehirleşme ve buna tekabül eden sınıflaşma, kırsal alandakinden farklı yaşanmıştır. Özellikle TC Devleti’nin ilanıyla yeniden biçimlendirilmeye çalışılan kentleşme ve buralarda oluşan “toplumsal” kesimler için böyle bir belirlemede bulunmak mümkündür. Elbette Kurdistan ve Türkiye coğrafyalarında tarihin belirli dönemlerinde dünyadaki önemli merkezler arasında yerlerini almış olan kentler de vardı. İstanbul böyle bir öneme sahipti. Bizans İmparatorluğu’nun başkentiydi. El değiştirdikten sonra yeni egemeni olan Osmanlı devletinin de başkenti olarak kaldı. Ticaretin etkili hale gelmesiyle İzmir, Adana, vb yerleşim merkezleri de önemli liman şehirleri haline geldiler. Yine Trabzon, Bursa, İskenderun, Kayseri gibi öne çıkan başka şehirler de vardı. Kurdistan’da Amed, Erzurum, Dîlok (Antep) gibi şehirler de ticaretin yoğunlaştığı kentler arasında yerlerini almaktaydı.
Bahsi geçen bu şehirler TC Devleti’nin ilanından sonra da önemini korumakla kalmadılar, TC Devleti’nin kendini siyasal ve pazar ilişkisi olarak hem Türkiye hem de Kurdistan’da yoğunlaştırarak kurumlaştırmasında önemli rollerin sahibi kılındılar. Gerek Türkiye’de gerekse de Kurdistan’da böyle bir yaklaşımla ele alınan kentler sıfırdan inşa edilen kentler değillerdi ve mazileri vardı. İçlerinden bazıları önceleri önemli yerleşim merkeziydiler. Asker ve bürokrasi olmak üzere temel devlet kurumlaşmalarının ve pazar ilişkilerinin örgütlendirildikleri yerler arasındaydılar. Hakim devletler, egemenliklerini tesis ederken kendilerini buralarda temsile kavuşturmuşlardı. TC’nin ilanı sonrasında çıkarılan yasa ve yönetmeliklere bağlı olarak buralar biraz daha büyütülerek, yeni kurulan devletin özelliklerine ve pazarın ihtiyaçlarına göre örgütlendirilerek bir sisteme kavuşturuldular.
TC’nin ilanından sonra Türkiye ve Kurdistan’da var olan ve yeniden bir sisteme kavuşturulan kentler tamamen böyle bir özellik taşıdı ve sözde toplumsallığını oluşturur hale geldi. Böyle bir yapılandırılmaya bağlı olarak Türkiye’de kentler TC Devleti’nin idari sisteminin bir maketi haline getirildi. Kentte “vali” ilçede “kaymakam”, “jandarma” ya da “garnizon komutanı”, nahiyede “nahiye müdürü” buralarda devletin temsilcisi oldu. Kent, kasaba ve nahiyede bu şekilde kurumsal bir ifadeye kavuşturulan asker-sivil bürokrasisi etrafında yatay bir genişleme içerisine girdi. Buralar almış olduğu göçlerle, nüfusun yoğunlaştığı merkezler haline geldiler. Bu da beraberinde genişleyen şehirlerde yoğunlaşan nüfusun “ihtiyaçlarının” karşılanmasında rol üstlenen esnaflar başta olmak üzere, tüccar vb gibi ara sınıf ve katmanların oluşumuna neden oldu. TC’nin ilanından sonraki süreçte, Kurdistan’da şehirler bu şekilde yeniden örgütlendirildiler. İster büyük isterse de küçük olsun Kurdistan şehirleri TC Devleti’nin temsilinin gerçekleştiği, halkın da buralarda devletin kapısına gittiği merkezler olarak rol üstlendiler. Bu kentler geçmiş mazilerinden koparılarak, Kurdistan toplumsallığını ortak bir pazar etrafında bir sosyalleşmeyi yaşayamadı. Soykırımcı TC Devleti’nin ihtiyaçlarına göre yeniden yapılandırıldılar. Dolayısıyla da buralardaki kentler, tarih sahnesinin çıkışına neden olan klan ve kabilelerinin ortaklaştıkları, kendilerini koruma altına aldıkları, dışardan karşılayabilecekleri ihtiyaçlarına ulaştıkları, alışverişin-ticaretin yapıldığı, bunları sağlayacak olan aracı kesimlerin yeni üretim alanlarının etrafında oluşan bir yerleşim merkezi olarak örgütlendirilmediler. En küçüğünden, en büyüğüne varıncaya kadar Kurdistan kentlerinde öne çıkan bu özellik oldu. Yerel, topluma ait olan özellikler bunların gölgesi altında silik kaldı.
Kurdistan toplumunun kentlerle olan ilişkisi sadece, kendi topraklarında sömürgeciliği temsil eden yerleşim merkezleri ile sınırlı değildi. Türkiye kentleriyle de ilişkileri söz konusuydu ve bu ilişkiler Osmanlı döneminde başlamıştı. İstanbul, Adana gibi kentlerde kalıcı yerleşim biçiminde olmasa da hamallık, amelelik yapmaya giden hiç de azımsanmayacak sayıda Kürt nüfusu oluşmuştu. TC’nin kuruluş ilanından sonra da bu gidişler devam etti ve süreklileşen bir hal aldı. Bu yönüyle mevsimlik işçiler her ne kadar sömürgeci kentlerin pazar ilişkisinde yer alıyor olsalar da Kürt toplumunun bir öğesi olarak kalmaya devam ettiler.
Türkiye’deki şehirlerin önemli bir kısmının Kurdistan’daki şehirlerden bir farkı yoktu. Daha çok da “taşra” olarak adlandırılan iç bölgelerdeki şehirlerde bu benzerlik çok bariz bir şekilde kendini göstermekteydi. Fakat tamamen bunun zıddı olarak merkezileşen, kurumsallaşan, yatırımların yapılmaya başladığı, nüfusun arttığı kentler de vardı. Ekonomik ve siyasal merkezler olarak Türkiye’de öne çıkan İstanbul, Ankara, İzmir, Adana ve bunların çevresinde yer alan bu kentler, daha çok asker ve sivil bürokrasinin, ekonominin merkezi olma gibi bir özelliğe sahipti. Giderek de bu kentler, devlet memurlarının yoğun olarak bulunduğu yerler haline getirildi. Giderek buraları çekim merkezi haline getirecek olan nüfusun yoğunlaşmasını sağlayacak politikalar belirlendi. Böylece yeniden yapılandırılma sürecine alınan kentler bu şekilde yeni bir burjuva sınıfının tohumlarının atıldığı, yerleşim olarak yeninden yapılandırma çalışmaların başlatılacağı, alt yapı çalışmalarının yürütüleceği, ticaretin geliştirileceği, orta-lise gibi dengi okulların, enstitülerin, akademilerin, üniversitelerin kurulacağı merkezler haline getirilmeye başlandı.
Türkiye, ABD’nin yeni-sömürgesi
İkinci Dünya Savaşı sonrası yıllara kadar Kurdistan ve Türkiye toplumlarına ve kentlerine damgasını vuran da bunlar oldu. Bir başka ifadeyle TC’nin ilanı ile İkinci Dünya Savaşı’nın sonları arasında kalan yıllar köylü toplum olma özelliklerinin ağırlıklı olarak korunduğu, fakat bunun yanında sömürgeci kurumlaşma temelinde devletçi ve işbirlikçi kapitalistleşme doğrultusunda atılan adımların atıldığı bir dönem olarak tarihe geçti. İkinci Dünya Savaşı sonrasında da TC Devleti, içerisine girdiği ilişki ve yapmış olduğu anlaşmalarla işbirlikçilik yönünde attığı bu adımları her yönüyle tam bir bağımlılık ilişkisine dönüştürerek ABD’nin yeni-sömürgesi haline gelindi. Buna göre de askeri ve siyasal alanlarda olduğu gibi “ekonomik” ve “toplumsal” olarak biçimlendirilme sürecine alındı.
Bu süreçle birlikte yeni sömürge konumuna getirilen Türkiye’de iç tüketime yönelik bir “endüstrileşme” yaşanır oldu. Bundan da TC Devlet sınırlarında kalan coğrafyanın tamamı etkilendi. Bu yönleriyle Marmara, Ege ve Akdeniz bölgeleri iç pazarın ihtiyaçlarını karşılayacak olan montaj, tekstil, gıda kimya gibi fabrikalaşmanın yoğunlaştığı; İstanbul, İzmit, Bursa, İzmir, Adana gibi kentler Kurdistan ve Türkiye’deki zengin ham-madde ve enerji kaynaklarının, ucuz işgücünün taşındığı, nüfusun kozmopolitleştiği merkezler haline geldi. Bunun bir sonucu olarak bu bölgeler Kurdistan ve Türkiye kentlerinden gelen hızlı bir göç akımına uğradı. Aslında bu süreçle birlikte Kurdistan ve Türkiye’deki toplumsallıklar kapitalist modernite ve onun sınıflaşması giderek daha belirgin bir hale gelirken, doğal ekonomi ve Demokratik Uygarlık toplum özellikleri giderek silikleşti. Ancak, Kurdistan ve Türkiye toplumsallıklarını etkisi altına alan bu şekillenme kapitalist moderniteye ev sahipliği yapmış olan Avrupa ülkelerindeki gibi olmadı. En çarpık ve kaba haliyle altıncı-yedinci karbon kâğıdından çıkan bir kopyalama olmaktan öteye geçemedi. Hatta Kurdistan’daki biçimi, TC üzerinden kopyanın kopyası olarak bile tanımlanamaz, ucube bir hal aldı.
Bir tarafta bunlar yaşanırken, öbür taraftan da çarpık kentleşme ve kapitalistleşme karşısında Türkiye ve Kurdistan toplumlarının bilinç ve davranışında tepkiler açığa çıktı. O zamana kadar var olan her şeyin olduğundan daha farklı kılınmaya başlaması burada tetikleyici rol oynadı. Köyler yaşam merkezleri olmaktan çıkarılarak, terk edilen yerler haline gelmeye başlamıştı. Genç dinamik, üretimin etkin öğesi olan nüfus yönünü kentlere ve oradaki yaşama çevirmişti. Köylerse daha çok yaşlı ve çocuklara bırakılmıştı. Yer altı ve yer üstü zenginlik kaynakları, para edecek ne varsa her şey şehirlere doğru akar bir hale gelmişti. Bir zamanlar “milletin efendisi” denilen köylüler, birden ikinci-üçüncü sınıf vatandaş durumuna düşmüşlerdi. Bundan kır yaşamında yer alan üst sınıflar/tabakalar, ara kesimler ve ezilen/sömürülenler dahil bir bütün olarak herkes payına düşeni almıştı. Bunun bilinçlere yansımasıysa sadece şehir yaşamının cazibesine kapılarak, köylerin terk edilmesini teşvik eden tutum ve davranışların etkin hale gelmesiyle sınırlı kalmadı. Aynı zamanda tepkilere de neden oldu. O zamana kadar geçerli olan, kabul edilen toplumsal ölçüler ve değerler sisteminin giderek etkinliğini kaybetmesi, alışkanlıklar, yaşam biçimi, ilişkileri, kurulu düzenin bozulması bunda rol oynadı. Bunun psikolojik etkileri sadece çözülmeye doğru yaşanan gidişin akışına kendini bırakan davranış ve düşünceye yansıyan biçimleriyle sınırlı kalmadı, tepkilerin gelişmesine neden oldu.
Kuşkusuz tüm bu yaşananların sorumlusu kapitalist-emperyalizmin jandarmalığını üstlenen ABD, işbirlikçisi olan Türkiye’dir. Kurdistan’ı yeni-sömürgenin sömürgesi, hammadde kaynağı, ucuz işgücüyle artıklarının pazarı haline getiren TC Devlet kliğiydi. Çözülme sürecine alınan Türkiye ve Kurdistan köy toplumsallığı ve ekonomisinin sorumlusu bunlardı. Türkiye ve Kurdistan köylü toplumlarının tepkisinin hedefinde yer alanların bunlar olması da son derece doğaldı. TC’nin kuruluş ilanından sonra izlediği politikalar, yaptığı baskı, zulüm, sömürü ve katliamlar bunun için gerekli olan koşulları sunmaktaydı. Bunlar doğrudan yaşanmış olanlardı. Fakat bir eksiklik vardı, o da var olan bu tepki ve bilincin doğru örgütlendirilmemesi ve yönlendirilmemesiydi. Önemli olan da buydu. Bu başarılamamıştır. Doğru devrimci, demokratik öncülüğün olmayışı buna neden olmuştur. Oluşan bu boşluktan Kemalist otokratik rejimle çelişki halinde olan, iktidardan nemalanma imkanları elinden alınan üst tabakalar, kesimler yararlandılar. Sadece bununla da kalmadılar Türkiye ve Kurdistan köylülerinin, yoksullarının otokratik, faşist, sömürgeci soykırımcılığa, aşağılanmaya, horlanmaya karşı olan tepkisi, ülkenin zenginlik kaynaklarının ortaklaştırıldığı daha güzel bir yaşam istemlerini de kendi çıkarları doğrultusunda kullandılar. Kenti-kentliyi köyden ve köylüden üsten gören, göç ettikleri şehirlerin yerleştikleri kenar mahallerinde yürütülmeye devam eden egemen politikalara son verilmesine karşı yoksulların eşitlik taleplerini egemenlerrin elinde bir araç olarak kullanılan milliyetçiliğin, dinciliğin hizmetine sundular. Bir nevi işgale, sömürgeciliğe ve feodal kölelik sistemine karşı yoksul köylülerin ayaklanmalarının kapitalist burjuva sınıf ve tabakalar tarafından kullanılmasına benzer bir tabloyla karşılaşıldı. Farklı ülkelerde yaşanan örneklerde de görüldüğü gibi, yaşanan bu boşluk; var olan bu tepki ve bilincin değişik kanallara akıtılmasına, özünde karşı olunanın daha da güçlenmesine hizmet edecek bir şekilde kullanılmasına yol açtı. Bunu yapanlarda Türkiye’yi yeni-sömürge yapan ABD, TC Devleti ve onun iktidar kliği oldu.
Türkiye ve Kurdistan toplumları o zamana kadar kendilerine yapılan zülüm ve uğradıkları baskı ve sömürünün tek sorumlusu olarak CHP’nin yöneticilerini ve onun politikalarını görmüşlerdir. O nedenle de CHP karşıtıymışçasına söylenenleri ve bunları sarf edenleri kendilerinin yanındaymış gibi sanmışlar ve onların destekçileri haline getirilerek, seçimlerde “oy deposu” olarak kullanılmışlardır. Denilebilir ki, Türkiye ve Kurdistan toplumları 1950’ler sonrasının bilinç çarpıtmasını bu noktada yaşamıştır. Öyle ki, farkında olmadan tepki duydukları, öfkelendikleri her şeyin sorumlusu olan ABD ve TC Devleti’nin güçlendiricisi, savunucusu kılınmakla yüz yüze getirilmişlerdir. Böyle bir pozisyona düşmelerinin sağlanması için de Birinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından olduğu gibi, batılı kapitalist-emperyalist devletlerin işgali karşısında duyulan tepki ve İslam inancına olan bağlılıkları söylemlerinin ardına saklanılarak, “vatanın” ve “dinin” savunulması gibi demagojik söylemler öne çıkarılarak kullanılmıştır. Bu şekilde Türkiye ve Kurdistan toplumlarının işgal karşıtlığı; milliyetçilik, dindarlık; dincilik olarak bilinçli bir şekilde çarpıtılmış, ABD ve TC Devleti tarafından her türlü kullanıma açık hale getirilmiştir. CİA ve MİT bu konuda aktif bir çalışma içerisine girerek, Türkiye ve Kurdistan illerinde kendi örgütlerini kurarak harekete geçmiştir. Türkiye’de ve Kurdistan’da İktidar İslam’ı olarak kullanılan Sünniliği ve sözde tarikatları aktifleştirdikleri gibi bunlara “yenilerini” ilave etmişlerdir. Daha sonra adı MHP olarak adı değiştirilecek olan “Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi” (CKMP), “Komünizmle Mücadele Derneği”, “Yeniden Milli Mücadele Hareketi” gibi adlarla kontrgerilla örgütleri kurmuşlardır. Bu örgütler aracılığıyla halkın ülke ve inançlarına olan bağlılıkları istismar edilerek halka, sosyalist, devrimci ve demokratik güçlere karşı kullanılmıştır. Böylece devrim ve sosyalizm mücadelesinde en etkin rol oynayacak olan bu toplumsal kesimler din istismarcısı, faşist örgütlenmeler tarafından yedeklenmişlerdir. Bununla devrim ve sosyalizm mücadelesi temel güçlerinden mahrum bırakılırken sömürgeci, soykırımcı, faşist güçler kendi iktidarlarını sağlama almışlardır. 1960’lı yılların ikinci yarısından sonra Türkiye ve Kurdistan’da bunun neden olduğu sonuçlar çok net bir şekilde açığa çıkmıştır. Türkiye’de gelişen öğrenci devrimci gençlik ve işçi hareketlerine karşı en önde aktif olarak hep bu güçler kullanılmıştır. Bunlar eliyle devrimciler katledilmiş, öğrenci boykotları, gösteriler dağıtılmaya, işçi grevleri, direnişleri yürüyüşleri bastırılmaya çalışılmıştır. Daha sonraki yıllarda tanık olunacağı gibi, MHP ve AKP gibi faşist, din istismarcısı/dinci örgütlenmelerin faaliyet alanı olarak gördükleri, etkinlik kurudukları iç bölgelerde yer alan şehirlerde ve metropollerin en yoksul kenar mahallelerinde bunun etkilerini/sonuçlarını görmek olanaklı bir hale gelecektir.
İkinci Dünya Savaşı sonrası Türkiye ve Kurdistan bu yönleriyle kendi toplumsallığından uzaklaştırılarak, tanınmaz kılındı. Uzaklaşılan toplumsallık yerine, uygarlığın temel ayaklarından olan kentleşmenin toplumsallığıyla bütünleşilemedi. Kabul edilebilir bir toplumsallık yaşanmadı. Toplumsallığından çıkarılma sürecine alınan Kurdistan ve Türkiye toplumları Yaşar Kemal, Aziz Nesin, Orhan Kemal, Fakir Baykurt gibi ünlü yazarların edebiyat çalışmaları ve romanlarında çokça ele alındığı gibi sosyo-psikolojik olarak yeniden şekillendirilmeye başlandı.
Oysa Kurdistan ve Anadolu kentleri uygarlıklara, kültürlerin, dinlerin, inançların gelişip serpilmesine ev sahipliği yapmıştı. Tarihsel olarak kıtaları birbirlerine bağlayan ticaret yollarının üzerinden geçtiği yerleşim merkezleri arasında yerini almıştı. Bu topraklar üzerinde tarımın yapılmasına, hayvan yetiştiriciliğine, zanaatın geliştiği, ticaretin yapıldığı iç pazarları olan kendine yeterli ekonomileri vardı. Yabancı egemenliği ve üzerine yürütülen egemenlik savaşlarına rağmen koşulları oluştuğunda bağımsız gelişim özellikleri korunmuştu. Tüm bunlar Kurdistan ve Anadolu toplumsallığını temsil eden, gelişiminde rol oynayacak olan bir kentleşme ortaya çıkarabilirdi. Fakat soykırımcı TC Devleti’nin egemenliği altında buna hiçbir şekilde imkan bırakmayan politikalar devreye konuldu.
Buna göre de “yeniden şekillendirilmek” istenen Kürt “toplumsallığı” ellerinde belirli bir sermaye bulunduran bazı Kürt üst sınıfları manifaturacılık, müteahhitlik, ticaret ile konumlarını korumaya çalışırlarken, yoksul Kürt köylüleri de işgüçlerini satarak yaşamlarını sürdürme arayışı içerisine girdi. Kurdistan’da işgücü istihdamı ve sosyalleşme oluşan böyle bir dönemde biçim kazandı. Bu “şekillenme” de kentlere göç eden nüfusun kırla olan ilişkilerinin varlığı köylü toplum özeliklerinin bir süre daha korunmasına imkan sundu. Çevre illerden, kasabalardan, köylerden buralara gelenler, tanıştıkları yeni sözde sosyal ilişkilere dahil olmaya başlasalar da bir düzeyde kendi yerel ve kültürel özelliklerini koruyarak kendilerini konumlandırdılar. Yaşanır hale gelen bu “sosyal” ilişkiler ağı; “milli” özellik ihtiva edecek herhangi yatırım ve üretim sahasının açılmasına ve de bunları işletecek olan “milli” karaktere sahip bir burjuva sınıfın oluşmasına olanak tanımadı. Kurdistan’ı siyasi, askeri ve ekonomik olarak Türkiye’ye açacak; maden ocakları ve petrol kuyuları gibi yer altı ve “Devlet Üretme Çiftliklerinde” bir araya getirilecek olan yer üstü zenginlik kaynaklarını fabrika yoğunluklu merkezlerine, pazarlarına bağlayacak devlet eliyle demir ve karayolu gibi ulaşım ağlarının örgütlendirilmesine ağırlık verildi. Kürt şehirleri de uygulamaya konan bu temel politika kapsamında yeniden bir ara halka olarak “düzenlenişe” tabi tutuldu.
Kürt kentlerinin demografik yapıları değiştirilerek Türkleştirilmeye çalışıldı
Kurdistan kentlerinin tarihsel, Kürt kimlikleri unutturulmaya çalışılarak farklı isimlerle adlandırılmaya başlanılması da yapılan bu planlamanın bir parçası olarak gündeme getirildi. Yine Fırat’ın batısından başlanılarak Kürt kentlerinin demografik yapıları değiştirilerek Türkleştirilmeye çalışıldı. Buralarda yaşayan Alevi, Kürt nüfus izlenen özel savaş taktikleri sonucunda değişik biçim ve yöntemler kullanılarak göçe zorlandı. Yine daha önceden de olduğu gibi, Fırat’ın batısında yer alan Kurdistan kentlerine farklı kimliğe, dile, kültüre sahip topluluklar dışarıdan getirilerek yerleştirildi. Bu yönleri ile Kurdistan’ın Anadolu’ya sınır olan kentleri soykırımcı TC Devleti’nin bir uzantısı olarak bir düzenlemeye tabi tutuldu. Böyle bir yönelime tabi tutularak ağır baskılar altına alınan bu kentlerin öz dinamikleri üzerinde kimlik edinmesine, büyümesine ve gelişmesine olanak tanınmadı.
Fırat’ın batısı olarak nitelendirilen bu kentler giderek fiziki soykırım saldırılarının tamamlayanı olarak kültürel soykırım politikalarının merkezi haline getirildiler. Kurdistan kentleri arasında statülendirilerek “bölge merkezi” olarak kabul edilen iller özel planlamalar kapsamında ele alınarak öne çıkarıldılar. Buralarda başta birer asimilasyon yuvaları, Türkleştirme ocakları olan “Yatılı İlköğretim Bölge Okulları”na yenileri eklendi. Özel devlet kadroları görevlendirilerek kültürel soykırımı, sömürgeciliği etkin kılacak projeler devreye konuldu. Kürt dilinin kullanımı ve kültürünün, folklorunun yaşatılması yasaklarla engellenmeye çalışıldı. Böylece Kurdistan’da, Türk ulusal yayılmasına hız kazandırıldı. Bu kentler yerleşim merkezi olarak var olan statüsüne göre devletin sivil ve askeri kurumlarının, görevlilerinin toplandığı, birer asimilasyon yuvası olan ilk-orta-lise dengi “okulları” etrafında oluşan nüfusun ihtiyaçlarının giderildiği küçük çaplı esnaf, zanaat erbabı, tüccar ve serbest meslek sahibinin toplamı olmayı aşamadı.
Amed, Erzurum, Urfa, Malatya gibi kentlerin bir potansiyeli olsa da onlar da devlet baskılaması altında sınırlandırıldılar. Anadolu coğrafyası ile sınır olan Sivas, Maraş, Erzincan vb. iller de İsmet İnönü’nün 1935 tarihli Mustafa Kemal Atatürk’ün emriyle hazırladığı Kürt Raporunda belirtilen amaçlar doğrultusunda, Türkleştirmenin esas alındığı, Alevi inanç ve Kürt kimliğinden “arındırılmaya”, dışardan getirilen göçmenlerle demografisi değiştirilmeye çalışılan yerleşim merkezleri arasında yer aldı. Kürt siyasi merkezlerinden olan Erzurum’u Kürt kimliğinden uzaklaştırmak ve Kurdistan’da adeta bir “ada” görünümünde sömürgeci karakol haline getirmek için özel politikalar devreye konuldu. Dêrsîm’de yapılan soykırımla da Kürtlük teslim alınmak ve bitirilmek istendi. Suriye pazarına yakın olan ticaretin yoğunlaştığı, zanaatçılığın geliştiği, Türk egemen güçlerinin maketi olarak değerlendirilebilecek bir sınıflaşma yaşayan Antep gibi kentlerde komprador işbirlikçi Türk burjuvalarının uzantısı olan “maket burjuvaların” palazlandırıldığı, Türkleştirmenin bir başka boyutuyla uygulandığı özel yerleşim merkezleri haline getirildi.
Kürt toplumsallığının aldığı biçim Kurdistan ile sınırlı kalmadı. Kurdistan’dan Türkiye’ye doğru olan işgücü akışında adeta bir patlama yaşandı. Buralarda Kürt işgücü en kaba haliyle inşaatçılık, mevsimlik, geçici, güvencesiz, tortu ve rağbet görmeyen “işler”de kullanılmaya başlandı. Bu şekilde Kurdistan’da yoksul köylülük, yarı-proleter, proleter, “işsiz” ve onların da gerisinde kalan bir özellik kazandı. “İki arada bir derede kalma” misali yarı-kentli, yarı-köylü özellikler edinen kişiliklerin parçalamasına yol açtı. Köyden, köy ekonomisinden yaşanan kopma, yaşamsal maddi ihtiyaçların karşılanmasında daha farklı bir ilişki ağına tabi olmayı beraberinde getirdi. Artık her şey, para ile ölçülür hale geldi. Parayı bulmak için de önce ne var ne yok elden çıkarıldı. Bunun yeterli olmadığındaysa, işgücü pazara sunuldu. Böylece “ekmeğin aslanın ağzında” olduğu bir yaşam ilişkisi ve arayışına girilerek, “kendi efendisi” olmaktan çıkıldı. Bunun dışında yapacak bir şey de kalmamıştı. Köy toplumuna ait olan özellikler, alışkanlıklar yaşam ve davranış biçimleri bile değişmişti. Tüm bunlara bağlı olarak paranın her şey olduğu, o olmadan yaşamın olmadığı bir ilişkinin hakim kılınması, aile içi ilişkileri doğrudan etkiledi. Ailenin ihtiyaçlarının bir kişi tarafından karşılanamaz hale gelmesi, aile içindeki diğer fertleri de doğrudan pazar ilişkisinin bir parçası haline getirdi. Aile içerisinde birden fazla kişi işgücünü satarak ev yaşamının idamesinin etkin ögesi haline geldi. Köyden kente, çoğunlukla da kentlerin kenar mahallelerine yerleşilerek edinilen yaşam biçimi giderek köy toplumu özelliklerinden uzaklaşmayı beraberinde getirdi. Geleneksel büyük ailenin parçası olan küçük aile, küçük ailenin her bireyi giderek kendi rotasını belirler hale geldi. Ama bu, o kadar da kolay ve basit yoldan olmadı. Taşıdığı zorluklar, geçiş sürecinde sancılarını hissettirmeye devam etti.
Böylece Kurdistan toplumu sosyolojik ve psikolojik olarak bir değişim sürecine girmiş oluyordu. Kır toplumu olmaktan çıkılmaya başlanmıştı. Geleneksel aileyse bu çözülmenin odağında yer aldı. Artık, kadın evden çıkarak; erkeğin yaptığı gibi işgücünü satarak yaşamsal maddi ihtiyaçlarını karşılar hale geldi. Cins kimliğine bakılmaksızın yeni nesiller alındıkları zorunlu “eğitimlerde”, mahallelerde farklı kültürel, sosyal ilişkilere göre yeniden şekillendirilerek, davranış özellikleri edinmeye başladı. Geleneksel olanla, kentlerde edinilen özellik ve alışkanlıklar kişiliklerde yaşanan çelişki ve çatışma halini aldı. Kişiliklerin parçalanmasına neden oldu. Geleneksel aile çözülürken, komşuluk ilişkilerindeki karşılıklı dayanışma yerini çıkara dayalı ilişkilere bıraktı. O zamana kadar tanık olunmayan, yaşanmayan kapitalist modernitenin dayattığı çarpık ilişkilenmelerin neden olduğu sorunlarla karşılaşıldı.
Arabesk kültürün etkisi ve yaşanan farklı bir toplumsal şekilleniş
Yabancılaştırma olarak da nitelendirilebilecek olan böylesi bir şekillenişten Kurdistan-i olan her şey payına düşeni aldı. Kadın, gençlik, işçi, köylü, mevsimlik işçi, devlet dairelerinde hademe, küçük esnaf ve üretici, “işsiz”, farklı derecelerdeki okullarda okuyan öğrenci, doğa, tarih, yerleşim merkezleri, isimler, inançlar, gelenek, görenek, tarih vb. Kürdü çağrıştıran ne varsa her şey böyle bir yönelimin kapsamı içerisinde tutuldu. Bu sadece Kürtlerle, Alevilerle, ezilen, sömürülen ve her zaman potansiyel tehlike olarak görülenlerle de sınırlı kalmadı. Soykırımcı TC Devleti’yle işbirliği içerisinde olan, halkın direniş geleneği dışında kalan, hatta ihanet etmiş olanların da içerisinde olduğu üst tabakalar, feodal aşiret reisleri de böyle bir şekillenişe tabii tutuldu.
Kurdistan ve Türkiye şehirleri (daha çok da Türkiye’nin metropolleri olarak kabul edilenleri) böyle bir gerçekliğin temsilini bulduğu, yaşandığı yerleşim merkezleri oldu. Buralarda arabesk “kültürün” etkisi altında farklı bir “toplumsal” şekilleniş yaşanır hale geldi. Köylü toplum özellikleri edilgen, pasif bir konuma düşürüldü. Ancak şehirli bir toplum haline de gelinemedi. Öyle ki amiyane bir deyimle “hem camiden hem de kiliseden olunmuş” bir hale gelindi. Böylece kendisi olmaktan çıkan, istediği gibi de olmayan kişilik özellikleri ve davranış biçimleri ortaya çıktı. Şehirlileşme kutsanırken, köylü özellikler küçümsenir bir hal aldı. Anadolu ve Kurdistan toplumsallığı ve kültürü yerine, kapitalist moderniteye ait kültür ve yaşam biçimi öne çıkarıldı. Kullanılan diller bile farklı ağızlarla konuşulur oldu. Türkçe olan dil farklılıkları alay konusu haline getirilirken, oluşturulan böyle bir atmosfer içerisinde soykırımcı TC egemenliği altında olan diğer topluluklar gibi, Kürtler de ruhsal olarak ağır baskı altına alınarak davranışlarına yön verilir bir hale getirildi. Kürt kişiliği giyiminden kuşamına, konuşmasına, alışkanlıklarına varıncaya kadar bir Batı taklidi olan Türk ulus-devlet kişilik davranışlarının/özelliklerinin model olarak alındığı, taklidin taklidi olan sömürge “toplumsallığı” içerisinde yeniden şekillendirilmeye çalışıldı, celladına sevdalanan fakat bir türlü onun gibi de olamayan, içerisinde yaşadığı topluma karşı sanki yaşadıklarından sorumlu olan bunlarmış gibi düşmanca yaklaşarak intikam almak isteyen absürt, kendinden utanan, ulus-devlet Türk’ü olmak için kim daha iyi kölelik yapacak yarışına giren hizmette kusur etmeyen köle kişilik özellikleriyle donatılmak istendi.
Sonradan uydurma bir dil olarak türetilen, Kürtlere zorla öğretilen adına “güzel Türkçe” dedikleri ulus-devletin “dili” öne çıkarıldı. Kürtçe konuşulması sadece yasak değil, “kroluk”, “hırpoluk” “magandalık” olarak görülerek alaya almanın, küçümsemenin bir gerekçesi haline getirildi. Başlarındaki poşinin, bacaklarındaki şalvarın, ayaklarındaki çarığın çıkarılması modernliğin ölçüsü olarak kabul edildi. Bunlar yerine de Batı taklidi giyimler, ulus-devletin türettiği birkaç sözcüğün kullanılmasıyla övünülen davranışlar olarak kabul gördü. Toplumsallığı anlatan doğal kır kişilik özellikleri kandırılmaya müsait kişilik olarak görüldü. Bunun karşısında 1950’ler sonrasını anlatan edebiyata da konu olan “Ali Cengiz”, “Sülün Osman” gibi kaptı-kaçtı kişilikler edinilmesi gereken özellikler olarak öne çıkarıldı, Yeşil Çam filmlerinin işlediği en temel konular arasında yer aldı. Tüketim “kültürü” bir yaşam biçimi haline getirildi. Toplumsal değerlerden uzaklaşıldı ve onun yerine dejenere özellikler yaşam ölçüleri olarak öne çıkarıldı. Öyle ki, köyden şehre okumak için gelenler kendilerinin köylü ve nereli olduklarının bilinmesinden, anne ve babalarıyla görünmekten utanır hale getirildi. Mal-mülk sahibi olarak şehirlere yerleşen ya da kapitalist modernite ilişki ve yaşam biçimlerini kendi mülklerine/çiftliklerine taşıyan kır zenginleri de kendilerini birer şehir burjuvaları haline getiremediler. Hatta yarı ağa, yarı-burjuva bile olamadılar.
Bunun yanı sıra çoğunlukla kompradorlaşma sürecine alınan işbirlikçi Kürt egemen sınıflarının çocuklarından oluşan Türkiye metropollerinde bulunan lise ve üstü okullarda “öğrenimlerini” tamamlamak üzere öğrenci akımı başladı. Türkiye metropollerinde yoğunlaşan Kürt nüfusu içerisinde oluşan bu öğrenci yoğunluğu, sömürgeci TC Devleti’nin Kürt toplumsallığının kırılmasında kullandığı en etkili araçlardan biri olarak kullanılmak istenildi, asıl olarak da asimilasyonun, işbirlikçiliğin, Türkleştirmenin en etkili araçlarından biri olarak rol verildi. Nasıl ki askere alınan gençlerin fiziken teslim alınarak iradeleri kırılıyor ve boyun eğmeleri sağlanıyorsa, onlar da bastırılmış bir toplumun çocukları, gençleri olarak sömürgeciler tarafından eğitilerek Türkleşmenin kişilikleri haline getirilmeye çalışıldı. Böylece şehirlileşmek-devletçileşmek- Türkleşmek olarak formüle kavuşturulmuş olan bir şekilleniş içerisinde Kürt/Kurdistan-i olan hiçbir şeyin izlerine rastlamak mümkün olmadı. Ortada sadece hafıza ve bellek yitimine uğratılmış bir “Kürt” ya da sadece nefes alıp-veren bir beden bırakılmıştı. Biçimlendirilmeye çalışılan da böylesi bir bedendi. Bu bedene şekil verenler de bu konuda devraldığı güçlü bir miras ve deneyimi olan TC Devleti’nin belirleyici olduğu çağın Frenk Einsteinrıydı.
Kültürel soykırım kıskacında Kürtler
1970’li yıllara gelindiğinde kapitalist modernite ve sömürgeci işbirlikçi kapitalizmin neden olduğu bu sonuçlar en ağır haliyle etkisini göstermiştir. Kurdistan toplumu kültürel soykırım kıskacında muazzam bir çarpıklık içerisine alınarak, kendine yabancılaştırılmakla karşı karşıya bırakılırken doğal ekonomi ve tarihselliklerinden koparılma noktasına getirilmiştir. Fakat Kurdistan’da bir yandan bunlar yaşanırken, diğer yandan da son derece bilinçli bir şekilde soykırımcı TC Devleti tarafından bir paradoksmuş gibi görünse de geçmişteki aşiret-aile formunu koruyan politikalardan vazgeçilmemiştir. Oluşan böyle bir sosyo-psikoloji içerisinde işbirlikçilik ve Türkleşme başat bir hale gelmiştir. Metropol kentlerine doğru yaşanan göçler sonucunda yazın kentlerde, kışın kırlarda yaşamı esas alan mevsimlik işçilerin ve öğrenci nüfusun niceliğinin artması karşılıklı olarak kültürel dokuyu daha da etkilemiştir. Hayvancılığa, tarıma dayalı kır ekonomisi kent pazarı karşısında etkisini gözle görülür bir şekilde kaybetmeye başlamıştır. Tarımda makina kullanılmaya başlamış olması da içerisine girilen bu süreci hızlandırmıştır. Bu da doğal ekonomi ve demokratik uygarlık toplumu özellikleri ile kapitalist modernitenin yaratmaya çalıştığı toplum arasındaki çelişki ve çatışmanın vardığı düzeyi gösterdiği gibi; dengelerin tamamen kapitalist modernite ve kentlerden yana dönmüş olduğunun bir göstergesi olmuştur. Hatta denilebilir ki, her ne kadar son nokta konulmamış da olsa 1923’ten itibaren uygulamaya konulan Tek Ulus, Tek Pazar yaratma planı, 1970’li yıllara gelindiğinde büyük bir oranda hedefine ulaşma aşamasına vardırılmıştır.
Tüm bunlar 1970’li yıllar öncesinde TC Devleti adı altında yapılan ilanın ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD’nin yeni-sömürgeciliği altında oluşan ilişkilerin anaforunda yaşananlardı. Böylesi bir ilişki ağı içerisinde (Her ne kadar bu politikaya karşı bir direniş gösteren Musa Anter, Dr. Şivan-Sait Kırımızıtoprak- gibi yurtsever, demokrat tutum sahibi olanlar varsa da) Kurdistan toplumu hızlı bir şekilde doğal ekonomiden, Demokratik Uygarlık toplumu olma özelliklerinden uzaklaştırılarak, egemen ulusun eklentisi haline gelmekle yüz yüze getirildi.
“Hepimiz birer Enkidu olarak şehre, devlete koşturulmuş kişilerdik artık. Ana-toplumdan kopuyorduk. Köy giderek bize hor geliyordu. Şehrin üstünlüğü karşısında köyümüz silindikçe siliniyordu. Anamız önemini yitirdikçe yitiriyordu. Kabile, aile bağlarımızı küçümsemeye başlamıştık. Şehir ve ondaki devlet bizi mıknatıs gibi çekiyordu. Artık etkisinden kurtulmak kolay olmayacaktı. Şehir ve ondaki devlet kendi başına objektif olarak korkunç bir propaganda aracıdır. Şehrin her şeyi harikulâde sunulmuş gibiydi. İyi giysiler ve sürmeler içindeki fahişeyi reddetmek mümkün olamazdı. Her şeyiyle kendi üstünlüğü için kullanırken, köyceğimiz bir yetim gibi arkamızda kalakalmıştı. En sıradan devlet memuru yeni ilahımızdı. Her sözü, giysisi yeni tanrısallıktı. Etki öyle hazırlanmıştı. Bir de Kürt’e ‘kuyruklu’ lakabı takılmıştı. Artık ondan bir an önce kurtulmak için formül eşittir, şehirleşmek-devletleşmek-Türkleşmekti. Sadece köyümüze, ailemize değil, Kürtlüğümüze de hor bakmaya başladık. Bunlar adeta ayağımızdaki bir pranga gibi geliyordu. Bütün dünyamız bu üçlü içinde geçecekti: Ne kadar şehirleşir, devletleşir ve Türkleşirsen, o kadar adam olacaksın. Yeni toplum töremiz budur. Dinimiz, irfanımız bu temelde anlam kazanacaktı. Yeniden bu üçlü etrafında toplumsallaşıyorduk.” (Önder Apo)
Fakat tüm bu yaşananlar, kapitalist modernitenin yapmış olduğu hesapların, planların dışında yaşanacak olanlar için de tetikleyici bir rol oynayacaktı. Bu yaşanacak olanlar içerisinde, kadının kendisi için bir hapishane olan evden çıkmasının etkileri toplumsal yaşamın tüm alanlarında etkisini gösterecekti. Bun-dan da en başta, o zamana kadar ki geleneksel erkeklik ve kadınlığa dair bilinçlere kazınan algılar payına düşeni alacaktı. Kadının, evden çıkması; “yapamaz” denilenleri yapması, bilinçlere kazınan erkeklik efsanesini yıkacak ve bunun bir aldatmacadan ibaret olduğunu gözler önüne serecekti. Kadınlık bilinci üzerine çekilen kalın sis perdesi dağılarak, kadına dair oluşturulan algıların yanlış, tamamıyla erkek aklının düşüncede hakim kılmaya çalıştığı bir aldatmaca olduğu anlaşılacaktı. Tüm bu yaşananlar bunlarla da sınırlı kalmayacaktı. Aynı şekilde kadın, gençlik ve emekçiler oluşan bu zemin üzerinde bilimsel, çağdaş düşüncelerle karşılaşacak, örgütlenmeler içerisine girerek toplumsal yaşamın yeniden örgütlenmesinde öncüler olarak rollerini oynayacaklardı.
Böylesi bir tablo içerisinde yeniden şekillendirilecek olan Kürt toplumsallığı ve Kürt kişiliğine/insanına verilmeye çalışılan biçim de buna göre olacaktı. PKK direnişinin gelişmesi ve yeni bir toplumsal, kültürel şekillenme yaratmaya başladığı döneme kadar da bu böyle devam etti. PKK direnişiyle Kürtlerin yaşadıkları toplumsal, ruhsal şekilleniş, kültürel ve demokratik devrim Kurdistan toplumunun varlığını, kimliğini korumanın, geliştirmesinin önünü açtı. Tabi bununla da kalmadı, TC Devlet sınırları içerisinde kalan, neredeyse yok olmakla yüz yüze gelen toplulukları da etkiledi; Laz, Çerkez gibi halk topluklarıyla başta Aleviler olmak üzere farklı inanç toplulukları da kendi kimliklerini, kültürlerini, dillerini koruma ve örgütlülüklerini geliştirme gibi arayışlar içerisine girdiler.