Ortadoğu halklarının diriliş ve direniş bayramı olarak kutladıkları Newroz bayramı bütün Ortadoğu halklarına ve Kürt halkına kutlu olsun diyoruz. Kurdistan ve Kürt halkı olarak bu yılki Newroz’u 50. Önderlik Newroz’u olarak karşılamaktayız. Bu anlamıyla Newroz bayramını Kürt Halk Önderine kutluyor, 50. Önderlik Newroz Bayramı’nı başta şehit arkadaşlara ve şehit ailelerine, kadın ve gençlere, bütün onurlu, yurtsever Kürt halkına, demokratik Ortadoğu halklarına kutluyoruz. 6 Şubat Mereş merkezli gelişen, Kurdistan ve Türkiye’de on ilde yoğun etkili olan deprem bölgesindeki halkımızın Newroz’unu kutluyor, büyük acılarını paylaştığımızı belirtmek istiyoruz. Mart ayının 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günüyle başlayıp, Newroz ve kahramanlar haftası olarak yoğun mücadele ayı biçiminde geçtiği bilinmektedir. Bu anlamda mücadeleyi yükseltme, büyütme ve alanlara taşırma ayı olduğu da söylenebilir. Bu vesileyle Newroz Bayramı’nı Kürt halkının zalime karşı mücadeleyi yükseltme günü olarak deprem de dahil her şeye rağmen çok güçlü karşılaması gerektiğini ifade etmek istiyoruz.
Mereş merkezli yaşanan deprem başta Hatay, Semsûr, Dîlok, Meletî, Amed, Riha, Adana olmak üzere on ilde, birçok ilçede, binlerce köyde yine Rojava ve Suriye’nin birçok il, ilçe ve köylerinde çok ağır can kayıplarının yaşanmasına ve çok büyük yıkımların yaşanmasına neden oldu. Biz, yaşanan can kayıplarından dolayı derin üzüntü duyduğumuzu burada tekrardan ifade etmek istiyoruz. Halkımızın, dostlarımızın yaşadığı kayıpları kendi kaybımız, acılarını kendi acılarımız olarak hissedip yaşadığımızı bilmelerini istiyoruz. Herkesi derinden sarsan büyük deprem felaketinde yaşamını yitiren tüm Alevi canlarımızın devri daim olsun diyoruz. Yaşamını yitiren Müslüman halkımıza Allahtan rahmet diliyoruz. Bütün yaralıların bir an önce sağlıklarına kavuşmalarını temenni ediyoruz, halklarımıza baş sağlığı dileklerimizi paylaşmak istiyor, sabırlar diliyoruz.
Uluslararası hegemon güçlerin, yüzyıllık paylaşım savaşlarının üçüncüsünü yaşadığımız bir çağdayız. Genel anlamda Önder Apo ve Özgürlük Hareketimizin de dünya savaşı olarak tanımladığı bu savaşın temel özelliklerinden biri toplumsal ahlaki değerleri tanımamasıdır. Yine özellikle teknolojiye dayalı bir savaş tarzını esas alması da ikinci bir özellik olmaktadır. Kapitalist modernite hem yoğun savaş tekniği geliştirme ve bunu halklara karşı kullanma yanıyla hem de bu yürüttüğü savaşlarda, gerçekleştirdiği saldırılarda toplumsal ahlaki değerleri tanımama, toplumu bir değer olarak görmeyerek ayaklar altına alan bir savaş tarzıyla varlığının tanımlanmasını sağlayan özellikleriyle bilinir. Bu savaşlarla insanlık çok büyük bir ekolojik yıkımla karşı karşıyadır. Hiçbir ahlak ölçüsü yoktur, hiçbir savaş kanunu ya da kuralı gözetilmemektedir. Bu karakterinden dolayı var olan her şeyi özel savaş aracına dönüştürerek halklara karşı kullanma kapitalist modernite sisteminin temel silahıdır. Bu silah halklar üzerinde hesapsız olarak kullanılmaktadır. Bu durum en son, depremin yaşandığı bölgelerde toplum ve doğa düşmanı TC Devleti pratiğinde de görülmüştür. Bu anlamda Ortadoğu’nun kadim inançlarından olup günümüze kadar tüm baskı, sindirme, katliam, kırım politikalarına rağmen kendi varlıklarını sağlama mücadelesini her zaman yürüten Kürt, Kürt Alevi halkının yine Arap halkının ve Alevi Arap halkının deprem bölgesinde yaşadıkları tam anlamıyla soykırım olmuştur.
Deprem önceden tedbir alınabilecek bir doğal afet
Doğa anlayabildiğimiz, bilebildiğimiz kadarıyla sürekli bir denge içerisinde, bir düzen halinde, hareket halinde farklılaşarak, çeşitlenerek çoğu zaman deprem gibi farklı felaket ya da doğal afetleri barındırarak varlığını sürdüren kanunlara sahiptir. Bu anlamıyla doğanın sürekli bir işleyişi, bir düzeni, kendi dilinde, kendi kanunlarına göre bir akış hali vardır. Buradan bakıldığında doğada yaşanan olaylarda herhangi bir sorun görülmemekte çünkü doğa da kendi kanunlarını işletiyor. Yaşanan deprem de doğal afet olduğundan yani doğanın kendi iç dinamikleriyle gerçekleşen olay olduğundan, doğasal bir olay olarak gerçekleştiğinden doğal bir afettir. Bu anlamıyla yaşanan depremin doğasal bir olay olduğu, doğal bir afet olduğu gerçekliğini görüyor, anlam veriyoruz. Ama anlam vermekte zorlandığımız konu en akıllı canlı olarak var olan insanın depreme karşı nasıl korunulur, nasıl tedbir alınılır, nasıl en az kayıpla deprem atlatılır konularında bu kadar kayıtsız olmasıdır. Anlamakta zorlandığımız konu devletin ve devletin ilgili kurumlarının depremin olacağını önceden bilmesine rağmen hem de nerede, hangi şiddette, ne kadar zarar vereceği, nereleri nasıl ve ne kadar etkileyeceği yapılan analizlerle doğruya en yakın sonuçlara ulaşılmasına rağmen bu kadar kayıtsız olmasıdır. Bunlar göz önünde bulundurulduğunda doğal olmayan hareket tarzının, sağlıklı olmayan yerleşim planının tek sorumlusu denetlemeyen, imar planlarını kontrol etmeyen, halkı deprem ya da olası farklı doğal afetlere hazırlamayan devlet ve kurumlarıdır. Fay hatları bilindiği halde hatta yaşanacak olası depremlerin nerede ve hangi kuvvette olacağı doğruya yakın kestirildiği halde insanın deprem sonuçlarını bu denli yaşaması insana zor geliyor. İnsan olarak, bilme sınırlarını çok zorlayan topluluklar olarak çok şey biliyoruz, konuşuyoruz, değerlendiriyoruz, yazıyor ve çiziyoruz. Ama varlık olarak yaşamlarımızı nasıl koruyacağımızı, nasıl savunacağımızı bilmediğimiz bu deprem dolayısıyla anlamış bulunuyoruz.
II. Şark Islahat Planı yaşatılmak isteniyor
Konu hakkında değerlendirme yapan herkesin ve özellikle halkımızın da dikkat çektiği gibi depremin en fazla can kaybının yaşandığı yerleşim yerleri; Kürtlerin, Alevilerin, Arap halkının yine Rojava ve Suriye’den göç edip gelmiş Kürt ve Arap halklarının yaşadığı bölge olmaktadır. Deprem bölgesine devlet ve kurumları tarafından uygulanan siyaset ve sergilenen yaklaşım bölgenin insanlarının din, dil, ırk, ulus olarak kimliklerine karşı geliştirilmiştir. Türkçü, Sünni faşist, tekçi iktidar bölgede yaşayan halklara özellikle de Alevi toplumuna karşı yaklaşımlarında düşmanlığını bir kez daha ve bütün dünyanın gözleri önünde göstermiştir. Fıratın batısı olarak da adlandırdığımız bu bölgede yani Sêwas, Meletî, Mereş, Semsûr, Dîlok, Hatay hattında yaşayan halk, tarihten beri direnişçi bir yapıyı temsil etmektedir. Geçmişten beri Türk Sünni egemenlerine karşı kültürel olarak büyük direnişler sergilemiş, irade olarak teslim olmamıştır. Bütün saldırılara, küçük düşürmelere, katliamlara, sürgünlere rağmen bölgede yaşayan Alevilerde de Kürtlerde de Araplarda da zerre kadar mücadeleden düşme, geri çekilme durumu yaşanmamıştır. Devletin bölgede uyguladıkları özel ve kirli savaş politikaları bu duruştan kaynaklı zaten özgün olup bir süreklilik halini almıştır. Sadece son yüz yıla bile bakıp değerlendirdiğimizde Alevi toplumunun Koçgiri ve Dêrsîm soykırım saldırılarından bu yana yaşamın her alanında hep direnmek durumunda kaldıklarını göreceğiz. Özellikle bölgede Mereş katliamı ile birlikte Kürt Alevileri hedef alan saldırılar geliştirildi. 1978 yılında Mereş’te devlet içinden bazı çevrelerin hazırladığı planlı saldırıyla 2023 6 Şubat günü ve sonrasında başta Mereş olmak üzere bölgeye yapılan uygulamalar özünde aynı soykırım saldırılarının devamıdır. Aslında bütün bunlar 1926 yılında bölgede hayata geçirilmek üzere belirlenen Şark Islahat Planı’nın bir parçasıdır. Şark Islahat Planı’nda hedeflenen, Fıratın batısındaki Kürtleri ve özellikle çıban başı olarak görülen Dêrsîm’i fiziki kırım uygulamalarından sonra kültürel soykırımı gerçekleştirerek yani Türkleştirerek bitirmektir. Bu plan üzerinden geride bıraktığımız yüz yıl içerisinde Alevilerin saldırılara, tutuklanmalara, hakaretlere, tehditlere uğramadıkları bir an olmadı. Aslında yüz yılda Alevilerin yaşadıkları Dêrsîm soykırımının devamıdır ya da farklı biçimlerde sürdürülmesidir de denebilir.
Tarikatlar aracılığıyla çocuklara el atarak çürütme politikalarını devreye koymak istiyorlar
Devlet politikasının genelinde Kürt halkını devşirerek Türkleştirme politikaları özellikle Alevi toplumunu Türkleştirme girişimleri Dêrsîm soykırım saldırıları sonrasında daha açıktan yoğunlaştırılarak sürdürüldü. Dêrsîm kayıp kızları olayları ve yaşananlar üzerinden çok zaman geçmemiş. Acılar halen çok taze. Ve bu acılar, yaşananlar bölge insanının, Alevilerin özellikle de Kürt Alevilerin içine işlemiş. Bundan dolayı bu halk neler olacağını biliyor ve bundan dolayı da asla sessiz kalmayarak yaşananları haykırmalı, anlatmalı, deşifre etmelidir. Etmelidir ki mücadele gelişsin. 1980’den beri TC, Kürtlere karşı Türk İslam sentezi ideolojisine dayanarak savaşıyor. Kürdistan’da örgütleyip desteklediği tarikatların, Türk kontrgerillasını Türk dincileri içinden örgütlemelerinin, bugün kendisine Hüda Par diyen dünün Hizbi kontrasına çok değerli Kürt Seyda ve alimlerini, yurtseverlerini katlettirmelerinin ve daha birçok suçun dini argümanlarla işlenmesinin nedeni, TC’nin mevcut AKP-MHP iktidarı döneminde vahşet düzeyine çıkardığı saldırılarına da dayanak yaptığı Türk iktidar İslamcılığıdır. Halkların dini değerlere bağlılığının farkında olan dinci ve milliyetçi AKP iktidarı, toplumun dini duygularının sömürülmesinin zirvesini yaşatarak tarikatları da birer asimilasyon, ahlaksızlık ve fahişeleştirme merkezlerine dönüştürmüştür. Türkçü faşizan politikalarını ayakta tutabilmek için kendilerinin geliştirdikleri Türk İslam sentezli kurumlarını da oluşturmuşlardır. Bir yandan Osmanlıcı paramiliter bir kuruluş olarak İslami kurumlar desteğiyle SADAT eliyle yaptıkları uygulamalar, diğer yandan Kadiri ve Nakşibendi tarikatlar aracılığıyla kurdurdukları İslami görünümlü Kuran kursu, çocuk yurtları ve insani yardım kuruluşları aracılığıyla, toplumun can damarı olan çocuklara el atarak çekirdeğinden yozlaştırma ve çürütme politikalarını devreye koymayı amaçlıyorlar. Kadiri tarikatı ve Nakşibendi tarikatlarına bağlı olduğunu iddia eden birçok kurum ve kuruluş, ki gerçekte yapılanlar ve yapılmak istenenlerin tarikatların amacıyla da bir alakalarının olmadığı yaptıkları faaliyetlerinden de anlaşılmaktadır, Ensar Vakfı, Hiranur Vakfı, İlim Yayma Cemiyeti, İnsan Hak ve Hürriyetleri Derneği ve askeri paramiliter bir kuruluş olan SADAT gibi kurumların yanında daha yüzlerce dernek ve Kuran kursları adlarıyla faşist milliyetçi dinci bir toplum oluşturma faaliyeti içerisindedirler. Özellikle görevlendirilmiş ve özel olarak finanse edilen bu kuruluşlar kendilerine teslim edilen çocuklar üzerinde geliştirdikleri uygulamalar aracılığıyla toplumu yozlaştırma ve toplumsal ahlakı zayıflatma, çürütme ve ortadan kaldırma anlamına gelen işler yaptılar. Bu kuruluşların hemen hemen hepsinde daha yakın zamanda taciz tecavüz vakaları ortaya çıkmış ancak devlet politikaları olarak görüldüğünden bu kurumlar devlet tarafından korunmuştur. Kürt şehirlerini büyük bir asimilasyon, işgal ve ilhak uygulamalarına tabi tutan TC Devleti bugün de bu şehirlerde yaşayan Reya Heq İnançlı Kürtlerin, Arap Alevilerin doğal bir felaketin sonucu olan deprem bahanesiyle özellikle sağ kurtulan çocukları kendilerinin oluşturdukları bu devşirme ve yozlaştırma merkezleri olan tarikat kurumlarına belgesiz ve kayıtsız olarak teslim etmektedirler. Yine Menzil tarikatına bağlı olduğu bilinen Ensar vakfında çocukların para karşılığında istismara uğratıldıkları bilinen gerçekliklerdir. Bu kurumlar cemiyetlere, cemaatlere ait görünebilirler ama aslında AKP devletine aittir. Örneğin Hiranur Vakfı böyle bir vakıftır. Bu vakıfta geçen yılın son günlerinde 6 yaşındaki bir çocuğun evlilik ve imam nikahı kılıfıyla istismar edildiği kamuoyuna yansımıştı. Bu ve benzeri kurumların devlet eliyle hazırlandıkları ve devşirme politikalarının uygulandığı merkezler olarak kullanılacaklarını geçmişteki politikalar da doğrulamaktadır. En son İlim Yayma Cemiyeti’nin kamuoyuna yansıyan bir fetvası da bu durumu daha açık hale getirmiştir. Zira fetvada bu yetim çocukları evlat edinen her kişinin evlat edindiği çocuklarla evlenmesinin önünde dinen bir engel olmadığı belirtilerek çocuk tecavüzlerinin önünün açılması fetvası verilmiştir. Belirttiğimiz bu pratik ve uygulamalarla AKP-MHP İslam sentezci iktidar kurumlarının tecavüz kültürünün temsilcileri olduklarını bir kez daha ortaya koymuşlardır. En son Mereş depreminden sonra ortaya çıkan görüntülerden de bunu anlamak, görmek gerekir. Zira depremde aileleri tespit edilemeyen çocukları korumakla görevli olması gereken devlet ve iktidar bu çocukları koruma altına almak yerine dinci ve milliyetçi tarikatlara teslim ederek bu tarikatların kendi emellerini bu çocuklar üzerinden hayata geçirmelerine göz yummaktadırlar.
Türk İslam sentezci faşizm beyaz katliamlarla kültürel soykırım uyguluyor
Bütün yaptıklarıyla ve yapmayı amaçladıklarıyla Türk islam sentezli devletçi anlayış Kürtlere saldırmak, Kürtlerin bütün değerlerini ayaklar altına almak için bulduğu her fırsatı kullanıyor dedik. Özellikle dinci ve milliyetçi zihniyetin iktidar olması, devlet ve hükümet olmaları akıl almaz, delice pratiklerini uygulamalarında kolaylık sağlıyor. Irkçı, dinci ve mezhepçi tutumları ile toplumları hedef alarak faşizan emelleri için dini bile bir malzeme gibi görüyor ve kullanmayı hak biliyor. İslam 1450 yıldır halen ayakta ve mücadele içerisinde ise savunduğu toplumsal ahlaki ve demokratik değerlerini korumak için verdiği mücadelenin sonucudur. Faşist Türk İslam sentezci iktidar zihniyetinin halklar ve inançlar üzerine fiziki katliamcı yanlarının olduğu gibi, diğer yandan beyaz katliamlar denilen pratiklerini de yürütmektedirler. Üstelik bu çirkin davranışlarını hayata geçirmek için İslam’ı bir kılıf olarak kullanmayı amaçlamaktalar. Böyle bir çirkinliği İslam dinine ve Müslümanlığa yakıştırmaktadırlar. Yaşadığımız coğrafya olan Ortadoğu’da İslam inancının hakim olduğu gerçekliği yadsınamaz. İslam dininin inananları arasında İslam tarihi boyunca farklı görüş ve fikirler ortaya çıkmıştır. Fikir ve ibadet etme biçimleri, itikatlarını geliştirme yöntemleri olarak mezhep ve tarikatlar biçiminde kendilerini var etmişlerdir. İnançsal ve dini düşüncelerin toplumun ahlaki ve politik değerleriyle buluşturulması, maneviyatının geliştirilmesi, farklı etnik inançların demokratik bir anlayış çerçevesinde bir arada yaşamalarını sağlamak demokratik ulus inşasında temel bir çalışma alanı olmaktadır. Özünde hepsinin de günlük yaşamda yaşanan sorunlara çözüm olmak için ortaya çıktıkları tarihsel olarak bilinmektedir. Tasavvuf ehlileri olarak gelişen düşünceler, tarikat olarak şekillenmiş ve günümüze kadar varlıklarını sürdürmektedirler. Tarikatların, siyasi İslamcı iktidarlar dönemine karşı komünal toplumsal çıkışlar olarak kendilerini var ettikleri bilinmektedir. Geçmişleri 1000 yıl önceye dayanan tarikatlar ne yazık ki günümüzde siyasi İslam iktidarının elleriyle kendi çıkış gerekçelerinin karşıtına dönüştürülerek toplumsal ahlaki değerlerin yozlaştırılması ve ortadan kaldırılması aracına dönüştürülmüştür. Oysa din başta olmak üzere mezhepler ve tarikatlar politik argümanlar olmaktan önce sosyal adalet ve ahlakla ilgili çıkış yapmış toplumsal kurumlardır. Günümüzde toplumsal anlamda ilk çıkış dönemindeki amaçlarından uzaklaşmış olmaları bu kurumları derin bir ahlaki çöküntünün yaşandığı bir çıkmazı yaşamalarına yol açmıştır. Bunun da tek sorumlusu dini kendi çıkarları için kullanan, kendi varlığını dinin kullanılmasıyla gerçekleştiren faşist Türk devleti ve devlet adamlarıdır. Dinlerin, mezhep ve tarikatların ulus devlet politikalarında milliyetçiliğin yerine geçtiği, kimi yerlerde de milliyetçiliği besleyen temel gıda rolü oynadığı da bilinen bir gerçektir. Tarihte de günümüzde de din, mezhep ve tarikatların yine cemaatlerin politik çıkarlara alet edilmesi, kullanılması bu alanların iktidar güçlerinin eline geçmesiyle alakalı olduğu da bir gerçektir. Gerçek anlamda din, mezhep, tarikat, cemaat gibi kurumların toplum kurumları olması gerekir. Ne bir devlete ne bir iktidar gurubuna ne milliyetçi, despot rejimlere hizmet kurumu olmaktan çıkarılarak toplumun hizmetine giren politikalar üretebilmelidir. Çünkü bu alanlar, kurumlar toplumsal hafıza taşıyıcısı kurum ve alanlar olmalıdırlar. Özellikle Ortadoğu için doğru yaklaşıldığı ve toplum politikasının hizmetine girdiği oranda din ve mezheplerin, tarikat ve cemaatlerin toplumsal yaşamda oynayacakları rol, ahlakiliği güncel ihtiyaçlara uyarlamada sağlayacakları katkı çok değerli sonuçlar verecektir. Söylemek istediğimiz şey din, mezhep ve tarikatlara sadece politik olgularmış gibi bakmak yanlış ve tehlikeli yaklaşımlardır. Demokratik toplumcu bir sistem inşa edilmeye çalışılırken bu alanlarda büyük bedeller uğruna muazzam büyüklükte direnişler yaşanmıştır ve halen de yaşanmaktadır.
Yüz yıllık göçertme-soykırım politikalarında sonuca gitmek isteniyor
Depremin merkez üssü Kürt ve Alevi nüfusunun yoğunlukta yaşadığı bölgedir ve devlet politikası Kürt ve Alevi toplumunu soykırımdan geçirme politikasıdır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi bu yüz yıllık bir politikadır. PKK’nin kuruluşunun hemen ardından yani 1978 Aralık ayında Mereş’ı Kürt ve Alevi nüfusundan temizlemek için soykırımcı, faşist devlet büyük bir soykırım saldırısı gerçekleştirdi. Binin üzerinde Kürt ve Alevi halkından insanlar vahşice katledildi. Ardından geriye kalanların da korkutularak, tehdit edilerek, saldırılar gerçekleştirilerek ülkeyi terk etmeleri amaçlandı. Tehditle, şantajla, baskıyla bölge insanı Kurdistan’ı, yaşadığı ana topraklarını terk etmeye zorlandı. Bu süreçte de ikili bir yaklaşım açığa çıkmıştır. Yani soykırımcı TC Devleti yurt dışına çıkmayı kolaylaştırırken TC siyasetiyle ortak hareket eden, işbirliği yapan kimi Avrupa devletlerinin ‘kucak açma’ planı mı desek, politikası mı desek Avrupa’ya göç eden insanlar için kolaylıklar sağladılar. Soykırımcı, faşist TC Devleti’nin ve ortak hareket eden dış güçlerin ortak planıyla Kurdistan insansızlaştırılacaktı. Özgürlük mücadelesinin yoğun ilgi gördüğü, hareketimizin her geçen gün geliştiği Kürt ve Alevi coğrafyasında kök salmasının önü alınmalıydı. İşte bu bölgede hem böyle tarihi hem de güncel amaçları olan bir soykırım, boşaltma politikası uygulandı ve belli ölçüde sonuç da aldı. Buralarda yaşayan çok büyük bir nüfus ana topraklarından, Kurdistan’dan göç ederek metropollere, ama esas olarak da Avrupa’ya göç etti, göç ettirildi.
Deprem sürecinde yaşananlar, yarıda kalmış bu soykırım, göçertme, boşaltma politikasının deprem vesilesiyle tamamlanmak istendiğini ortaya koyuyor. Nitekim mevcut durumda Kürt ve Alevi halkımızın deprem bölgesinden göçmesi için devlet güçleri adeta seferber olmuş durumdadır. Yardım etmeyerek, yardımların gitmesi engellenerek adeta ‘artık buralarda yaşam olmaz’ dedirtilmek ve buralardaki insanlarımız tümden göç ettirilmek istenmektedir. Böylelikle yüz yıllık göçertme-soykırım politikası sonuç alacak, Kürt ve Alevilerin yaşadığı yerler boşaltılacak, yerlerine ise TC’nin Kürt soykırım politikalarında kullandığı çeteler, kendi hizmetinde kullandığı adamları, şuradan buradan aldığı göçmenleri yerleştirecekler. Zaten bir dönem önce birçok tartışma gündemine konu olan Mereş merkez ve ilçelerine nereden getirdikleri belli olmayan Arap ve Sünni olan göçmenler için kamplar kurdukları yansımıştı. Bütün bu süreçler izlendiğinde Alevilerin yaşadığı yerlere ilişkin nasıl bir politikanın devrede olduğunu, nasıl bir demografik değişimi yapmak istedikleri görülecektir. Depremi de bölgeyi boşaltarak göç ettirmeyi gerçekleştirmek için bir fırsata dönüştürerek politikalarında sonuca gitmek isteyeceklerdir. Aleviler üzerinde yürütülen soykırımın kanlı bölümü tamamlandı, ama her dönemde farklı biçimlerde uyguladıkları beyaz soykırım sürecini de tamamlamak isteyeceklerdir. Kürtler ve Aleviler yaşadıkları coğrafyada, başta Türk İslam sentezine dayanan Türkçü faşist TC Devleti olmak üzere hegemonik ve soykırımcı güçlerin hedefi olmuşlardır, olmaktadırlar. Buna en somut örnek olarak da dinci milliyetçi faşist TC Devleti’nin iktidarlarının Reya Heq Alevi inancını yaşayan Kürt halk kesimlerine TC ulus devletinin kuruluşundan itibaren Şark Islahat Planları çerçevesinde yaptığı fiziki soykırım, beyaz katliam olarak da bilinen kültürel soykırımlar ve demografik değişimleri uygulayarak bu kadim toplumları, parçalama, dağıtma, bitirme plan ve uygulamalarıdır.
Ortadoğu yeniden biçimlendiğinde Kürtlerin Alevilerin rolleri belirleyici olacaktır
Aleviler bundan sonra da var olacaklar, mücadele edecekler, devletten uzak durarak kendi toplumsallıklarını daha fazla örgütlenerek, güçlenerek geliştirecekler. Peki, Aleviler ne yapacaklar? Geleceklerini nasıl yeniden kuracaklar? Türkiye’de Türk İslam sentezi zihniyet ve siyaseti var olduğu sürece Alevi toplumuna yönelik her zaman soykırım düzeyinde saldırıların gerçekleşeceği asla akıllardan çıkarılmadan günlük yaşam sürdürülmelidir. Türk İslam sentezci faşist soykırımcı devlet ve iktidar çok ciddi bir sıkışma yaşamaktadır ve çok ciddi bir iktidar kavgası içerisindedirler. Seçimlerle birlikte iktidarda kalmak için her zamankinden çok daha farklı, tehlikeli işlere girişebilirler. Devlet ile varlığını devam ettiren AKP-MHP iktidarı, halkları ve inançları sürekli olarak tehdit olarak gören ve hedef alarak saldıran Türk İslam sentezci zihniyet Alevilere böyle bir süreçte daha farklı yollarla da saldırabilir. Deprem örneğinde de gördüğümüz gibi her fırsatı Alevileri, Kürt ve Arap halkları soykırıma uğratma biçiminde değerlendirebilir. İçinde bulunduğumuz bu yıllarda Ortadoğu’nun geleceğini belirleyecek önemli süreçler yaşanmaya gebedir ve Aleviler de Ortadoğu’da yaşayan en kadim dinlerden ve kültürlerdendir. Dolayısıyla Ortadoğu yeniden şekil aldığında, yeniden biçimlendiğinde, özellikle Türkiye’de yönetim değişikliğine gidildiği böylesi süreçlerde Alevilerin rolleri belirleyici olacaktır.
Yine Kürt halkı başta olmak üzere farklı halkların, etnik grupların soykırım tehlikesi altında yaşadıkları gerçeği gözler önündedir. Hep söylediğimiz bir şeyi tekrar etmek istiyoruz: Türkiye’nin en temel demokrasi sorunu Kürt sorunudur. Türk devleti Kürtleri ve Kürtlüğü kabul etmeyerek Kürtleri bitirmek istiyor, bitiremediklerini de Türkleştirmek istiyor. Zaten Türkiye’nin antidemokratik olmasında Kürtler üzerinde yürüttükleri politikalar belirleyici olmaktadır. Türkiye’de demokratikleşme gelişmediği sürece Aleviler üzerinde asimilasyon, inkar, baskı, soykırım saldırıları bitmeyecektir, her zaman sürecektir. Bu anlamda Kürt sorununu demokratik yol ve yöntemlerle çözememiş bir Türkiye her zaman Kürt ve Alevi düşmanlığı yapacaktır. Bu devlet Kürtlerin bölgenin kadim halkından ve kültüründen olduğunu kabul eder, diliyle, kültürüyle, inancıyla varlığını özgür ve eşit yurttaşlık temelinde sürdürmesi gerektiği yaklaşımını zihniyetine kazandırırsa o zaman bölge halkları ve farklı inanç gurupları, çevreleri de kimlik olarak tanınmış olacak. Ama bunun için herkesin özellikle de Alevilerin demokrasi mücadelesi vermelerini gerektiriyor. Eşit ve özgür yurttaşlık talepleri için ısrarla mücadele etmeleri gerekecektir. Demokrasi ve özgürlük mücadelesi verilmeden, Türkiye demokratikleştirilmeden, Kürt sorunu çözülmeden, başta Aleviler olmak üzere diğer inanç gruplarına ve halklara eşit yurttaşlık hakları tanınmadan ne Aleviler ne de farklı inanç grupları yaşamlarını güvenceye alamazlar. Demokrasi mücadelesinin önemi büyüktür, çünkü; demokrasi, insan yaşamını diliyle, inancıyla, kültürüyle bir bütün varlığıyla güvence altına alan sistem demektir. Farklı etnik ve dinsel kimliklerin özgürlüklerine saygı demektir, yine bütün etnik ve dinsel kimliklere, toplumlara karşı her türlü gericiliğin ortadan kalkmış olması hoşgörü içerisinde bütün inanç kimliklerinin bir arada yaşaması anlamını taşımaktadır. Alevilerin Türkiye’de demokratik mücadele yürütmek için deprem ve sonuçlarıyla birlikte her zamankinden daha fazla gerekçeleri güçlenmiştir. Alevilerin verecekleri mücadele demokratik toplum ve demokratik inanç mücadelesidir. İnanç ve etnik kimliklerinin kabul edildiği, eşit yurttaşlık haklarını kullandıkları, inançlarını özgür kimlikleriyle yaşayarak, korkmadan var olabilecekleri bir ülke, vatan yaratma mücadelesi verecekler. Alevilerin bu anlamıyla önümüzdeki önemli mücadele sürecine etkili bir biçimde katılmaları, örgütlülüklerini daha da büyütmeleri, politik bilinçlerini daha da yükseltmeleri gerekecektir.
Alevilik toplumsallığı güçlü olan bir inanç ve kültürdür
Biliyoruz ki toplum olarak bu yaşanan depremin etkilerini uzun yıllar yaşayacağız. Çünkü toplumumuzu çok etkiledi. Depreme maruz kalan halkımız bu anlamda yaralarını sarmayı bilecek, hem kendisine hem çevresine, eşine dostuna, komşusuna çare olmayı gerçekleştirecektir. Çünkü birbirimize bizden başka derman olacak güç yoktur. Aleviler birbirilerini ve toplumun diğer inançlarından halk kesimlerini kucaklayarak acıları hafifletecek, faşist devlet başta olmak üzere hiçbir güçten, hiçbir iktidardan medet ummayacaktır. Aleviler şunun çok iyi farkına varmış bulunuyorlar: Devletin faşizm, egemenlik, tecrit, işkence, yoksulluk, işsizlik ve burada sıralamayacağımız birçok şey dışında halklara, toplumlara özellikle de Alevilere vereceği bir şeyi kalmamıştır. Özellikle AKP-MHP faşist iktidarının yalanla, dolanla, kandırarak buralara kadar getirdikleri gözler önündedir. AKP-MHP faşist iktidarın deprem bölgeleri hakkında söyledikleri kimseyi kandırmasın. Ve herkes bilsin “Türk devlet faşizminde gözyaşları istismara el verdiği oranda anlam taşır, değerlidir.” Eğer bir yerde bir çıkarı yoksa, bir hesabı yoksa, işine gelen bir durum yoksa kesinlikle bir adım atmazlar. Bundan dolayı Alevi halkımız başta olmak üzere deprem bölgesinde yaşayan, zarar görmüş bütün herkes bilmelidir ki depremin yıkıcı sonuçlarının tek sorumlusu olan devletten bir şey beklemek beyhudedir. Bunun için Amed örneği çok çarpıcıdır.
Alevilik çok köklü değerlere sahip olan bir Ortadoğu kültürü ve inancıdır. Alevilik Ortadoğu tarihsel kültür içerisinde toplumsallık temelinde ortaya çıkmış ve günümüze kadar da bu özellikleri sayesinde gelebilmiş bir toplumdur. Bütün inançlar gibi Alevilik de toplumsal ihtiyaçtan kaynaklanan bir inançtır. Toplumsal ihtiyaç olarak her alanda dayanışmadan bir arada yaşama ihtiyacına kadar, sosyal ve kültürel varlık olarak her toplumda olduğu gibi Alevi toplumunda da işleyen olmazsa olmaz toplumsal kanunlar vardır. Bu toplum kanunlarını önemli kılan şey, olmazsa olmaz kılan şey ahlaktan tutalım siyasete kadar, politikaya kadar toplumu belirleyen, karakter kazanmasını, kültürel olarak zenginleşmesini sağlayan temel özellikler olmasıdır. Alevilik toplumsallığı güçlü olan bir inanç ve kültürdür. Kapitalist modernist sistemin ise saldırılarının içerisinde öncelik verdiği konu toplumsallığın ortadan kaldırılmasıdır. Alevilik inanç olarak yarattığı toplumsallıkta demokratik komünal değerler taşıdığından tekçi, bireyciliği dayatan sistem tarafından her zaman tehdit olarak görülmüş, saldırıların hedefi durumunda olmuşlardır. Alevilik özünde devlete bulaşmamış karakteriyle, demokratik, komünal değerler taşıyan ve toplumsallığında bu değerleri yaşatma çabası içerisinde olan bir inançtır. Toplumsal olarak bütün sorunlarını baskıcı bir güce dayanmadan, demokratik ilkeler çerçevesinde kendisi çözmeye çalışan toplumsal bir kültürdür. Devlet dışı toplum olmanın ne anlama geldiği biliniyor. Kendi kendisini yönetebilen, eğitebilen, ekonomisini geliştirebilen, devlet olmadan bütün toplumsal ihtiyaçlarını karşılayabilen bir toplumsallıktan bahsediyoruz. Zaten aslında Aleviliği Alevilik yapan şey de onun devlet dışı olma, demokratik ve komünal olma, kadın konusunda duyarlı ve özgürlükçü bir zihniyet arayışında olma, ekolojik bilinci gelişmiş olma özellikleridir. Bu özellikler iktidarlar tarafından çok kabul edilir olmadığı için her zaman derin ağlarla örülmüş özel ve kirli savaş politikalarına maruz bırakmıştır Alevileri. Bütün acımasızca saldırılara, yönelimlere rağmen Aleviler devlet dışı toplum olarak kalmakta ısrar etmişlerdir çünkü devletten uzak durmayı, devletleşmemeyi kendi varlıklarının temeli olarak görmüşler ve bu anlamıyla devlet ve iktidar güçlerine karşı tarih boyunca hep bir direniş içerisinde olmuşlardır. Yüzyıllardır hatta var olduklarından beri ki onlar biz kal û beladan beri varız diyorlar, devletçi yaşamdan, devletçi zihniyetten ve devletçi politikalardan uzak durmuş bir halk, inançtırlar. Bu duruş ve tavırları devletçi güçler tarafından hep tehdit olarak görülmüş ve bu duruşlarından kaynaklı sürekli devletin saldırılarına maruz kalmış, çok eziyet görmüş bir halk gerçeklikleri vardır. Bütün bu saldırılara, eziyetlere, zulümlere, baskılara karşı mücadeleyle duruş sergileyen, komünal demokratik yaşam özelliklerini diri tutmak için de ayrıca mücadele veren bir Alevi gerçekliği vardır. Bu doğal olarak Alevileri özgürlük ve demokrasi mücadelesinin bir parçası haline getiriyor.
Bundan sonra da Alevi toplumu kendi kendisine yeterlilik ilkesiyle hareket ederek devletten uzak olan bir toplum gerçekliğini yaşatabilmelidirler. Alevi inancının gerektirdiği biçimde ve doğasına uygun bir biçimde kendi inanç kurumlarını daha da geliştirebilirler. Özellikle Aleviler olarak kendilerini örgütlemeye, birliklerini hiçbir devletin yıkamayacağı, dağıtamayacağı sağlamlıkta geliştirmeye bakmalıdırlar. Birlikleri olmazsa Alevilerin bir yüz yıl daha varlıklarını koruyabileceklerini ve savunabileceklerini sanmaları tam bir gaflet olur. Yani artık ne eskisi gibi yaşayabilirler ne de eskisi gibi kıyıdan köşeden mücadele edebilirler. Artık işin tam merkezinde yer alarak geleceklerini garantiye almak için yeni yol perspektifi, yol haritası oluşturmaları gerekir. Alevilerin özellikle Cem vakfı ve Dünya Ehlibeyt Vakfı gibi devletle bütünleşen, devlet hizmetinde olup halktan, toplumdan kopmuş Alevi kurumları dışında, toplumun demokratik değerlerini sahiplenen onun için mücadele eden, kadın özgürlüğü mücadelesine ters düşmeyen Alevi kurumlarıyla ortak örgütlemeler, eylemler, kurumlaşmalara gitmelidirler. Devlete bulaşmayan, demokratik olan tüm güçlerle ilişkiler geliştirilebilir, ittifaklar içerisine girilebilir. Devlete yedeklenmeyen, devleti değil de demokrasi güçlerini ve demokrasi mücadelesini esas alan bütün Alevilerle ilişki kurulabilir yan yana yürünebilir. İlke budur, yani devlet dışı toplum ve örgüt olarak öz değerlerine sahip çıkarak, öz değerlerini koruyup büyüterek, güçlendirerek Alevi toplumunu yaratmak ve yaşatmaktır esas olandır. Bizce Alevilerin hem kendilerini güçlü örgütlemeleri gerekmektedir hem de Kurdistan ve Türkiye demokratik güçleriyle dayanışma içerisinde olmaları gerekmektedir. Başta Alevi toplumun sorunları olmak üzere bütün toplumsal sorunların çözümünün Kürt sorununun çözümünde olduğunu biliyoruz. Yine Aleviler açısından özellikle önümüzdeki dönemde bilinç olarak, hem tarihsel, hem toplumsal anlamda derinleşmek önemlidir. Depremle birlikte sadece Alevilerin değil herkesin gördüğü gerçekliklerden büyük dersler çıkararak , daha geniş alanlara açılmak ve daha sıkı bir örgütlülük geliştirmek önem kazanmaktadır. Artık biliyoruz Alevi toplumu örgütlenerek kendisini var edebilir, geleceğe taşırabilir.
Bu depremin Alevi halkına yaşattıkları ama bir de devletin Alevi halkına dayattıkları var. Bütün bunlara karşı durabilmek için öncelikle Aleviler birliklerini sağlamalıdırlar. Aralarında yaşadıkları sorunları varsa bu süreçte bir tarafa bırakmalı büyük ve geniş bir aile gibi, tek bir ruh ve yürek biçiminde hareket etmelidirler. Birlik olur bütünlüklü mücadele ederlerse sonuç alacaklardır. Başta devlet gerçekliğini ve Alevilere reva gördüklerini hafızalarına silinmemek üzere kazımalılar. Alevi tarihini iyi bilmeliler, sorgulamalılar ve bu sorgulama üzerinden zihniyet gücünü edinme, toplumsal kimliğini tanıma, dil ve kültür değerlerini yaşatma görevleri vardır. Bu görev ve sorumlulukları yerine getirmek için sistemsel sorunlarla yoğun mücadele içerisinde olarak toplumların başta da Alevi toplumunun özgür gelişim diyalektiği önündeki engelleri aşmalılar. Aleviler üzerinde yürütülen asimilasyon, kendine yabancılaştıran politikaların, doğa ve toplum üzerinde gerçekleştirilmek istenen kırım çemberini aşmalılar. Bu başarıldıkça genel Alevi toplumu açısından özgürlük zemini oluşturulur.