6 Şubat sabahı hareket ve halk olarak ağır bir doğal olayla karşılaştık, facia düzeyindeydi, felaket de deniliyor. Şimdi birçok çevre daha farklı düzeyde tartışıyor. Olaylar biraz daha aydınlanıyor. Edindiğimiz bilgilere göre de yaşananları anlamaya, değerlendirmeye çalışıyoruz.
Yaşananlar ciddi tartışmalara yol açıyor. Enkaz kaldırma durumuna yaklaşım da tartışmalara yol açıyor. Şöyle de denilebilir: Ağır hasarın yol açtığı acılar üzerinde düşünülür hale geliyor, yara biraz soğuyor, bu da daha çok anlamaya, nedenlerini ve sonuçlarını sorgulamaya götürüyor. Öyle anlaşılıyor ki, tartışmalar derinleşecek, ciddi sonuçları olacak. Bu kadar ağır hasara neden olan zihniyet ve siyasette önemli değişiklikler gerekiyor. Evet, yara ağır, tedavisi de eskiye döndürmez. Fakat sonuçları nasıl olur, hangi düzeyde değişiklikler yaşanır, o da çok net değildir. Önümüzdeki süreç bunu gösterecektir.
Sermaye ve iktidarla bütünleşen bilim, ranta hizmet ediyor
‘Deprem değil tedbirsizlik öldürür, ihmalkarlık bu ağır sonuçların nedenidir, hakim olan zihniyet ve siyaset bu ağır tabloyu ortaya çıkardı’ Baştan beri böyle tanımlamalar ve değerlendirmeler var. Bu tanımlamalar doğrudur. Nihayetinde deprem doğal bir olaydır. Yerkürenin merkezinde çeşitli biçimlerde yoğun bir enerji birikimi oluşuyor. Yerkürenin bir kısmı maddileşmiş bir kısmı da hareket halindeki enerjiden oluşuyor. Yerin derinliklerinde biriken enerji patlaması yerkürenin kabuğunda kırılmalara yol açıyor, o da sarsıntı yaratıyor. Kırılma noktaları mevcut jeoloji bilimi tarafından az çok biliniyor, çözümlenebilmiş durumdadır. Yerkabuğunun zayıf yerleriyle enerji birikiminin oluştuğu yerler bu olaylara meydan veriyor. Bunlara da ‘fay hatları’ deniliyor. İnsanlık mevcut enerji birikimini de izleyebiliyor. Yerkürenin derinliklerinde enerji patlaması olduğunda, muhtemelen yerkabuğu nerelerden kırılır, onu da mevcut bilgi düzeyiyle biliyor. Bu büyük bir avantajdır. Aslında bilim; insanların, toplumların hizmetinde olsa büyük bir avantajdır. O zaman bu tür doğal olayların insanlığa zararı en aza indirilebilir. Fakat dikkat edilirse Maraş merkezli 6 Şubat tarihli depremin sonuçları öyle değildir. Bu da bilimin ne kadar çok rant, sermaye, iktidarla bütünleştiğini gösteriyor. Aslında hakikatten, toplumsal varoluştan, canlı varoluştan koptuğunu, uzaklaştığını, insanlığa hizmet etmek yerine ranta hizmet ettiğini gösteriyor.
Mevcut siyasetler, iktidar ve devlet sistemi tarafından azami rant üzerine, kâr üzerine oluşturuluyor. Bu da bu tür felaketlerin zararını aza indirmek üzerine değil de daha çok kâr üzerine yaşamın inşa edilmesini gündeme getiriyor. Belki tümden deprem önlenemez fakat sonuçları denetlenebilir, zararı en aza indirilebilir. Toplumsal varoluşa dair doğru bir zihniyet ve siyaset bu zararı en aza indirebilir.
Mevcut sonuçlara baktığımızda şunu görüyoruz: Demek ki mevcut deprem alanında hükmeden zihniyet ve siyaset; birey ve toplum yaşamını esas alan bir zihniyet ve siyaset değildir. Azami kârı, rantı esas almıştır. Bile bile ve kırılması muhtemel olan bölgeye bu kadar çok yığma binalar yapılmıştır. Şimdi ise yaşam-insanlık altında kaldı. ‘Devlet altında kaldı’ diyorlar, ‘AKP-MHP iktidarı altında kaldı’ deniliyor, belki bunlar da söylenebilir ama yaşam altında kaldı.
Her şey bu kadar çok devlet ve iktidara, rantına, kârına niye bağlandı? İnsanlar, toplumlar kendilerini neden bu kadar çok amacı daha çok kâr etmek olan bir sisteme bağlıyorlar? İnsanlık nerede yanıldı, nasıl yanıltıldı, neden bu yanılgılardan kurtulamıyor? Bizim için çok ciddi olan sorular bunlardır. Parti olarak, hareket olarak, mücadele olarak çıkış sorumuz; bu durumu düzeltelim, mücadele edelim diye var olduk. Ne kadar mücadele ettiğimiz, insanlık için tehlikeleri ne kadar aza indirdiğimiz mevcut sonuçlar da ortadadır. İktidar ve devlet sisteminin her bakımdan toplumlar üzerinde ne kadar etkili hale geldiğini ortaya koyuyor. Bütün bunlara yol açan iktidar ve devlet olmasına rağmen her konuşan ‘nerede devlet, nerede iktidar’ diyebiliyorlar. Toplum dediğimiz varlık, mevcut beş bin yıllık erkek egemen iktidar ve devlet sistemi tarafından bu hale getirilmiş durumdadır. Bunu açık olarak görüyoruz.
‘Doğu Akdeniz Fay Hattı’ deniliyor. Ne kadar doğru olduğunu bilemiyoruz ama ‘beş yüz yıl önce benzer bir kırılma daha yaşanmış’ deniliyor. Mevcut enerji birikiminin, beş yüz yıllık birikim olduğu çeşitli çevrelerce ifade edildi. 7 bin km derinlikte enerji parlaması olmuş, yedi metre genişlikte yerkabuğu birbirinden ayrışmış da deniliyor. 130 atom bombası şiddetinde enerji çıkmış deniliyor. Bazı bilim insanları Hiroşima’ya atılan atom bombasının yüz otuz katı büyüklükte şiddete sahip olduğu belirtiyorlar.
Bilim çevreleri tarafından konuşuluyor, aslında en çok basına yansıyan İstanbul depremi konusuydu. ‘İstanbul’da deprem olacak’ tartışmaları oluyordu ama öncesinden de bu alanda da fay hattının hareketli olduğu, her an bir depremle karşı karşıya gelinebileceği, tedbirlerin alınması gerektiği bazı bilim insanları tarafından belirtilmiştir, tüm bunlara rağmen hiçbir tedbir alınmamıştır. Deprem yaşandıktan sonra ‘ben söylemiştim’ deniliyor.
Sonuç gerçekten de ağırdır, bu kadar geniş bir alanda böyle şiddetli bir deprem çok fazla yaşanmış değildir. Depremler çok oluyordu ama daha dar alanda oluyordu, bunun alanı çok geniştir. Malatya’dan, Kahire’ye kadar yıkıma yol açan bir alan oluyor. Akdeniz’in bütün doğusunu etkilemiş durumdadır. Suriye, Lübnan, İsrail ve Kahire’ye kadar ulaştı. En şiddetli olan Maraş merkezlidir. Pazarcık-Elbistan iki ayrı depremin merkezi oldular. Binlerce küçük artçı sarsıntılar da yaşanmıştır, yıkıntı çok ağırdır. Maraş, Adıyaman, Malatya’nın bazı çevreleri, Hatay-İskenderun hattından Antep’e doğru uzanıyor.
Burada birçok toplum iç içe yaşıyor, ağırlıklı olarak Kürt, Arap, Türk toplumları iç içe varlar. Toplumsal hareketliliğin, dinamizmin en yoğun olduğu bir alandır. Batı Kurdistan, Çukurova ve Batı Suriye; başta Kürtler olmak üzere Arap ve Türk toplumunun en hareketli, en dinamik olduğu bölgedir. Dolayısıyla yerleşik nüfus kadar hareketli mevsimlik nüfus da var. Verimli ve bereketli bir alandır. Gerçekten de bilanço nasıl olacak belli değildir. ‘40 binin üzerinde kayıp ve yüzbinlerce yaralı olduğu’ söyleniyor ama öyle değildir. Tümden netleştirmek de çok zordur. Zaten AKP-MHP faşizmi kesin sonucu açığa çıkartmak istemiyor, aslında istese de çıkartması zordur, çünkü öyle statik bir alan değildir, dinamik bir alandır, hareketli nüfus çok fazla var. Kurdistan’dan Çukurova’ya, Kilikya’dan Çukurova’ya, kuzeyden-batıdan Çukurova’ya dönük toplumsal hareketlilik çoktur, verimli bir alandır. Hem ekonomik nedenlerle hem de savaş nedenleriyle yoğun bir hareketlilik var. Onun için kesin sonuçları tespit etmek çok zor görünüyor. Zaten AKP-MHP faşizminin öyle bir netleştirme yaklaşımı da yoktur.
Mevcut nüfusun büyük çoğunluğu Kürt’tür. Dörtte üçü Kürt denilebilir. Arap nüfus önemli bir yoğunluk arz ediyor. Adana’dan-İskenderun-Hatay’a ve Suriye’nin batısındaki kentlere kadar uzanan bir nüfus var. Eski Ermeni nüfusunun yoğunlaştığı bir alan da oluyor. Türkmen toplulukları dağlık alanlarda, kentlerin içerisinde işçi olarak vardırlar. Ağırlıklı olarak deprem, Kurdistan’ın batısını vurdu. Öyle değerlendirmek gerekiyor.
Şöyle de denilebilir: Kurdistan’ın en dinamik ve mücadeleci yurtsever kesimlerinin toplandığı bir sahadır. İdeolojik ve siyasi eğilim bakımından değerlendirilmek istenirse Kürtler açısından Kurdistan’ın birçok alanında yürütülen mücadeleyle savaştan etkilenerek, düşman baskısı sonucu hareketlenmiş, oldukça yurtsever bilince ve tutuma sahip bir Kürt kitlesinin bu alanda var olduğunu biliyoruz. Hem yerleşik olanlarının hem de hareketli göçmen olanlarının böyle bir karakter taşıdığı açıktır.
Diğer yanıyla da demokratik özellikler taşıyan bir alandır. Türkiye sistemi açısından da Arap ve Türk toplumları ağırlıklı olarak demokratik özelliklere sahiptirler, Kürt yurtseverliğiyle Türkiye demokratlığının en çok iç içe geçtiği, birleştiği, mevcut AKP-MHP iktidarının en zayıf olduğu bir alandır. Yirmi milyon civarı bir nüfus yoğunluğundan söz ediliyor. Yirmi milyondan az değil daha da fazla olabilir. Kürt toplumunun, yine Arap, Türk toplumlarının önemli bir kesimi Alevidir. İnanç olarak da Suni-Alevi toplumlarının birçok alanda iç içe yaşadığı bir coğrafya parçası oluyor.
Gerçekten de şimdiye kadarki mücadelede olduğu gibi, depreme uğrayan zemin, önümüzdeki süreç açısından da en çok öne çıkacak, mücadele edecek, Kürt özgürlüğü ve Türkiye’nin demokratikleşmesinde rol oynayacak bir toplumsal zemindi. Bu yönüyle büyük bir yurtsever demokratik kitle ağır bir zayiat yaşadı, hayatını kaybetti, yaralandı, şimdi alanı terk etmek zorunda kalıyor. AKP-MHP faşizmi bu yönüyle de bundan yararlanmak isteyecektir.
Böyle bir süreçte bu bölge niye öne çıktı? İnsan nedenlerini sorgulamaya yöneldiğinde aklına bu ve buna benzer sorular gelebiliyor. ‘Tetikleme de olabilir!’ diye değerlendirmeler de var. Bu düzeyde bir sarsıntı olabilir mi, bunu bilemiyoruz. Eğer öyle bir durum mümkünse AKP-MHP yaptırır, ondan hiç şüphemiz olmamalıdır.
Yer üstünde olanlar, yer altındaki hareketliliği ne kadar etkilediğini bilemiyoruz. Belki de en az bilgimiz o durumla ilgilidir. Evet, doğanın tahribatı atmosferde hasara yol açıyor, böyle bir durum yerin dibindeki hareketliliği de, enerji birikimini de etkiliyor mu? Eğer öyle bir etkileme durumu varsa araştırılabilir, şüphe duymamak için hiçbir neden yoktur. Önder Apo ‘doğa kendisine yapılanların hesabını kendi diliyle sorar’ dedi. Önderlik, bu tür olayları doğanın intikam alması olarak tanımlıyordu.
Tek yanlı bakış olmamalıdır. Her şeyi devlete bağlayan çevreler de var. Kendisini özgür basın olarak tanımlayanlar, devleti eleştireceğiz derken över hale geldiler. ‘Her şeye devlet ve iktidar hakimmiş!’ diye değerlendiriliyor. O zaman toplum hiç yok, o zaman konuşmaya hakkımız da yoktur. Madem böyle bir duruma gelmişiz, bunu kabul etmişiz, engelleyememişiz, o zaman biz neyiz? Propaganda yapılırken ve konuşurken dikkat etmek gerekiyor. Bir şeyi eleştireyim ya da teşhir edeyim derken onu över duruma düşme tehlikesi de var, çünkü özel savaş uygulanıyor. Özel savaş tehlikeli bir savaş biçimidir. Düşmana vuracağım derken, kendine vurma ihtimali de fazladır. Düşmanı teşhir edeyim derken, onun ne kadar güçlü olduğunu gösterme tehlikesi de var. Eleştiri gerekli ama hangi düzeyde, nerede, nasıl gereklidir? Sadece kuru sonuçlar üzerinde eleştiriye kalkılırsa nedenleri çözümlenemez, dolayısıyla doğru anlaşılamaz, doğru sonuçlar da çıkartılamaz. Sonuçları değerlendirmeliyiz, ama esas nedenleri üzerinde de doğru ve yeterli bir biçimde durmalıyız. Nedenlerini gidermeye çalışmalıyız ki bu sonuçlar bir daha yaşanmasın.
Bu bakımdan yerüstü, yer altını ne kadar etkiliyor? Bunu çok fazla şimdi bilemiyoruz. Fakat şunu iyi biliyoruz ki, bu alan bilinen bir alanmış, ‘fay hattı’ deniliyor, enerjinin biriktiği gözleniyormuş, deprem bekleniyormuş ama bütün bunlara rağmen inşa edilen yaşam tam da ‘gel beni vur’ tarzında bir yaşamdır. Rant çevreleri, faşistler, iktidar ve devlet çevreleri kâr elde etmek için yapmışlar, insanlar da çaresiz diyelim, ama bunu söylemek hiçbir şeyi kurtarmıyor, tam da kâr elde etmek isteyenlerin kârına hizmet etmişler. İktidar ve devlet, rant çevreleri kâr için böyle yapıyorlar, peki orada yaşayanlar kendi yaşamlarından hiç sorumlu değiller miydi? Bu bakımdan Tayyip Erdoğan’ı, devleti, faşizmi teşhir edeceğiz derken kendimizi hiçleştirirsek kötü bir durumdur, tam da özel savaşın istediğini yapmış oluruz. Faşizmi teşhir edeceğiz derken kendimizi hiçleştirirsek kötü bir durumdur. Elli senedir biz de mücadele ediyoruz, bu kadar devrim iddiasıyla çıktık, bu kadar bilimcimiz var, toplum sorumluluğumuz vardı, yaşamı ne kadar buna göre düzenledik. Bu hususlarda sorumluluk duymak önemlidir. Kendi yaşamımız üzerinde hiç söz hakkımız yoksa, hiç öyle düşüncemiz yoksa o zaman devrimciliğimizde, özgürlüğümüz de, toplumculuğumuz da sahte olur. Öyle yaklaşılamaz.
AKP-MHP faşizmini teşhir ederken bir ölçü tutturmalıyız
O bakımdan ortaya çıktı ki, ulus-devlet toplumların ruhunu, bilincini, en karşıt olanı bile kendisine sonuna kadar bağlamıştır. Toplumu biz onun dışına çıkartamamışız. Demek ki yaşananlara ilişkin öz eleştirel yaklaşmak önemli olmaktadır. Evet, AKP-MHP faşizminin yaptıklarını eleştireceğiz, teşhir etmemiz gerekiyor ama teşhir ederken bir ölçü tutturmalıyız. Yaşamdan ve her şeyden onlar sorumluysa biz o zaman kendimiz hiçleşmiş oluruz. Kendi sorumluluğumuzu da ortaya koyacağız. Toplumu ne kadar eğittik? Ne kadar bilinçlendirdik? Ne kadar örgütledik? Ne kadar doğru yaşam zeminine çekebildik? İddiamız bu değil mi, bu amaç doğrultusunda çalışmıyor muyuz! O halde kuru kuruya hep başkasını suçla ve işin içinden çık biçiminde olmaz.
Evet, facia düzeyinde bir deprem oldu, ortaya çıktı ki çöken binaların büyük bir bölümü 2004’ten sonra yapılmış, buna rağmen AKP basını ‘hepsi eskidir’ diyor, bunların hepsi yalandır, telaşa düştüler, kendi yaptırdıklarıdır. ‘Malatya’da, Maraş’ta, Hatay’da imarı düzenledik’ biçiminde Tayyip Erdoğan’ın deprem öncesi süreçlerde konuşmaları var. Sonuçta yeni bir imar affı mecliste görüşülürken deprem oldu. Hatalı yapılmış yapıları affetmek için meclis hazırlanıyordu. Geçmişte de rantçı çevreleri birçok kez affetmişti. Tüm bunları eleştirmeliyiz, teşhir etmeliyiz ama bir de bizim sorumluluğumuz var. Çünkü toplumun yaşamından devlet ve iktidar sorumlu değildir. Toplum, devlet ve iktidara teslim olmuş diyemeyiz. Öyle öngöremeyiz. Eğer öyle bir duruma düşmüşse o zaman biz zayıf durumdayız. O nedenle sorumlu yaklaşacağız, öz eleştirel yaklaşacağız. Bugünlerde o tür yaklaşımlar basında biraz gelişiyor. Bazı çevreler çıkıp ‘zamanında tedbir almadık’ biçiminde özeleştiri veriyorlar. Böyle değerlendirmeler de var, bu değerlendirmeler olumlu ve önemlidir.
Sonuçlar neye yol açacak? Türkiye’ye bağlı olarak geçen yazdan bu yana bazı değerlendirmeler yapıyoruz. Ortadoğu ve dünya açısından çok kritik bir yıla girildiği, önemli bir süreçten geçildiği, ciddi siyasi-askeri gelişmelerin yaşanacağı, hatta devrim niteliğinde değişimlerin olabileceği konularını hep değerlendirdik, siyasi-askeri durum değerlendirmelerini böyle bir yaklaşım temelinde yaptık, sürece yaklaşımımızı buna göre belirledik. Özellikle 2023’e girişle birlikte, 2023 yılının her gününün, haftasının, ayının ciddi siyasi olaylara gebe olduğunu, o tür gelişmelerle yüz yüze geleceğimizi hep değerlendirdik, buna hazırlıklıydık ama böyle bir şeyi gerçekten de değerlendirmemiştik. Siyasi depremler bekliyorduk ama doğal depremler çok aklımızdan geçmiyordu, ne tür siyasi olaylar olur diye takip ederken, mücadeleyi de o temelde geliştirmeye çalışırken çok ağır doğal afetle karşılaştık. Dolayısıyla da baştan itibaren de ciddi bir biçimde değerlendirmeye çalıştık.
Eylemsizlik kararı ahlaki-vicdani bir tutumdur
Türkiye’nin en demokratik ve mücadeleci toplumu vuruldu, aslında PKK’nin kurulduğu sahaydı. İdeolojik grup, Kurdistan’da gençlik grubu oluşurken merkez alandı. Daha sonra da bu saha hep serhildanların merkezi oldu. Kitle mücadelemizin, toplumsal eylemliliğimizin hep merkezi oldu. O bakımdan tanıdığımız bir alandır, dolayısıyla olay olunca en çok bizi etkiledi. Yönetimimiz ona göre de bir yaklaşım gösterdi.
Durumun ağırlığı daha çok anlaşılınca, içinde bulunduğumuz askeri durumu da değerlendirdik. Beşinci gün sabahı bir eylemsizlik durumu ilan etmeyi yönetimimiz gerçekleştirdi. Saldırı olmadıkça, saldırı eylemleri yapılmasın, dolayısıyla bütün dinamik güçler, toplum, herkes depremin sonuçlarıyla uğraşabilsin diye genel yönetimimiz adına Eşbaşkanlık eylem güçlerine çağrı yaptı. Hem toplumsal seferberliğe zemin hazırlamaktı, hem de gerçekten biraz vicdanlı ve insani yaklaşım gösterecekse iktidar çevreleri için, yine dış kamuoyu için değerlendirebilecekleri bir zemin yaratmayı ifade ediyordu. Belli bir etki de oluşturdu. Hem deprem alanında çalışmak için seferber olan kitleler için olumlu bir zemin yarattı hem dış kamuoyu için olumlu bir zemin yarattı. Onun ardından da eleştiriler ve çeşitli değerlendirmeler, açıklamalar gelişti.
Tabii hakim olan, yöneten, egemen olan güç AKP-MHP faşist diktatörlüğüdür. Onların tutumu esas olarak önemliydi. İki gün boyunca AKP’den hiçbir ses çıkmadı. Tayyip Erdoğan ise hiç görülmedi, dördüncü gün Devlet Bahçeli bir grup konuşması yaptı ve ‘eleştirilerimizi sonraya saklıyoruz’ diyerek kendine göre yön vermeye çalıştı. Tayyip Erdoğan ise hiç görülmedi. Neden bu ilk iki gün hızla hareket edilemedi? Neden bunun için hazır olan kurumlar örgütlü ve planlı bir biçimde kurtarma faaliyetlerine seferber edilmediler? En çok rol oynanacak bir dönemdi, neden öyle olmadı? Bu bilinemiyor. Gerçekten de AKP yoktu, Tayyip Erdoğan yoktu, üçüncü gün sahneye çıktı, deprem sahasına geldi. Belli ki söylenen bazı şeyleri takip etmiş, ortaya çıkıp konuştuğunda da tehdit açıklamalarında bulundu. Öyle anlaşılıyor ki Ankara’dan hareket etmeden Olağanüstü Hal kararı gibi bazı kararlar da almış, örneğin kendisi deprem alanına geldiğinde Olağanüstü Hal gündeme geldi ve meclise öyle bir önergenin verildiği ortaya çıktı. Bazıları ‘şok geçirdi’ diyor, bazıları ‘izleyip gözlemek ve anlamak istedi’ diyorlar, bazıları ise ‘biraz zaman geçsin’ diye bekledi diyorlar. Böylelikle bazı kararlar aldı. Bu da Olağanüstü Hal kararıdır. Ondan sonra ekonomik projeler sunarak ‘acıyı maddi şeylerle dindireceğiz’ biçiminde açıklamalarda bulunarak, özellikle çeşitli rant çevreleri için yeni bir yeşil ışık yakarak, onlara etrafında toplamak üzere bir sürü projeleri peş peşe ilan etmeye kalktı. Afet bölgesi ilan etmek yerine Olağanüstü Hal ilan etti. Bu bir siyasi karar ve tutumdu. Biz eylemsizlik ilan ettik, o ise Olağanüstü Hal ilan etti. Olağanüstü Hal ise saldırı demektir, denetim altına almak demektir. Bütün siyaseti kendi tekeline, merkezine almak demektir. Meclisi baypas etmek oluyor. Bütün yetkiyi Tayyip Erdoğan Olağanüstü Hal ilanıyla ele aldı ve tek başına yönetir hale geldi. Sonra da yasaklar koymaya kalktı, tehditlerini arttırdılar, Devlet Bahçeli de aynı havada çıktı. Şimdi gelinen noktada Olağanüstü Hal geçerliliğini sürdürüyor, siyasi olarak esas olan olağanüstü haldir.
AKP-MHP deprem bölgesinde kendisi dışında kimseye izin vermiyor
Şöyle de söylenebilir: Biraz vicdanlı, bu tür şeylerden etkilenen, yine içine düştüğü siyasi çıkmazdan kurtulmak istiyorsa aslında Tayyip Erdoğan yönetimi için deprem bir fırsattı, eski suçlarını biraz affettirebilirdi, yeni bir başlangıç yapmaya yönelebilirdi. Bu kadar çaldı, ezdi, bir diktatör olarak gerçekten de toplumla tam karşı karşıya geldi, bunu biraz hafifletebilirdi, deprem öyle bir fırsat yarattı. Bilemiyoruz ama Tayyip Erdoğan deprem sonrasında gözükmediği ilk iki günde belki bunları değerlendirdi, nasıl bir politika yürütmesi gerektiğini değerlendirmiş olabilir. Fakat Olağanüstü Hal ile birlikte üçüncü günden itibaren izlediği politika 15 Temmuz 2016 sözde darbe girişimini nasıl tanrı lütfu diye değerlendirip başkanlık sistemini geliştirme ve iktidarını güçlendirmenin vesilesi yaptıysa, depreme de öyle yaklaştı.
Şu an AKP-MHP faşizminin depreme yaklaşımı öyledir. Bir yıl, olmadı iki yıl zaman istiyor. ‘Seçim bir yıl ertelenemez mi’ diye Bülent Arınç’ı konuşturdular. Hile yapıp seçimi kazandım demek için de birçok fırsat ele geçirdi. Olağanüstü Hal ilanıyla bunun siyasi zeminini oluşturmuş durumdadır. Böyle de yaklaşacaklar. Bu temelde bütün her şeyi yasakladılar. AKP-MHP’ye bağlı kurumların dışında hiçbir partinin, toplumsal kesimin, demokratik kuruluşun deprem bölgesinde hareket etmesine izin vermiyorlar, yardımlaşmasına izin vermiyorlar, hepsine el koyuyorlar. Sadece siyasi güç olarak AKP-MHP var, onun dışındaki hiçbir partiyi artık Türkiye’de parti olarak da görmüyorlar. O düzeyde sert bir tutum var. Toplumun önemli bir kesimini çeşitli nedenlerle alandan çıkartıyorlar, ayrımcılığı en ileri düzeyde geliştirdiler. Arap- Türk toplumlarının olduğu yerlere daha çok yardımlar gönderilirken, Kürt ve Alevi toplumlarının olduğu yerlere gerçekten de yardım götürmediler, açık bir şekilde ilan da ediyorlar. ‘Ne yaparsanız yapın’ der gibi bunu yaptılar. Öyle bir yaklaşım gösteriyorlar. Alanı boşaltmaya çalışıyorlar. Nasıl ki Maraş katliamıyla Fırat’ın batısını Kürtsüzleştirme sürecini başlattılarsa şimdi bu depremin sonuçlarını bu politikanın sonuca götürülmesi haline getirmek istiyorlar. Çeşitli çevrelerin yaklaşımı da böyledir. Buna göre açıklamalar var, topluma uyarılar var. Devletin yönelimi böyledir.
AKP-MHP faşizminin yönelimi baskıyı, zulmü daha da şiddetlendirerek hem bir yandan yeni zenginler türetmek için bir yeni rant planlaması geliştiriyor, bir de toplumu baskı altına alıyor, sürüyorlar. Yurtsever ve demokratik toplumun yoğunlaştığı bir alan, o yoğunluğu dağıtmak istiyorlar. Nasıl 2015’te haziran da, sonra kasım ayı başında iktidar olduktan sonra Kurdistan’da yurtsever mahalleleri dağıtmak üzere saldırılar geliştirdilerse, benzer bir biçimde şimdi bir bütün olarak batı Kurdistan’a, Çukurova’ya yönelik böyle bir saldırı yürütüyorlar. Toplumsal yoğunlaşmayı dağıtmak istiyorlar. Özellikle de Kürt nüfusunu, Alevi nüfusunu sürmek istiyorlar. Kürt Aleviliğini orada tümden bitirmek istiyorlar. Zaten 1927’de İsmet İnönü ile Fevzi Çakmak’ın Erzincan’dan başlattıkları süreçtir. Şark Islahat Planı temelinde Fırat’ın batısının Kürtsüzleştirilmesi raporu, planı var. Onu, deprem vesilesiyle de etkili bir biçimde uygulamak istiyorlar.
Çeşitli boyutları var. Bir, demogrofyayı değiştirmek istiyorlar. Yurtsever ve demokrat nüfusu dağıtmak istiyorlar. İki, yeni bir rant yaratmak istiyorlar, ona dört elle sarılıyorlar. En hızlı o konuda çalışıyorlar. Üçüncüsü, iktidar sistemlerini sürdürmek istiyorlar. Durum şimdi çok daha ciddiye bindi, öyle kolayca seçim olur, AKP-MHP kaybeder, diğerleri kazanır, yönetim değişikliği olur diye bekleyenler, şimdi öyle olamayacağını görüyorlar. Biz defalarca uyardık, bu iş öyle kolay değildir. Tayyip Erdoğan bırakıp gidecek diye beklememek lazım. ‘Ben bildiğiniz gibi başbakan değilim, cumhurbaşkanı da değilim’ diye birçok kez ilan etti. Kendisi söylüyor ama anlaşılmak istenmiyor. Tayyip Erdoğan’ın kendisi ‘ben sandığınız gibi değilim’ diyor ama bazı çevreler ise ‘sen sandığımız gibi ol’ demeye getiriyorlar.
AKP-MHP faşizmi savaş ilan etti
Bu temelde 2023 mücadelesi çok daha karmaşık hale gelmiş bulunuyor. Bu durumun siyasi sonuçları çok daha yakıcı olacaktır. Dahası Olağanüstü Hal altında buradaki oyları kontrol altına alırsa, başka yerlerde de hile yaptı mı tekrar kazanabilir. Duruma bakacaklar, şimdi biraz baskı ile kendilerini örgütleyecekler, duruma hakim olacaklar, hileyle kazanacaklarına kanaat getirirlerse da seçim yapıp kazanmayı hedefleyecekler. Yok yine sonuçlar öyle olmazsa, çeşitli olaylar yaratacaklar, nedenler ortaya çıkartacaklar, iktidar ömürlerini buna dayanarak sürdürmeye çalışacaklar. Bu üçü de önemlidir. Bu anlamda hükümet, AKP-MHP faşizmi savaş ilan etti. Nasıl 15 Temmuz 2016 çakma darbesi ardından Olağanüstü Hal ile saldırı başlatarak diktatörlüğünü kurduysa, şimdi deprem üzerindeki olağanüstü halle saldırı geliştirip yurtsever, demokrat, mücadeleci kesimleri de dağıtarak, etkisiz kılarak yeniden daha güçlü bir hakimiyet, faşist diktatörlük kurmaya çalışacaktır. Bu bakımdan saldırılarını artıracaktır. Türkiye’nin ne olacağı şimdi hiç belli değildir. Eğer buna karşı direnilirse, bu da yaşanacak olan gittikçe derinleşmiş, şiddetlenmiş bir savaştır. Bu savaş Türkiye’nin içinde de kalmaz, bütün Ortadoğu’ya da yayılır. Faşist sürüler zaten Almanya’da da saldırıyorlardı. Bu kesinlikle böyledir, bunu göze almış durumdadır. AKP-MHP’nin izlediği çizgi budur. Buradan kazanç sağlayacak, soykırımı da daha çok derinleştirecek, diktatörlüğünü güçlendirecek, iktidar ömrünü uzatmaya çalışacaktır. Bu netleşmiştir. Bunu açıkça görmek gerekiyor. O halde politikalarımızı, tutumlarımızı, mücadelemizi buna göre geliştirmemiz gereklidir.
Evet, biz ilk gün bir tutum açıkladık, sonra eylemsizlikle yine bir tutum açıkladık ama gelişmeleri değerlendirmek lazım. Eylemsizlik kararımız toplumu rahatlattı, biz o açıdan amacımıza ulaştık ama muhatap çevrelerden herhangi bir sahiplik görmedi. AKP-MHP zaten tersine hareket ediyor. HPG-Bim günlük açıklamalar yapıyor, savaş daha çok şiddetleniyor, giderek daha fazla da şiddetlenecektir, herhangi bir duraksama kesinlikle yoktur. Tersine şiddeti katliamı, faşist baskı ve terörü daha çok arttırarak toplumu ezmeye çalışacaktır. Büyük bir yurtsever ve toplumsal bütünlüğü ezecek, kendi zeminini ve hakimiyetini güçlendirecektir. Amacı budur. Soykırımcı zihniyet ve siyasetin istediği de budur. Bu durumu Devlet Bahçeli yönetiyor, zaten grup konuşmasında bütün bunları yapacağını açıkladı ve ilan etti.
Eylemsizlik kararı ile demokrat çevreler biraz rahatladılar ama siyaset, Türkiye’nin muhalefeti el kaldıracak durumda değildir. Kılıçdaroğlu ‘ben senle görüşmeyecem’ diyor ve azıcık direniyor gibi görünüyor, şimdi diyebildiği odur. Fakat 15 Temmuz darbesinden sonra ‘Yenikapı Ruhu’ diyerek birlik sağlamışlardı, şimdi ise görüşmüyor. Bir tutum alır gibi gözüküyor, bu durum biraz anti faşist çevrelerde umut yaratıyor ama nereye kadar gider belli değildir. CHP’de bu tutum ne kadar derinleşecek, diğerleri buna katılacak mı, katılmayacak mı, belirsizdirler. Eylemsizlik kararına ilişkin değişik siyasi partiler, kesimler herhangi bir şey yapmadılar, toplumsal kesimler, sendikalar, dernekler, hiç kimse çok oralı olmadı. Dış alanda, dış basına biraz yansıdı, çok ileri düzeyde olmadı ama orta düzeyde olumlu etki yaptı ama dış siyasi çevreler üzerinde de herhangi bir etkisi olmadı, basınla sınırlı kaldı.
Dış siyasi kesimler AKP-MHP faşizmi ile çelişiyorlar ama PKK ile oluşan gündemlere ise hiç yaklaşmıyorlar. Yardım için gelenler oldu, anlaşamadılar, karşı açıklamalar yaptılar, bazıları bırakıp gittiler, bazı devlet yönetimleri enkaz kaldırma kurtarma çalışmalarındaki ayrımcılığı eleştirdiler, eleştiriyorlar. ‘Bu suça ortak olmayacağız, cinayet işleniyor’ diyenler de oldu. O düzeyde AKP-MHP faşizmiyle de çelişkililer ama sadece o düzeydedirler. Ona karşı Türkiye’deki demokratik cephe oluşmasına yanaşmıyorlar, destek vermiyorlar, işin içinde PKK olursa PKK’nin olduğu bir şeye hiç girmemek, PKK’nin yararlanmasına fırsat vermemek için son derece duyarlı ve dikkatli davranıyorlar.
Daha çok çatışma ve savaş
gelişecektir
Aslında bütün kesimleri ciddiyete davet etmek ve uyarmak lazımdı. Eğer bunu ‘zaten savaşamıyor onun için yaptı!’ diye algılıyorlarsa yanılıyorlar. AKP-MHP faşizminin tutumu ortadadır, bizim hiç gevşemeye fırsat vermememiz gerekiyor. Hem gerilla cephesi, hem halk cephesi hazırlık yapmak üzere değerlendirmelidir. Onun dışındaki yaklaşımlar kesinlikle yanlıştır. Bu bakımdan öyle bir siyasi süreç vb gelişmedi. Gelişecek olan biraz da netleşti. Seçimin ne olacağı belli değil, daha çok çatışma ve savaş gelişecektir. Hem de eskisi gibi değil, bütün toplumu örgütleyerek faşist çeteleri oldukları yerde etkisiz kılacak yeni yol ve yöntemler geliştiren, böyle bir yaratıcılık gösteren savaşçılığa ihtiyaç var.
1915 Ermenilere ne yapıldığı biliniyor. Şimdi Malatya’dan-Adana’ya-Antep’e kadar Kürtlere de yapılmak istenen benzerdir. Zaten yürütülen bir soykırımdı. Afrin’i de işgal ettiler, aynı şeyi yapacaklar. Etkili olurlarsa orayla sınırlı kalmazlar. Serhat, Botan, Çolemerge’de bunu yayarlar. Belki de hepsini birlikte yapmazlar, parça parça yaparlar. Oradan alacakları sonuca bağlıdır. Ona bakacaklar. O bakımdan durum gerçekten de ciddidir. Yeni bir durumdur, dikkatle değerlendirmemiz lazım. Toplumu da bu temelde eğitmemiz, buna çekmemiz lazım.
1915’i unutmayalım. 1978 Maraş Katliamı da farklı değildi. Tekrar aynı şeyi yapabilirler. Bu sadece Kurdistan ile sınırlı bir durum değil, Türkiye hatta Ortadoğu ve Avrupa bile bunun içindedir. AKP-MHP faşizmi her yerde örgütlendi, her yerde ezmek isteyecekler, hiçbir yerden bir düşünce, eylem çıkışı olmasın isteyecekler, olmaması için her yerden saldıracaklar, bu anlaşılıyor. Bu konuda çok çalıştılar, örgütlüdürler, hiç basite alınmamalıdır.
Kılıçdaroğlu daha yeni yeni ‘devletin olmadığını gördük’ diyor, yeni mi gördün, devlet yok ama on tane AKP-MHP’nin çete devleti var. Basınından-ordusuna, polisine kadar hepsini kendi çeteci zihniyetleriyle devleti yeniden yapılandırdılar. Nasıl yok, faşist devlet var. Hitler nasıl ki Almanya’da faşist bir devlet kurdu iktidarı ele geçirdiyse şimdi Bahçeli ve Erdoğan Türkiye’de onu yapıyorlar, önemli ölçüde de yaptılar.
O nedenle durumu ciddiyetle değerlendirmemiz lazım. Öyle siyasetin öne çıktığı, yumuşak bir sürecin geliştiği bir durum kesinlikle yoktur, bu konuda yanılmamak lazım. Hiçbir yerde en küçük bir gevşeme olmamalıdır, hazırlık, örgütlenme çalışması yürütmeliyiz, hem de hızla yeni planlamalar yaparak bu duruma göre bir mücadele gücü haline gelmeliyiz. Biz kendimizi bu koşullara göre mücadele gücü haline getiremezsek ağır katliamlar yaşanır, hiç kimse bunun önünü alamaz. Türkiye’de de, dünyada da, insanlık bizden bunu bekliyor. Şu anda PKK ve Kürtler bunu yapamazlarsa AKP-MHP faşizmine karşı Türkiye’de, başka bir yerde hiç kimse yapamaz. O halde başkası yapsın diye bekleyemeyiz, görev ve sorumluluk bizim üzerimizdedir. Yapmayı başarmamız lazım. Onun için de yenilikçi düşünceye ihtiyaç var, yeni mücadele tarzlarını, örgütlenmeleri geliştirebilmemiz lazım, kendimizi bu anlamda yenilememiz, değiştirmemiz, yeniden yapılandırmamız gerekiyor. Yine bu temelde anlayışımızı, tarzımızı değiştirmemiz gerekiyor. Bizim görevimiz söylemek ve ondan sonra da seyretmek değildir, tam tersine yapmak ve de yaptırmaktır. Apocu militanlığın temel durumu ve işlevi budur.
Şu an depremle birlikte içine girilen süreç budur. Dolu dizgin böyle bir sürece gidiliyor. Birileri çıkar bunun önünü alır, etkili olur, faşizmi durdurur; böyle olmasını da isteriz. Böyle olursa değerlendiririz, ona uyum sağlarız, ona uyum sağlamak kolaydır, bir sorun yok, onda bir zorluk yoktur. Fakat öyle olmaz da faşizm katliamlar yapmak üzere dolu dizgin saldırırsa faşizmi nasıl yenilgiye uğratacağız, faşist saldırganlığı nasıl kıracağız? Şimdi bu sorulara cevap oluşturacak bilinç, örgütlülük ve hazırlık düzeyinde olmamız lazım. Bunu yaptık mı gerisi kolaydır, daha farklı bir biçimde gelişmeler olursa onlara uyum sağlarız. Bilinmelidir ki en tehlikelisi faşizmin soykırımı tamamlama temelindeki saldırı hazırlığıdır. Faşizme bu temelde geçit vermezsek, faşist saldırganlığı devrimci direnişle kırma gücünü gösterebilirsek, o zaman durum tersine döner.
Demek ki faşizmin yaptığı soykırımı tamamlama hazırlığıyla birlikte daha çok çatışmalı bir sürece girmiş oluyoruz. Bir bütün olarak içinde bulunduğumuz günleri, haftaları iyi değerlendirerek kendimizi böyle bir mücadele gücü haline getirmemiz lazım. Çünkü tehlike azalmamış büyümüştür.
Şöyle de ele alınmamalıdır: Bu son yaşananlar AKP-MHP’yi güçlendirdi sanılmamalıdır. Öyle değildir, güçlendirmedi. AKP-MHP faşizmi depremden yararlanarak yasaklamayla, olağanüstü halle faşist terörü daha çok arttırarak güç sahibi olmak istiyor. Zayıflığını öyle gidermek istiyor, yoksa herkes sorguluyor, dünyada da teşhir oldu, toplumda da ciddi bir biçimde teşhir oluyor ama şiddetle, zulümle; teşhirin, devrimci demokratik gelişmelerin önünü kapatmaya çalışıyor. O bakımdan süreç daha çok mücadeleci, daha çok çatışmalı bir süreç gibi görünüyor. Kendimizi ona göre hazırlayıp zamanında saldırıları kıracak bir pozisyonu ortaya koyarsak faşizm yıkılacaktır. Toplumda tepki çoktur, gerçekten de AKP-MHP enkazın altında kalabilir, deprem ve sonrasında yaşananlar AKP-MHP’yi düşürebilir, köklü bir siyasi değişiklik gündeme gelebilir, bir değişim-dönüşüm yaşanabilir. Bu mümkündür ama bu da AKP-MHP faşizmine karşı yeterli bir devrimci demokratik mücadele yürütmekle olur. Kendiliğinden olmaz. Hatalar yapılarak olmaz. Onun için demografyanın değiştirilmesine izin verilmeyecek, toplum daha çok bilinçlendirilecek, teşhir daha iyi geliştirilecek, en önemlisi de her alanda hızla örgütlenmek gerekecek.
Deprem sonuçları açısından da bunlar belirtilebilir. Şu an harıl harıl siyaset tartışılıyor, gittikçe de daha fazla tartışılacaktır. Biz depremin ve nedenlerinin çok uzun bir süre tartışılacağını düşünüyorduk ama Türkiye’deki siyasi mücadele o kadar çok keskin ki, insanlar ölmüş-kalmış faşizmin umurlarında değil, tarihte eşi az bulunur bir iktidar kavgası var. Tayyip Erdoğan’a göre değil yüz bin kişi, iki yüz bin kişi ölmüş umurunda değildir, onun iktidarı için milyonlar da ölebilir. İktidarda kalmak için bunların hepsini göze alıyor. Onun için her şeye siyasi-askeri bakıyor, kendini ona göre hazırlıyor, hiç kimseye söz hakkı vermiyor. İpin ucunu kaçırmamak için böylece yönlendiriyor. İpin ucunu kaçırtacak bir şey bırakırsa döküleceğini, param parça olacağını çok iyi biliyor.
Sokağa çıkmayalım, yürüyüş yapmayalım, devrimci eylem yapmayalım, faşizmi vurmayalım dersek olmaz. O zaman faşizm değil yıkılmak, devrimci demokratik yurtsever örgütlülüğü de ezerek daha çok hakimiyet sağlar. Faşizmin çok gücü de yoktur, dıştan destek alıyor ama o destek de çok fazla değildir. Aslında içten devrimci-demokratik mücadele gelişir ve muhalefeti daha iyi yönlendirebilirse birçok dış çevre AKP-MHP’ye karşı mücadele edenlere destek verebilir. Öyle bir ortam da dış çevrelerde de var, içte kitlelerde zaten fazlasıyla var. Depremin sorumlusu AKP-MHP faşizmidir. O kadar rantı yiyen AKP-MHP faşizmidir. Şimdi de onun hesabını toplum soracaktır. Toplum adına devrimciler sormak durumundalar. Eğer böyle bir hesap sorucu olunmazsa hiçbir şey kazanılamaz. Büyük devrimci gelişmeler, değişimler, devrimci eylemle, mücadeleyle ortaya çıkar.