Komünistler, sevinçle Paris’e akmışlardı. Oysa Prusya ordularının da desteğiyle daha yeni iktidarın tadını almış olan Fransız burjuvazisi, komüncüleri ezdi. Paris sokaklarında kısa süreli bir gezinti yapan ‘komünizmin heyulası’nı, başta Fransız burjuvazisi olmak üzere bütün Avrupa burjuvazisi korkuyla bir araya gelip acımasızca, binlerce yıldır iktidarın zulmünde iyice güçten düşürülmüş bu ‘ayak takımı’nı kanda boğdular. Marks’ın bundan çıkardığı sonuç, egemen sınıfın iktidar aygıtı olan devleti parçalayıp yerine proletaryanın diktatörlüğünü kurmak oldu.
1917 Ekimi’nde, 20.yüzyılın marksizminin kurucusu ve örgütlenmede bir deha olan Lenin önderliğinde, bu öğretinin ilk uygulaması hayata geçirildi. Tarihe, Ekim Devrimi olarak geçen, tarihin en etkili toplumsal alt üst oluşlarına yol açan bu devrim, kendi zamanının komünistleri tarafından, ‘hayalet’in Rusya’da ortaya çıkması olarak yorumlanıyordu. Avrupa’da bir görünüp bir yok olan komünizm heyulası, bütün heybetiyle, Rus kışının dondurucu soğuğunda, egemen sınıfların titreyişlerine tebessümle bakarak dolaşıyordu. Devrimin yönü değişmişti. Artık Avrupa’dan dünyaya yayılan dünya devrimi teorileri, ‘en zayıf halka’dan koparılacak olan sistem, Avrupa’yı da kuşatarak, devrimin gerçekleşeceği teorilerine yerini bırakıyordu. Bunun için Marks’ın “dünyanın bütün işçileri birleşin!” sloganı, “dünyanın bütün işçileri ve halkları birleşin!” sloganına dönüştü. Hayalet giderek büyüyor ve her yerde korkusunu hissettiriyordu.
Rus Ekimi’nde ortaya çıkan hayalet yönünü Avrupa’ya çevirince, Avrupa, onun karşısına hiç de hayalet olmayan, kendi canavarını çıkardı. İktidarın, devlet olarak cisimleşmesinin en kanlı ve zulümkar biçimi olan bu canavarın adı faşizmdi. Hayaletlerle korkutularak yönetilmeye alıştırılmış sınıfların, hayalet yaratma ustası olan sınıflar karşısında daha güçlü olmaları, uygarlık tarihinin diyalektiğine aykırıydı. Sorun, iktidar yaratmak ve iktidar olmak olunca, elbette işin ustası olanlar, yani erkek egemenlikli uygarlığın sahipleri, iktidarlarını kaptırmamanın tedbirlerini alacaktı. Böylece Avrupa, Doğu’dan kendisini tehdit eden ‘hayalet’e karşı faşizm duvarını örerek, kendini korumaya aldı. O zaman devrim, yine yön değiştirdi. Batı’ya gidemiyorsa Doğu’ya gidecekti. Önce Çin, sonra Asya’nın birçok irili ufaklı ülkesi, sonra da Afrika’da peşi sıra birçok devrim gerçekleşti. Komünistler, Ekim’le başlayıp dünyayı saran hayaletleriyle sevine dursunlar, yarattığı canavarın korkunçluğu karşısında kendisi bile korkuya kapılan Avrupa, hayalet ve canavar hikayeleri yerine, yeni masallar uydurmaya başladı. Yeni slogan “korkuyla sindiremiyorsan, masalla uyut” oldu. Masalın adı, önce liberalizm, demokrasi ve insan haklarıydı, sonra postmodernizm, globalizm ve neo liberalizm oldu.
Devrimcinin işi iktidar kurmak değil
Avrupa, Asya ve Afrika hayalet ve canavar hikayeleriyle uğraşa dursun, okyanusun ortasında en sevgili misafirlerinden birisi olan Che’nin, sevdiği benzetmeyle, bir timsaha benzeyen o küçük adada, farklı bir ruhla, yeni bir devrim yapıldı. Devrime ruhunu veren Che Guevera, devrimin hiç de bir hayalet olmadığını, ağzında purosuyla, başındaki kızıl yıldızlı beresi ve pırıl pırıl gülen yüzüyle herkese gösteriyordu. Devrimin, yeni sınıflar ve yeni sınırlar yaratmak değil, bütün sınırları ve sınıfları aşmak olduğuna inanıyordu. Dünyada yeterince devlet sınırı ve egemen sınıf vardı. Sorun, bunları yeniden başka adlarla üretmek değil, anlamsızlaştırıp aşmaktı. Bu da ancak, her devrimcinin öncelikle iktidarı kendinde bitirip sınırları kendisinin aşmasıyla gerçekleştirilebilirdi. Ve devrimci, bunu sözle değil, yaşamıyla ortaya koyan insan olmak durumundaydı. Bunu bilen Che, doğduğu ülkesi Arjantin’den kalkıp Küba’ya gitti, devrime katıldı. Devrimden sonra oluşan iktidarın en güçlü mevkilerini bırakarak, Bolivya’da devrim yapmaya gitti. Devrimcinin işi, iktidar kurmak değil, bütün iktidarları yerle bir eden devrimler yapmaktı. Che devrimciydi ve işini en iyi yapabileceğine inandığı yeni devrim topraklarına doğru yola çıktı.
Che Bolivya’ya doğru yola çıkarken, geride bıraktıklarına yazdığı bir mektupta duygularını, “rosinantenin sağrılarını hissediyorum topuklarımın altında,” diyerek dile getiriyordu. Her tarafı sınırlarla çevrilmiş ve her sınırın içinde bin bir iktidar biçiminin kurulu olduğu bu dünya gerçeği karşısında, eğer yel değirmenlerine karşı mızrağı ve cılız atı rosinantenin sırtında savaşacak kadar deli ve çocuk bir yüreği taşımıyorsanız, bir noktadan sonra bu sınırlara takılıp tökezlemeniz ya da bin bir maskeyle kendini gizleyen iktidarın çekiciliğine kendinizi kaptırmadan devrimciliğinizi sürdürmeniz mümkün değil. İnsanlık, Che ile birlikte hayaletler ve canavarlar dünyasında, iktidara karşı, ancak hiçbir korkuyu ve hiçbir ayartıcılığı tanımayan çocuk yüreğiyle devrimci olunabileceğini gördü ve tebessüm eden bu çocuğunu sevgiyle yüreğine nakşetti.
Devrimci Che, yeni devriminin toprağı olarak gördüğü Bolivya’nın Ekimi’nde, iktidar sahiplerinin derin bir korkuyla yürüttükleri bir operasyonda yakalanıp katledildi. Canavar, bu sefer kendisinden hiçbir korkusu olmayan bir devrimciyi katlederek devrimi bitirdiğini sandı. Oysa daha önce kendisini ‘heyula’ olarak tanımlayıp kurduğu proleterya diktatörlükleri, halk cumhuriyetleri ve Sovyet devletleriyle habire sınırlar ve iktidarlar kuran komünizm öğretisi, esas olarak Che ile devrimci kimliğini buldu. Ve o Ekim gününden sonra, bir hayalet dolaşmaya başladı bütün dünyada. Başında kızıl yıldızlı beresi ve pırıl pırıl tebessümüyle, kurulu sistemler karşısında gerçekten sınırların ve sınıfların olmadığı bir dünya yaratma hayalini gerçekleştirmek için yola çıkan Che, eğer ‘heyula’ olarak tanımlanacaksa, gerçekten de hiçbir sınırın önünü tutamayacağı kadar geniş bir coğrafyada, resmi ve ruhuyla girmediği toprak, yer edinmediği yürek bırakmadı.
Rus Ekimi’nde bir hayalet gibi ortaya çıkıp sonra kendi çocuklarını ve kendisini yiyen devrim, bir Bolivya Ekimi’nde, bu sefer gerçek kimliği, ruhu ve adıyla yeniden dolaşmaya başladı. İktidar sahipleri, karşılarına çıkarılan her türlü iktidar biçimiyle bir şekilde mücadele edip onu ya kendisine benzeştirir ya da en korkunç savaşlarla alt ederken, geride, bir insanın en güzel duygularını dile getirdiği bir günlük, tebessümle bezenmiş bir resim ve evini hiçlik üzerine kurarak bütün dünyayı evi yapan bir devrimcinin, devrimde, devrimcilikte devrim yapan Che’ye karşı yapabileceği hiçbir şey yoktu.
Che, bir devleti ve ordusu olmadan, tek başına, hiçbir sınır tanımadan, kurulu sistem karşısında gerçekten bir heyulaya dönüşürken, özünde insanlara hükmetmenin adı olan, yüreklerde ve beyinlerde yaratılan bütün hayaletleri tebessümüyle dağıtarak, hesapsızca, dünyanın neresinde bir insanın yüzüne bir tokat vurulsa, onun acısını yüzünde duyan bir ruhla devrimin ve devrimciliğin adı oldu.
Aslında Che ile başlayıp 68 gençlik hareketiyle zirveye ulaşan devrimcilik anlayışı, adı ne olursa olsun egemenlikli sistemi aşmaya çalışan devrimci hareketlerin, sistem karşısında ve sistemin dışında kalarak, toplumu değiştirme çabalarında önemli bir geçiş evresini ifade etmekteydi. Devlete, iktidara ve giderek bütün topluma içselleştirilmiş olan, her türlü egemenlik zihniyetine karşı gelişen bu devrimcilik anlayışı, henüz olgunlaşmamış da olsa gerçek bir devrimi ifade ediyordu.
Başlangıcından günümüze kadar erkek egemenlikli uygarlık sistemi, toplumu beyninden yüreğine kadar çok derin bir biçimde egemenlik altına almayı başarmıştı. Egemenlik, iktidar ve onun araçları olan devlet ve zor araçları toplum için çekici hale getirilmişti. Sistem, kendisini önce toplumun dışında örgütlemiş, ardından giderek toplumu içine almış, herkesi bir biçimde kendi sisteminin hizmetine sokmayı başarabilmişti. Peygamberlerden filozoflara, tarikat ve mezheplerden sınıf devrimciliği adına yola çıkan devrimcilere kadar, sistem karşıtı olma iddiasında olan birçok kişi ve hareket düşüncede ve ruhta sistemi aşamadığından, sonuç itibariyle sistemin yedeği, mezhebi olmaktan kendini kurtaramamıştır. Bunun temel nedeni, sistemin kendisini bir ‘akıl’ olarak topluma içermiş olmasıyla ilgilidir. Egemenlik ve iktidar, toplumun aklı haline gelmişti. İktidarsızlık, toplumsal ahlak tarafından bile kelimenin bütün anlamlarıyla toplum dışı kalma anlamına geliyordu. İktidarın ve bunun araçları olan devlet ve savaşın yörüngesine girmeyen, buna hizmet etmeyen ya da bunu ele geçirmek için sistemi olmayan herkes akılsız ve deli olarak görülüp toplum dışı kılınmıştı. Gerçekten de toplum aklıyla mevcut egemenlikli toplumu aşmak mümkün değildi. Bu akıl, kendisini tanrısal akıl, resmi devlet aklı ve kendi çıkarlarına tapma aklı olarak ‘para eden akıl’ biçiminde ifadelere kavuştursa da özünde, hangi araç ve yöntemle olursa olsun, insan, doğa ve toplum üzerinde tahakküm kurmayı emrediyordu. Bu akla karşı çıkabilmek için ‘deli’, çılgın olmak gerekiyordu.
Che’yi devrimci yapan, sistem aklını kabul etmemiş olmasıdır
Che’nin sembolü olduğu gençlik hareketi ve onunla birlikte erkek egemenlikli sistemi en güçlü halkasından kıracak olan kadın özgürlük bilinci ve hareketinin aynı dönemde filizlenmesi, boşuna değildir. Kadın, zaten ‘saçı uzun, aklı kısa’ ilan edilmiştir. Yani toplumsal aklın iktidarsız ve onun aklına sahip olmayan varlığıdır. Gençlik ise adı üzerinde, ‘deli kanlı’, ‘aklı bir karış havada’ olarak tanımlanıyordu. Doğal olarak sistemin içindekiler, sistemin aklıyla düşünenler sistemin kendisini ifade ederken, bunun dışındakiler sistemin ehlileştirilmesi, tahakküm altına alınması gereken akılsız, deli kesimini ifade ediyordu. Che’yi devrimci yapan, sistem aklını kabul etmemiş olmasıdır.
Bunun da ötesinde yaşamı ve eylemiyle bu sistemin karşısında durabilmiş olmasıdır. Sistem, kendi aklını kabul etmeyen bu insanı ‘deli ve çılgın’ olarak adlandırmakta haklıydı. Daha da önemlisi, hem Che’nin hem de O’nun sembolize ettiği yeni toplumsal hareket, ‘deli ve çılgın’ olmayı özümseyerek, kendisini var etmekten hiç gocunmadı. Önce, bilinen hakim toplumsal ölçülerin dışında ve karşısında bir tepki olarak ‘çılgınlık gösterileri’yle ortaya çıkan bu dışındalık ve karşıtlık, giderek bilinçli ve örgütlü bir hal almaya başladı. Sistem, kendi aklı karşısında yeni bir akıl ve özellikle kendisinin bir ruh olarak topluma içerdiği ruh karşısında yeni bir ruhun tohumlandığını gördüğünde, daha tohumluk aşamasında bunun toprağını zehirleyerek, ilk filizlerini kırımdan geçirerek önünü almaya çalışıyordu. Che, Bolivya Ekimi’nde bu kırımdan nasibini alan ilk filiz oldu. Sistemin ezilenleri ve dışlananları, sistem dışında ve karşısında kendilerini var etmenin arayışında harekete geçmişti bir sefer.
Tarihin derinliklerinde sapkın, divane, deli olarak tanımlananlar, ‘modern zamanlar’da önce bir ‘heyula’ olarak kendilerini tanımlayıp sistemin en görkemli akıl merkezlerinde, akıl çağının sembolü olan Paris sokaklarında dolaştılar. Ezildiler, ama Rus Ekimi’nin bütün yaşamı donduran soğuk caddelerinde kızıl bayraklarıyla delice döküldüler sokaklara. Sonra, kıta kıta, ülke ülke, şehir şehir doldurdular meydanları. Egemenler buna, ‘toplumsal delirme’ dediler. Ama sistem, aklını onlara hakim kılmayı başardı. Giderek akıllandılar ve sistemin bir parçası oldular.
Her ne kadar mevcut egemenlikli sistemi aşma iddiasıyla yola çıksalar da özellikle devlet, iktidar ve para karşısında kendi sistemlerini oluşturacak olgunlukta olmadıklarından, sistemin aklının hizmetine girmekten kendilerini kurtaramadılar. En önemli yanları, sistem aklı dışında olmayı bir tercih olarak benimsemiş, aklın dışında ve karşısında durulabileceğini göstermiş olmalarıdır. Bu ‘akıl dışılık’ kendi aklını elbette yaratacaktı. Bunu kimin nerede yapacağı ise tarihin başlangıcında gizliydi. Tarih nerede ve nasıl başlamışsa, orada öyle bitecekti. Orada öyle bitmeye şartlanmıştı.
Kendisinin toprağı olan Mezopotamya’da kendi ‘evelinin aklı’yla karşı karşıya kalınca en şiddetli biçimde yönelmesi, sistem aklının gereğiydi. Che ile başlayıp bütün dünyaya yayılan sistem dışı ve karşıtı hareket, kendi kökleri üzerinde yeni bir akım olarak doğup gelişirken, sistem aklı ne ile karşı karşıya olduğunu biliyordu. Che’nin ve 68 gençlik hareketinin organik bir parçası, marksizmin teorik bir devamcısı olan Mezopotamya’daki bu yeni akım, Apoculuk olarak ortaya çıkıp kendini tanımladı.
Farklılıklar uyum ve zenginlik kaynağıdır
Apocu hareketin, sistemi bu kadar tehdit etmesinin akli nedenleri vardı. Apoculuk, hem devrim anlayışı, hem örgütlenme biçimi, en önemlisi de yaşam tarzıyla sistem dışılığı ifade ediyordu. Apoculuğun sistemi bu kadar tehdit etmesinin, saldırıya uğramasının bazı temel nedenlerini irdelemek ve bunu zamanında yapmak önemlidir. En doğru zaman da hiç kuşkusuz Ekim’dir.
Nedir Apoculuk? Bir hayalet mi, yoksa capcanlı bir yaşam gerçeği mi? Sistemin akıl danışmanlarının tabiriyle, “ele avuca sığmaz” bir önderliğin yarattığı, ‘akıl dışı’ bir gerçek mi? Hiç kuşkusuz Apoculuk, var oluş biçimi ve kendini üretme tarzıyla sistem için bir ‘heyula’dır. Ama sistemin dışında ve karşısında olanlar için, kendilerini içinde var edebilecekleri yeni bir dünya umududur. Böyle olmasının bazı temel nedenleri vardır.
Apoculuk, bugüne kadar erkek egemenlikli sistem tarafından oluşturulmuş akıldan farklı bir akla sahiptir. Teoride buna paradigmal farklılık deniliyor. Yani doğayı ve toplumu bilinen aklın kavrayışıyla değil, yeni bir akıl kavrayışıyla algılıyor. Uygarlık tarihi boyunca oluşturulan akıl, her şeyin merkezine insanı ve insanın merkezine de erkeği koyarak, onun dışındaki her şeyi bu merkezin çevresinde dönmeye mahkum nesneler halinde algılamayı emrediyordu. Apoculuk, çok basit bir biçimde, evrenin bütünlüklü bir aklı olduğunu, evrendeki her şeyin birbirini tamamlayan bu aklın canlı birer parçası olduğunu söyler. Bu parçalar arasındaki uyum, evrensel var oluşun nedeni, gereği ve sonucudur. Her bir parçanın bir anlamı ve var oluşsal gücü vardır. Birisini merkeze alıp diğerlerini dışında tutmak, bu ahengi ve canlılığını yok eder. Bunun için de evrendeki her şeyi kendi bütünlüğü içinde, doğru anlamak ve ona göre yaşamak elzemdir.
Önderlik, doğanın ve toplumun bir aklı olduğunu ve hiç kimsenin, bu aklın karşısında ve dışında var olamayacağını söylüyor. Doğadan ve toplumdan kopmamış akıl içinde bütün canlı gerçek, birbiriyle dayanışma ve tamamlayıcılık ilkesi içinde var olur. Birisinin diğerlerine hükmetmesi ve onu kendisine benzeştirmeye çalışması, yaşamın bu akışına terstir. Bu terslik, yaşamın tehdit edilmesini getirir. Dolayısıyla kendisini her şeyin merkezine koyup bütün bir doğa ve toplumu kendisinin hizmetine sokmaya çalışan egemenlikli erkek aklı, evrensel aklın dışına çıkmayı ifade eder. Bu anlamda ilk yapılması gereken şey, doğa ve toplumun yasalarına göre insanlığın delirme hali olan erkek egemenlikli uygarlığın aklı dışında düşünebilmeyi başarmaktır.
Toplumla ilgili sorunların çözümünü öne koyan her düşünce biçimi, öncelikle toplumu doğru görebilmeyi ve çözebilmeyi yapmak durumundadır. Toplumu bir bütünlük içinde algılamayan hiçbir aklın sağlıklı bir çözümlemeye gidebilmesi mümkün değildir. Toplumsal bütünlük ise doğa ve toplumun ilişkisinin doğru kavranması kadar, toplumun kendi iç uyum ve bütünlük yasalarını bilmeyi gerektirir. Parçalı algılama, yaklaşım ve yapılanmada da başarısızlığa neden olur.
Aslında toplum, kendi var oluş yasalarını ilk başlarda doğru görebildiği için yavaş, ama sağlıklı bir gelişim yaşamıştır. Ne zaman ki içinde yaşadığı doğal çevre ve toplumsal ilişkileri dengesiz bir biçimde yeniden yapılandırmaya kalktı ve bunun aracı ve yöntemi oluşturuldu, o zaman hem toplumda hem de doğada tahribatlara yol açmaya başladı. Toplumu çözüp, anlamaya çalışan herhangi bir düşünce sisteminin asla yapmaması gereken bu bütünlüklü algılama noktasındaki gereklilik tersine döndü o zaman parçalı algılayış ortaya çıktı ve bu nerdeyse bir yasaya dönüştü.
Sosyalizm olarak kavramlaştırdığımız toplumu çözümleme ve yeniden yapılandırma mücadelesi, esas olarak hiç de yeni bir şey değildir. Tarihteki beli başlı bütün düşünce akımları özünde toplumu çözmeyi ve yeniden örgütlemeyi amaçlamıştır. Ama bunu yaparken parçalı algılama hastalığını aşamadıklarından, toplumu büyütüp geliştirme yerine, giderek daha fazla parçalayıp çatıştırmışlardır. Bütün dinlerin, felsefelerin ve toplumsal ahlak yasalarının yaşadığı bu hastalık, günümüzde sadece toplumu değil, doğayı da tehdit eden bir tehlike haline gelmiştir. Çok fazla ayrıntılarına girmeden, hastalığın özünü parçalı algılama olarak kavramlaştırmak, bu algılama biçiminin sonuçları itibariyle, yabancılaştırıcı gerçeğini doğru ortaya koyabilmek, başlangıç açısından önemlidir. Kaldı ki bütün toplumsal sorunların kaynağı ve nedeni de bu yabancılaşmadır.
Yabancılaşma, ilk başlarda doğal sebeplerden dolayı birbirinden farklı olan insan ve insan gruplarının ortak yaşamlarında farklı işler yapmasından kaynaklı doğal farklılıkların giderek karşı karşıya getirilmesi ve çatışmasıyla başlar. Doğal bir gerçek olarak insan, kadındır, erkektir, gençtir, çocuktur ve yaşlıdır. Bu özellikler kaçınılmaz olarak farklılıkları da içinde barındırır. Ama bu farklılıklar, toplumsal var oluş açısından çatışma değil, uyum, zenginlik nedeni ve kaynağıdır. Toplumun bu farklı özelliklere sahip üyeleri, temel bazı kanunlarla bir arada ve bütünlük içinde yaşar. Bu yasaların yasası ise dayanışma ve tamamlayıcılıktır.
Toplumun doğal iş bölümünden doğan farklılıkların çatışmasıyla yasa bozuldu. Kadın, erkek olarak toplumun iki temel bileşeninin birbirini tamamlama ilişkisi yerine, birinin diğerine hükmetme ve kendi hizmetine sokmaya yönelmesiyle başlayan parçalanma, daha sonra toplumun sınıflara bölünmesine temel oldu. Bu bölünme, parçalanma ve çatışma öyle bir hal aldı ki, ancak birbiriyle var olabilen insan gerçeği, neredeyse tek tek her bireyin birbiriyle çatıştığı bir konuma geldi. Tamamlayıcılık ve dayanışma yasasının yerini, rekabet, çatışma aldı. Günümüzde, bu parçalanma ve yabancılaşma herkesi tehdit eder durumdadır. Toplum, bu rekabet ve çatışma içinde kendi varlığını tehdit eder haldedir. Ve işin daha vahimi, bu tehdidi gidermeyle kendini sorumlu gören bütün düşünce biçimleri, bu parçalanma ve yabancılaşmayı daha da derinleştirdiler. En son, yabancılaşma kavramını öğretisinin temeli haline getiren Marks bile, çözümlemesini sınıf çatışmaları üzerine kurarak, bu çatışmayı daha da derinleştiren bir düşünce sistemi oluşturmaktan kendini kurtaramadı.
Toplumsal çözümleme geliştirilirken ortaya çıkan hastalıklı bakış, toplumu yeniden örgütlemede seçilen yöntem ve araçların da aynı sonuçlara götürmesine hizmet etti. Örneğin toplum içindeki cins, sınıf ve ulus parçalanmışlıkları sorunlarına çözüm getirme iddiasıyla ortaya çıkan komünizm öğretisi, sorunların çözümünde bu parçalanmışlığın sebebi olan iktidar, devlet, zor ve şiddet aygıtlarını araç ve yöntem olarak seçince, bu çatışmayı daha da derinleştirmekten kendini kurtaramadı.
Marksizmde ortaya çıkan sorunları sadece yorum sorunları olarak algılamak hatalı bir yaklaşım olacaktır. Sorun, sadece araç ve yöntemlerin yanlış seçiminde değil, doğayı ve toplumu ele alıştadır. Marks, çözümlemesinde birçok doğru tespiti yapmış olabilir. Ama düşünce sistemi, bir bütün olarak uygarlık paradigmasının erkek egemenlikli zihniyet ve sınıflara dayalı örgütlenme gerçeğini aşamadığından, sonunda sistemi besleyen bir mezhep olmanın ötesine geçemedi. Nitekim devamcıları da bunu pratiğe geçirdiğinde, sistemin tamamlayanı haline geldiler.
Daha sonra yapılan çözümlemelerde sorunun Marks’ta değil, yorumundan kaynaklı olduğunu iddia edenler yanılıyorlardı. Sorun, Marks’ın devrim anlayışında olduğu kadar, devrim için öngördüğü şiddete ve devlete dayalı düşüncesinden kaynağını alıyordu. Bir yabancılaşma vardı, bu doğru bir tespitti. Ama yabancılaşmanın kaynağı ve dinamikleri, sadece sınıflar değildi. Yabancılaşma, önce doğaya karşı, sonra da cinslere dayalı parçalanmaya dayanıyordu. Çözümü de bu parçalanmanın nedeni olan dinamiklerin doğru örgütlenmesiyle olabilirdi.
Mevcut toplum sisteminde, bütün toplumsal kesimler sistemin şu veya bu biçimde içinde yer alıp sistemi tamamlarken, iki toplumsal dinamik bunun dışında kalmaktadır. Kadın, dışlanan ve nesneleştirilen gerçeği ile irade olarak sistemin dışında bırakılırken, gençlik de henüz zamanı gelmediğinden, sisteme dahil olamamaktadır. Dolayısıyla, bu iki toplumsal dinamik, sistem aklının dışında kalabilmektedir. Böylece sisteme ait olmayan bir akılla düşünebilme kabiliyeti taşımaktadır. Oysa sınıf, ulus, cins ve yaş kategorileri sistemin yaratımı olan ve onu besleyen kategorilerdir. Bu yaratılmışlık, sadece biçimsel ve zora dayalı bir var oluş değil, ona içerilmiş akılsal ve ruhsal bir yaratılmışlıktır.
Kendini sınıfla tanımlayan her birey, o sınıfın yaratılmış aklıyla sınırlı kalmaya kendini mahkum etmiştir. Bu açıdan, sınıf bakışı dar ve parçalı bir bakıştır. Çözen değil, çatışan ve çatıştırandır. Sorunun kaynaklarından ve çözen dinamiklerinden birisi olabilir. Ama asla, tek nedeni ve tek çözeni olamaz. Marks’ın bu konudaki tespitleri bu açıdan doğru, ama eksiktir. Bu eksikliğin yarattığı boşluklar, sistem tarafından doldurularak tersine çevrilmiştir. Oysa doğru olan, toplumsal sorunların kaynağı durumundaki bütün dinamikleri tanımlayıp bunları yeniden örgütlemek olmalıydı.
Bir diğer husus da tarihsel bakış açısındaki yanlışlıktır. Materyalizmin kaba bir yorumu olan, toplumu sadece maddi gerçeğiyle izah etme yaklaşımı, canlı bir gerçeklik olan toplumu yanlış çözümlemeyi beraberinde getirdi. Maddi gerçek kadar, bu maddi gerçeği yaratan duygu ve düşünce gücünün de hakkının verilmesi gerekir. İnsan, diğer canlılardan farklı olarak kendisini duygu ve düşünce gücüyle var etmektedir. Onu var eden temel gücü, yani düşünceyi ve duyguyu ikincil bir konumunda ele almak, hele hele maddi gerçeğin basit bir yansıması ve mahkumu olarak tanımlamak temel bir hatadır. Oysa insan, karakteri gereği, maddi gerçeği düşünce gücüyle yeniden üretebildiği için insandır. Eğer öyle olmayıp maddi gerçeğin basit bir yansıması olsaydı, zaten insan olamazdı. Dolayısıyla insanı doğa ve toplum içinde tanımlarken, önce aklıyla ve bu aklın bileşeni olan duygusu ile tanımlamak gerekir. Zaten toplumsal var oluş ve gelişim diyalektiğinin temel dinamikleri de bunlardır.
Vicdan doğuştan insanın yüreğinde bulunan bir tutam bilimdir
İnsanı geliştiren temel dinamik, maddi gerçeğe mahkum olmayan akıl ve duygu gücüdür. Bunların toplamına, maneviyat dünyası demek yanlış olmaz. İnsan, maddi dünyanın dışında yarattığı manevi dünyayla insan olmuşsa eğer, bundan sonraki gelişiminde de bu dünyasını geliştirerek büyüyebilir. Bu manevi dünya, insanı sürekli özgürleşmeye çağıran; doğrunun, adaletin, uyumun ve güzelin arayıcısı olan içsel bir toplumsal ahlak yaratmıştır. Bu ahlakın yasalarıdır insanı sürekli büyüten ve bir arada tutan. Bu ahlak, doğa ve toplumla ilişkilerinde, egemenlik ve çatışma yerine, uyum ve birleştiriciliği emreden yasalarla işler. Yazılı değildir. Hatta çoğu zaman dile bile getirilmez. Ama insanın içinde içsel bir yasalar bütünlüğü olarak kendisini sürekli hissettirir. Buna vicdan diyoruz. Sadece maddi gerçeği algılayıp bu gerçeği kendi çıkarları doğrultusunda düzenleme yeteneği olan analitik akıl, vicdan denilen ve daha çok insanın güzele ve doğruya yönelimli duygu dünyasını dışlayan bir karaktere sahiptir. Oysa ilk toplumsallaşma, bu ikinci akıl tarafında yaratılmıştır.
İnsanın doğruluk ve güzellik yönelimli vicdanı ve içsel yasaları olan ahlaka doğru anlam vermeyen herhangi bir düşünsel öğretinin, güzel ve doğru bir toplum yaratması beklenemez. Sistemin aklı, vicdanlı olmayı ‘ahmaklık’, ahlaklı olmayı ise ‘gerilik’ olarak adlandırıp mahkum etmiştir. İşte tam bu noktada, sistemin mahkumiyetlerini aşamayan herhangi bir düşünce biçimi ve hareket tarzı, bu sistem karşısında gerçekten devrimci olamaz. Bugüne kadar bu iddiayla yola çıkan birçok insan, bu mahkumiyetlerin tuzaklarında boğulmuştur.
Doğayı ve toplumu doğru hissetmek yetmez. Bütün toplum tarihi boyunca birçok insan, ahlak ve vicdanıyla sistemin karşısına dikilmiştir. Ancak, sadece güzel bir ahlak ve doğru bir vicdanla toplumun değiştirilebileceği inancı da başka bir tuzaktır. Kendini analitik aklın yarattığı mekanizmalarla koruma altına almış sistemi doğru analiz etmeden ve onun karşısında, kendi alternatif mekanizmalarını ve sistemlerini oluşturmadan, bu sistemi aşmak mümkün değildir.
Sistemin, toplumu yönetip yönlendirme mekanizmalarına siyaset deniliyor. Siyasetten kopuk bir ahlakilik ve vicdan, sonuçları itibariyle bir biçimde sistemin mezhebi veya yedeği haline getirilmektedir. En iyi niyetli çabalar bile sistemin hizmetine girerken, bu noktalarda tuzağa düşmemek için vicdan ve ahlak kadar, insanın yaratılmış toplumsal aklı da algılayan ve aşabilen bir düşünce gücü, buna denk düşen toplumsal mekanizmaları yaratmak, devrim ve devrimci için yaşamsal bir anlama sahiptir. Önderlik bunu, “doğru bir politikayla buluşmayan bir ahlak, aldatmacalarla doludur” diyerek ifade etmektedir.
Günümüz toplumsal gerçeğinde, kapitalist sistemin yarattığı en büyük tehlike, ahlaksız toplum ve vicdansız bireydir. Toplumu, güzele ve doğruya yönelten özgürlük bilinci olarak ahlak yasaları, toplumsal var oluşun özü ve nedenidir. Ahlakı yok etmek, toplumu yok etmektir. Bu açıdan, toplumsal devrim yapma iddiasında olan her düşünce biçimi, toplumsal ahlaka gerekli anlamı biçmeden devrim yapamaz. Önderlik, ahlak devriminden bahsederken, bunu sadece güzel duyguların dile getirilmesi olarak değil, toplumsal gelişim yasalarının emrine dikkat çekerek, derin bir tarih bilinciyle bu kavramlaştırmayı yapmaktadır.
Vicdan devriminden bahsederken de vicdansız bireyin, topluma yabancılaşmış gerçeğinin yarattığı büyük tehlikeye dikkat çekmektedir. İnsanın insan kurdu olduğu bir toplumsal gerçeğin temel nedeni, vicdansız insan gerçeğidir. Ve vicdan, salt, iyi niyetler ve güzel duygulardan ibaret değildir. Derin bir toplumsal bilincin içsel bir tezahürüdür. Victor Hugo, Sefiller adlı eserinde “vicdan, doğuştan insanın yüreğinde bulunan bir tutam bilimdir” derken, bunu kastediyordu. Kendisini bütün insanlara karşı derin bir sorumluluk duygusuyla bağlı hissetmeyen bir insanın, herhangi bir biçimde toplumu iyiye ve güzele yöneltmesi mümkün değildir. Bu açıdan, vicdan devrimi, en acil toplumsal devrim ihtiyacıdır.
Ekim ayı, ayaklanan insan ahlakı ve vicdanının son yüzyıldaki sesinin yankılarını taşıyor. Rus kışının Ekim’inde sokaklara taşan milyonlar, sadece ahlaksızlığa baş kaldırıyorlardı. Arjantin’den Küba’ya, Küba’dan Bolivya’ya uzanan yolculukta Che’yi çağıran ses, hiç kuşkusuz vicdanın sesiydi. Mezopotamya’da, Ekim tuzakları kuranlar, en çok korktukları sesi boğmak istiyorlardı. Bu ses, kazanacak olan ahlaklı insanın vicdanının sesiydi.