7 Haziran 2025 Cumartesi
Sonuç Bulunamadı
Tüm Sonuçları Gör
YIL:44 / SAYI: 521 / MAYIS 2025
SERXWEBÛN | JI SERXWEBÛN Û AZADIYÊ BI RÛMETTIR TIŞTEK NÎNE
  • ANASAYFA
  • TÜM YAZILAR
  • ÖNDERLİK
  • SERXWEBÛN
  • SERXWEBÛN KURDÎ
  • BERXWEDAN
  • ÖZEL SAYILAR
    • BERXWEDAN ÖZEL SAYILAR
    • SERXWEBÛN ÖZEL SAYILAR
  • DOSYALAR
    • ŞEHİTLER ALBÜMÜ
    • KİTAPLAR
    • TAKVİMLER
  • FOTO GALERİ
    • ÖNDERLİK
    • GERİLLA
    • HALK
  • ANASAYFA
  • TÜM YAZILAR
  • ÖNDERLİK
  • SERXWEBÛN
  • SERXWEBÛN KURDÎ
  • BERXWEDAN
  • ÖZEL SAYILAR
    • BERXWEDAN ÖZEL SAYILAR
    • SERXWEBÛN ÖZEL SAYILAR
  • DOSYALAR
    • ŞEHİTLER ALBÜMÜ
    • KİTAPLAR
    • TAKVİMLER
  • FOTO GALERİ
    • ÖNDERLİK
    • GERİLLA
    • HALK
Sonuç Bulunamadı
Tüm Sonuçları Gör
SERXWEBÛN | JI SERXWEBÛN Û AZADIYÊ BI RÛMETTIR TIŞTEK NÎNE
Anasayfa YAZILAR

COMANDANTE CHE GUEVARA

Bir he­yu­la do­la­şı­yor” di­yor­du Karl Marks 19. yüz­yı­lın ikin­ci ya­rı­sın­da, 1848’de yazdığı Ko­mü­nist Ma­ni­fes­to’da Av­ru­pa’nın üze­rin­de bir he­yu­la­nın do­laş­tı­ğını, bu he­yu­layı ‘ko­mü­nizm’ ola­rak ta­nım­lı­yor ve ko­mü­niz­min ‘kı­ta dev­ri­mi’ bi­çi­min­de Av­ru­pa’dan baş­la­yıp bü­tün dün­yayı hükmü al­tı­na ala­ca­ğını ön­gö­rü­yor­du. 1871’in Pa­ri­s’inde, ko­mün­cü­ler Pa­ris’i ele ge­çi­rip ko­mün­le­ri­ni kur­ma­ya baş­la­dık­la­rın­da, her­kes, dün­ya dev­ri­mi­nin baş­la­dı­ğını san­mıştı.

COMANDANTE CHE GUEVARA

Ko­mü­nist­ler, se­vinç­le Pa­ris’e ak­mış­lardı. Oy­sa Prus­ya or­du­la­rı­nın da des­te­ğiy­le da­ha ye­ni ik­ti­da­rın ta­dını almış olan Fran­sız bur­ju­va­zi­si, ko­mün­cü­le­ri ez­di. Pa­ris so­kak­la­rın­da kı­sa sü­re­li bir ge­zin­ti ya­pan ‘ko­mü­niz­min he­yu­la­sı’nı, baş­ta Fran­sız bur­ju­va­zi­si ol­mak üze­re bü­tün Av­ru­pa bur­ju­va­zi­si kor­kuy­la bir ara­ya ge­lip acı­ma­sız­ca, bin­ler­ce yıl­dır ik­ti­da­rın zul­mün­de iyi­ce güç­ten dü­şü­rülmüş bu ‘ayak ta­kı­mı’nı kan­da boğ­du­lar. Marks’ın bun­dan çı­kardığı so­nuç, ege­men sı­nı­fın ik­ti­dar ay­gıtı olan dev­le­ti par­ça­la­yıp ye­ri­ne pro­le­tar­ya­nın dik­ta­tör­lü­ğünü kur­mak ol­du.

 

1917 Eki­mi’nde, 20.yüz­yı­lın mark­siz­mi­nin ku­ru­cu­su ve ör­güt­len­me­de bir de­ha olan Le­nin ön­der­li­ğin­de, bu öğ­re­ti­nin ilk uy­gu­la­ması ha­ya­ta ge­çi­ril­di. Ta­ri­he, Ekim Dev­ri­mi ola­rak ge­çen, ta­ri­hin en et­ki­li top­lum­sal alt üst oluş­la­rı­na yol açan bu dev­rim, ken­di za­ma­nı­nın ko­mü­nist­le­ri ta­ra­fın­dan, ‘ha­ya­let’in Rus­ya’da or­ta­ya çık­ması ola­rak yo­rum­la­nı­yor­du. Av­ru­pa’da bir gö­rü­nüp bir yok olan ko­mü­nizm he­yu­lası, bü­tün hey­be­tiy­le, Rus kı­şı­nın don­du­ru­cu so­ğu­ğun­da, ege­men sı­nıf­la­rın tit­re­yiş­le­ri­ne te­bes­süm­le ba­ka­rak do­la­şı­yor­du. Dev­ri­min yönü de­ğiş­miş­ti. Ar­tık Av­ru­pa’dan dün­ya­ya ya­yı­lan dün­ya dev­ri­mi te­o­ri­le­ri, ‘en za­yıf hal­ka’dan ko­pa­rı­la­cak olan sis­tem, Av­ru­pa’yı da ku­şa­ta­rak, dev­ri­min ger­çek­le­şe­ce­ği te­o­ri­le­ri­ne ye­ri­ni bı­ra­kı­yor­du. Bu­nun için Marks’ın “dün­ya­nın bü­tün iş­çi­le­ri bir­le­şin!” slo­ganı, “dün­ya­nın bü­tün iş­çi­le­ri ve halk­ları bir­le­şin!” slo­ga­nı­na dö­nüştü. Ha­ya­let gi­de­rek bü­yü­yor ve her yer­de kor­ku­su­nu his­set­ti­ri­yor­du.

 

Rus Eki­mi’nde or­ta­ya çı­kan ha­ya­let yö­nünü Av­ru­pa’ya çe­vi­rin­ce, Av­ru­pa, onun kar­şı­sı­na hiç de ha­ya­let ol­ma­yan, ken­di ca­na­va­rını çı­kardı. İk­ti­da­rın, dev­let ola­rak cisimleş­me­si­nin en kanlı ve zu­lüm­kar bi­çi­mi olan bu ca­na­va­rın adı fa­şizm­di. Ha­ya­let­ler­le kor­ku­tu­la­rak yö­ne­til­me­ye alış­tı­rılmış sı­nıf­la­rın, ha­ya­let ya­rat­ma us­tası olan sı­nıf­lar kar­şı­sın­da da­ha güçlü ol­ma­ları, uy­gar­lık ta­ri­hi­nin di­ya­lek­ti­ği­ne ay­kı­rıydı. So­run, ik­ti­dar ya­rat­mak ve ik­ti­dar ol­mak olun­ca, el­bet­te işin us­tası olan­lar, ya­ni er­kek ege­men­lik­li uy­gar­lı­ğın sa­hip­le­ri, ik­ti­dar­la­rını kap­tır­ma­ma­nın ted­bir­le­ri­ni ala­caktı. Böy­le­ce Av­ru­pa, Do­ğu’dan ken­di­si­ni teh­dit eden ‘ha­ya­let’e karşı fa­şizm du­va­rını öre­rek, ken­di­ni ko­ru­ma­ya aldı. O za­man dev­rim, yi­ne yön de­ğiş­tir­di. Ba­tı’ya gi­de­mi­yor­sa Do­ğu’ya gi­de­cek­ti. Ön­ce Çin, son­ra As­ya’nın bir­çok iri­li ufaklı ül­ke­si, son­ra da Af­ri­ka’da pe­şi sı­ra bir­çok dev­rim ger­çek­leş­ti. Ko­mü­nist­ler, Ekim’le baş­la­yıp dün­yayı sa­ran ha­ya­let­le­riy­le se­vi­ne dur­sun­lar, ya­rattığı ca­na­va­rın kor­kunç­lu­ğu kar­şı­sın­da ken­di­si bi­le kor­ku­ya ka­pı­lan Av­ru­pa, ha­ya­let ve ca­na­var hi­ka­ye­le­ri ye­ri­ne, ye­ni ma­sal­lar uy­dur­ma­ya baş­ladı. Ye­ni slo­gan “kor­kuy­la sin­di­re­mi­yor­san, ma­sal­la uyut” ol­du. Ma­sa­lın adı, ön­ce li­be­ra­lizm, de­mok­ra­si ve in­san hak­la­rıydı, son­ra post­mo­der­nizm, glo­ba­lizm ve neo li­be­ra­lizm ol­du.

 

Devrimcinin işi iktidar kurmak değil

 

Av­ru­pa, As­ya ve Af­ri­ka ha­ya­let ve ca­na­var hi­ka­ye­le­riy­le uğ­ra­şa dur­sun, ok­ya­nu­sun or­ta­sın­da en sev­gi­li mi­sa­fir­le­rin­den bi­ri­si olan Che’nin, sev­di­ği ben­zet­mey­le, bir tim­sa­ha ben­ze­yen o kü­çük ada­da, farklı bir ruh­la, ye­ni bir dev­rim ya­pıldı. Dev­ri­me ru­hu­nu ve­ren Che Gu­e­ve­ra, dev­ri­min hiç de bir ha­ya­let ol­ma­dı­ğını, ağ­zın­da pu­ro­suy­la, başındaki kı­zıl yıl­dızlı be­re­si ve pı­rıl pı­rıl gü­len yü­züy­le her­ke­se gös­te­ri­yor­du. Dev­ri­min, ye­ni sı­nıf­lar ve ye­ni sı­nır­lar ya­rat­mak de­ğil, bü­tün sı­nır­ları ve sı­nıf­ları aş­mak ol­du­ğu­na ina­nı­yor­du. Dün­ya­da ye­te­rin­ce dev­let sı­nırı ve ege­men sı­nıf vardı. So­run, bun­ları ye­ni­den baş­ka ad­lar­la üret­mek de­ğil, an­lam­sız­laş­tı­rıp aş­maktı. Bu da an­cak, her dev­rim­ci­nin ön­ce­lik­le ik­ti­darı ken­din­de bi­ti­rip sı­nır­ları ken­di­si­nin aş­ma­sıy­la ger­çek­leş­ti­ri­le­bi­lir­di. Ve dev­rim­ci, bu­nu söz­le de­ğil, ya­şa­mıy­la or­ta­ya ko­yan in­san ol­mak du­ru­mun­daydı. Bu­nu bi­len Che, doğ­du­ğu ül­ke­si Ar­jan­tin’den kal­kıp Kü­ba’ya git­ti, dev­ri­me ka­tıldı. Dev­rim­den son­ra olu­şan ik­ti­da­rın en güçlü mev­ki­le­ri­ni bı­ra­ka­rak, Bo­liv­ya’da dev­rim yap­ma­ya git­ti. Dev­rim­ci­nin işi, ik­ti­dar kur­mak de­ğil, bü­tün ik­ti­dar­ları yer­le bir eden dev­rim­ler yap­maktı. Che dev­rim­ciy­di ve işi­ni en iyi ya­pa­bi­le­ce­ği­ne inandığı ye­ni dev­rim top­rak­la­rı­na doğ­ru yo­la çıktı.

 

Che Bo­liv­ya’ya doğ­ru yo­la çı­kar­ken, ge­ri­de bı­rak­tık­la­rı­na yazdığı bir mek­tup­ta duy­gu­la­rını, “ro­si­nan­te­nin sağ­rı­la­rını his­se­di­yo­rum to­puk­la­rı­mın al­tın­da,” di­ye­rek di­le ge­ti­ri­yor­du. Her ta­rafı sı­nır­lar­la çev­ril­miş ve her sı­nı­rın için­de bin bir ik­ti­dar bi­çi­mi­nin ku­ru­lu ol­du­ğu bu dün­ya ger­çe­ği kar­şı­sın­da, eğer yel de­ğir­men­le­ri­ne karşı mız­rağı ve cı­lız atı ro­si­nan­tenin sır­tın­da sa­va­şa­cak ka­dar de­li ve ço­cuk bir yü­re­ği ta­şı­mı­yor­sa­nız, bir nok­ta­dan son­ra bu sı­nır­la­ra ta­kı­lıp tö­kez­le­me­niz ya da bin bir mas­key­le ken­di­ni giz­le­yen ik­ti­da­rın çe­ki­ci­li­ği­ne ken­di­ni­zi kap­tır­ma­dan dev­rim­ci­li­ği­ni­zi sür­dür­me­niz müm­kün de­ğil. İn­san­lık, Che ile bir­lik­te ha­ya­let­ler ve ca­na­var­lar dün­ya­sın­da, ik­ti­da­ra karşı, an­cak hiç­bir kor­ku­yu ve hiç­bir ayar­tı­cılığı ta­nı­ma­yan ço­cuk yü­re­ğiy­le dev­rim­ci olu­na­bi­le­ce­ği­ni gördü ve te­bes­süm eden bu ço­cu­ğu­nu sev­giy­le yü­re­ği­ne nak­şet­ti.

 

Dev­rim­ci Che, ye­ni dev­ri­mi­nin top­rağı ola­rak gördüğü Bo­liv­ya’nın Eki­mi’nde, ik­ti­dar sa­hip­le­ri­nin de­rin bir kor­kuy­la yü­rüt­tük­le­ri bir ope­ras­yon­da ya­ka­la­nıp kat­le­dil­di. Ca­na­var, bu se­fer ken­di­sin­den hiç­bir kor­ku­su ol­ma­yan bir dev­rim­ci­yi kat­le­de­rek dev­ri­mi bi­tir­di­ği­ni sandı. Oy­sa da­ha ön­ce ken­di­si­ni ‘he­yu­la’ ola­rak ta­nım­la­yıp kur­du­ğu pro­le­ter­ya dik­ta­tör­lük­le­ri, halk cum­hu­ri­yet­le­ri ve Sov­yet dev­let­le­riy­le ha­bi­re sı­nır­lar ve ik­ti­dar­lar ku­ran ko­mü­nizm öğ­re­ti­si, esas ola­rak Che ile dev­rim­ci kim­li­ği­ni bul­du. Ve o Ekim gü­nün­den son­ra, bir ha­ya­let do­laş­ma­ya baş­ladı bü­tün dün­ya­da. Başında kı­zıl yıl­dızlı be­re­si ve pı­rıl pı­rıl te­bes­sü­müy­le, ku­ru­lu sis­tem­ler kar­şı­sın­da ger­çek­ten sı­nır­la­rın ve sı­nıf­la­rın ol­madığı bir dün­ya ya­rat­ma ha­ya­li­ni ger­çek­leş­tir­mek için yo­la çı­kan Che, eğer ‘he­yu­la’ ola­rak ta­nım­la­na­cak­sa, ger­çek­ten de hiç­bir sı­nı­rın önünü tu­ta­ma­ya­cağı ka­dar ge­niş bir coğ­raf­ya­da, res­mi ve ru­huy­la gir­me­di­ği top­rak, yer edin­me­di­ği yü­rek bı­rak­madı.

 

Rus Eki­mi’nde bir ha­ya­let gi­bi or­ta­ya çı­kıp son­ra ken­di ço­cuk­la­rını ve ken­di­si­ni yi­yen dev­rim, bir Bo­liv­ya Eki­mi’nde, bu se­fer ger­çek kim­li­ği, ru­hu ve adıy­la ye­ni­den do­laş­ma­ya baş­ladı. İk­ti­dar sa­hip­le­ri, kar­şı­la­rı­na çı­ka­rı­lan her türlü ik­ti­dar bi­çi­miy­le bir şe­kil­de mü­ca­de­le edip onu ya ken­di­si­ne ben­zeş­ti­rir ya da en kor­kunç sa­vaş­lar­la alt eder­ken, ge­ri­de, bir in­sa­nın en gü­zel duy­gu­la­rını di­le ge­tir­di­ği bir gün­lük, te­bes­süm­le be­zen­miş bir re­sim ve evi­ni hiç­lik üze­ri­ne ku­ra­rak bü­tün dün­yayı evi ya­pan bir dev­rim­ci­nin, dev­rim­de, dev­rim­ci­lik­te dev­rim ya­pan Che’ye karşı ya­pa­bi­le­ce­ği hiç­bir şey yok­tu.

 

Che, bir dev­le­ti ve or­du­su ol­ma­dan, tek ba­şı­na, hiç­bir sı­nır ta­nı­ma­dan, ku­ru­lu sis­tem kar­şı­sın­da ger­çek­ten bir he­yu­la­ya dö­nü­şür­ken, özün­de in­san­la­ra hük­met­me­nin adı olan, yü­rek­ler­de ve be­yin­ler­de ya­ra­tı­lan bü­tün ha­ya­let­le­ri te­bes­sü­müy­le da­ğı­ta­rak, he­sap­sız­ca, dün­ya­nın ne­re­sin­de bir in­sa­nın yü­zü­ne bir to­kat vu­rul­sa, onun acı­sını yü­zün­de du­yan bir ruh­la dev­ri­min ve dev­rim­ci­li­ğin adı ol­du.

 

As­lın­da Che ile baş­la­yıp 68 genç­lik ha­re­ke­tiy­le zir­ve­ye ula­şan dev­rim­ci­lik an­layışı, adı ne olur­sa ol­sun ege­men­lik­li sis­te­mi aş­ma­ya ça­lı­şan dev­rim­ci ha­re­ket­le­rin, sis­tem kar­şı­sın­da ve sis­te­min dı­şın­da ka­la­rak, top­lu­mu de­ğiş­tir­me ça­ba­la­rın­da önem­li bir ge­çiş ev­re­si­ni ifa­de et­mek­tey­di. Dev­le­te, ik­ti­da­ra ve gi­de­rek bü­tün top­lu­ma iç­sel­leş­ti­ril­miş olan, her türlü ege­men­lik zih­ni­ye­ti­ne karşı ge­li­şen bu dev­rim­ci­lik an­layışı, he­nüz ol­gun­laş­mamış da ol­sa ger­çek bir dev­ri­mi ifa­de edi­yor­du.

 

Baş­lan­gı­cın­dan gü­nü­mü­ze ka­dar er­kek ege­men­lik­li uy­gar­lık sis­te­mi, top­lu­mu bey­nin­den yü­re­ği­ne ka­dar çok de­rin bir bi­çim­de ege­men­lik al­tı­na al­mayı ba­şar­mıştı. Ege­men­lik, ik­ti­dar ve onun araç­ları olan dev­let ve zor araç­ları top­lum için çe­ki­ci ha­le ge­ti­ril­miş­ti. Sis­tem, ken­di­si­ni ön­ce top­lu­mun dı­şın­da ör­güt­le­miş, ar­dın­dan gi­de­rek top­lu­mu içi­ne almış, her­ke­si bir bi­çim­de ken­di sis­te­mi­nin hiz­me­ti­ne sok­mayı ba­şa­ra­bil­miş­ti. Pey­gam­ber­ler­den fi­lo­zof­la­ra, ta­ri­kat ve mez­hep­ler­den sı­nıf dev­rim­ci­li­ği adı­na yo­la çı­kan dev­rim­ci­le­re ka­dar, sis­tem kar­şıtı ol­ma id­di­a­sın­da olan bir­çok ki­şi ve ha­re­ket dü­şün­ce­de ve ruh­ta sis­te­mi aşa­ma­dı­ğın­dan, so­nuç iti­ba­riy­le sis­te­min ye­de­ği, mez­he­bi ol­mak­tan ken­di­ni kur­ta­ra­ma­mış­tır. Bu­nun te­mel ne­de­ni, sis­te­min ken­di­si­ni bir ‘akıl’ ola­rak top­lu­ma içer­miş ol­ma­sıy­la il­gi­li­dir. Ege­men­lik ve ik­ti­dar, top­lu­mun aklı ha­li­ne gel­miş­ti. İk­ti­dar­sız­lık, top­lum­sal ah­lak ta­ra­fın­dan bi­le ke­li­me­nin bü­tün an­lam­la­rıy­la top­lum dışı kal­ma an­la­mı­na ge­li­yor­du. İk­ti­da­rın ve bu­nun araç­ları olan dev­let ve sa­va­şın yö­rün­ge­si­ne gir­me­yen, bu­na hiz­met et­me­yen ya da bu­nu ele ge­çir­mek için sis­te­mi ol­ma­yan her­kes akıl­sız ve de­li ola­rak gö­rü­lüp top­lum dışı kı­lın­mıştı. Ger­çek­ten de top­lum ak­lıy­la mev­cut ege­men­lik­li top­lu­mu aş­mak müm­kün de­ğil­di. Bu akıl, ken­di­si­ni tan­rı­sal akıl, res­mi dev­let aklı ve ken­di çı­kar­la­rı­na tap­ma aklı ola­rak ‘pa­ra eden akıl’ bi­çi­min­de ifa­de­le­re ka­vuş­tur­sa da özün­de, han­gi araç ve yön­tem­le olur­sa ol­sun, in­san, do­ğa ve top­lum üze­rin­de ta­hak­küm kur­mayı em­re­di­yor­du. Bu ak­la karşı çı­ka­bil­mek için ‘de­li’, çıl­gın ol­mak ge­re­ki­yor­du.

 

Che’yi dev­rim­ci ya­pan, sis­tem ak­lını ka­bul et­me­miş ol­ma­sı­dır

 

Che’nin sem­bolü ol­du­ğu genç­lik ha­re­ke­ti ve onun­la bir­lik­te er­kek ege­men­lik­li sis­te­mi en güçlü hal­ka­sın­dan kı­ra­cak olan ka­dın öz­gür­lük bi­lin­ci ve ha­re­ke­ti­nin aynı dö­nem­de fi­liz­len­me­si, bo­şu­na de­ğil­dir. Ka­dın, za­ten ‘saçı uzun, aklı kı­sa’ ilan edil­miş­tir. Ya­ni top­lum­sal ak­lın ik­ti­dar­sız ve onun ak­lı­na sa­hip ol­ma­yan var­lı­ğı­dır. Genç­lik ise adı üze­rin­de, ‘de­li kan­lı’, ‘aklı bir karış ha­va­da’ ola­rak ta­nım­la­nı­yor­du. Do­ğal ola­rak sis­te­min için­de­ki­ler, sis­te­min ak­lıy­la dü­şü­nen­ler sis­te­min ken­di­si­ni ifa­de eder­ken, bu­nun dı­şın­da­ki­ler sis­te­min eh­li­leş­ti­ril­me­si, ta­hak­küm al­tı­na alın­ması ge­re­ken akıl­sız, de­li ke­si­mi­ni ifa­de edi­yor­du. Che’yi dev­rim­ci ya­pan, sis­tem ak­lını ka­bul et­me­miş ol­ma­sı­dır.

 

Bu­nun da öte­sin­de ya­şamı ve ey­le­miy­le bu sis­te­min kar­şı­sın­da du­ra­bil­miş ol­ma­sı­dır. Sis­tem, ken­di ak­lını ka­bul et­me­yen bu in­sanı ‘de­li ve çıl­gın’ ola­rak ad­lan­dır­mak­ta hak­lıydı. Da­ha da önem­li­si, hem Che’nin hem de O’nun sem­bo­li­ze et­ti­ği ye­ni top­lum­sal ha­re­ket, ‘de­li ve çıl­gın’ ol­mayı özüm­se­ye­rek, ken­di­si­ni var et­mek­ten hiç go­cun­madı. Ön­ce, bi­li­nen ha­kim top­lum­sal öl­çü­le­rin dı­şın­da ve kar­şı­sın­da bir tep­ki ola­rak ‘çıl­gın­lık gös­te­ri­le­ri’yle or­ta­ya çı­kan bu dı­şın­da­lık ve kar­şıt­lık, gi­de­rek bi­linç­li ve ör­gütlü bir hal al­ma­ya baş­ladı. Sis­tem, ken­di aklı kar­şı­sın­da ye­ni bir akıl ve özel­lik­le ken­di­si­nin bir ruh ola­rak top­lu­ma içer­di­ği ruh kar­şı­sın­da ye­ni bir ru­hun to­hum­lan­dı­ğını gör­dü­ğün­de, da­ha to­hum­luk aşa­ma­sın­da bu­nun top­ra­ğını ze­hir­le­ye­rek, ilk fi­liz­le­ri­ni kı­rım­dan ge­çi­re­rek önünü al­ma­ya ça­lı­şı­yor­du. Che, Bo­liv­ya Eki­mi’nde bu kı­rım­dan na­si­bi­ni alan ilk fi­liz ol­du. Sis­te­min ezi­len­le­ri ve dış­la­nan­ları, sis­tem dı­şın­da ve kar­şı­sın­da ken­di­le­ri­ni var et­me­nin ara­yı­şın­da ha­re­ke­te geç­miş­ti bir se­fer.

 

Ta­ri­hin de­rin­lik­le­rin­de sap­kın, di­va­ne, de­li ola­rak ta­nım­la­nan­lar, ‘mo­dern za­man­lar’da ön­ce bir ‘he­yu­la’ ola­rak ken­di­le­ri­ni ta­nım­la­yıp sis­te­min en gör­kem­li akıl mer­kez­le­rin­de, akıl ça­ğı­nın sem­bolü olan Pa­ris so­kak­la­rın­da do­laş­tı­lar. Ezil­di­ler, ama Rus Eki­mi’nin bü­tün ya­şamı don­du­ran so­ğuk cad­de­le­rin­de kı­zıl bay­rak­la­rıy­la de­li­ce dö­kül­dü­ler so­kak­la­ra. Son­ra, kı­ta kı­ta, ül­ke ül­ke, şe­hir şe­hir dol­dur­du­lar mey­dan­ları. Ege­men­ler bu­na, ‘top­lum­sal de­lir­me’ de­di­ler. Ama sis­tem, ak­lını on­la­ra ha­kim kıl­mayı ba­şardı. Gi­de­rek akıl­lan­dı­lar ve sis­te­min bir par­çası ol­du­lar.

 

Her ne ka­dar mev­cut ege­men­lik­li sis­te­mi aş­ma id­di­a­sıy­la yo­la çık­sa­lar da özel­lik­le dev­let, ik­ti­dar ve pa­ra kar­şı­sın­da ken­di sis­tem­le­ri­ni oluş­tu­ra­cak ol­gun­luk­ta ol­ma­dık­la­rın­dan, sis­te­min ak­lı­nın hiz­me­ti­ne gir­mek­ten ken­di­le­ri­ni kur­ta­ra­ma­dı­lar. En önem­li yan­ları, sis­tem aklı dı­şın­da ol­mayı bir ter­cih ola­rak be­nim­se­miş, ak­lın dı­şın­da ve kar­şı­sın­da du­ru­la­bi­le­ce­ği­ni gös­ter­miş ol­ma­la­rı­dır. Bu ‘akıl dı­şı­lık’ ken­di ak­lını el­bet­te ya­ra­ta­caktı. Bu­nu ki­min ne­re­de ya­pa­cağı ise ta­ri­hin baş­lan­gı­cın­da giz­liy­di. Ta­rih ne­re­de ve na­sıl baş­la­mış­sa, ora­da öy­le bi­te­cek­ti. Ora­da öy­le bit­me­ye şart­lan­mıştı.

 

Ken­di­si­nin top­rağı olan Me­zo­po­tam­ya’da ken­di ‘eve­li­nin ak­lı’yla karşı kar­şı­ya ka­lın­ca en şid­det­li bi­çim­de yö­nel­me­si, sis­tem ak­lı­nın ge­re­ğiy­di. Che ile baş­la­yıp bü­tün dün­ya­ya ya­yı­lan sis­tem dışı ve kar­şıtı ha­re­ket, ken­di kök­le­ri üze­rin­de ye­ni bir akım ola­rak do­ğup ge­li­şir­ken, sis­tem aklı ne ile karşı kar­şı­ya ol­du­ğu­nu bi­li­yor­du. Che’nin ve 68 genç­lik ha­re­ke­ti­nin or­ga­nik bir par­çası, mark­siz­min te­o­rik bir de­vam­cısı olan Me­zo­po­tam­ya’da­ki bu ye­ni akım, Apo­cu­luk ola­rak or­ta­ya çı­kıp ken­di­ni ta­nım­ladı.

 

Farklılıklar uyum ve zenginlik kaynağıdır

 

Apo­cu ha­re­ke­tin, sis­te­mi bu ka­dar teh­dit et­me­si­nin ak­li ne­den­le­ri vardı. Apo­cu­luk, hem dev­rim an­layışı, hem ör­güt­len­me bi­çi­mi, en önem­li­si de ya­şam tar­zıy­la sis­tem dı­şılığı ifa­de edi­yor­du. Apo­cu­lu­ğun sis­te­mi bu ka­dar teh­dit et­me­si­nin, sal­dı­rı­ya uğ­ra­ma­sı­nın bazı te­mel ne­den­le­ri­ni ir­de­le­mek ve bu­nu za­ma­nın­da yap­mak önem­li­dir. En doğ­ru za­man da hiç kuş­ku­suz Ekim­’dir.

 

Ne­dir Apo­cu­luk? Bir ha­ya­let mi, yok­sa cap­canlı bir ya­şam ger­çe­ği mi? Sis­te­min akıl da­nış­man­la­rı­nın ta­bi­riy­le, “ele avu­ca sığ­maz” bir ön­der­li­ğin ya­rattığı, ‘akıl dı­şı’ bir ger­çek mi? Hiç kuş­ku­suz Apo­cu­luk, va­r o­luş bi­çi­mi ve ken­di­ni üret­me tar­zıy­la sis­tem için bir ‘he­yu­la’dır. Ama sis­te­min dı­şın­da ve kar­şı­sın­da olan­lar için, ken­di­le­ri­ni için­de var ede­bi­le­cek­le­ri ye­ni bir dün­ya umu­du­dur. Böy­le ol­ma­sı­nın bazı te­mel ne­den­le­ri var­dır.

 

Apo­cu­luk, bu­gü­ne ka­dar er­kek ege­men­lik­li sis­tem ta­ra­fın­dan oluş­tu­rul­muş akıl­dan farklı bir ak­la sa­hip­tir. Te­o­ri­de bu­na pa­ra­dig­mal fark­lı­lık de­ni­li­yor. Ya­ni do­ğayı ve top­lu­mu bi­li­nen ak­lın kav­ra­yı­şıy­la de­ğil, ye­ni bir akıl kav­ra­yı­şıy­la al­gı­lı­yor. Uy­gar­lık ta­ri­hi bo­yun­ca oluş­tu­ru­lan akıl, her şe­yin mer­ke­zi­ne in­sanı ve in­sa­nın mer­ke­zi­ne de er­ke­ği ko­ya­rak, onun dı­şın­da­ki her şe­yi bu mer­ke­zin çev­re­sin­de dön­me­ye mah­kum nes­ne­ler ha­lin­de al­gı­la­mayı em­re­di­yor­du. Apo­cu­luk, çok ba­sit bir bi­çim­de, ev­re­nin bü­tün­lüklü bir aklı ol­du­ğu­nu, ev­ren­de­ki her şe­yin bir­bi­ri­ni ta­mam­la­yan bu ak­lın canlı bi­rer par­çası ol­du­ğu­nu söy­ler. Bu par­ça­lar ara­sın­da­ki uyum, ev­ren­sel va­r o­lu­şun ne­de­ni, ge­re­ği ve so­nu­cu­dur. Her bir par­ça­nın bir an­lamı ve va­r o­luş­sal gücü var­dır. Bi­ri­si­ni mer­ke­ze alıp di­ğer­le­ri­ni dı­şın­da tut­mak, bu ahen­gi ve can­lı­lı­ğını yok eder. Bu­nun için de ev­ren­de­ki her şe­yi ken­di bü­tünlüğü için­de, doğ­ru an­la­mak ve ona gö­re ya­şa­mak el­zem­dir.

 

Ön­der­lik, do­ğa­nın ve top­lu­mun bir aklı ol­du­ğu­nu ve hiç kim­se­nin, bu ak­lın kar­şı­sın­da ve dı­şın­da va­r o­la­ma­ya­ca­ğını söy­lü­yor. Do­ğa­dan ve top­lum­dan kop­mamış akıl için­de bü­tün canlı ger­çek, bir­bi­riy­le da­ya­nış­ma ve ta­mam­la­yı­cı­lık il­ke­si için­de va­r o­lur. Bi­ri­si­nin di­ğer­le­ri­ne hük­met­me­si ve onu ken­di­si­ne ben­zeş­tir­me­ye ça­lış­ması, ya­şa­mın bu akı­şı­na ters­tir. Bu ters­lik, ya­şa­mın teh­dit edil­me­si­ni ge­ti­rir. Do­la­yı­sıy­la ken­di­si­ni her şe­yin mer­ke­zi­ne ko­yup bü­tün bir do­ğa ve top­lu­mu ken­di­si­nin hiz­me­ti­ne sok­ma­ya ça­lı­şan ege­men­lik­li er­kek aklı, ev­ren­sel ak­lın dı­şı­na çık­mayı ifa­de eder. Bu an­lam­da ilk ya­pıl­ması ge­re­ken şey, do­ğa ve top­lu­mun ya­sa­la­rı­na gö­re in­san­lı­ğın de­lir­me ha­li olan er­kek ege­men­lik­li uy­gar­lı­ğın aklı dı­şın­da dü­şü­ne­bil­me­yi ba­şar­mak­tır.

 

Top­lum­la il­gi­li so­run­la­rın çö­zü­münü öne ko­yan her dü­şün­ce bi­çi­mi, ön­ce­lik­le top­lu­mu doğ­ru gö­re­bil­me­yi ve çö­ze­bil­me­yi yap­mak du­ru­mun­da­dır. Top­lu­mu bir bü­tün­lük için­de al­gı­la­ma­yan hiç­bir ak­lın sağ­lıklı bir çö­züm­le­me­ye gi­de­bil­me­si müm­kün de­ğil­dir. Top­lum­sal bü­tün­lük ise do­ğa ve top­lu­mun iliş­ki­si­nin doğ­ru kav­ran­ması ka­dar, top­lu­mun ken­di iç uyum ve bü­tün­lük ya­sa­la­rını bil­me­yi ge­rek­ti­rir. Par­çalı al­gı­la­ma, yak­la­şım ve ya­pı­lan­ma­da da ba­şa­rı­sız­lı­ğa ne­den olur.

 

As­lın­da top­lum, ken­di va­r o­luş ya­sa­la­rını ilk baş­lar­da doğ­ru gö­re­bil­di­ği için ya­vaş, ama sağ­lıklı bir ge­li­şim ya­şa­mış­tır. Ne za­man­ ki için­de ya­şadığı do­ğal çev­re ve top­lum­sal iliş­ki­le­ri den­ge­siz bir bi­çim­de ye­ni­den ya­pı­lan­dır­ma­ya kalktı ve bu­nun aracı ve yön­te­mi oluş­tu­rul­du, o za­man hem top­lum­da hem de do­ğa­da tah­ri­bat­la­ra yol aç­ma­ya baş­ladı. Top­lu­mu çö­züp, an­la­ma­ya ça­lı­şan her­han­gi bir dü­şün­ce sis­te­mi­nin as­la yap­ma­ması ge­re­ken bu bü­tün­lüklü al­gı­la­ma nok­ta­sın­da­ki ge­rek­li­lik ter­si­ne döndü o za­man par­çalı al­gı­layış or­ta­ya çıktı ve bu ner­dey­se bir ya­sa­ya dö­nüştü.

 

Sos­ya­lizm ola­rak kav­ram­laş­tır­dı­ğı­mız top­lu­mu çö­züm­le­me ve ye­ni­den ya­pı­lan­dır­ma mü­ca­de­le­si, esas ola­rak hiç de ye­ni bir şey de­ğil­dir. Ta­rih­te­ki be­li başlı bü­tün dü­şün­ce akım­ları özün­de top­lu­mu çöz­me­yi ve ye­ni­den ör­güt­le­me­yi amaç­la­mış­tır. Ama bu­nu ya­par­ken par­çalı al­gı­la­ma has­ta­lı­ğını aşa­ma­dık­la­rın­dan, top­lu­mu bü­yü­tüp ge­liş­tir­me ye­ri­ne, gi­de­rek da­ha faz­la par­ça­la­yıp ça­tış­tır­mış­lar­dır. Bü­tün din­le­rin, fel­se­fe­le­rin ve top­lum­sal ah­lak ya­sa­la­rı­nın ya­şadığı bu has­ta­lık, gü­nü­müz­de sa­de­ce top­lu­mu de­ğil, do­ğayı da teh­dit eden bir teh­li­ke ha­li­ne gel­miş­tir. Çok faz­la ay­rın­tı­la­rı­na gir­me­den, has­ta­lı­ğın özünü par­çalı al­gı­la­ma ola­rak kav­ram­laş­tır­mak, bu al­gı­la­ma bi­çi­mi­nin so­nuç­ları iti­ba­riy­le, ya­ban­cı­laş­tı­rıcı ger­çe­ği­ni doğ­ru or­ta­ya ko­ya­bil­mek, baş­lan­gıç açı­sın­dan önem­li­dir. Kaldı ki bü­tün top­lum­sal so­run­la­rın kay­nağı ve ne­de­ni de bu ya­ban­cı­laş­ma­dır.

 

Ya­ban­cı­laş­ma, ilk baş­lar­da do­ğal se­bep­ler­den do­layı bir­bi­rin­den farklı olan in­san ve in­san grup­la­rı­nın or­tak ya­şam­la­rın­da farklı iş­ler yap­ma­sın­dan kay­naklı do­ğal fark­lı­lık­la­rın gi­de­rek karşı kar­şı­ya ge­ti­ril­me­si ve ça­tış­ma­sıy­la baş­lar. Do­ğal bir ger­çek ola­rak in­san, ka­dın­dır, er­kek­tir, genç­tir, ço­cuk­tur ve yaş­lı­dır. Bu özel­lik­ler ka­çı­nıl­maz ola­rak fark­lı­lık­ları da için­de ba­rın­dı­rır. Ama bu fark­lı­lık­lar, top­lum­sal va­r o­luş açı­sın­dan ça­tış­ma de­ğil, uyum, zen­gin­lik ne­de­ni ve kay­na­ğı­dır. Top­lu­mun bu farklı özel­lik­le­re sa­hip üye­le­ri, te­mel bazı ka­nun­lar­la bir ara­da ve bü­tün­lük için­de ya­şar. Bu ya­sa­la­rın ya­sası ise da­ya­nış­ma ve ta­mam­la­yı­cı­lık­tır.

 

Top­lu­mun do­ğal iş bö­lü­mün­den do­ğan fark­lı­lık­la­rın ça­tış­ma­sıy­la ya­sa bo­zul­du. Ka­dın, er­kek ola­rak top­lu­mun iki te­mel bi­le­şe­ni­nin bir­bi­ri­ni ta­mam­la­ma iliş­ki­si ye­ri­ne, bi­ri­nin di­ğe­ri­ne hük­met­me ve ken­di hiz­me­ti­ne sok­ma­ya yö­nel­me­siy­le baş­la­yan par­ça­lan­ma, da­ha son­ra top­lu­mun sı­nıf­la­ra bö­lün­me­si­ne te­mel ol­du. Bu bö­lün­me, par­ça­lan­ma ve ça­tış­ma öy­le bir hal aldı ki, an­cak bir­bi­riy­le va­r o­la­bi­len in­san ger­çe­ği, ne­re­dey­se tek tek her bi­re­yin bir­bi­riy­le ça­tıştığı bir ko­nu­ma gel­di. Ta­mam­la­yı­cı­lık ve da­ya­nış­ma ya­sa­sı­nın ye­ri­ni, re­ka­bet, ça­tış­ma aldı. Gü­nü­müz­de, bu par­ça­lan­ma ve ya­ban­cı­laş­ma her­ke­si teh­dit eder du­rum­da­dır. Top­lum, bu re­ka­bet ve ça­tış­ma için­de ken­di var­lı­ğını teh­dit eder hal­de­dir. Ve işin da­ha va­hi­mi, bu teh­di­di gi­der­mey­le ken­di­ni so­rum­lu gö­ren bü­tün dü­şün­ce bi­çim­le­ri, bu par­ça­lan­ma ve ya­ban­cı­laş­mayı da­ha da de­rin­leş­tir­di­ler. En son, ya­ban­cı­laş­ma kav­ra­mını öğ­re­ti­si­nin te­me­li ha­li­ne ge­ti­ren Marks bi­le, çö­züm­le­me­si­ni sı­nıf ça­tış­ma­ları üze­ri­ne ku­ra­rak, bu ça­tış­mayı da­ha da de­rin­leş­ti­ren bir dü­şün­ce sis­te­mi oluş­tur­mak­tan ken­di­ni kur­ta­ra­madı.

 

Top­lum­sal çö­züm­le­me ge­liş­ti­ri­lir­ken or­ta­ya çı­kan has­ta­lıklı bakış, top­lu­mu ye­ni­den ör­güt­le­me­de se­çi­len yön­tem ve araç­la­rın da aynı so­nuç­la­ra gö­tür­me­si­ne hiz­met et­ti. Ör­ne­ğin top­lum için­de­ki cins, sı­nıf ve ulus par­ça­lan­mış­lık­ları so­run­la­rı­na çö­züm ge­tir­me id­di­a­sıy­la or­ta­ya çı­kan ko­mü­nizm öğ­re­ti­si, so­run­la­rın çö­zü­mün­de bu par­ça­lan­mış­lı­ğın se­be­bi olan ik­ti­dar, dev­let, zor ve şid­det ay­gıt­la­rını araç ve yön­tem ola­rak se­çin­ce, bu ça­tış­mayı da­ha da de­rin­leş­tir­mek­ten ken­di­ni kur­ta­ra­madı.

 

Mark­sizm­de or­ta­ya çı­kan so­run­ları sa­de­ce yo­rum so­run­ları ola­rak al­gı­la­mak ha­talı bir yak­la­şım ola­cak­tır. So­run, sa­de­ce araç ve yön­tem­le­rin yanlış se­çi­min­de de­ğil, do­ğayı ve top­lu­mu ele alış­ta­dır. Marks, çö­züm­le­me­sin­de bir­çok doğ­ru tes­pi­ti yapmış ola­bi­lir. Ama dü­şün­ce sis­te­mi, bir bü­tün ola­rak uy­gar­lık pa­ra­dig­ma­sı­nın er­kek ege­men­lik­li zih­ni­yet ve sı­nıf­la­ra da­yalı ör­güt­len­me ger­çe­ği­ni aşa­ma­dı­ğın­dan, so­nun­da sis­te­mi bes­le­yen bir mez­hep ol­ma­nın öte­si­ne ge­çe­me­di. Ni­te­kim de­vam­cı­ları da bu­nu pra­ti­ğe ge­çir­di­ğin­de, sis­te­min ta­mam­la­yanı ha­li­ne gel­di­ler.

 

Da­ha son­ra ya­pı­lan çö­züm­le­me­ler­de so­ru­nun Marks’ta de­ğil, yo­ru­mun­dan kay­naklı ol­du­ğu­nu id­dia eden­ler ya­nı­lı­yor­lardı. So­run, Marks’ın dev­rim an­la­yı­şın­da ol­du­ğu ka­dar, dev­rim için ön­gördüğü şid­de­te ve dev­le­te da­yalı dü­şün­ce­sin­den kay­na­ğını alı­yor­du. Bir ya­ban­cı­laş­ma vardı, bu doğ­ru bir tes­pit­ti. Ama ya­ban­cı­laş­ma­nın kay­nağı ve di­na­mik­le­ri, sa­de­ce sı­nıf­lar de­ğil­di. Ya­ban­cı­laş­ma, ön­ce do­ğa­ya karşı, son­ra da cins­le­re da­yalı par­ça­lan­ma­ya da­ya­nı­yor­du. Çö­zümü de bu par­ça­lan­ma­nın ne­de­ni olan di­na­mik­le­rin doğ­ru ör­güt­len­me­siy­le ola­bi­lir­di.

 

Mev­cut top­lum sis­te­min­de, bü­tün top­lum­sal ke­sim­ler sis­te­min şu ve­ya bu bi­çim­de için­de yer alıp sis­te­mi ta­mam­lar­ken, iki top­lum­sal di­na­mik bu­nun dı­şın­da kal­mak­ta­dır. Ka­dın, dış­la­nan ve nes­ne­leş­ti­ri­len ger­çe­ği ile ira­de ola­rak sis­te­min dı­şın­da bı­ra­kı­lır­ken, genç­lik de he­nüz za­manı gel­me­di­ğin­den, sis­te­me da­hil ola­ma­mak­ta­dır. Do­la­yı­sıy­la, bu iki top­lum­sal di­na­mik, sis­tem ak­lı­nın dı­şın­da ka­la­bil­mek­te­dir. Böy­le­ce sis­te­me ait ol­ma­yan bir akıl­la dü­şü­ne­bil­me ka­bi­li­ye­ti ta­şı­mak­ta­dır. Oy­sa sı­nıf, ulus, cins ve yaş ka­te­go­ri­le­ri sis­te­min ya­ra­tımı olan ve onu bes­le­yen ka­te­go­ri­ler­dir. Bu ya­ra­tıl­mış­lık, sa­de­ce bi­çim­sel ve zo­ra da­yalı bir va­r o­luş de­ğil, ona içe­ril­miş akıl­sal ve ruh­sal bir ya­ra­tıl­mış­lık­tır.

 

Ken­di­ni sı­nıf­la ta­nım­la­yan her bi­rey, o sı­nı­fın ya­ra­tılmış ak­lıy­la sı­nırlı kal­ma­ya ken­di­ni mah­kum et­miş­tir. Bu açı­dan, sı­nıf bakışı dar ve par­çalı bir ba­kış­tır. Çö­zen de­ğil, ça­tı­şan ve ça­tış­tı­ran­dır. So­ru­nun kay­nak­la­rın­dan ve çö­zen di­na­mik­le­rin­den bi­ri­si ola­bi­lir. Ama as­la, tek ne­de­ni ve tek çö­ze­ni ola­maz. Marks’ın bu ko­nu­da­ki tes­pit­le­ri bu açı­dan doğ­ru, ama ek­sik­tir. Bu ek­sik­li­ğin ya­rattığı boş­luk­lar, sis­tem ta­ra­fın­dan dol­du­ru­la­rak ter­si­ne çev­ril­miş­tir. Oy­sa doğ­ru olan, top­lum­sal so­run­la­rın kay­nağı du­ru­mun­da­ki bü­tün di­na­mik­le­ri ta­nım­la­yıp bun­ları ye­ni­den ör­güt­le­mek ol­ma­lıydı.

 

Bir di­ğer hu­sus da ta­rih­sel bakış açı­sın­da­ki yan­lış­lık­tır. Ma­ter­ya­liz­min ka­ba bir yo­ru­mu olan, top­lu­mu sa­de­ce mad­di ger­çe­ğiy­le izah et­me yak­la­şımı, canlı bir ger­çek­lik olan top­lu­mu yanlış çö­züm­le­me­yi be­ra­be­rin­de ge­tir­di. Mad­di ger­çek ka­dar, bu mad­di ger­çe­ği ya­ra­tan duy­gu ve dü­şün­ce gü­cü­nün de hak­kı­nın ve­ril­me­si ge­re­kir. İn­san, di­ğer can­lı­lar­dan farklı ola­rak ken­di­si­ni duy­gu ve dü­şün­ce gü­cüy­le var et­mek­te­dir. Onu var eden te­mel gücü, ya­ni dü­şün­ce­yi ve duy­gu­yu ikin­cil bir ko­nu­mun­da ele al­mak, he­le he­le mad­di ger­çe­ğin ba­sit bir yan­sı­ması ve mah­ku­mu ola­rak ta­nım­la­mak te­mel bir ha­ta­dır. Oy­sa in­san, ka­rak­te­ri ge­re­ği, mad­di ger­çe­ği dü­şün­ce gü­cüy­le ye­ni­den üre­te­bil­di­ği için in­san­dır. Eğer öy­le ol­ma­yıp mad­di ger­çe­ğin ba­sit bir yan­sı­ması ol­saydı, za­ten in­san ola­mazdı. Do­lay­ısıy­la in­sanı do­ğa ve top­lum için­de ta­nım­lar­ken, ön­ce ak­lıy­la ve bu ak­lın bi­le­şe­ni olan duy­gu­su ile ta­nım­la­mak ge­re­kir. Za­ten top­lum­sal va­r o­luş ve ge­li­şim di­ya­lek­ti­ği­nin te­mel di­na­mik­le­ri de bun­lar­dır.

 

Vic­dan do­ğuş­tan in­sa­nın yü­re­ğin­de bu­lu­nan bir tu­tam bi­lim­dir

 

İn­sanı ge­liş­ti­ren te­mel di­na­mik, mad­di ger­çe­ğe mah­kum ol­ma­yan akıl ve duy­gu gü­cü­dür. Bun­la­rın top­la­mı­na, ma­ne­vi­yat dün­yası de­mek yanlış ol­maz. İn­san, mad­di dün­ya­nın dı­şın­da ya­rattığı ma­ne­vi dün­yay­la in­san ol­muş­sa eğer, bun­dan son­ra­ki ge­li­şi­min­de de bu dün­ya­sını ge­liş­ti­re­rek bü­yü­ye­bi­lir. Bu ma­ne­vi dün­ya, in­sanı sü­rek­li öz­gür­leş­me­ye ça­ğı­ran; doğ­ru­nun, ada­le­tin, uyu­mun ve gü­ze­lin ara­yı­cısı olan iç­sel bir top­lum­sal ah­lak ya­rat­mış­tır. Bu ah­la­kın ya­sa­la­rı­dır in­sanı sü­rek­li bü­yü­ten ve bir ara­da tu­tan. Bu ah­lak, do­ğa ve top­lum­la iliş­ki­le­rin­de, ege­men­lik ve ça­tış­ma ye­ri­ne, uyum ve bir­leş­ti­ri­ci­li­ği em­re­den ya­sa­lar­la iş­ler. Ya­zılı de­ğil­dir. Hat­ta ço­ğu za­man di­le bi­le ge­ti­ril­mez. Ama in­sa­nın için­de iç­sel bir ya­sa­lar bü­tünlüğü ola­rak ken­di­si­ni sü­rek­li his­set­ti­rir. Bu­na vic­dan di­yo­ruz. Sa­de­ce mad­di ger­çe­ği al­gı­la­yıp bu ger­çe­ği ken­di çı­kar­ları doğ­rul­tu­sun­da dü­zen­le­me ye­te­ne­ği olan ana­li­tik akıl, vic­dan de­ni­len ve da­ha çok in­sa­nın gü­ze­le ve doğ­ru­ya yö­ne­lim­li duy­gu dün­ya­sını dış­la­yan bir ka­rak­te­re sa­hip­tir. Oy­sa ilk top­lum­sal­laş­ma, bu ikin­ci akıl ta­ra­fın­da ya­ra­tıl­mış­tır.

 

İn­sa­nın doğ­ru­luk ve gü­zel­lik yö­ne­lim­li vic­danı ve iç­sel ya­sa­ları olan ah­la­ka doğ­ru an­lam ver­me­yen her­han­gi bir dü­şün­sel öğ­re­ti­nin, gü­zel ve doğ­ru bir top­lum ya­rat­ması bek­le­ne­mez. Sis­te­min aklı, vic­danlı ol­mayı ‘ah­mak­lık’, ah­laklı ol­mayı ise ‘ge­ri­lik’ ola­rak ad­lan­dı­rıp mah­kum et­miş­tir. İş­te tam bu nok­ta­da, sis­te­min mah­ku­mi­yet­le­ri­ni aşa­ma­yan her­han­gi bir dü­şün­ce bi­çi­mi ve ha­re­ket tarzı, bu sis­tem kar­şı­sın­da ger­çek­ten dev­rim­ci ola­maz. Bu­gü­ne ka­dar bu id­di­ay­la yo­la çı­kan bir­çok in­san, bu mah­ku­mi­yet­le­rin tu­zak­la­rın­da bo­ğul­muş­tur.

 

Do­ğayı ve top­lu­mu doğ­ru his­set­mek yet­mez. Bü­tün top­lum ta­ri­hi bo­yun­ca bir­çok in­san, ah­lak ve vic­da­nıy­la sis­te­min kar­şı­sı­na di­kil­miş­tir. An­cak, sa­de­ce gü­zel bir ah­lak ve doğ­ru bir vic­dan­la top­lu­mun de­ğiş­ti­ri­le­bi­le­ce­ği inancı da baş­ka bir tu­zak­tır. Ken­di­ni ana­li­tik ak­lın ya­rattığı me­ka­niz­ma­lar­la ko­ru­ma al­tı­na almış sis­te­mi doğ­ru ana­liz et­me­den ve onun kar­şı­sın­da, ken­di al­ter­na­tif me­ka­niz­ma­la­rını ve sis­tem­le­ri­ni oluş­tur­ma­dan, bu sis­te­mi aş­mak müm­kün de­ğil­dir.

 

Sis­te­min, top­lu­mu yö­ne­tip yön­len­dir­me me­ka­niz­ma­la­rı­na si­ya­set de­ni­li­yor. Si­ya­set­ten ko­puk bir ah­la­ki­lik ve vic­dan, so­nuç­ları iti­ba­riy­le bir bi­çim­de sis­te­min mez­he­bi ve­ya ye­de­ği ha­li­ne ge­ti­ril­mek­te­dir. En iyi ni­yet­li ça­ba­lar bi­le sis­te­min hiz­me­ti­ne gi­rer­ken, bu nok­ta­lar­da tu­za­ğa düş­me­mek için vic­dan ve ah­lak ka­dar, in­sa­nın ya­ra­tılmış top­lum­sal aklı da al­gı­la­yan ve aşa­bi­len bir dü­şün­ce gücü, bu­na denk dü­şen top­lum­sal me­ka­niz­ma­ları ya­rat­mak, dev­rim ve dev­rim­ci için ya­şam­sal bir an­la­ma sa­hip­tir. Ön­der­lik bu­nu, “doğ­ru bir po­li­ti­kay­la bu­luş­ma­yan bir ah­lak, al­dat­ma­ca­lar­la do­lu­dur” di­ye­rek ifa­de et­mek­te­dir.

 

Gü­nü­müz top­lum­sal ger­çe­ğin­de, ka­pi­ta­list sis­te­min ya­rattığı en bü­yük teh­li­ke, ah­lak­sız top­lum ve vic­dan­sız bi­rey­dir. Top­lu­mu, gü­ze­le ve doğ­ru­ya yö­nel­ten öz­gür­lük bi­lin­ci ola­rak ah­lak ya­sa­ları, top­lum­sal va­r o­lu­şun özü ve ne­de­ni­dir. Ah­lakı yok et­mek, top­lu­mu yok et­mek­tir. Bu açı­dan, top­lum­sal dev­rim yap­ma id­di­a­sın­da olan her dü­şün­ce bi­çi­mi, top­lum­sal ah­la­ka ge­rek­li an­lamı biç­me­den dev­rim ya­pa­maz. Ön­der­lik, ah­lak dev­ri­min­den bah­se­der­ken, bu­nu sa­de­ce gü­zel duy­gu­la­rın di­le ge­ti­ril­me­si ola­rak de­ğil, top­lum­sal ge­li­şim ya­sa­la­rı­nın em­ri­ne dik­kat çe­ke­rek, de­rin bir ta­rih bi­lin­ciy­le bu kav­ram­laş­tır­mayı yap­mak­ta­dır.

 

Vic­dan dev­ri­min­den bah­se­der­ken de vic­dan­sız bi­re­yin, top­lu­ma ya­ban­cı­laşmış ger­çe­ği­nin ya­rattığı bü­yük teh­li­ke­ye dik­kat çek­mek­te­dir. İn­sa­nın in­san kur­du ol­du­ğu bir top­lum­sal ger­çe­ğin te­mel ne­de­ni, vic­dan­sız in­san ger­çe­ği­dir. Ve vic­dan, salt, iyi ni­yet­ler ve gü­zel duy­gu­lar­dan iba­ret de­ğil­dir. De­rin bir top­lum­sal bi­lin­cin iç­sel bir te­za­hü­rü­dür. Vic­tor Hu­go, Se­fil­ler adlı ese­rin­de “vic­dan, do­ğuş­tan in­sa­nın yü­re­ğin­de bu­lu­nan bir tu­tam bi­lim­dir” der­ken, bu­nu kas­te­di­yor­du. Ken­di­si­ni bü­tün in­san­la­ra karşı de­rin bir so­rum­lu­luk duy­gu­suy­la bağlı his­set­me­yen bir in­sa­nın, her­han­gi bir bi­çim­de top­lu­mu iyi­ye ve gü­ze­le yö­nelt­me­si müm­kün de­ğil­dir. Bu açı­dan, vic­dan dev­ri­mi, en acil top­lum­sal dev­rim ih­ti­ya­cı­dır.

 

Ekim ayı, ayak­la­nan in­san ah­lakı ve vic­da­nı­nın son yüz­yıl­da­ki se­si­nin yan­kı­la­rını ta­şı­yor. Rus kı­şı­nın Eki­m’in­de so­kak­la­ra ta­şan mil­yon­lar, sa­de­ce ah­lak­sız­lı­ğa baş kal­dı­rı­yor­lardı. Ar­jan­tin’den Kü­ba’ya, Kü­ba’dan Bo­liv­ya’ya uza­nan yol­cu­luk­ta Che’yi ça­ğı­ran ses, hiç kuş­ku­suz vic­da­nın se­siy­di. Me­zo­po­tam­ya’da, Ekim tu­zak­ları ku­ran­lar, en çok kork­tuk­ları se­si boğ­mak is­ti­yor­lardı. Bu ses, ka­za­na­cak olan ah­laklı in­sa­nın vic­da­nı­nın se­siy­di.

PaylaşTweet
Önceki Yazı

APOCU SOSYALİZM

Sonraki Yazı

GERİLLA NEFES ALDIRMIYOR

Sonraki Yazı
ÜSTÜNLÜK GERİLLADA

GERİLLA NEFES ALDIRMIYOR

  • İLETİŞİM
  • HAKKIMIZDA

© 2024 Serxwebûn - Tüm Hakları Saklıdır!

Sonuç Bulunamadı
Tüm Sonuçları Gör
  • ANASAYFA
  • TÜM YAZILAR
  • ÖNDERLİK
  • SERXWEBÛN
  • SERXWEBÛN KURDÎ
  • BERXWEDAN
  • ÖZEL SAYILAR
    • BERXWEDAN ÖZEL SAYILAR
    • SERXWEBÛN ÖZEL SAYILAR
  • DOSYALAR
    • ŞEHİTLER ALBÜMÜ
    • KİTAPLAR
    • TAKVİMLER
  • FOTO GALERİ
    • ÖNDERLİK
    • GERİLLA
    • HALK

© 2024 Serxwebûn - Tüm Hakları Saklıdır!