Abdullah Öcalan: Onu açacağız, ama isterseniz öncelikle bu cumhuriyetin kuruluş sürecini değerlendirelim.
– Evet, ben de ona değineceğim. Şimdiye kadar şunu söyledim; “bir yurtsever, bir Türk yurtseveri diğer bir kavmin, diğer bir ulusal toplumun varlığının inkarıyla, yurtseverliğinin inkarıyla işe girişirse kendi yurtseverliğini reddeder. Çelişkiye düşmüş olur ve tarihe ters düşmüş olur.” Bugün adını sizin de işaret ettiğiniz gibi adını Alparslan koyup da Kürtlerin imhasını istemek büyük faciadır, bu görülmüştür.
– Türklerin imhasını istemektir.
– Alparslan’ın anısına saygısızlıktır, ihanettir. O halde eğer bugün egemen güçler tarafından utanç verici durumlara düşürülen bu ülkelerin kendine gelmesi ve önünde açılan ufuklara ulaşması, görevi ile karşı karşıya isek -ki öyleyizdir- iki halkın gönüllü birliğini sağlamamız, ortak vatan çatısı altında eşit ve özgür olarak yaşamın şartlarını yaratmamız gerek. Bunun için Türk olalım, Kürt olalım, bütün söylemlerimizde bu hedefe ters düşen söz sarf etmememiz gerek. İki tarafın da kutsal bildiği değerler vardır. Onlara saygılı olmakla yükümlüyüz. Mesela bir Türk Şeyh Sait isyanından söz ederken, “İngilizlerin kışkırttığı bir yobazın laik cumhuriyete karşı başkaldırısı” gibi bir yakıştırmaya düşer. Madalyonun öteki yüzünü, isyandaki halk unsurunu, ulusal içeriği görmezlikten gelirse, iki halk arasında gönüllü birliği baltalayan bir tutuma girmiş olur. Şeyh Said isyanı için elbette ki çağdaş, devrimci bir önderlik altında yürütülen bir ulusal demokratik hareket denemez. Ama ortada zulme karşı ayaklanan bir emekçi halk var. Önderlik ne olursa olsun hareketin içinde mutlaka bir halkçı ve ulusal içerik vardır, onu görmekle yükümlüyüz.
Kurtuluş Savaşı Türklerin ve Kürtlerin omuz omuza verdikleri bir savaştır ve hem Türk tarihinin, hem Kürt tarihinin şanlı bir sayfasıdır. Bugün savaşmakta olan Kürt devrimcileri, Karayılanların geleneğinin sürdürücüsüdürler. Savaş kızıştığı zaman telaşa kapılıp ailece toplanıp mal ve mülklerinin sayımını yaparak İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Gürson’a taktım eden Bedirhanların değil. Savaştan sonraki gelişmeler malum, ama o anda, 1919’da Fransız ordusu, Güney Anadolu’yu işgale giriştiği sırada ne idi mevzilenme? Bir cepede Osmanlı devletinin varlığına son vererek o ülke topraklarında ilk sosyalist ülkeyi beşiğinde boğmak için sıçratma tahtası görevini yerine getirecek olan uydu devletçikler kurmaya kararlı dünya savaşından muzaffer çıkmış emperyalist devletler, öte yanda bu emperyalist plana karşı ölüm kalım direnişi halinde Anadolu’nun müslüman halkları, özellikle Türkler, Kürtler ve onlarla fiili ittifak durumunda olan devrim Rusyası. Mevzilenme bu. Ve Kürtler bu mevzilenmede doğru tarafı seçmişlerdir. Bu onların onurudur. Mustafa Kemal o yıllarda yazılı ve sözlü demeçlerine hep “biz Türkler ve Kürtler” diye başlıyor.
Kürtler Mustafa Kemal’in mücadele davetine, “biz varız” diye cevap veriyorlar. Kürtlerden ve Ruslardan olumlu cevap aldıktan sonra Mustafa Kemal’in kolordu komutanlarına ve İstanbul’daki arkadaşlarına bir mektubu var çok önemlidir. Özetle “Kürtler bizimle birlikte savaşmaya hazır. Devrim Rusyası’da arkamızda, destekleyecek. Gelin direnelim, ya istiklal, ya ölüm” diyor. Mustafa Kemal’i Mustafa Kemal yapan o tarihsel anda bu iki ittifakın önemini anlamış olmasıdır.
– Mustafa Kemal odur aslında.
– Bugün istiklalci yanı, bu iki ittifak yok sayılarak Atatürkçülük yapanlar var. O iki ittifakı kemalizmden çıkardığında ortada hiçbir şey kalmaz. Alman nazilerinin “ein volk, ein reich und ein führer…” sloganının ifade ettiği tek uluslu devlet aslında kurtuluş savaşı politikalarının reddidir.
Yani Hitler’in meşhur “tek ırk, tek devlet ve tek lider” sloganını ondan önce uygulamaya koyuyor. Yani zorla asimilasyon. Hem de nerede? Hani Almanya’da neyse. Orada nüfusun pek büyük çoğunluğu Alman’dır. Bunu halklar mozaiği diye bilinen, kavimler kapısı diye anılan Anadolu’da yapmaya kalkıyor.
– Kanlı cinayetler sürecinin başlatılmasıdır. Sonuç fiyaskodur.
– Fiyaskodur. Kemalizmi değerlendirirken, kurtuluş savaşındaki ittifaklar politikasının değerlendirilmesiyle yetinemeyiz. Elbetteki sonradan uygulanan Avrupa’da geçerli olmakla birlikte Anadolu gerçeği ile çelişen ve sonunun kötü olması kaçınılmaz olan zorla asimilasyon politikasını da değerlendirecek ve mahkum edeceğiz. On dört yıldır sürmekte olan iç savaş bu iflasın açık ispatıdır. Kemalizme sahip çıkanlar onun tarih önünde başarılı sınav vermiş olan yanına, kurtuluş savaşımızın dünya devrimci süreci içinde yerini alması sonucunu veren politikalara, eşitlik temeli üzerinde Kürt-Türk ittifakına sahip çıkmalıdırlar, iflasla sonuçlanmış politikaları mahkum ederek. Evet, söylemlerimizde Türk olalım, Kürt olalım, mutlaka gönüllü birlik hedefine ters düşer şekilde konuşmamamız lazım. Bunu vurgulamak istedim.
– Tartışmalı döneme ilişkin şüphesiz birçok yanlış görüşü düzeltmek kadar, yeni ve doğru yapılması gereken görüşü de ısrarla savunmak gerekiyor. Benim de giderek ağırlık basan kanaatime göre; Türkiye Cumhuriyeti’nin de oluşumunda Kürtlerin ruhu yansımaz. Diyeceksiniz, “başlangıçta Mustafa Kemal kabul etti de sonradan vazgeçti.” Bu ayrı iki süreçtir. O dönemin Kürtleri sonra neden isyan ettiler? Bunlar da ayrı süreçtir. Kabul edilişleri o kadar kötü değildir, ama sonradan karşı koymaları da, isyan yapmaları da kötü değildir. Başlangıçta bir iktidar olmak kardeşçeydi ve iyiydi, -1920’lerde özellikle- ama sonra bakıyor ki kendilerinin varlığını bile kabul etmeyen bir cumhuriyet var -özellikle 1924-25’te- o zaman Şeyh Sait önderlikli başkaldırı ortaya çıktı. Evet, ideolojik, politik yaklaşımları çok çağdaş olmayabilir, ama kesinlikle vurguladığınız gibi bu sefer çok tehlikeli ve giderek burjuva içerik kazanan bir devletin şoven saldırıları var. Ve bu anlamda Kürtler isyana kalkmakta haklıdır. Varlığını savunmak istiyor çünkü. İnkarcılığı kabul etmiyor.
Şimdi bunu biraz daha irdelediğimizde, neden böyle oldu denilse; gerçekten nasıl ki Selçukluların devlet oluşumunda Türk üst tabakası bir merkezi feoadalite biçiminde evrim gösterip, yoksul kesim ile Türkmenler ezildiyse ve dağlarda değişik bir ideolojik ve hatta kültürel formasyon altında yüzyıllarca varlığını sürdürüp geldilerse, 1920’lerde de olan biraz bu. Bu sefer Türk egemen sınıfı feodal kabuğu değiştirip, içine yeni bir özle birlikte, cumhuriyeti de bir burjuva kılıf halinde örgütleyerek bir kez daha tarih sahnesine çıkarmak istiyor. Başlangıçta çok zayıf olduğu için Bolşeviklerin ve Kürtlerin ittifakına muhtaç olduğu için ittifakı yapıyor. Fakat bunu gerçekten taktik olarak yapıyor burjuva sınıf öncüleri. Mustafa Kemal bunun parlak bir örneğidir, iyi bir ittifakçıdır, taktikçidir, fakat işini bitirdikten sonra, bildiğiniz üzere komünistlere karşı acımasız bir sefer yöneltilir ve 1927’lere doğru geldiğimizde sanıyorum büyük oranda tasfiye edilir.
– En yakın arkadaşlarını da tasfiye etmiştir.
– Evet, doğrudur, geleceğim o noktaya. Antidemokratik karakterini vurgulamak istiyorsunuz, yani komünistleri değil, mesela Terakki Perver Fırkası aslında bir liberal fırkadır ve demokrasinin bir gereğidir.
– Tabii sağ muhalefettirler.
– Kabul edilse, cumhuriyet biraz demokrasiye doğru evrimleşecektir, Serbest Fırka da öyledir, kabul etse, demokrasiye evrimleşecek, tek parti diktatörlüğü yerine biraz demokrasiye benzer gelişmeler olacaktır. Artık zamanı mıdır, değil midir tartışmasına girmiyorum, fakat Mustafa Kemal’in burada dozu kaçırdığı açık. Ali Fuat Cebesoy gibi, Kazım Karabekir gibi, Refet Bey gibi kendisini kendisi yapan komutanları bile mahkemeye çıkarması, kesin diktatörya eğiliminden ötürüdür, antidemokratik karakterinden ötürüdür. Şart değildi onları baskı altına almak, onlar da en az onun kadar ulusal kurtuluşa bağlı ve katkı sunmuş insanlardı.
– Trabzonlu da öyle, yani Mustafa Suphi.
– Evet. İttihat Terakki kadroları vardır, bunlar biliyorsunuz ilk Kuvay-i Milliye kuruluşunda etkin rol oynamışlardır.
– Ve tek örgüt.
– Evet, tek örgüt ve onları idam etmiştir, onların idamlık hiçbir suçu yoktur. Düzmece bir suikast senaryosuyla bunları da tasfiye etmiştir. Tabii bu arada Kürtleri de idam etmiştir. Burada çok çarpıcı olan, tek şahıs veya burjuvazi diktatörlüğüne doğru geçişte, sadece Kürtler değil, öyle kendisine tehdit teşkil edebilecek en yakın arkadaşlarını ve bu arada tabii komünistleri de tasfiye etmekten geri kalmıyor, sultanın kalıntıları olarak islam kökenli isyanlar var, onları tasfiye ediyor, bu konuda en çok katkı sunan Çerkez Ethemleri bile zor duruma düşürüyor, kaçırtıyor. Çok ilginç bir süreçtir, ama burada hepsini bence Türk burjuvazisinin karakterine bağlamak gerekiyor. Zordayken az çok ittifak ettiği müttefiklerini biraz yerini sağlamlaştırdıktan sonra tasfiyesi olarak değerlendirmemiz bilimsel bir değerlendirmedir.
Nasıl ki birinci dönem Mustafa Kemal’i, ittifakların gereğine inanmış ve doğrusunu yapmışsa, ama daha sonraki yerini sağlamlaştırdıktan sonra en yakın arkadaşlarını, bütün diğer siyasi organizasyonları ezmesi de o kadar gerçektir ve burjuva eğilimle izah edilir.
– Ama sonuçları var, birincisinin sonucu başarıdır. İstiklal savaşı kazanılmıştır, ama yaptığı ittifaklar sonuç vermiştir. İkincisi başarısızlıktır, çağdaş uygarlık düzeyine varamadı.
– Bugünkü Türkiye’nin probleminin doğuşudur, size onu anlatmaya getiriyorum. Yani 1925’ten itibaren gerek komünistleri, gerek yakın çalışma arkadaşlarını tasfiyesi ve bu arada Kürtlerin acımasız ezilişi, aslında Türkiye bunalımının veya bugünkü kördüğümün özüdür. Bu maalesef birincisi kazanmaya doğru giderken, ikincisi büyük problemlerin doğuşuna başlangıç teşkil etmiştir. Türk aydını, hatta Türk subayı bu ayrımı yapmalıdır. Ben soyut ne bir Mustafa Kemal düşmanıyım, ne uyduruk bir kemalistim yani. Bilimsel değerlendirmeden vazgeçmem ve ben baştan beri de bunu söylüyorum. Biliyorsunuz birçok kişiliğin yaşamında böyle şeyler vardır, dönüşümler yaşar, birinci dönemi olumludur, ileridir, ikinci dönemi gericidir.
Biz birinci kısmını olumlu bulur, sahip çıkarız, ikinci kısmını olumsuz bulur ve eleştirimizi yaparız. Bunun toptan ne Türk ulusal kurtuluşu hareketini kötümsemekle ilişkisi vardır, ne de şovenizmi desteklemekle.
– Napolyon, devrimin muzaffer kumandanıdır, ondan sonra da ilk cumhuriyeti yıkan, imparatorluğu kuran adamdır.
– Gayet tabii. Yani tarihte böyle şeyler çoktur, onu demek istiyorum. Türkiye problemi işte böyle ağırlaştı. Sizin de çok önemle üzerinde durduğunuz gibi, komünist hareketi, köylü hareketini bu yıllarda acımasız ezmesiyle antidemokratizm müthiş gelişti, Kürdün ezilmesiyle şovenizm gelişti, tek parti diktasıyla yine diktatörlük gelişti ve problem ağırlaştı.
Hele buna bir de dönemin işte Hitler’inden, Mussoloni’sinden, hatta kısmen Stalin’den örnek alınan yöntemler CHP’de tek parti haline geliyor. Sanırım CHP’nin faşist bir parti haline gelişi de bu yıllarla bağlantılıdır. İlk parlamento grubu demokratiktir aslında, daha sonraki CHP döneminin tek partisi; hem büyük bir yozlaşmanın adıdır, hem diktatörlük aracıdır, hem de giderek problemlerin ağırlaşması, işte Serbest Fırka, işte daha sonraki Demokrat Parti deneyimi! Eğer diktatörlük yanı giderek ağır basmış olmasaydı, bunlar giderek halktan o kadar destek bulamazlardı. Bunu görmek gerekiyor. Ben bununla cumhuriyetin kuruluşunu kötülemiyorum, olumlu yönlerini aslında açıkça dile getiriyorum, fakat bu yozlaşan, diktatörleşen ve giderek bunalımın kaynağına yol açan da aynı cumhuriyettir.
Bu büyük baskı iki türlü aşılabilirdi. Eğer bir komünist veya sosyalist demokratik önderlik olsa, tıpkı Çin’de olduğu gibi, Çan Kay Şekleşmeye karşı bir büyük demokratik devrim süreci ortaya çıkardı. Bu çıkmadı bildiğiniz gibi; komünistler ezildi. Çerkez Ethem gibi yani buna benzer sanırım o fırka deneyimleri filan vardı, demokratik devrim olmadı, buna fırsat verilmedi. Çan Kay Şek türü bir diktatöryal eğilim gelişti. Orada da Mao gibi bir önderlik gelişemediği için, ne oldu hareket, kimin eline geçti? Daha sağ, -liberal bile demeyeceğim- giderek -ki toprak ağalığı aslında gerici bir sınıf zeminidir- o gerici sınıf zeminine dayandı ve bildiğiniz gibi Demokrat Parti hareketi gerici toprak ağalarının hem Batı’da, hem Doğu’da gücüne dayanan bir çıkıştır aslında, sınıf temeli gerici. Ama bir dikta eğilimine karşı çıktığı için de sağcıların da, solcuların da desteğini alıyor. 1946’daki Bayar-Menderes çıkışını çok iyi biliyorsunuz. Genelde halk desteğini de arkasına alıyor, ama bu öncülüğünün gerici olduğunu ortadan kaldırmıyor. Bu ayırımı iyi yapmamız gerekiyor. Ne kadar o zamanki diktatörlüğün bu aşırılaşan yönü tehlikeliyse, gericilikse, Çan Kay Şekçilikse; o zamanın ona karşı çıkarılan toprak ağalarına dayalı muhalefet de aslında gerici değil, ama büyük bir halk sempatisi olduğu için kısmen olumlu görülür. Demokrat Parti budur.
Halkın desteği nasıl ki Demokrat Parti’nin ta kendisi değilse, onun gerici sınıf önderliği de göz ardı edilmemelidir. Ama diğer yandan CHP’de, özellikle İnönü dönemiyle birlikte daha da böyle yozlaşan ve pek ilericilikle bağlantısı şurada kalsın, biliyorsunuz en ufacık komünist kıpırdanış acımasızca eziliyordu ve 1940’lar arası da Hitler işbirlikçiliği giderek ağır basıyordu. Yani faşist bir hükümetin olduğunu siz de çok iyi biliyorsunuz. Tıpkı Çin’de Japon yanlısı güçler olduğu gibi, orada da Hitler yanlısı faşist güçler iktidardaydı ve komünistleri de eziyorlardı.
Demokrat Parti’nin çıkışıyla denilebilir ki, İngiliz-Amerikan cehpesi kazanıyor. Maalesef işte komünist hareket Çin’de olduğu gibi, Vietnam’da olduğu gibi bir önemli öncülük gücü elde edemiyor. Bunun nedenleri çoktur, yeri geldiğinde tartışırız. Ama bildiğiniz üzere Demokrat Parti hareketiyle, aslında bürokratik burjuvazi veya tekelci devlet kapitalizminin bürokratik burjuvazisinin yanına veya hatta önüne toprak kapitalistleri veya toprak ağalarının, toprak kapitalistleri haline gelmesi diye tabir edebileceğimiz gerileme dönemi başlıyor. Ve bunun demokrasi olmadığını sanırım siz hep vurgulamak istiyorsunuz; doğrudur bu demokrasi değildir, gericiliktir. Evet, bu konuda ayrı bir görüşte değilim.
– Şimdi ben o konu üzerinde biraz durayım. Çağdaş tarihimiz boyunca sivil yönetim, askeri yönetim, sivil müdahale sorunlarıyla karşı karşıyayız. Bunu başından alalım. Mesela askeri müdahale, “Kuleli vakası” var, 19. yüzyılda, Abdülaziz’in hali var: Bu bir darbe ve çürümüş bir saltanatın başının alt edilmesi umuduyla, yani daha ilerici düzene geçiş umuduydu. Sonuçlar vermiyor, sonradan Albdülhamit dönemi geliyor. O zaman yine bir otokrasi dönemi yaşanıyor. Şimdi bu Kuleli vakasında askeri müdahaleydi. 1908 devrimi var, Lenin bunu burjuva devrimi olarak nitelendirir.
Başkumandan M. Kemal paşa cumhurbaşkanı, Garp cepesi kumandanı albay İsmet Bey başbakan. Meclis başkanı Kazım Orbay değil, galiba albaylıktan ayrılma. Meclis başkanı, parti genel sekreteri Recep Peker binbaşılıktan ayrılma; hepsi asker.
Fakat Türkiye dışa karşı az çok bağımsız bir ülke, yani bu istikrar elde edilmiş. Buna karşı palazlanan asalak bir burjuvazi var. Özellikle II. Dünya Savaşı yıllarında dış ticaretin durmasıyla karaborsacılıkla semiren bir burjuvazi ağır basmaya başlıyor. Dış ticaretin durmasıyla, karaborsada palazlanmış..
– Azınlıkların da malına el koyarak.
– Evet, I. Dünya Savaşı yıllarında Ermeni tehciri sonucu, Ermenilerin topraklarının ve mallarının talan edilmesi var. Kurtuluş Savaşı’ndan sonra da iki milyon Rum’un Yunanistan’a göçe zorlanmasıyla onların geride bıraktığı mal, mülk ve iş alanlarına el koyan bir burjuvazi gelişiyor. Buna II. Dünya Savaşı yıllarında Almanya’nın zaferini garanti sanan CHP yönetiminin uyguladığı, azınlıkları hedef alan Varlık Vergisini de eklemek gerekir. Evet, gerçekten çapulcu bir burjuvazidir söz konusu olan. Bir de tahıl fiyatının ansızın on misline, çıkmasıyla büyük vurgun vuran çiftlik ağaları var. O savaşın içinde bir sınıf yok, sadece çiftlik ağaları değil ticaretle uğraşan kesim de var arkasında. Ve bunlar sivil muhalefet diye Halk Partisi içinden çıkma! Birisi başbakanlık yapmış, birisi parti müfettişi, birisi bilmem istiklal mahkemesi yargıcı.
Bunlar sivil muhalefet oluyor. 1940’lı yıllarda, ikisi arasında yarış var. İkisi arasındaki siyasi çatışma (biz hep hapiste sürgündeyiz, sol olarak) doğrudan doğruya emperyalizme taviz ve yobazın önünde yeşil ışık yakma yansımasıydı. CHP’li başbakan Şemsettin Örgünat’a ben şu kadar imam hatip okulu açtım diye övünüyordu mecliste, ama yarışı DP kazanıyor.
Her ne kadar iktidara seçimle gelinse de, bu demokratik bir gelişme değildi. Neden değildi? Bir tek şeye, komünistlere uygulanan 141.-142. maddeye bakalım. Bu 1936’da kabul edildi. Altı aydan başlıyordu propaganda..
– Mussolin’den alınıyor.
– Evet. Mussolini’den alınıyor. Bu kanuna göre komünizm propagandası altı aydan başlıyor, yöneticiler için ise 2 seneden başlıyordu. Ben ondan mahkum oldum 1944’de, değişmemişti daha. Bir yönetici olarak, ileri gençlik birliği iki seneydi. Bunu çoğulcu sisteme geçtikten, 1946’dan sonra, dört defa şiddetlendirdiler. Ve Demokrat Parti parlamenteri ağırlıklı meclis 1951’de 141. maddeye idam cezası getirdi.
– Bu ne kadar şiddetlendiğini gösteriyor.
– Bu demokratik bir gelişme midir! Kesinlikle değil. Çoğulcu, demokratik bir sisteme geçiş Batı’da bir halk devriminin sonucu olmuştur. Bütün ulusal sınıf ve zümrelerin özgürce örgütlenip, kendi kimlikleriyle ve güçlü sınıfsal nitelikleriyle siyaset alanında yerlerini almalarıdır demokrasi. Türkiye’de hiçbir zaman böyle bir şey olmadı! Tam tersine faşist yasalar yeterli görülmüyor, dört defa şiddetlendiriliyor. Bu antidemokratik ve karşı devrimci gelişmeden başka bir şey değil. Aynı dönemde açıldı Türkiye’nin kapıları Amerikan emperyalizmine. O on yıllık dönemde Türkiye, bir uçtan bir uca nükleer başlıklı füzelerle donanmış Amerikan üsleriyle kaplandı. Bu, doğrudan doğruya İstiklal Savaşı’nda elde edilmiş kazanımların yitirilmesiydi. Doğrudan doğruya özgürlükten, bağımsızlıktan tavizdi. Bu da karşı devrimci bir gelişmedir. Dolayısıyla sivil yönetime geçiş ileriye doğru bir geçiş olmadı.
– Kaldı ki onun sivil yönetim olduğu da kuşkuludur!
– Yok! Hükümet de olsa..
– Ama her sivile geçişi biz devrim olarak göremeyiz ki. Sivil klik desek, emperyalist yanlısı sivil klik.
– Yani; askeri, yani harbiyeden yetişen generaller, amiraller değildi başa geçen.
– Bu ya da şu ayırımı net olarak artık yapabiliriz. CHP’nin militarist kliği yerine, ticaret ve toprak ağalarının çıkarlarına daha fazla ağırlık veren, emperyalizme daha fazla bağımlı gerici sivil klik.
– Tamam.
– Budur yani, bunu fazla abartmaya gerek yok. Kitle desteğine gelince; kitle haklı olarak CHP’den çok çekmiş. Katılması demek, DP hareketinin demokratik bir halk hareketi olduğunu göstermez. Tam tersine bu gerici klik tarafından kullanıldığını, çarpıtıldığını gösteremez. Yani halk hareketine de ihanet ettiğini gösterir, nitekim komünistlere de önce yeşil ışık yakmışlar ve hepsini zindana -hatta çok ağır cezayla- koymuşlar. Halk hareketini sonradan çarpıtmıştır. Şimdi böyle oldu tabii.
– 27 Mayıs’ı yapanların, niyetlerini, içinde kimler vardı, kimler yoktu; bu ikinci sorun. Fakat 27 Mayıs, onu sahneye koyanların iradesi dışında, Türkiye toplumunun bir sola açılışının kapısını açmıştır.
– Zaten içinde hem faşist sağcı kesimleri var, hem de sol ve kemalist kesimler var..
– Sonradan aynı dergiye yazı yazdık Suphi Karaman’la. Milli Birlikçiler bizim dergide yazı yazıyorlardı.
– Evet, ayrışma oldu.
– Ama o dönemde henüz kemalistler. Ve sonra bunalımlardan geçtikten sonra Avrupası’nın sosyal demokrasisinden öte gidemediler. Yani onların iradesi dışında Türkiye toplumu sola açılmıştır!
- Neden? Çünkü sınıf temeli genişlemiş.
– Bir de dünya konjonktürü tabii..
– Ulusal kurtuluşa ve muazzam sosyalist bloka açılış vardır.
– Devrimler var; Küba devrimi, Cezayir direnişi var.
– Muzaffer Çin ve Vietnam devrimleri var.
– Bunlar büyük olaylardır. Bir de tabii birikim var, bütün ezilmişliğine rağmen Türkiye’de sosyalizm konuşuldu, başka şey konuşulmadı. Demek ki o yer altındaki komünist hareketi geriye izler bırakmıştır. Bir İşçi Partisi kuruluyor, TİP kuruluyor; onu sendikacılar kuruyor ve bu sendikacılar komünizme lanet mitingleri düzenlemiş insanlar. Ve bunlar tamamen sosyalist birikimden kopuk olarak bu işe girişiyorlar, hiçbir şey yapamıyor, açıkta kalıyorlar. Mecbur oluyorlar aydınları almaya. Sol aydınları ve komünist hareketle dirsek teması olan aydınları. Behicesi, Mehmet Alisi gibi onların mahkumiyetleri yok, siyaset yapabilirler! Yasaklı değiller. Şimdi bu gelişmeden şu sonucu çıkarabiliriz; Yani sivil toplum, askeri toplum diye bir ayrım yapamayız Türkiye gerçeğinde.
– Gerçekleri zorlama olur. Şimdi bu 1950’lere ilişkin söylediklerinize şöyle bir genelleme ile karşılık verirsem: Ben bu süreci demokratik bir ilerleme süreci olarak görmüyorum ve gericiliğin ağır bastığı bir süreç olarak da değerlendiriyorum.
– Tabii biz hapiste ve sürgündeydik o dönemde.
– Askeri militarist yönü ağır basan klik yerine, böyle sivil, toprak ağalığı, ticaret kompradorlarına dayalı bir kliğin ne kadar ilerici olduğu tartışmalıdır ve fazla ilerici olduğunu da sanmıyorum. 27 Mayıs’a gelince, doğrudur, o bir tıkanmaya karşı bir cevaptı aslında. Tabii dönemin uluslararası dengeleri var, Türkiye toplumunun geçirdiği evrim var, içinde çelişkili bir süreç var. İç-dış çelişkiler düzeyi birleştiğinde, bence bu 27 Mayıs izah edilir. Türkiye toplumu, aslında bana göre yine de önemli süreçlerde harekete geçen dinamizmi ifade ediyor. Bunu biraz daha açarsam, sanırım kamuoyu daha iyi aydınlanır.
Maalesef Türkiye toplumunda, günün deyimiyle sivil toplumsal dinamiklerle ne sınıfsal ne de ulusal sorunlar çözümlenebiliyor. Yani güçsüzdürler. Hala güç askeri diyebileceğimiz organizasyon içine adeta potansiyel olarak yoğunlaşmıştır ve kritik anlarda çözüm orada aranmaktadır. Bu biraz da Türk tarihinin bir realitesidir. Bugün, biraz daha örnek vermem açısından, bütün saltanat ve hatta cumhuriyet tarihi boyunca, ister karşı devrimler, ister daha ileri çıkışların hepsi askeri organizasyonlar içinde gerçekleşiyor. Bazı isyanlar yok değil; Türkmen isyanları var, Celali isyanları var ama bunlar sonuç almaktan uzak. Asıl iktidarın değişim-dönüşümünde rol oynama, yani buradaki hakiki diyalektik işleyiş askeri organizasyon içinde gerçekleşmektedir. Örneğin; Sultan II. Mahmut’un ortaya çıkışı, Yeniçerilere karşı Kuvay-i Muhammediye’nin -ki darbesel oldu, çok acımasız oldu- büyük bir tasfiye var Yeniçerilere karşı ve yeni ordu ortaya çıkar, biliyorsunuz. Daha öncesi de var! Mesela şehzade, Cem şehzade, Mustafa şehzade hatta Sultan Osman’ın bütün kavgaları askeri temeldedir, yani herhangi sivil bir şey yok. Ama bazı isyanlar olur, Patrona Halil isyanı gibi, sivildir bunlar, ama…
– Ama gericidir.
– Gerici, ilerici, yani herhangi bir ciddi etkileri olmaz, siyasal değişim ve dönüşümlerde. Hepsi hakim, ağır basan yönü de ordu olan gelişmeler içindedir. Bu Türkiye tarihinin bir realitesidir. Bu, tabii Kuleli vakasında olur. l. ve ll.Meşrutiyetle -özellikle II.Meşrutiyet devriminde- bu olur. Mustafa Kemal tamamen bir askeri olaydır, yani bütün gücünü hem Osmanlı ordu, hem yeni ordu gerçekliğinden alır.
27 Mayıs da bu anlamda bu tarihi eğilimin bir halkasıdır. Nasıl anlayacaksın bunu? Sosyal temelle ilişkisi yok mu? Uluslararası realiteyle ilişkisi var bunun. 1960’larda uluslararası realite; sosyalizmin muazam bir gelişimidir, ulusal kurtuluş süreçlerinin yine şahlanmasıdır, demokrasilerin gelişimidir, diğer yandan yeni sömürgeciliğin gelişmesidir. Bunları birleştirdiğimizde Türkiye’de DP döneminde bir yeni sömürgeleşmede gelişme var. Dışarıda emperyalizme bağımlı, içerde toprak ağalığı ve komprador sınıfa dayalı bir gelişme var. 27 Mayıs bu noktada, kısmen dönemin ulusal kurtuluş sürecinden etkilenmedir. Tıpkı 1920’lerde Mustafa Kemal’in Bolşevizm’den etkilenmesi gibi. 27 Mayıs da o dönemin örneğin; bir Nasır darbesinden, oldukça etkileniyorlar, Baas tipi deniliyor buna. Ve Afrika ulusal kurtuluş hareketleri vardır; Küba vardır, Vietnamlar vardır. Bunların dolaylı da olsa etkileri vardır. İçeride kompradorlaşmaya karşı orta sınıfın tepkisi vardır. 27 Mayıs subaylarının orta sınıf ve hatta devlet içinde de küçük burjuva memur tabakasıyla ilişkisi vardır. Gelişen komprador kapitalizmi, bunların hareket sahasını daraltmıştır. Dolayısıyla 27 Mayıs’ı böyle hem uluslararası alanda, hem de içte bir sosyal ve ulusal gelişmeler bazına indirgemek mümkündür.
Fakat tabii bu subay hareketlerinin bir özelliğidir, ciddi bir siyasi programa ve örgütlenmeye dayanamazlar. İsmi üzerindedir; darbe hareketleridir. Bir kördüğümü geçici olarak çözme hareketidir. Nitekim burada da olan budur. Çelişkilerin yumağını asker usulü kılıçla çözüyor. Fakat fazla toplumsal derinliği yok, dış politikasında derinlik yok, sınıf ilişkilerini zaten fazla dönüştüremez; ama bir nefes alma, bir yeni süreç için ister sağa gider, ister sola. Nitekim hareketler içinde Türkeş vardır, onu faşizme doğru ivmelendirmek isterken, diğerleri sola doğru bir yön vermek isterler. Ve bildiğiniz gibi kendi içinde sert bir çatışma vardır. Bazıları daha sola yatırmak isterken, bazıları daha sağa. Ve bildiğiniz üzere burada Türkiye’nin sınıfsal zeminine dayalı bir sol çıkış gelişir. 27 Mayıs, biraz dışında da olsa, hem bir yandan sağ, MHP komünizmle mücadele derneği, ülkü ocakları ve MHP biçiminde bir faşist tırmanışa yol açarken, buna dinin tekrar yükselişini de eklemek gerekiyor. Bunun yanında AP’nin kuruluşudur, yani adeta DP’nin kendini yeniden sürdürmesidir. CHP kendini sola doğru kaydırma zorunluluğu duyar. En önemlisi de TİP doğar, işte daha sonra devrimci gençlik hareketi doğar ve 1970’lere doğru geldiğimizde bu sefer yeniden muazzam bir kördüğüm ortaya çıkar. Yani artık ne sağ tam istediği faşist hakimiyeti kurabilecek durumdadır. Ne de sol gelişme iktidarı alacak bir durumdadır. Yine iş askerlere düşer. Ve bildiğiniz 12 Mart ortaya çıkar.
12 Mart’ın ağır basan yönü şüphesiz, yükselen devrimci gençlik hareketinin bastırılışıdır. Bunun yanında eğer tam bir faşist diktatörlüğe dönüşmüyorsa, sınıflar dengesi buna müsaade etmediği içindir ve bir de faşistler henüz tam hakim düzeyde olmadıkları içindir.
Ama 12 Mart’la birlikte sağcı çizgi ve faşizm ciddi bir gelişim yaşamıştır. Sol hızla bölünüp parçalanıp, tasfiye olurken sağ 1.-2.-3. milli cephe deneyimleriyle toparlandı. Ordu içinde de artık 27 Mayıs türü subayların da olmadığı, hatta tasfiye edildiği bir süreç oldu. -12 Mart’ta 1000 subay tasfiye edildiği söylenmektedir.-
Böylece dört başı mamur bir faşist darbe gerçekleştirilmiş oldu. Bununla biliyorsunuz, ikinci sol kuşak mı denir bilemem, bu kuşak tamamen tasfiye ediliyor. Özellikle 1965’ten sonrası devrimci gençliğin yükselişi adeta yok edildi. 12 Mart ciddi bir darbe vurdu, 12 Eylül de noktayı koydu. Sağ ise tırmandırıldı, hem özellikle burada yeni bir farkı koymamız lazım; MHP türü sağ faşizm aşırı deşifre edildiği için -1970-80 arası- bunun yerine daha çok tarikatlar biçiminde bir sağ tercih edildi, 12 Eylül komutanlarınca…
– Refah cuntanın eseridir yani…
– Kesin. Benim izlenimlerime göre, Kenan Evren’in MHP türü oluşumlarla ilişkisi açıktır. Ki Çatlı ve ekibi o zaman devreye giriyorlar ve görevli olarak her yere gönderiliyorlar. Yani bu MHP’nin özellikle bu zindana atılanların dışında, işbirliğine yakın kesimi 12 Eylül’le işbirliği içindedir. Yine bunlar dışında çok geniş bir kesim de 12 Eylül rejimiyle işbirliği halindedir. Ve en önemlisi geniş bir tarikat şebekesi oluşturuyorlar. Özellikle daha sonra bizim hareketimizin gelişme kaydedeceği ortaya çıkınca, tarikatların önü açıldı. Ve dikkat edin 12 Eylül sonrası tarikatlar çok yaygınlaştı, büyüdü, aktifleşti. Kürdistan’ın birçok yerine helikopterlerden ayetler atıldı, 50-100 bin kişilik Kuran kursları Urfa’da, Diyarbakır’da Mardin’de açıldı. Yine İmam Hatipler yoğun olarak açıldı.
– Bütün tarikat liderleri Doğu’da yetişmiştir.
– Oranın hepsi örgütlendirildi. Neden? Resmi ideoloji aslında bunları silmişti çoktan. Ama bizimle klasik yöntemlerle savaşılamazdı. Neyle savaşılabilirdi? Dinci ideolojiyle! Ve o bilinçli tercihti, çok çarpıcıdır. Ta yurt dışına kadar bu tarikatları taşırttı. Sadece Türkiye dahilindeki tarikat sahipleri değil; Irak’ta Suriye’de birçok tarikata sahip çıktı. Bir tanesi var, ben tespit ettim. 1982 gidip bizzat Kenan Evren ile görüşmüş, -ismi de hatırımda değil pek- onunla hem Mardin Kürtlerini, hem Cizre Kürtlerini örgütlüyor. Çok ilginç, Şeyh Osman’la Irak Kürtlerini örgütlüyor.
– Bu bilinçli ve gayet hesaplı ve akıllıca bir iş.
– Size bunun kökenlerini anlatıyorum. Urfa’da 50 bin çocuğun Kuran kurslarına alınması vardır, -o zamanki tespitlere göre- Diyarbakır’da 100 bin. Bunlar örgütlendirdi. Bir de bu sahte sanatkarlar ortaya çıkartıldı. Hani meşhurdur Franko faşizmin, üç f derler. Futbol, Fiesta ve Flamenco? O üçünü kullanıyor değil mi?
– Bu festivaller, meşhurdur. Türkiye’de de olmadı mı? Çığ gibi festivaller, çığ gibi spor, çığ gibi tarikatlar… 1980-90 arasının gerçeğidir. Bununla üzerimize gelindi. Beni dinlerseniz çok çarpıcı sonuçlara varırsınız. Şimdi Türkiye’nin resmi ideolojisi yerine, bizzat 12 Eylülcüler tarafından yeni bir ideoloji egemen kılındı. Refah iktidarı ortaya çıktı. Bu, acayip sallanan tarikat başları ortaya çıkarıldı. Yani Müslüm Gündüzleri, Ali Kalkanları, hizbullahları bizzat 12 Eylüllerin eseridir, onların böyle binlercesi var.
Şimdi bunun anlamı şuydu; Doğu’daki gençleri veya Kürt gençlerini, çocuklarını etkimiz altından kurtarmak. Tabii devletin bütün imkanlarını bunlara seferber ettiler.
– Şimdilik bir iki cümle koyalım araya, şu bir gerçek; ya emekçiye gideceksin sınıf bilincini aşılayacaksın…
– Ya da teslim olacaksın.
– Ve onu mücadeleye yönelteceksin, yani o bir emekçi olarak siyasi mücadeleyi yürütecek, ya da yasaklayacaksın sol düşünceyi, marksizmi yasaklayacaksın, çağımızın devrimci düşüncesini. Ve yeşil ışık yakacaksın yobazın ve faşistin önünde.
Ve ona meydanı boş bırakacak, en ilkel duyguların istismar etmesine yol açacaksın. Bunu bilerek yapmışlardır ve sonuç budur…
– Katılıyorum, görüşünüz tam bir formülasyondur, doğru bir formülasyon yani. Tabii bu, aslında bu klasik cumhuriyetin aşılmasıdır. Hani diyorlar ya ikinci cumhuriyet falan. Aslında ikinci cumhuriyet 12 Eylül’le böyle kuruldu. Eski tarz cumhuriyet, önemli oranda ideolojik kabuk değiştiriyor, oldukça tekrar militaristleşme, ama sağ temelde.
Özal da bunun ekonomisini ve özellikle giderek işte bu rantiye sınıfının, kendine göre bir kapitalistleşmenin ihtiyacını gören bir devlet adamıdır. Özal’ı illa bir yere oturtmak gerekirse, bu oluşumların sentezidir. Siyasi sentezcisidir, ekonomik muhatabı olmuş biraz. 12 Eylül darbesini, siyasi ve ekonomik ifadeye kavuşturdu ve kendine göre bir rol oynuyor.
Yalnız 1990’lara doğru geldiğimizde, artık burada bütün haşmetiyle bizim mücadelenin tarih sahnesine çıkışı söz konusu. Ben burada salt Kürt ulusal hareketinden bahsetmiyorum, artık Türkiye tarihinin bir Kürt ulusal hareketinin ifadesi olarak şekillenmesi söz konusudur. O temelde hemen bizi 15 Ağustos Atılımı’yla birlikte 1990’a geldiğimizde -ki kendi aslında çok ilginç bir tarihtir, anlatılmasında büyük yarar da var ama genel sonuçlarını söylersem- aslında Türk tarihi, bir yerde bahsettiğimiz eğilimle ulusal kurtuluşun savaş spiraline dönüştü. Bir yandan böyle korucusuyla, hizbullahıyla, tarikatlarıyla, ülkücü faşistleriyle, Çatlılarıyla, giderek işte çeteleşen bir devlet gerçeği vardır karşımızda. Diğer yandan da bizim tek başımıza büyük bir direnişle yürüttüğümüz Kürt ulusal kurtuluş hareketi. Bu dönemin belirgin yönü budur, zaten bunu da herkes biliyor.
Çarpıcı olan burada şu; Körfez Savaşı oldu biliyorsunuz, Amerika için bu çok önemliydi. Körfez Savaşı’nın başarıya gitmesi için Türkiye’nin devreye girmesi gerekiyordu. Yani bu da var olan statükonun zorlanması -ki bunu da Özal temsil ediyor- girmek istediği klasik devlet politikası veya statüsü buna imkan vermedi, bu bir çatışmaya yol açtı. Amerika’nın giderek fazla etkisi gelişti. Generaller bu dönemde şunu hesaplıyorlar; atacağımız her yanlış adım, Kürt hareketi karşısında zora girmemize, hatta Kürt hareketinin çok gelişmesine yol açabilir. Bütün adımlarını buna göre ayarladılar. Torumtay biliyorsunuz, Özal’ın politikasına yatmadığı için emekliye sevk edildi, onun yerine adım adım Güreş denilen paşa olayı ortaya çıktı. Size bunu ayrıntılı anlatmamda büyük yarar var.
Güreş paşa olayı; bana göre 12 Mart ve 12 Eylül’ün de çok üstünde. Hem çok faşist, hem çok kapsamlı bir sürece dayanan darbedir. Şimdi neden bu darbe hafif geçirilmiştir? İşte çetedir denilip ucuz kapatılmak isteniliyor. Onun üzerine uzun uzun durulabilir, ama böyle bir darbesel gelişme vardır. Ne zaman ki Özal’ın körfez politikası fazla yürüyemedi -ki yürüyebilmesi için Kürtlere kesin bir statüko gerekiyordu, bu kabul edilmedi- Torumtay’ca kabul edilmediği için Güreş’in önü açıldı. Bunu çıkış yaptı kendisi için, bir de Özal artık diyordu ki; ekonomiyi yedi bitirdi, bu savaşı bir siyasal -ki Amerika’nın bu konuda teşviki var- koşullar da çok zorluyor, özellikle Irak’a yönelik -ki Özal’ın planları vardı- yürüyebilmesi için bir Kürt politikasında dönüşüme ihtiyaç vardı.
Ve bunu da ben daha sonra test ettim; bana gazeteciler geldi, hala yaşıyor, Civaoğlu var. Dedi ki: “Özal adım atmak istiyor.” Ben “inanamam” dedim, “bu cumhuriyet politikasında köklü bir dönüşüm olur ve Özal’ın buna gücü yetmez.” “Hayır” dedi, “Özal cesurdur, böyle adımlar atabilir.” Demek ki görüşmüşler, ama ben inanamadım, sonra test ettiğimde, baktım gerçekten Özal bazı adım atmak istiyor. Bazı gazeteciler daha geldi o süreçte. Ben buna tabii olumlu karşılık verdim. Kürt meselesinde bir siyasal dönüş çok değerli bir gelişmedir dedim, ama dedim statükocu güç buna yer vermez. Nitekim Özal’ın hayalci olduğu, statükocuların ise güçlü olduğu ortaya çıktı. Kimdir bu statükocular?
– Bunu hayatıyla ödedi. Cesur bir girişimdi onun ki.
– Onu size anlatacağım. Bunu aydınlatmamız lazım, günümüzün politikasını aydınlatmak istiyorsak. Bu Güreş’in kişiliği üzerinde fazla durmak istemiyorum. Ama ordu içinde genelkurmaylığı ele geçirme ve iktidar alanını genişletme emelleri olan birisi olduğunu onu tanıyanlar söylüyor. Özal’ın ne yapmak istediğini görüyor, çok oportünist davranıyor. Mesela Torumtay ve önünde bazı engeller var, onları aşmak istiyor, Özal’la dirsek temasına geçiyor. Genelkurmay başkanı olmak için bu engelleri aşıyor aslında, -Torumtay’ı aştı- fakat aslında kendisi de statükocu. Burada tipik bir ayak kaydırmacılık var. Önü açıldıktan sonra adım adım Özal’ın tasfiyesini planlıyor. Bu plan çok ilginç; şimdi de bir planlama var, yani bugünkü ordu, asker darbesi deniliyor. Sırf bunu aydınlatmak için bu birinci. Birbirine benzeyen darbeleri anlatmak istiyorum.
12 Mart ve 12 Eylül’e bakarsak, bu darbeyi fazla anlayamayız. Ne tarihi vardır, ne de bilmem beş generalin işte “biz geldik darbe yaptık” demesinin hiçbir özelliği yok. Dolayısıyla kıyaslarsan anlayamazsın. Ama kesinlikle planlanan, işte demin söylediğim gibi; Torumtay engeli Özal’la birlikte aşılıyor destek verilince, sonra kendisinin önü açılıyor. Giderek darbesini yürütmesi için Özal’ın aşılması gerekiyor. Çünkü Özal, dediğim gibi politikalarında ısrarlı. Şimdi bu Kürt politikasında çok ters bir adım. Şunu söylüyor; “bizim federasyondan bahsetmemiz demek, Kızılay’a inersek bizim idam edilmemiz demektir” böyle bir sözü vardır. Yani tek bir Kürt çözümünü, idam olarak görüyor, ölüm olarak görüyor.
Bunun yanında hazırlıklarını geliştirirken bazı işler yapıyor. Mesela çok uyanık olunduğu için bir Londra’ya gidişi vardır. Dış destek olmadan nasıl ki o diğer darbeler olmayacaksa -özellikle İngiltere, ABD desteği- bu da aynı bu yolu deniyor ve diyor ki; “İngiltere yeşil ışık yaktı.” Sene 1990-91. “İngiltere’den bu desteği almamız çok önemliydi” diyor. Bir demecinde bunlar var, sanırım o Mehmet Ali Kışlalı’nın bir düşük yoğunluklu savaş kitabı var, orada yazıyor. Onu oldukça da iyi anlatır, sanırım belki genelkurmaydan da epey bilgi aldığı için o kitap okunmaya değer.
İngiltere desteğiyle birlikte kendisine bir de iç destek lazım! O dönemin yaygın bir sloganıdır; “Özal’a alışamadık” diye. Bunu da söyleyen hem DYP’dir, hem SHP’dir. Demirel’le İnönü’nün ittifakını sağlıyor. Mesut Yılmaz biliyorsun başbakan oluyor, ürktüğü için hemen geri çekiliyor. ANAP artık aşılmak zorunda. Yani bıraktı kaçtı derler Mesut Yılmaz için. Bu doğrudur, Güreş’in ağır baskısı altındadır, yani genelkurmayın.
İnönü ile Demirel’i ise bir araya getirirler ve kesin bildiğimiz 1991 erken seçimi ve Mesut Yılmaz’ın adeta kaçırtılması, tıpkı bugün Doğru Yol’un başına ne geldiyse, aynı o zaman da ANAP’ın başına gelir, çok ilginçtir. ANAP’ı o günkü duruma düşürenler, karşı bir hamleyle bugün Doğru Yol’u ANAP’ın durumuna düşürdüler. Hükümeti de bıraktırdılar. O zaman Mesut Yılmaz’a bıraktırıldı. Mesut hükümeti devrildi. Ben bu süreçleri çok iyi irdeleme gereği buluyorum. Dolayısıyla İnönü-Demirel hükümetiyle birlikte Özal’ın gidici olacağı açıktı zaten. Giderek etrafı kuşatıldı, hatta ANAP’ın içi de değiştirildi; Mesut kısmen Özal’a karşı çıkarıldı. Özal tıpkı bugünün Çiller’i gibi tek duruma düşürüldü. Ve bana göre çok tipiktir, Talabani bizzat bana söyledi, “elini göğsüne vura vura demiş; o askerler içinde Bitlis paşa benden yanadır.” Çok çarpıcı bu, o diyalog sürecidir. Bilmem “filan paşa ortada oynuyor.” Güreş için bunu söylüyor, aslında. Ortada oynuyor. “Ama kazanabiliriz” demiş, fakat kesin Özal’ı kullanıyor veya politika yapıyorlar. Bilmem filan kes şöyledir. Bu arada şunu gördüm; Özal’ın çok ciddi bir kişiliği var ve bir politikası var, ama çok büyük karşı koyucular da var. Tam bu süreçteyken bildiğiniz gibi…
– Bitlis paşa da gider.
– Hepsi gider Bitlis paşaya bağlı JİTEM var, Erseverler gider. Ayrıntıya fazla girmiyorum. Özal gider ve bildiğiniz gibi çok daha çarpıcı gelişmeler olur. Bu Bahtiyar Aydın vardır, bunlar çok önemlidir, Diyarbakırlıdır. Bu kesin komployla gitmiştir, bu Dersim’de albay vardır Osman, bilmem Mardin’de yine bu albaylar var. Büyük çoğunluğu tasfiye edilir. Yanlış anlamayın, siz daha bunun derinliğini fark edememişsiniz. Ben bunu izah edersem şaşarsınız, görüşlerinizde derinlik ortaya çıkar. Müthiş bir tasfiye; Özal’ın düşüşü öyle hastalık filan değil, doktorlar dürüst olmuyorlar. Özal direndi, teslim olmadı. Bu Çiller gibi, Erbakan gibi kaçmadı, direndi ve düşürüldü. Dikkat et o tarihte peş peşedir bu olaylar, tesadüfü değildir. Kürt işadamlarının feci öldürülmesi 1993’tür, Özal’ın düşürülüşü 1993’tür, Bitlis paşanın, Sivas’ın meydana gelmesi hepsi1993’tür. Gazi olayları; o da 1993’tür. Çok önemli bunlar…
Bu, büyük bir darbedir. Şimdi 12 Mart’ta böyle öldürülme yok, 12 Eylül’de yok, 27 Mayıs’ta böyle şeyler yok. Ben onun için çok öfkeyle vurguluyorum. Büyük ve çok kanlı bir darbedir yaşanan.
Daha sonra Susurluk neyi ele verdi? Bunlar çete işidir. Şimdi salt dar bir çete olarak görmeyelim. Tamam, hepsi katletmiş, bir Veli Küçük var, jandarma generali. Kocaeli’de o Kürt iş adamlarının hepsi kendi bölgesinde imha ediliyor. Onun bölgesidir, Veli Küçük’ün. Ve JİTEM’cidir. Çatlı biliyorsunuz ülkücüdür, alıp infaz ediyorlar sürekli ve çok vahşicedir. Aslında bir sürü daha var böyle, adeta para gasp etmek için kimi gözüne kestiriyorlarsa vuruyorlar.
Sonuç; bu darbe 1994’te dört dörtlük başarıya ulaşıyor ve Güreş’in deyişiyle artık “zirve yakalanmıştır,” zafer dört-dörtlüktür. Bunun içinde kimler var? Size söyleyeyim; bir kısım JİTEM’ciler diyorum, yani jandarma içinde epey örgütlenmişler. Emniyetin çok büyük bir kesimi Mehmet Ağar, Ünal Erkan onlar büyük oranda işin içinde. Güreş’in kendisi işin içinde. Bunun yanında işte rantiyeciler var, bu yeni ekonomik muslukları ele geçirenler, politikacılar var. İşte bildiğin gibi korucuların temsilcisi olan önemli Kürt korucu başları var. Bu dört başı mamur bir faşist darbedir.
- Bunun meclise yansıması?
- Çok çarpıcıdır tabii! Çiller bunun sivil klik başıdır. Çok ilginçtir, gördünüz mü bilmiyorum, geçen gün Güreş bir fotoğraf yaptırmış. Fotoğrafın bir yüzü Çiller’in, bir yüzü Atatürk’ün. Başının üstüne asıyor. Çok ilginçtir. Faşist darbe bu kadar alengirli-çilingirli böyle çok ilginçtir.
Şimdi biraz daha açabilmem için size şunu söylemem lazım. Her gün politikacılar kanallara çıkıp konuşuyorlar, diyorlar ki işte; “çeteler gücünü devletten almış.” Tam anlatamıyorlar nasıl bir olayla karşı karşıya olduklarını. Kimisi işte “deve” diyor “şu kıldır,” kimisi “deve” diyor “boynu eğridir,” öyle olayı anlatmaya çalışıyorlar. Halbuki çok planlı, iyi hazırlanılmış ve çok acımasız yürütülmüş bir faşist darbe ve süreçle karşı karşıyayız. Tekrarlamak istemiyorum, cumhurbaşkanı düşürülmüştür, bazı paşalar düşürülmüştür, istihbaratçılar düşürülmüştür, politikacılar öldürülmüştür.
Bu arada Mehmet Sincar’da 1993’te katledildi. Milletvekilleri darbe türü hapse atıldı, Leyla Zana, Hatip Dicleler. Bunların hepsi aynı tarihe denk geliyor. İşadamları acımasız katledilmiştir. Binlerce faaili meçhul cinayet seri bir biçiminde işletilmiştir. Binlerce Kürt köyü boşaltılmıştır.
Bunun yanında Çiller için kesinlikle Amerika’nın ajanı olduğu söyleniyor, belgeli ilişkileri CIA ajanlığı ile. Amerika kendi ajanını hükümetin başı yapacak kadar bu işin içindedir. Çok ilginç, eskiden böyle değildi. 27 Mayıs’ta etkisi dolaylı, 12 Mart, 12 Eylül’de bu kadar değil, ama burada başbakan, sicilli CIA ajanı. Bu kadar işin içinde.
Şimdi peki diyeceksiniz bu darbeyle tam ne yapılmak isteniliyor? Bu darbeyle 2000’li yıllarda Türkiye’de karabasan rejimi oturtulmak isteniliyor. Bunu hiç küçümsemeyin, darbe şimdi akamete uğramış gibi gözüküyor. Nasıl oldu bu? Kısaca bunu da irdelersem biraz fotoğraf tamamlanmış olur.
Ben bu darbeye karşı savaşı acımasız yaşamış biriyimdir. Özal’la da çok sınırlı bir diyalog sürecimiz olduğunda, yani çok olumlu bir siyasal çözüm imkanı çok önemli bir şeydi. Fakat sonradan baktım ki bunu boşa çıkarıyorlar. Sadece boşa çıkarmakla kalmıyorlar, muhatabı imha ediyorlar. Bu noktaya dikkat edelim. Ben o zaman bir broşür yazdım: “Bir muhatap arıyorum.” Çünkü benim muhatabım düşürüldü. General Bitlis paşa neden vuruldu biliyor musun? Bu, köylerin tasfiyesine karşı birisi. “Mücadele edelim, ama bu kadar köyü silmemize gerek yok” diyor, sebebi bu. Güreş veya bu darbeciler ise diyorlar ki; “bulaşan herkesi imha ederiz, köyleri de başına yıkarız.” Ermenilerin tehcirinde bu durum yoktu. Biliyorsunuz baskıyla kaçış teşvik edildi.
– Soygunlar vb yollarda oldu. Kış kıyamet yollara dökülen bir halk…
– Ama Kürt olayında müthişti, binlerce köyün zoraki boşaltılması ve faili meçhuller. Şu anda rakam üç bin dört bin veriliyor. Bana göre daha fazla. Bu bir iç savaş rakamıdır. Kurtuluş Savaşı’nda bu kadar insan ölmemiştir. Yalnız gerillayı söylemiyorum, yalnız kanunsuz, hukuk dışı yaklaşımlarla insanları ensesinden öldürmeler! İş adamları var, yalnız Kürt köyleri değil, Türklerin böyle biraz Kürtlükle ilgisi olan zenginlerini de imha ediyorlar. Coğrafyası tahrip ediliyor, ormanlar yakılıyor.
Evet, Özal bu kadarını kabul etmiyor. Jandarma komutanı -ki o zaman onun tarafından yürütülür- bu planı kabul etmiyor. Ve dikkat edin Bitlis paşanın elinde bir plan vardı, planıyla birlikte düşürülüyor! Ardından tabii kendi sistemi kuruldu. Çiller aslında bütün gücünü buradan alıyor, yani Güreş paşasından. Emniyetçiler dört dörtlük bu işin içinde biliyorsunuz. Özel Tim teşkilatı büyütülüyor, korucular büyütülüyor, parlamentodaki gücü, bürokrasideki gücü büyütülüyor. Sonuç; 1995’e gelindiğinde son uyduruk faşist darbe seçim de diyelim ona. Aceleye getirilmiş bu bir faşist darbedir aslında bu seçimler. Bununla aslında ört-bas etmek istediler bütün bu uygulamaları. Çoğu bunu yuttu aslında.
Peki, bugün olup biten nedir sorusuna geliyorum. Ona da gelmeden önce biz ne yaptık biliyor musun bu süreçle? Biliyorsunuz Kürt serhildanları 1990’dan itibaren büyük yükselme kaydetti, bütün Kürdistan ayağa kalktı. Şehir ve kırsal alan toptan bir yürüyüş haline geçti. Gerilla büyük bir ordulaşmaya dönüştü. 1991-92 Kürdistan toptan ayaktadır, serhildanlar yani halk hareketi büyük bir ivme kazanmıştır. Türkiye’de de biraz gelişmeler var, işçi sınıfı hareketi gelişmiştir, ama öyle güçlü değil. Gerilla çekimi büyümüştür ve onların deyişiyle “artık Kürdistan gitti elden.” Darbe buna karşı gelişiyor. Yani bu Çiller, Güreş, İnönü, Demirel darbesi buna karşı gelişiyor.
12 Mart biliyorsunuz sola karşı gelişiyor -kısmen ordu içinde biraz 9 Mart da var, ama esas itibariyle sola karşı geliştiriliyor- ve kısmen başarıldı. 12 Eylül toptan solu noktalamak için gelişiyor. Fakat bu Çiller-Güreş darbesi veya İnönü-Demirel gibi artık güçlü işbirlikçiliği olduğu darbe, sadece Kürtlerin genel ulusal başkaldırısına Demirel; “28. isyandır, onu da ezeceğiz” diyor. Ve gerilla çok büyümüştür. Gerillaya karşıdır. Dolayısıyla 1990’la birlikte biz aslında, bir yandan faşist darbecilere karşı, faşist bir rejime, -bloka diyebilirim, bloktu aslında- muazzam bir ulusal kurtuluş sürecine girdik. Bildiğiniz üzere 1990-91-92’de Lice, Nusaybin’de ciddi katliamlar yaşandı. Birçok şehirde yüzlerce insan katledildi. Bu darbeciler tarafından katledildiler.
– Bu dönem ülkenin batısında da yargısız infazlar dönemidir. Hatırlayalım: Her gece TV ekranlarında şöyle bir kanlı şov seyrettiriliyordu millete. Polis Dev-Sol’un ya da bir başka sol örgütün militanlarının bulunduğu bir daireyi kuşatıyor. Etrafa ve damlara keskin nişancılar yerleştiriliyor. TV kameramanları ve MHP faşistlerinden bir grup davetliler arasındadır. Operasyonu çok kez sonradan bakanlığa yükselecek olan emniyet müdürü Menzir yönetiyor. Menzir bulunduğu yerden “Kuşatıldınız teslim olun!” diye bağırıyor. Ardından nereden geliyorsa bir silah sesi duyuluyor. İnfazcılar derhal harekete geçiyorlar. Kuşatılan dairenin penceresinden içeri el bombaları atılıyor. Polisler hep birlikte ateş ederek bir cayırtı koparıyorlar. Sonunda dairenin içine giriliyor. Sağ kalanlar varsa onların da işi anında bitiriliyor. Kadın erkek cesetlerin her birinin yanına birer silah konuyor. Kameramanlar içeri çağırılıyor. Onlar resim çekerken dışarda MHP’li amigolar polis lehinde sloganlar atmaktadırlar. TV seyircisine günlerce bu sahneler seyrettirildi. Parlamenter kisveli bir faşist darbe karşısında olduğumuz kesin.
– Evet, Gazi olayları, Sivas katliamı, bunların hepsi bir halkadır. Aynı kitle katliamına Vedat Aydın’ın katledilmesi ve sonrasında yaşanan olaylar hepsi bu darbeyle hedeflenir. Maalesef bir tane akıllı yorumcu çıkıp da; “büyük bir darbeyle karşı karşıyayız, çok planlı ve bölgeyi yerle bir eden bir darbe. Bunun yerini ne aldı? Topal cinayeti, bilmem uyduruk böyle bir iki tane sanki istisnai bir olaymış gibi ele alıyorlar. Hala aynı değerlendirme tarzı var, bu büyük bir hatadır, hepsinin tarihini size söylüyorum ve kesin bir planlamanın varlığını işaret ediyorum.
Ve ben bunun savaşını da yaşadığım için açık sonuçlarını da söylemekten kaçınmıyorum. Biz buna karşı savaştık, büyük mücadele ettik. Biliyor musunuz bu katliamlar hangi slagon altında yürütüldü; “Gerillayı temizlemek için denizi kurutmak.” Deniz neydi? Halktı, köylerdi, işte aydınlardı. “Denizi böyle kuruttular.” Buna karşı kim devlet içinde bu devlet yönetimine karşı çıkıysa, bunların plan ve projelerini benimsemediyse hepsi de tasfiye edildi.
– Yunanistan’da ve Vietnam’da da böyle facialar yaşandı.
– Ama burada çok ilginç bir tarzı var! Örtbas ediliyor, bir türlü anlaşılmak istenmiyor. Çünkü bu yaşananlara suç ortağı olmayan nerdeyse yok gibi. O milli mutabakat hükümeti dediler biliyorsun, bu Demirel-İnönü ortaklığına, “topyekun savaş” dediler bu sürece. Mili mutabakat hükümeti, topyekun seferberlik, bununla toplumda katmadıkları kimseyi de bırakmadılar. O cenaze yürüyüşleri, müthiş anti Kürt, anti PKK slagonları ile kulaklar sağır edildi. Ve sonuç; dört başı mamur bir faşist blok iktidarıydı.
Peki, neden bu tam başarıya ulaşmadı diyeceksiniz? Bir; gerçekten bizim mücadelemiz sayesinde oldu. Çok amansız bir mücadele yürüttük. Bunu nefes nefese yaşadım. Güreş Paşa bunu çok iyi bilir. En önemli sorun olarak beni görüyor ve benim Ortadoğu’daki yükselme durumumu. İkincisi; bu darbelerin tam başarısı için dikkat ederseniz asıl savaştıkları organizasyonun ve liderin imhası gerekir. Benim tasfiye edilmem için kişisel düzeyde de çok suikast timleri yolladılar. Çok ağır bombalarla sonuç almak istediler. Bu da başarıya ulaşmadı. Bir de gerillanın tasfiyesi gerekirdi. Onun için biliyorsunuz 1992-95’te yüzlerce operasyon ülke içinde düzenlendi, gerilla tasfiye edilmedi, liderlik de tasfiye edilmedi. Bir de bu gizli bir darbeydi. Dikkat et, adı konulmamış gizli darbe.
Güreş’in görev süresi dört yıla yayıldı, daha da uzatılsa ordu allak bullak olurdu. O bir iki tane Füsunoğlu gibiler vardı: “Bana büyük haksızlık yapılıyor, hukuk alt üst ediliyor” dedi. Haklıydı! Güreş’in giderek orduyu zorlayan bir durumu vardı. Ordu içinde ciddi bir rahatsızlık olduğu kesin. Zaten Bitlis paşa olayı var jandarma içinde, infazlar, tasfiyeler var. Albay Özden’in eşinin kıyamet koparması aslında bir eğilimi ifade ediyor.
Yani sivil politikacıların milli mutabakattan ayrılması, ordu içinde Güreş’in giderek hepsinin durumunu etkilemesi var. Bizim onunla mücadelemiz var. En önemlisi bu çeteler meselesi gariptir. Şimdi bütün bunlar kilit noktaları ele geçirdiler. Ne kadar gelir varsa hepsine gayri meşru yollardan el koydular. Uyuşturucu ticareti! Bankaların boşaltılması. Soygunlar. Sıradan itirafçılar bile milyarder oldu. Devletten silah alan soyguna yöneldi ve sermaye tıkandı.
Yalnız bu yönüyle değil, biliyorsun pazar elden gitti. Devletin ekonomik krizi hat safhaya geldi. Dikkat edelim bu süreç böylesine müthiş bir bunalımın, krizin ve giderek toplumsal hoşnutsuzluğu çok ileri boyutlara getiriyor. Bu faşist darbeye uzun süre dayanılamazdı. Dayanılabilinmesi için, şimdi dikkat et Çiller diyor ki; “ben aslında tam başarıya ulaşmıştım. Yılmaz da bitmişti, Ecevit artık eskidi” diyor, bunlar hep onun sözleridir. Ve 2000 yılına doğru gidiyor, bu MHP’yle ittifak yapmak istiyor; hala da o eğilimi var aslında. Bu ne demektir? 2000 yılının sonrasını da alıp götürmesidir. Ama buna gücü yetmedi. Yetmemenin nedenlerini ben size biraz açıkladım.
SÜRECEK