“Bir insanın öldürülmesi bir trajediyken, bir milyon insanın öldürülmesi bir istatistiktir” sözünü söyleten zihniyeti kesinlikle kabullenmemenin bir ifadesi olma arzusunda bu satırlar. Soykırımın bir trajedi ya da istatistiki bir durumdan öte bir şey olduğunu ifade etmenin bir biçimidir. Kürdistanlı bir birey olarak kendi gerçeğimi anlamanın bir çabasıdır. Tarihte bir arada yaşadığımız halkların unutulmaya yüz tutmuş hatıralarını öğrenmeye, silinmeye başlamış izlerini okumaya yönelik bir adımdır. Bugün dahi yaşadığımız; soykırım artığı uygulamaların kaynağını çözmeye çalışmanın bir biçimidir.
Özel suç terimidir soykırım
Nedir soykırım? İnsanların öldürme, yok etme eylemi öyle çoğalıp çeşitlenmiş ki, her birine farklı adlar koymak anlaşılır kılıyor niteliğini. Her ölmek, ölmektir de diyebiliriz. Ölümün biçimi kadar ne için olduğunun önemi, halkların, insan gruplarının, toplulukları ya da farklı bir arada bulunuşların varlığı açısından büyük önem kazanmaktadır. Soykırım sadece öldürmek, toplu öldürmek değildir. Özel suç terimidir soykırım. Fiziksel ve zihinsel iğdişleştirme problemini güncel bir yakınlıkta yaşıyorsak Mezopotamya ve Anadolu halkları olarak, bu durum soykırımdan geçirildiğimizin kanıtıdır. Güncelin resmine içerden bakıldığında, bölgemizin yaşadığı acının, tarihin farklı kesitleri içinde azalıp yok olmadığı, tam tersine farklı formlarla sürdüğü görülüyor. Soykırımın yaratmaya çalıştığı tablonun görünen kısmı, her şeyin tıkır tıkır işlediğine dair bir algıyı herkesin zihnine yerleştirmektir. Normal olduğunu sanmak, hiçbir sorun yokmuş gibi yaşamak, hiçbir sorun olmadığına inanmak tam da soykırımın sonucudur.
Uyanış gerektiren durumumuz soykırımın sonucudur.
Bölge gerçeğine baktığımızda soykırımlarda üç kesimin var olduğunu görmekteyiz: Failler, kurbanlar ve seyirciler. Aslında bu kategoriye biraz dikkatli ve birkaç saniyeden daha uzun baktığımızda görmekteyiz ki; tüm insanlık bu kategoriler dahilindedir. Ya faildir ya kurbandır. Her ikisi değilse de hiçbir insan kendini kurtaramamakta, seyirci konumunda soykırım karşısında dilsizleşmektedir. Bu anlamda hiç kimse normal olmama tufanından kurtulamamıştır. Ve hiç kimse kendini bu kategoriler dışında görmenin nafile çabasına girişmemelidir.
Yaşadığımız coğrafyanın müslüman ağırlığından kaynaklı, en fazla ‘gavur-kafir’ söylemi kullanılarak soykırımlar gerçekleştirildiği için, kavram dile geldiğinde Ermeniler, Yahudiler, Rumlar geliyor akıllara. Bu gerçeği yadsımıyoruz. Ama bir taraftan da Türkiye siyasi sınırları içinde hukuki ve idari olarak değiştirilen ama halk toplulukları nezdinde hala eski, gerçek isimleriyle anılan Ermeni, Asuri ya da başka halkların dillerinden isimlerin yanı sıra, ‘gavur-kafir’-‘kefer-küffar’ ya da bu kökenden gelen başka sözcüklerle başlayan yerleşim merkezlerinin ya da coğrafik yerlerin isimlerine baktığımızda bu isimlerden yola çıkarak dahi bir soykırım haritası çıkarabileceğimizi görürüz. Anadolu ve Mezopotamya’da yaşayan halkların uğradığı soykırımları bilmek, yaşadıkları acıyı, kültürlerini ve yaşayış tarzlarını bilmek, kendini bilmek derecesinde önem arz etmektedir.
Kendini bilmenin temelinde de direkt olarak kendi halkının, ait olduğu toplumsallığın ne’liğini bilmek vardır. Bunun yanında Kürdistan halkının yaşadığı soykırımları, üzeri örtülen, lokal formlarla uygulanan ve öldürme kadar başka yöntemlerin de ölümden ölüm beğen dedirten tarzda uygulandığını bilmek, özgür yaşamanın ve yaşadığı zamana anlam katmanın temel şartlarından biridir.
Bu anlamı yaratmanın bir çabası olarak soykırım kavramının ortaya çıkışından uluslararası hukuk alanında resmileşmesine kadar birçok konuyu ele almak önem taşımaktadır. Öncelikli olan, tabii ki hukuktan ziyade toplumu oluşturan ve onun özgürlük sanatı anlamına gelen ahlak olduğundan, bu pencereden bakmaya çalışmak kendini bilmenin vicdani şartı olmaktadır. Hukuksal alanın insanlıktan ziyade hukuku oluşturan devlet iktidarlarına kazandırma eğiliminde olduğu bir gerçektir.
Soykırım bir erkeklik eylemi
Bunun dışında soykırım gibi utanç verici bir gerçeği bilmek ve karşısında gerekenleri yapmak açısından ahlaki yükümlülükler devreye girmektedir ki devlet yapılanmalarının bu yönlü bir duyarlılıkları olduğu düşünülemez. Çünkü devlet, ahlakın tüketilmesiyle, ahlaki duyarlılıkların öldürülmesiyle yükselmektedir. Ahlakı öldürerek doğan boşlukta kendini büyütmektedir. Hiyerarşinin ortaya çıkışından itibaren, insanlığın tüm biriktirilmiş değerleri karşısında büyük saldırılar gerçekleştirilmesine rağmen ahlaki değerlerin tümden yok edilemediği, bu değerlerin ve birikimlerin toplumu bir arada tutan temel yapıştırıcı güç mahiyetinde varlığını hala koruduğu bilinmektedir. Bu süreçlerde geliştirilen ata erk başatlığına rağmen toplumun direnen kesimlerindeki komünal yaşam özellikleri belli oranda korunmuştur. Kapitalist modernitenin başlangıcıyla birlikte bu süreç, tüm dünya tarihinin toplamındakinden kat kat fazla bir yıpranmayla karşı karşıya gelmiştir. İki yüz yıllık bir tarihi olan kapitalist modernite aşamasının ata erk kültürün zirvede bir uygulaması olduğu, erkeklik eylemlerinin toplumun tüm tabakalarına, tüm alanlarına ve tüm ayrıntılarına sızdırıldığı ve toplumun bir enkaz haline getirilmek istendiği bir gerçektir. Ve bu gerçek kendi egemenliğini erkeksizleştirerek ve toplumları kadınsılaştırarak kendini var kılmaktadır.
Soykırım bir erkeklik eylemi. Öyle olmalı. Yoksa soykırım olmaz. Olamaz. Ata erk’in kendini gerçekleştirmesinin en kötü formlarından biri. Bundan olmalı ki soykırım uygulanan halkın, topluluğun ya da grubun üyelerine tecavüz edilmekte, tek tek tecavüzler yanında toplu tecavüz uygulamaları görülmekte, aşağılamanın ilk biçimleri olan tacizler yaygın olarak ortaya çıkmaktadır. Tarihte de kadına uygulanan kırım yönteminin kadının düşürülüşü ardından bir bütün toplum üyelerine uygulanması ve nihayetinde toplumun “karılaştırılması” soykırımın çıkış zihniyeti hakkında bilgiler vermektedir. Soykırım uygulamalarının kadın soyu üzerinden gerçekleştirildikten ve hegemonyanın temel bir yöntemi olarak benimsendikten sonra yaygınlaştırıldığı gerçeği de son yüzyıllarda gerçekleşen soykırımlardaki tecavüzler hakkında bilgi vermektedir.
Bir insanı öldürmek, hatta öldürmeye teşebbüs etmek suç sayılıp karşılığı ceza olarak belirleniyorsa, binleri öldürmek neden suç sayılıp cezalandırılmaz? Ölüm listelerini açıklayan, ölümler gerçekleştirildikten yıllar sonra ölümün eşiğine gelmişken, bunun itirafını yapan ve temiz bir vicdanla cennette kendine bir yer kapma hevesine kapılanların vicdanlarından söz edilebilir mi?
Binlerce-yüz binlerce insanın ölümüne karar verenler için neden uygulanmaz hukukun uluslararası ceza kısımları?..
Bir örgütlü plandır soykırım
Bu soruların cevaplarını oluşturmak için hala araştırıyoruz soykırımları. Bu araştırmalarımızda tarihin çeşitli zamanlarında gelişen katliamlara, sayıca çok fazla katliamın izlerine ve katliamlardan daha kanlı, daha korkunç isimlendirmeler gerekli kılan öldürmelere tanık oluyoruz. İnsanlık tanıktır bunlara. İnsanlar bu tarz eylemlere barbarlık eylemleri demişler öncesinde. Ad koymak zor olmuş. Çok zaman geçmiş ad koyana kadar, çok kırılmış insanlık. Öncesinde barbarlık eylemi demişler insanlar. Bu terim, 1933’de ceza hukuku ile ilgili olarak Madrid’de yapılan uluslararası bir konferansta önerilmiş, fakat o sırada kabul görmemiş. Yunan dilinde ‘genos=ırk, soy’ ile Latince ‘caedere’ kökeninden alınan ‘cide=katletme, öldürme’ sözcüklerinden oluşturulan ‘genocide(jenosid) =soykırım’ teriminin uluslaarası planda kabul edilerek uluslararası hukuk kapsamına alınması Yahudi kökenli Polonyalı hukukçu Raphael Lemkin’in (1900- 1959) çabalarıyla mümkün olmuştur.
Soykırım kavramının tanımına ilişkin farklı yaklaşımlar ortaya konulsa da, ortaklaşılan noktalar vardır, ve bu noktalar evrensel tanımları oluşturmaktadır. Irk, din, canlı türü, sosyal durum ya da başka herhangi bir ayırıcı özellikleri ile diğerlerinden ayırt edilebilen bir topluluk veya topluluğa mensup bireylerin, yok edicilerin çıkarları doğrultusunda önemli sayıda ve düzenli biçimde yok edilmeleri kavramın genel bir tanımını oluşturmaktadır.
Bir ulusal kesimi yok etmek niyetiyle o gruba ait en temel hayati kaynaklarını yok etmeyi amaçlayan çeşitli hareketlerden oluşan örgütlü bir plandır soykırım. Bir ulus grubuna ait siyasi ve toplumsal kurumların, kültürün, dilin, ulusal hislerin, dinin ve ekonomik varlığın tahrip edilmesi ve bu gruplara dahil kişilerin bireysel güvenlik, özgürlük, sağlık, onur ve yaşamlarının yok edilmesi hedeflenerek soykırım gerçekleştirilir. Tarihte gerçekleştirilen soykırımlara baktığımızda, görünür sebeplerin dinsel ve etnik kökenle ilgili olduğunu anlamaktayız. Ama tarihsel gerçekler dinsel ve etnik gerekçelerin soykırım için sonuç alıcı birer gerekçe, soykırımı gerçekleştirenler için keskin bir şart oluşturduğunu söylemektedir. Faşist zihniyet etnik-dinsel gerekçeyi ön plana çıkarsa da, beslediği emperyalist zihniyetin kökeninde ekonomik sebeplerin de önemli bir rol oynadığı inkar edilememektedir. Avustralyalı yerli kabilelerin, Aborijinlerin katledilmesi bunun için ilk örnek teşkil etse de Yahudi ve Ermeni soykırımlarında da bu sebeplerin varlığı inkar edilemez.
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 9 Aralık 1948 tarihinde soykırımın önlenmesi ve cezalandırılması sözleşmesini kabul etmiştir. Bu sözleşme 12 Ocak 1951 tarihinden itibaren yürürlüğe girmiştir. Bu sözleşmeye göre bir eylemin soykırım olarak nitelendirilebilmesi belirli bir insan topluluğunun; milliyeti, ırkı, etnik kökeni veya dini dolayısıyla yok edilmesi niyetinin bulunması gerekir. Bu sözleşmenin Önleme ve cezalandırma görevini belirleyen 1. maddesi “Sözleşmeci Devletler, ister barış zamanında isterse savaş zamanında işlensin, önlemeyi ve cezalandırmayı taahhüt ettikleri soykırımın uluslararası hukuka göre bir suç olduğunu teyit eder” şeklindedir.
Soykırımı oluşturan eylemler açıklamasıyla verilen madde 2 şöyledir:
“Bu sözleşme bakımından, ulusal, etnik, ırksal ya da dinsel bir grubu, kısmen ya da tamamen ortadan kaldırmak amacıyla işlenen aşağıdaki fiillerden herhangi biri, soykırım suçunu oluşturur:
1-Grup üyelerini öldürmek;
2-Grup üyelerine ciddi fiziki veya zihinsel zarar vermek;
3-Grup üyelerini bilerek tamamen ya da kısmen fiziksel yok oluşa götürecek yaşam şartlarına tabi tutmak;
4-Gruptaki doğumları kasıtlı olarak engellemek;
5-Grubun çocuklarını zorla başka bir gruba transfer etmek”.
İnsanlık suçları, savaş suçları ve saldırganlık suçlarının da yargılandığı Uluslararası Ceza Mahkemelerinin ilk görevi, tüm toplumları ilgilendiren en ciddi suç olan soykırım suçunu yargılamaya ilişkin olarak belirlenmiştir. Kavramın uluslararası hukuk minvalinde meşruiyet kazanmasına öncülük edenlerin yaklaşımına milletin tüm üyelerinin kitlesel kırımlarla yok edildiği durumlar hariç, bir milletin anında yok edilmesi anlamına gelmek zorunda değil. Hazırlanan çeşitli raporlar vardır ve bunlardan 1996’da Soykırım Gözlem Örgütü’ne sunulan bir raporda soykırımın aşamaları sekiz başlık altında belirtilerek soykırımların öngörülebildiği ve bundan dolayı da gereken önlemler alınarak engellenebileceği vurgulanmıştır. Bu aşamalara ilişkin belge okunurken, kanlı bir gerçeğin adım adım yaklaştığı duyumsaması oluşuyor. Engellenebilir oluşu bu duyumsamayı azalttıysa da tarihteki soykırımların açığa çıkmış olmaları, bir diğer ifadeyle engellenmemiş olmaları ve bu tanım kapsamına giren öldürmelerin hala sürüyor olması o duyumsamayı arttıran bir etken oldu.
Sınıflandırma adı verilen birinci aşamada insanlar ‘bizler ve onlar’ diye ayrılır, bölünür. Bu ilk aşamada bu tarz ayrımları aşacak evrensel kurumlar geliştirmek temel önlemdir.
İkinci aşama olan simgelemede yaratılan ayrımların nefretle birleşerek, simgelere dönüştürülerek, dışlanan topluluğun üyelerine dayatılır. Burada alınacak önlem de bu simgelerin ve bu tarz simgeleri içeren sözlerin hukuki olarak yasaklanmasıdır.
Biz-siz şeklinde kutuplaşan ayrım artık düşmanlık aşamasına gelmiştir
Üçüncü aşama dehümanizasyon olarak adlandırılmaktadır. İnsanlık dışılık anlamına gelen dehümanizasyon kavramıyla adlandırılan bu aşamada bir grup üyeleri, diğer grup üyelerinin insanlığını inkar eder ve aşağılanma anlamı içeren bir hayvan ya da bir eşya-nesne şeklinde adlandırır. Böcek isimleri aşağılamak, mide bulandırıcı olduğu vurgusu yapmak için dile gelir. Burada alınacak önlem de nefret söyleminin kullanımını kültürel olarak kabullenmemek, bu söylemleri teşvik edenlerin farklı birçok yönden engellenmesi ya da işlevsiz bırakılmasını sağlamak şeklinde belirtilebilir.
Dördüncü aşama olan örgütlenme aşaması, soykırımın her zaman örgütlü olduğuna işaret eder. Özel ordu birlikleri ya da milis güçleri şeklinde eğitilmiş kışkırtılmış örgütlü gruplar tarafından gerçekleştirilen soykırım karşısında alınacak önlem olarak, uluslararası örgütlerin bu örgütlü güç-devlet ya da kesime karşı yaptırım uygulaması şeklinde olabilir. Örneğin soykırımlara katılan hükümetlere ya da şahıslara karşı ambargo uygulaması bu anlamda alınabilecek bir önlem olacaktır.
Beşinci aşama olan kutuplaşma aşamasında birbirinden nefret eden gruplar ayrımları köklü ayrılıklara dönüştüren ve kutuplaştıran propagandalar yaparlar. Bu aşamada insan hakları gruplarına destek vermek, darbe olasılığını göz önünde bulundurarak önlemler almak ve çözüm yanlısı olan kişi ve kurumları korumak olmalıdır.
Hazırlık olarak belirlenen altıncı aşamada soykırım kurbanı olarak seçilen grup ya da kişiler etnik-dinsel vs. kimlikleriyle belirli kılınarak, ön plana çıkarılırlar. Teşhir süreci de diyebileceğimiz bu süreçler acil durum ilanı gerektiren tehlikeli dönemleridir.
İmha aşaması olarak adlandırılan yedinci aşama, soykırımı gerçekleştirenlerin zihninde kodlanmış bir yok etme eylemidir. Artık katil, kurbanının insan olmadığına, kendisi gibi bir varlık olmadığına ve onun yok edilmesi gerektiğine kesinlikle inandırılmıştır. Bu aşama artık soykırım niyetinin harekete geçirilmiş halidir ve bunu engelleyebilecek tek şey de, harekete geçmiş güçtür. Bir diğer deyişle silahlı güç, uluslararası güvenlik birimleri ancak bu süreçleri durdurabilir ve soykırımı engelleyebilir. Bu aşama, bir arada yaşama koşullarının tümden tüketildiği zamanlara denk gelmektedir ve ardından da katliam yoksa sürgün yaşamları gündeme getirmektedir.
Sekizinci ve son aşama inkar aşamasıdır. Soykırımı gerçekleştirenlerin bunu bir suç olarak görmediklerinden işledikleri suçu inkar etmeleri sürecidir bu. Bu süreçlere verilecek tek cevap, ulusal/uluslararası mahkemelerce soykırımı tartışmak ve bir yaptırım yaratabilmektir. Çünkü artık alınacak bir önlem kalmamıştır ki soykırım önlensin. Yapılacak tek şey vardır o da gerçekleştirilen suçu ortaya çıkarıp suçlulara kabul ettirmek ve insanlık nezdinde bunu yargılamaktır.
Soykırım gibi insan zihnine sığmayan bir durumun insan eylemine sığması bazı önkoşulların varlığına bağlı olarak gelişmektedir. Öncelikle insan hayatına apayrı bir değer vermeyen bir milli kültür olmalıdır. Hakim kültürlerin başat güç olarak inşa ettikleri kendi etnik homojenliklerini sağlamalarının en temel şartı, kendi milliyetini üstünlük vasıflarıyla yüklü bir algıya dönüştürmektir. Almanlardaki üstün ırk, Türklerdeki “Ne mutlu türküm diyene, Türk’ün Türk’ten başka dostu yok” vurgusu buna somut örnektir. Bu algı biçimleri sloganlara dönüştürülerek, günlük, anlık olarak kitlelere zerk edilir. Kendi üstünlüğüne, farklılığının bir ayrıcalık konusu olduğuna bunca inandırılan bir topluluk üyelerinin zihninde kendisi ve ötekiler diye bir ayrım oluşup keskinleşmekte ve bu ayrım giderek salt bir ayrım olmaktan çıkarak düşmanlığa dönüşmektedir. Biz-siz şeklinde kutuplaşan ayrım artık düşmanlık aşamasına gelmiştir ve önkoşullar amacına ulaşarak bir katliamın zeminini oluşturmuştur. Üstün olduğu varsayılan ve bu varsayıma inandırılan bir zihniyete sahip totaliter toplumlar soykırım hareketlerinin önkoşullarındandır. Bunun yanında ayrıştırarak ötekileştirdiği kesime bakış açısı küçümseme ve aşağılamayla başlayarak iğrenme, kendi varlığı karşısında tehlike olarak görme ve düşman algılama şeklinde artarak duygusal platformda yok etme isteminin aşamaları oluşturulmaktadır. “Gâvurlar”, “kâfirler”, “ilkeller”, “yontulmamış barbarlar”, “yozlaşmışlar”, “dinsel sapkınlar”, “aşağı ırk”, “dağlılar” ya da “medeniyet görmemişler” türü vasıflandırmalar oluştuktan bir süre sonra bir hitap biçimine dönüşmeye başlar ve bu ayrımları derinleştiren bir etkene dönüşür. Toplumun algısında bir kişiye, kesime yönelik hitap biçimi doğru olmasa dahi bir süre sonra gerçeğin ta kendisiymiş gibi bir algıya dönüşür. Bununla birlikte soykırımı gerçekleştirmek için -yani soykırıma kalkışmak için- faillerin güçlü, merkezi bir otoriteye ve bürokratik örgütlenmeye olduğu gibi hastalıklı bireylere ve suçlulara da ihtiyacı vardır. Ayrıca faillerin kurbanlara yönelik bir karalama ve dehümanizasyon kampanyası yapması gerekir, bunlar genellikle yeni bir ideolojiye ve toplum modeline güven aşılamaya çalışan yeni devletler ya da yeni rejimlerdir.
Soykırım tikel boyutta ele alındığında, ruh bilimin kapsamına girerek önemli bir alan işgal etmektedir. Soykırım gerçekleştiren ya da gerçekleştirmeye yatkın ve eyleme geçmeye hazır ruh hali yaşanan örnekler itibariyle savaş, siyasal-kültürel-ekonomik kriz, sosyal düzensizlik koşullarında ortaya çıkmaktadır. Bu koşullar varlığın tümden tehlikeye girdiği algısı yaratarak, başka bir kesimin varlığına son vererek, kendi varlığını kurtarma anlayışına yönelmeyi anlatır. Telkinler şiddet kullanmayı kutsal saydığı zaman, şiddet kullanmamak cehenneme götüren bir eksiklik olarak algılanır. İran’da kadınların taşlanması olayında, taş atmayan erkeklerin kınanması, aşağılanması, eksik olduklarının hatta erkek olmadıklarının vurgulanması buna örnektir. Yine töre cinayeti durumlarında öldürmemenin namus kirlenmesinin sürmesi olarak dile gelmesi, bunu yapamayanların erkek olmadıklarına yönelik ithamlar, karşıdakinde aşağılandığı duygusu yaratmakta ve bu duygudan kurtulmak için öldürmeye yöneltmektedir. Bu örnekler aynı psikolojiyi anlatır. Soykırım gerçeğinde de aynı ruh hali birden fazla kişinin, ortak değerlere sahip birçok kişi üzerinde yaratılarak soykırım telkin edilir.
Soykırım zamanı normal olmayan bir zamandır
Ekonomik sebepler de önemli bir tetikleyici olmaktadır. Ermeni soykırımını tetikleyen önemli gerçeklerden biri; “Neden onlar bizden daha zengin” söyleminde ifade bulmaktadır. Normal bir zamanda bir insanı öldürmek ağır bir suç, büyük bir yanlışlık, hatta hiç akla getirilmemesi gereken bir durum-eylem iken, soykırım zamanlarında insanlardaki bu algı değişir. Normal bir zamanda komşu kızına tecavüz etmek normal olan hiç kimsenin aklına gelmezken, normal olmayan bir zamanda normal bir ruh halini yaşamayan biri için bu eylem kendini gerçekleştirmenin, yapması gerekeni yapmanın ve hak edileni vermenin bir biçimi olarak görülür. Çünkü soykırım zamanı normal olmayan bir zamandır. Normal olmayan zamanda ise normal ölçülerin dışına çıkılır. Ağır suç, ayıp, kötü sayılanlar soykırımı gerçekleştirenlerin nezdinde normalleşir. Öyle ki soykırımın önkoşullarının hazırlandığı zamanlarda bunu gerçekleştirmeyenlere hain gözüyle bakılmıştır-bakılmaktadır. Bu algı oluşturulduktan sonra soykırımı gerçekleştirmek için beklenen kıvılcımın çakması zor olmayacaktır.
Kabaca gözü dönmüşlük denilen bu duruma aslında beyni ve yüreği dönmüşlük demek daha yerinde olacaktır. Soykırım gerçeğinde katledilen kişi-kişilerin bir şey yaptıkları falan yoktur. Önemli olan, bir şey olduklarıdır. Kişiye ne yaptığı değil, ne olduğu sorulur böyle zamanlarda. Ne’likleri denilen etnik, dinsel özellikler saldırıların gerekçesi olmakta, dışlanmak, horlanmak ya da birçok kötü muameleye tabi tutulmakla birlikte soykırım tehdidi oluşturmakta ve bir zaman sonra, zaman normal olmayan bir nitelik kazandığında, soykırım gerçekleşmektedir.
Soykırımın tikel gerçeği genel hatlarıyla böyle olurken evrensel boyutu farklı bir önem kazanmaktadır. Soykırım bir tek kişi tarafından gerçekleştirilmemektedir. Kitlesel bir durum olduğundan toplumbilim kapsamına girmektedir. Toplumsal ilişkilerin kutuplaştırılması, yaşam algılarının hakim sistem içinde homojenleşmesi ve bu zeminin sürekli kışkırtılmaya hazır tutularak, tüm zamanlarda soykırım öncesi dönemin yaşatılması durumları bilinmektedir. Soykırımı gerçekleştirenlerin zihniyetinde yok edilmeye en elverişli biçimde yeniden tanımlanan “ötekileştirilmiş” kesim kendi tanımlarıyla yaşamalarına rağmen egemenlerin tanımlarıyla yaşamdan koparılırlar.
Soykırım, bir devlet icraatıdır
Toplumbilim araştırmalarında kolektifler imhası olarak adlandırılan (toplu katliam) soykırım, önemli yorumlara tabi tutulmuştur. Bu çerçevede sosyoloji, jenosidi genel olarak etnik, ekonomik, feodal veya ulusal bir kolektif çatışma dinamiği olarak açımlamaktadır. Adına toplumbilim diyen bir yöntemin bu açımlamaları elbette ki soykırımı açıklamaya yetmemektedir. Karşılıklı farklılıkları ortaya koymak, kesinlikle sorunu açıklamaya yetmemektedir. Homojenleştirme uygulayan kesimlerin ırkçı, milliyetçi, dinci tekçileştirme durumları tarih önünde mahkum edilerek, bir izah geliştirilmek zorundadır. Farklılıkları ortaya koyup soykırım gerekçeleri diye sıralamaktan çok farklılıklara tahammül edemeyen, homojenleşme hastası tek tip rejimler karşısında bu bilim dalının bir tavır geliştirmesi şarttır.
Devletin gereksizliğini en çok kanıtlayan, gerçek soykırım gerçeğidir. Çünkü soykırım, bir devlet icraatıdır. Devlette kurumlaşan iktidarlar açıkça ya da gizli bir şekilde toplulukları istismar ederek kendi sistemini inşa etmektedir ve bu istismarlardan biri de soykırımı gerçekleştirecek kitleler yaratmaktır. Devletin en önemli bir program maddesi de her an katliam yapmaya hazır kitleler yaratmaktır. Yedekte tuttuğu bu kullanmalık güçler, sivil faşist güçler olmaktadır. Yok etme amacı, resmi politikanın ürünü olarak sürekli yedekte tutulan ve bazı zamanlarda (normal olmayan zaman-soykırım zamanı) gündeme getirilen bir gerçekliktir. Bu anlamıyla soykırım bir devlet suçudur. Kişiler boyutunda uygulayıcıları olmak ve yargılanmayı gerektirmekle birlikte özelde bir devlet suçudur ve bu minvalde ele alınmayı gerektirmektedir. Soykırım suçu işleyen esasta devletin diktatör rejimleridir. İstatistikî veriler yirminci yüzyılda devletlerin dünya genelinde milyonlarca insan katlettiklerini göstermektedir. Ve bu rakam, içinde bulunduğumuz yüzyıla da taşmış bulunmaktadır. Diktatör rejimlerin devlet sınırları içerisindeki herhangi öldürme eylemleri soykırım olarak nitelendirilmemektedir. Esasta soykırım olarak nitelendirilen katliamlar bir ırk, etnik köken, dinsel olarak farklı bir inanç grubuna yönelik olan katliamlar için dile gelmektedir.
Birleşmiş Milletler, Uluslar arası Soykırım Sözleşmesi’nin 3. maddesinde cezalandırılacak eylemler şöyle belirlenmiştir:
“Madde 3 [Cezalandırılacak eylemler]
Aşağıdaki eylemler cezalandırılır:
a) Soykırımda bulunmak;
b) Soykırımda bulunulması için işbirliği yapmak;
c) Soykırımda bulunulmasını doğrudan ve aleni surette kışkırtmak;
d) Soykırımda bulunmaya teşebbüs etmek;
e) Soykırıma iştirak etmek”.
Bu eylemlerden her biri uluslararası hukuk tarafından cezalandırılacak suçlar olarak görülmektedir. Yine soykırım konusunda önemli bir boyut da katliamlardaki niyet boyutudur. Sistemli ve bilinçli-kasıtlı bir öldürme-yoketme niyetiyle gerçekleştirilen bir katliamdır soykırım. Niyet, plan ve uygulama şeklinde vücut bulan soykırım gerçeği, homojenleştirmenin en ağır yönüdür. Öldürenlerin öldürme eyleminin bilincinde olmaları, kimi öldüreceklerini bilerek öldürmeleri ve öldürme eyleminin sonuçlarını dahi katledenler olarak takip etmeleri (ölüleri yakma, kuyulara doldurma, fırınlara atma, asit kuyularına atma vs.) soykırımın niyetli-bilinçli ve planlı olduğunu göstermektedir. Katledilen topluluğun üyelerinin güç dengesindeki zayıf halka olmaları da dikkat çekicidir. Hakim gruba nazaran savunmasızdır soykırıma uğrayan grup. Sayıca daha azdır, bundan dolayı azınlık olarak adlandırılmaktadır. Tarihte mazlum sıfatıyla bilinen, mağdur durumlar yaşamış olan belirli etnik ve dinsel kesimler, yaşam alanlarındaki hakim kesimler tarafından kuşku, nefret ve aşağılanmayla karşı karşıya kalmış, soykırım hedefi olmuşlardır.
Soykırım kitlesel katliamları aşmaktadır. Bunun sebebi de bir halkı, etnik topluluğu, inanç kesimini yok etmeye yönelmektir. Öldürmek başta olmak üzere yok etme içeren tüm edimler, soykırımdır. Çünkü amaç; salt çok sayıda insan öldürmek değildir. Amaç; kimliği yok etmektir. Bundan dolayı katledilen kişiler kadar o kişinin mensubu olduğu topluluğun etnisite-inanç sembolleri de imha edilmekte, bu amaçla da türbeler, ziyaretgahlar, cemevleri, kilise, cami ya da havralar kadar kitaplar da yakılıp yıkılmaktadır.
Tarihin en kirli sayfalarından örnekler
Tarihin en kirli sayfalarından örnekler vermek istiyoruz. Ama biliyoruz ki, kirli de olsa bu tarihin sayfaları bizim. Bizi anlatıyor. Kirleten ya da kirlenen bizleriz. Ve kirli olanları sahiplenip temizleme çabasına yönelmedikçe, bu kirlilik büyüyor.
Gerçeğin tanımını en fazla görünmeyen, görünmek istenmeyen ve kabullenmemek için direniş gösterilen alanlar oluşturuyor egemenlerin tarihinde. Bu alanlara baktığımızda en fazla gördüğümüz şey, soykırım oluyor. En yakından tanıdığımız Türkiye tarihine, onun mirasını aldığı Osmanlı tarihine baktığımızda, en kabullenilmek istenmeyen şeylerden biri, Ermeni soykırımıdır. Oysa inkar ettikçe, kendi gerçeklerinin soykırımcılık olduğunu ispatlamaktan başka bir şey yapamamaktadırlar. Özgürlük ve hakikat mücadelelerinde egemen bir devlete bu soykırımı kabul ettirmek bir başarı olabilir ama hakikati oluşturacak tek şey değildir. Ne de olsa artık Önderliğimizin deyimiyle uyuyan bir gerçeklik değildir bu ölüm bilgisi. Uyanmış ve hakikate dönüşmüştür. Bir ülke tarihinin hakikati, bir halk tarihinin hakikati…
Soykırım gerçeğine baktığımızda dünya tarihinde buna dair birçok örnek görmekteyiz. Bu örnekleri incelemek, üzerinde yaşadığımız dünyada, çevremizde, yüzyılımızda ve devraldığımız tüm zamanlarda nelerin yaşandığını, bir daha yaşamamamız gereken nelerin var olduğunu ve bizlere nelerin miras bırakıldığını anlamak içindir. Egemen ulus bireyleri için de çok önemli olan bir konudur soykırımı çözümlemek. Bugün içinde bulunduğumuz etnik topluluğun, inanç grubunun ya da coğrafya insanlarının önceki bir zamanda yaptıklarından dolayı bizler suçluluk psikolojisi yaşıyorsak, o tarihleri anmak bizleri utandırıyorsa ve o zamanları silmek istiyorsak, bugün bizim sorumluluğumuzda olmayan o eski zamanların yetersizliklerini, yanlışlıklarını gidermek en temel görevimizdir.
Tikel olarak kendimiz suçlu olmayabiliriz. Suçluluk duymamızı gerektirecek en ufak bir neden dahi bulunmayabilir. Ama birlikte yaşadığımız halklarla, uluslarla, inanç gruplarıyla anlam, güven ve sevgi yaratan bir yaşam sürmek istiyorsak, bizim yarattığımız bugünde bir anlam dalgası olsun istiyorsak ve kendi yaşamlarımız güzellik, iyilik ve doğrulukla dolu olsun istiyorsak, tikel olarak sorumluluğumuzun bulunmadığı zamanların da eksikliklerini gidermeye yönelmek durumundayız. Bu durumun derin bir özgürlük, demokrasi, eşitlik ve bir arada yaşama bilincini gerektirdiği kesindir. Bir Kürdistanlı olarak iç içe yaşadığımız Ermeni halkının maruz kaldığı soykırımları bilmemek, dahası bugün coğrafyamızda silinmeye yüz tutmuş Ermeni izleri anlayamamak, bu topraklara “bizim” deyip, buralarda yaşayan tarihi duyumsayamamak bizim eksikliğimizdir, yarım oluşumuzdur. Bu duyumsamanın olmayışı bizim yarım kalan bilinçlerimizin de tanımıdır.
Bu yarımlıkları giderme adına da olsa, soykırımların tarihine, soykırım örneklerine bakmak yararlı olacaktır. Yalnız bu satırlarda, insan ömrünün sayılarla ölçülmeyeceğine inandığımdan istatistiki bilgilere pek fazla yer vermeyeceğim. Nerede, ne zaman, kaç yüz bin insan öldürüldüğünü belirtmek, rakamların büyüklüğünü ortaya çıkarmak gerekmiyor soykırımları anlamak ve birbirimize anlatmak için. Bundan dolayı, en fazla insanın katledildiği sıralamasıyla değil, tarih sıralamasıyla vermeye çalışalım.
Avustralya’da yüreğini yitirmemiş bir topluluk
Aborijin… Kökleri olmayanlar, köken dışında kalanlar… Bir hakaret içeren bu sıfat, İngilizlerin 18. yüzyıl sonlarında keşfederek işgal ettikleri Avustralya yerlilerine verdikleri addır Aborijin… Bu yerli kabileler, bugün tüm dünyada İngilizlerin verdiği adla tanınmaktadır.
Dünyanın en eski topluluklarından olan Aborijin yerli kabileleri, ne yazık ki insanlık tarihinde hak ettikleri öneme denk bir yaklaşımla karşılaşmamışlardır. Toprağı işlemeyen, hayvanları evcilleştirip beslemeyen bir topluluk olan Aborijinler, doğadan hayvan yumurtaları, meyveler, tohum ve kökler toplayarak yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Ta ki Britanyalı işgalci denizciler gelene kadar…
Avustralya’da yaşayan Aborijin diye tanınan kabile insanlarıyla ‘Bir Çift Yürek’ adlı kitap vesilesiyle tanıştım. Bu tanışma anlamlıydı. Anlamlı oluşu onları tanımak kadar geç kalmışlığın, bilinmeyenlerin bir eleştirisi olmasındandı. Aborijinler Avustralya’da yaşayan ve kendi içinde çeşitli dillere ayrılan kabile tarzı yaşamın sürdürüldüğü yerel bir etnik topluluktur. Kendi kendine yeten yaşam tarzının doğal, egemenlik tarafından dokunulmamış bir örneğini oluşturan Aborijinler, İngilizlerin keşif gezilerine kadar bu özelliklerini korumuşlardır.
Kaptan Cook, 1770 yılında Büyük Britanya İmparatorluğu adına Avustralya’nın doğu kıyılarını işgal ettikten sonraki on yıl içinde kıtaya gelen İngiliz sömürgeciliğinin getirdiği hastalıklar, en büyük silahlarıydı. Kent yaşamındaki salgın hastalıkları buraya taşıyarak, bu hastalıklara karşı bağışıklığı olmayan kır insanlarının katledilmesinde ilk adımı atmış oldular. Bu yerliler arasında silahtan önce kentli mikrobu öldürücü rol oynamıştır. Bununla birlikte su kaynaklarına el koydukları gibi arazilere de yerleşerek, yerlileri bu topraklardan sürmeye başlamışlardır. Kentli İngilize göre Aborijinler göçmendi ve göçmenler herhangi bir yerde yaşayabilirdi. Bu anlayış yerli insanının, yaşamında tüm gereksinimlerini karşıladığı toprağıyla kendisi arasında kurdukları bağı göremeyecek kadar topraktan çoktan kopmuşlardı.
İngilizlerin gelişinden itibaren bu kabilelerin toplumsal yapısı ve ekonomisi yoğun saldırılara maruz kalır. Bu saldırılar kabilelerin yaşamını oluşturan temeli yok etmeye yöneliktir. Toprağa el koymak, toplum yapısını ve ev yasası anlamına gelen ekonomisini bozmak, toplumu yok etmekle özdeştir. Bundan dolayı Aborijinler üzerindeki İngiliz işgali, soykırım politikalarıyla paralel yürütülür. Çünkü başka türlü mümkün değildir. Kolonyal amaçlarla paralel gelişen soykırım, çeşitli aşamalarla sürdürülmüştür. İlk süreçlerde kıyı kesimlere gelip yerleşen İngiliz gruplar, tarım yaparak hayatlarını sürdürmeye başlamışlarsa da 19. yüzyılda Aborijinlerin yaşadıkları alanlarda altın madeni bulunduktan sonra bu yaşam tarzı değişmiştir. Altının bulunuşu, Aborijinlerin katledilmesinin temelini oluşturan temel kaynak haline gelmiştir. Bu süreç sürgünlerle başlamış, birçok komplo, faili meçhul, tecavüz, toplu kaçırma, rehin alma, kabile çocuklarını kaçırma şeklinde devam etmiştir. Bundan itibaren Aborijinler yerleşim alanlarından, kendi geçimlerini sağladıkları alanlardan çöl bölgelerine sürülmeye başlanır ve bu sürgünlerde on binlerce insan ölür.
Kapitalist modernitenin kendini varettiği 18-20. yüzyıllar arasında hastalıklar, sürgünler ve toplu katliamların ardından, Aborijin nüfusundan geriye yüzde 10 gibi bir oran kalmıştı. Bugün yerlilerden geriye kalanların hızla hıristiyanlığı benimsedikleri, çok az bir kısmının ise yerel inançlarını sürdürdükleri konusunda araştırma verileri vardır. Açlıkla, hastalıklarla, hırsızlık ya da yozluklarla yaşamak yerine, yeni buluşlara yönelen kent insanları tüm bunları kırlara da taşımışlardır. Aborijinlerin ne İngilizlerin silahlarıyla ne de hastalıklarıyla-mikroplarıyla savaşacak daha güçlü savaş araçları vardı. Bunlardan yoksun kır yaşamını sürdüren bu yerli topluluk, kolonyalizmin tüm saldırılarına maruz kalmış ve yokoluşa sürüklenmiştir.
Avustralyalı yerlilerin uğradığı soykırım, sürgün ve her türlü yaşamsal işkence, kentlere sürülmüş kesimlerin yaşam manzaralarında kendini göstermektedir. Kentlere sürülen yerli kabilelerin kentlerde işsizlik, hastalık, açlık ve yoksullukla karşı karşıya bırakılmaları hırsızlık ve diğer yozluklara yol açtığı ve suç oranını arttırdığı görülmüştür. Bu şekilde de soykırım sistemlerinin bir sonucu olarak hapishaneler kurulmuş ve hakim sistemin kendini icra etmesinin ve kurumsallaşmasının bir boyutu sağlanmıştır. Bununla birlikte polis gözetimi altında yaşanan intiharlar da büyük bir oranda kayıp oluşturmaktadır.
Aborijinlerin yaşadığı soykırım harekatında, İngilizler her şeyden önce dehümanizasyon yöntemi uygulamıştır. Kabile yaşamını barbar sayan gerçek barbarlar, Aborijinleri “haşarat, eşkiya, geri zekalı barbar” olarak görmeye ve bunu içselleştirmeye başlamışlardır. Deniz aşırı yolculuklar, keşifler, korsan gruplarla savaşlar ve benzer yaşam örnekleriyle savaşmayı bilen işgalci İngilizler karşısında direnmesiz, savunmasız olan kabile güçleri için, Aborijinlerin imhasıyla görevlendirilmiş özel jandarma birimleri oluşturuldu. Doğal ve sade yaşam süren Aborijinlere karşı bu uygulamalar yanında, yaşam alanları olan doğayı tahrip etme yöntemi de fazlasıyla uygulanmıştır.
Doğaya uygulanan şiddet de, o doğanın insanına uygulanan şiddetle doğru orantılı olarak artmaktaydı. Kabile güçlerini kaçırtmak amacıyla otlaklarının yakılması, kullandıkları derelerin zehirlenmesi, insanların aç-susuz bırakılması, kıtaya has ormanların ateşe verilerek yok edilmesi, kimi hayvan türlerinin fazla otlandıkları gerekçesiyle öldürülerek doğal faunanın bozulması gibi yöntemler uygulandı. Bu yöntemler Aborijinler alandan sürüldükten sonra da devam ettiğinden, bir bütün tarihsel toplumla birlikte doğayı yok etme amacı taşımaktaydı. Soykırım uygulamalarında görülen tarihi yok etme, henüz kitap yakamıyordu bu topraklarda. Çünkü onların kitapları yoktu. Aborijinlerin tarihi onları oluşturan topraklarda yazılıydı ve İngilizler o toprakları yakarak, o tarihi yok etmeye çalıştılar.
Soykırımların temel uygulamalarından olan öldürme, maddi değerlerini gasp etme, manevi değerlerini yok etme, tecavüz etme yöntemleri yanında asimilasyon yöntemi de fazlasıyla uygulandı. Sivilizasyon (medenileştirme-uygarlaştırma) adı altında sürdürülen bu yöntem Aborijinlerin İngilizleştirilmesi amacını taşımaktaydı. Bu konuda Avustralya devleti resmi kararlar çıkararak Aborijin çocukları zorla ailelerinden almakta, o çocukları yatılı okullarda ya da İngiliz ailelerinin yanında asimile etmekteydi. Kendi topraklarından koparılan ve kendi dilleri unutturulan çocuklardan daha iyi kim kanıtlayabilir ki soykırımları. Bu yöntemlerle Aborijin çocuklar İngilizce konuşmaya mecbur edildikçe, kendi anadillerini unutmaya başladılar. Anadilleriyle birlikte gelenek ve göreneklerini de unutan çocuklar bir halkın bir kuşağının tarihinden, kopması, kökeninden anlamına gelmekteydi. Nitekim yabancılaşma arttıkça soykırım amacı gerçekleştirilmiş oluyordu.
Tükenmiş, yok edilmiş ve kırıntı halinde kalanları da marjinal bir yaşama mecbur kılınmış bir Aborijin topluluğu, bu topluluktan geriye kalanların trajedisi Avustralya devletinin işlediği soykırım suçunu tanımlamaktadır.
Avustralya anayasası 1999 yılında değiştirilerek giriş bölümüne Avustralya’da İngilizlerin gelişinden önce yaşayanların yerli Avustralyalı oldukları beyan edilmiştir. Yine bu yerli kabilelerin uğradığı soykırımlar uzun süre kabul edilmemesine rağmen, Kevin Rudd hükümeti parlamentoda okunan bir önergeyle yaşananlardan dolayı özür dilemiştir. “Avustralya’da birbiri ardına gelen hükümetlerin, derin üzüntü, acı ve kayıplara neden olan yasaları ve politikaları nedeniyle, bu Avustralyalı vatandaşlarımızdan özür diliyoruz” ifadelerine yer verilen konuşmada, yerlilerden ‘çalışmış nesil’ olarak söz etmiştir.