Anadolu ve Mezopotamya coğrafyası kendi kültürel zenginliği kadar bu zenginliklerin katledilmesiyle inşa edilen güncel iktidar gerçeğini anlatmaktadır. Tarihte yürüttükleri kanlı savaşlarla, insan başlarından kaleler dikmekle, kan gölleri oluşturmakla ya da benzer edimlerle iz düşüren halklardan geriye kalan toplulukların hayatlarının geri kalanında savaşmamayı telkin eden hıristiyanlık inancını benimseyerek sürdürme çabaları, kabuğuna çekilen ve savaşlardan uzak duran bir pozisyonu tercih etmeleri ve bu pozisyonun bir savunmasızlık olarak algılanıp çevre hakim kültürleri tarafından soykırımlarla sonuçlanması, insanlık dersleriyle dolu gerçeklerdir.
Özünde yaşanan ise savunmasızlık pozisyonu değildir. Katliamlardan geriye kalanların, sayıca az da olsalar henüz resmi din olarak benimsenmeyen hıristiyanlığı seçen toplulukların oluşturduğu kolektif komünal kültür içinde bulunarak yaşamlarını sürdürme kararlılığıdır. Özellikle yaşadıkları imparatorluklara rağmen müslüman topluluklar arasında azınlık konuma düşmeleri yaşadıkları trajediyi anlatmaya yetecek düzeydedir. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan bu trajediyi şöyle anlatmaktadır:
“Eski imparatorluk kültürü ve putperestliğinden yoksulların yeni barış ve kültür dinine dönüş yaptılar, dönüşüm yaşadılar. Tarihin zalim kültüründen mazlum kültürüne bir dönüş ve dönüşümdü bu. Hıristiyanlık bu anlamıyla ilk üç yüzyılında, köleci sistemin dışındaki kolektif insanlığın ilk ciddi vicdani ve ahlaki hareketidir. Özgürlük bilincinin ilk önemli biçimlerindendir. Babil, Asur, Grek ve Ermeni kültürü, o dönemin en gelişkin kültürüdür.
Bir halkın yaşayabileceği en kötü zaman:”Medz Yeghern”
Yahudilerin zengin üst tabakası Roma’yla birlik olunca, İsa taraftarları azınlığa düştüler. Bu durumda geriye kalan en kültürlü topluluklar olan Grekler, Asurlular, Babilliler ve Ermeniler, hıristiyanlığı en çok benimseyen halklar oldular; kolektif bilinç ve örgütlenme hareketi olarak paylaştılar. Hıristiyanlık ezilenlerin, yoksulların ilk kavimler ve kabileler arası dayanışma hareketi olarak da değerlendirilebilir. Komünist Enternasyonal’in bir nevi ilkel biçimidir.”
Bu trajediyi derinden yaşayan ve hala yaşadıkları bu acının izlerinde duran bir halktır Ermeniler. Ermenice Hint-Avrupa dil ailesi içinde bağımsız bir dal oluşturmaktadır. 38 harften oluşan Ermeni alfabesi 5. yüzyıldan itibaren kullanılmıştır. İstanbul merkezli batı lehçesinden ziyade İsfahan merkezli doğu lehçesi konuşulmaktadır. 19. yüzyıla kadar büyük çoğunluğu Osmanlı ve İran imparatorlukları sınırları içinde yaşayan Ermeniler, bu tarihten itibaren çeşitli nedenlerle dünyanın birçok ülkesine dağılmışlardır. Bu dağılma olayına ve dağılma sonucu çeşitli ülkelerde yaşayan Ermeni topluluklarına topluca Ermeni diasporası adı verilir. Bu bölgelerde batı lehçesi ağırlıklı konuşulmaktadır. Diasporada Ermeni nüfusunun en yoğun olduğu ülkeler Rusya, ABD ve Fransa’dır. İran ve Türkiye Ermenileri kendilerini diaspora kapsamında değerlendirmemektedirler. Az sayıda katolik ve protestan olanlar bulunmakla birlikte, hıristiyanlık içinde ayrı bir ulusal mezhep oluşturmuşlardır. Bu mezhep, Aziz Gregor’a atfen Gregoryen adıyla tanınmaktadır. Ortodoks kilisesine bağlananlar da az sayıda da olsa mevcuttur.
1914 yılı nüfus sayımına göre Osmanlı imparatorluğunun etnik-inanç tablosunu çıkaran tarihçiler şu verileri elde etmişlerdir.
18.520.016 toplam nüfus:
15.044.846 (%81,23) müslümanlar
3.475.170 (18,77) müslüman olmayanlar
1.729.738’i (%9,34) Rum ortodoks,
1.162.169’u (%6,27) Ermeni Gregoryen,
187.073’ü (%1,01) yahudi,
62.468’i (%0,34) Rum katolik,
65.844’ü (%0,35) protestan,
47.406’sı (%0,26) Maruni,
24.845’i (%0,13) Latin,
195.617’si (%1,06) diğerleriydi.
Müslüman olan halklar da Türkler, Kürtler, Lazlar ve Gürcüler (Kartveli ırkı), Araplar, Çerkezler şeklinde çok renkli olarak ortaya konmaktadır. Katolik ve ortodoks Rumlar 1 milyon 792 bin 206 iken, Gregoryen ve katolik Ermeniler, 1 milyon 230 bin kişidir. Bu durumda etnik köken itibariyle 1914 yılında Osmanlı İmparatorluğu nüfusunun yüzde 9,68’i Rum ve yüzde 6,64’ü Ermeni olmaktadır.
Ne yazık ki bugün bu oran darmadağın olmuştur. Çünkü Anadolu ve Mezopotamya coğrafyasını alt üst eden uygulamalar yaşanmıştır ve halklar bahçesi olan bu alanlar, halklar mezarlığına dönüştürülmüştür.
Anadolu ve Mezopotamya coğrafyasında yaşayan birçok halk soykırımdan geçirilmiş, birçoğunun yaşadıkları yerlerde bugün izleri dahi kalmamıştır. Ermeniler ve Rumları kendi özyurtlarından sökmek kolay olmamıştır. Ortadoğu sermayesinin oluşumunda geliştirdikleri zanaatçılıkla, el sanatlarındaki ustalıklarıyla, yarattıkları ve tarihe kazandırdıkları birçok eser ve insan yaşamını sürdürmede belirgin bir yeri olan ürünler yaratmışlar, aynı zamanda insan emeğinin güzelleştirici yanını en anlamlı haliyle ortaya çıkarmışlardır. Bu yönleri ticareti geliştirmeleriyle birleşerek Ermenileri sermaye sahibi kılarken, kentleşmenin gelişmesiyle birlikte, yeni bir kültürün bölgede oluşmasını da getirmiştir.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın deyişiyle bir nevi sistematik kapitalizmin Ortadoğu’da erken doğumunu gerçekleştirmişlerdir. Kent merkezli gelişim komünal yaşamın esas alındığı kabile düzeniyle çatışmalar yaşamış, hıristiyanlık bu gelişimde ön açıcı rol oynarken bölge gerçekliğinde farklı bir konum ortaya çıkarmıştır. Ticaret yolları, manifaktür üretimin gelişmesi konularında başat rol oynayan Ermeni burjuvazisi, ticari tekellerde önemli yer tutmaya başlamıştır. Kürdistan’daki hala yıkılmamış, tarihe, zamana ve soykırımlara direnmiş olan birçok mimari yapının inşasını gerçekleştiren Ermeniler, bu sayılan yönleriyle bir güç odağı olarak kendilerini gerçekleştirmişlerdi. Müslüman halklar içinde dağılmış bir şekilde konumlanmaları yaygınlık oluşturmuşsa da, kritik durumlarda tehlike yaratacak bir parçalılık arz etmekteydi.
Batı eksenli misyoner faaliyetleri sonucunda Ermenilerin 19.yüzyıl milliyetçiliğinden etkilenmesi ve yaşamakta olduğu karma yapıya rağmen ulus eksenli bir yurt yaratma arayışına yönelmesi, bir anlamda parçalanmaları oluşturan süreci başlatmıştı. Ulus devlet anlayışının bir yönü de milliyetçilikleri körükleyerek çatıştırması ve güçlü olanın zayıf olanın varlığına kast ederek kendini var etmeye yönelmesidir. 19. yüzyılda gelişen akımlardan Osmanlı devleti sınırları içinde yaşayan Ermeniler de oldukça etkilenmişlerdir. Özellikle müslüman bir ülke sınırlarında yaşamanın getirdiği baskılar karşısında bir savunma refleksi olarak gelişen devrimci-milliyeti hareketler, aydın gençlik çevresinde ağırlık kazanmıştır. 1887 yılında, Cenevre’de kurulan Hınçak (Çan) adı verilen sosyalist örgütün kurucusu, üniversite öğrencisi olan Avedis Nazarbekyan ve arkadaşlarıdır. Bununla birlikte 1890 yılında Tiflis’te bir grup genç tarafından kurulan Ermeni Devrimci Federasyonu adı verilen örgütün bilinen ismi Taşnaksutyun; yani federasyondu. Bu örgüt kısa bir süre içinde Hınçak örgütünü geri plana iterek, milliyetçi hareketin temel örgütü şeklinde ön plana çıkmıştır. Bu örgüt tarafından azınlıklara yönelik baskının durdurulması amacıyla organize edilen 1895 protesto yürüyüşünün II.Abdülhamit yönetimince bastırılması çok sert olmuştur. Birinci Ermeni Katliamı adı verilen bu kanlı bastırmada öldürülen Ermenilerin sayısı hakkında kesin bilgiler bulunmamaktadır.
Kimi tarihçiler Ermeni Devrimci Federasyonu örgütlenmesinin Abdülhamit saltanatına karşı direnişte örnek teşkil etmesi suretiyle İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne model teşkil ettiğini belirtmektedirler. Yaşanan tüm olaylar ve milliyetçilik akımının yarattığı etkiler sonraki süreçte farklılıkların ayrışmalara, giderek kutuplaşmalara dönüştürülmesiyle, başlı başına soykırımı hazırlayan etkenler olarak tarihe yazılmışlardır.
1915 yılının Ermenice’deki karşılığı Medz Yeghern. Türkçesiyle büyük felaket. Soykırımı tanımlamak için Ermeni halkının kendi dilinde söylediği tanım böyle. Tarihin bir kesitini böyle anıyor Ermeniler. Büyük felaket… Bir tek bu kavramı soykırım gerçeğiyle, jenositle özdeşleştiriyor. Onu böyle dile getiriyor. Soykırımın başka bir tarifi yok Ermeni dilinde ve yüreğinde.
Hitler’in yahudi soykırımına yönelirken “Jön Türkler, Ermenileri tasfiye ettiler de kim ne yapabildi?” sözü Alman nazizminin örnek aldığı Jön Türk katliamının boyutlarını göstermeye yeter. Silinmek-yok olmak üzere dahi olsa Türkiye ve Kürdistan coğrafyalarındaki sayısız izlerine rağmen, bu coğrafyalarda Ermeni halkından hemen hemen hiç kimsenin kalmamış olması, çok az sayıda kalanların da Kürtleşerek ya da Türkleşerek yaşamak zorunda bırakılması durumu, kendi başına soykırımı kanıtlayan bir gerçektir. Bu gerçeğin inkar edilemezliğine, tarihten silinemezliğine rağmen hakim Türk algısında Ermeni soykırımı anılırken, önüne bir sözde sıfatı kesinlikle eklenmektedir. Bu sıfatı eklemeyi tanrı hükmünde bir algıya dönüştürmek, soykırımı reddetmenin bir koşuludur ve tüm basın, akademisyen ve az sayıda aydın dışında herkes bu hüküm doğrultusunda hareket etmekte, tanrı emrine uymaktadır. Bu emre uymamak suç olmakta ve ceza gerektirmektedir. Çünkü bu sıfat soykırımın gerçek olmadığını, bir söylemden ibaret olduğunu ve muhatap olan miras ülke tarafından kabul edilmediğini göstermektedir. Bu sözde kelimesini tanımın önüne eklememek Türkiye’yi bölme çabası olarak algılanmakta ve yaptırımlarla karşılanmaktadır. Öyle ki Türkiyeli halklar nezdinde soykırım sözde Ermeni soykırımı şeklinde anmak normalleşmeye başlamış, neredeyse gerçeğin yerine ikame edilir olmuştur. Bunu dile getirmeyen dış ülkeler, hasım ülke kabul edilmekte ve bu ülkeler-halklar karşısında acilen benzer açıklamalar ya da tarihten örneklerle saldırılar geliştirilmekte, bu yolla bir ruhsal rahatlatma yaratılmaya çalışılmaktadır. Hatta bu söylemler bir silahlı saldırılarla özdeş tutulmaktadır.
Üzeri örtülerek hakikat yok edilemez. Bu yolla ancak hakikatlerin aydınlıklara çıkması engellenebilir.
Ulus devlet gerçeğinin soykırım rejimi olduğunu çözümlemeleriyle ortaya koyan Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın, Ermeni soykırımı için yaptığı değerlendirmelerden bazıları şöyledir:
“Ermeni soykırımı, genel tablo içindeki en trajik bölümdür. Ulus-devlet için ayağa kalktıklarında (1914 öncesinde ve savaşın ilk yılında), İttihat ve Terakki yönetiminin 24 Nisan 1915 tarihli kararı temelindeki karşı saldırısıyla kendilerini binlerce yıllık yurtlarından atılmak ve yollarda imha edilmekle, geriye kalanların ise uzun süreli diaspora yaşamına mahkum edilmesiyle karşı karşıya bulacaklardı. Diaspora Ermenileri bir gerçekliktir, ama çok mutsuz, ezik ve yıkık bir gerçekliktir. Kurulan küçük Ermeni Ulus-Devleti belki de bir teselli kaynağı olacaktı. Soykırımda sadece Türkçü burjuvazinin değil, Kürt feodallerinin de payından bahsedilir. Bunlar sadece Ermeni soykırımında değil, aynı dönemlerde daha değişik biçimlerde (özellikle Hamidiye Alayları’nda) yürütülen Kürt soykırımında da asli suçlu unsurlar durumundaydılar. Halen yürütülmekte olan Kürt soykırımında bunlar ‘köy korucuları’ olarak, Kürtlüğü inkar karşılığında mülklerini ve sermayelerini arttırarak ve gerektiğinde sahte Kürtçülük yaparak, lanetli rollerini oynamaya devam etmektedir. Hiçbir örnek ulus-devletçiliğin bir soykırım rejimi (genel olarak tarihi yadsıma, yerel kültürü ve demokratik otoriteyi yok etme) olduğunu Ermenilerle Türkçü ulus-devlet çatışmasından daha öğretici biçimde gösteremez. Ermeni halkının trajedisi, erken kapitalistleşen bir burjuvaziye ve komşularının üstünde bir kültürel gelişme düzeyine sahip olmasından ve kapitalist hegemonyacılığın acımasız oyunlarından (küçük günlük bir menfaat karşılığında binlerce yıllık bir kültürü gözden çıkarmalarından) kaynaklanmaktadır.”
Dünyada soykırım suçunu önlemek ve cezalandırmak için Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 1948’de kabul ettiği soykırım sözleşmesine Türkiye de 1950 yılında taraf olmasına rağmen, bu sözleşmeyi sadece yahudilere uygulanan soykırımla sınırlı olarak algılamakta, bu yolla yahudilerden daha fazla biricikleştirmektedir yaşanan katliamı.
Ermeni soykırımına yönelik çeşitli çalışmalar yürütülmüş, bu konuda imza kampanyaları başlatılarak bir kamuoyu oluşturulmaya çalışılmıştır. Bu çalışmaların tamamı, hatta en küçük girişim dahi Türkiye devleti tarafından bölücü bir saldırı olarak algılanmış, neredeyse bir terör eylemi olarak ele alınmış ve bu algıyla karşılık verilmiştir.
“1915’te Osmanlı Ermenileri’nin maruz kaldığı Büyük Felaket’e duyarsız kalınmasını, bunun inkar edilmesini vicdanım kabul etmiyor. Bu adaletsizliği reddediyor, kendi payıma Ermeni kardeşlerimin duygu ve acılarını paylaşıyor, onlardan özür diliyorum” şeklinde başlatılan kampanyalar ses getiren çalışmalar olmuştur. Buna rağmen soykırımın tanınmasına yönelik çalışmalardan ziyade, soykırımlardan geriye kalan toplulukların, soykırımı gerçekleştiren ve soykırıma maruz kalan tarih-toplum hafızalarında bir değişim, yenilenme yaratmaya yönelik çalışmaların yapılması anlamlı olacaktır.
Ermeni soykırımına itirazlar başka soykırım örnekleri gösterilerek ileri sürülmektedir. Bu, “bizden daha acımasızlar var, bizden daha fazla öldüren var” diyerek Ermenilerin katledilmesine sessiz kalınmasını isteyen hakim anlayıştan bir türlü sıyrılamayan ve tüm varlığını bu anlayış üzerine kuran, bu anlayış dışında yerle bir olacağını sanan bir zihniyetin sonucu olarak gelişmektedir.
2001 yılında Ermenistan’ın başkenti Erivan’da soykırım anıtını ziyaret eden, Papa II. Jean Paul’ün dua ederken “Medz Yeghern””Büyük Felaket” kurbanlarından söz etmesi yoluyla soykırım konusuna değinmesi, Ermeni halkı nezdinde olumlu karşılanmıştır. Çünkü bu kavram soykırım-jenositle eşanlamlı dile getirilmektedir. Buradan da anladığımız, bir gerçeğin bir dini önder tarafından kabullenilmesinden ziyade, hakikatin dile getirilmesi, gizlenen gerçeklerin itiraf edilmiş olmasıdır.
Hakikat bunca görünür ve açık olmasına rağmen Türk devletinin kurumsal temsilcileri ve akademisyenlerinin de devlet yetkilileri kadar inkarcı yaklaşmaları, güneşi perdelemeye çalışmak gibi bir durum ortaya çıkarmaktadır. Ermenilerin Kürdistan’da savaş ve göç sırasında kayıplar verdiklerini, bu kayıpların yaşanan savaş ve isyanlar nedeniyle ortaya çıkan asayiş sorunları olduğunu, araç, yakıt, gıda, ilaç yetersizliği, ağır iklim koşulları ile tifüs gibi salgın hastalıklar nedeniyle meydana geldiğini belirtmek, soykırım olmadığını, yaşananlarda kasıt olmadığını belirtmek, Ermeni halkının yaşadığı acıyı azaltmamakta, tam tersine arttırmaktadır. Kendinden başka halkların varlığını kabul etmeyen zihniyetin ürünü olan bu belirlemeler, hakikat karşısında körlük demektir. İnsan güneşi perdeleyebilir mi? Evet, perdeleyebilir. Ama sadece kendi evinden, kendi penceresinden ve kendi gözünden perdeleyebilir. Öteki insanların gözlerinden bunu başarması mümkün değildir.
Çünkü bizimle aynı zamanı paylaşan mutsuz, ezik ve acılı bir diaspora gerçekliği vardır ve bu gerçek hala özgür yaşam hakikatine dönüşmemiştir.
Kristal Gece’nin ardındaki büyük yangın: Yahudi soykırımı
1933 yılından başlayarak 1945 yılına kadar geçen süre içerisinde, ayrıca İkinci Dünya Savaşı da dahil olmak üzere, Almanya’daki NSDAP (Nationalsozialistische Deutsche Arbeiter Partei-Alman Ulusal Sosyalist İşçi Partisi) diktatörlüğü tarafından yahudiler gaz odalarında zehirlenerek ve kurşunlanarak katledilmiştir. Bu katliamın sadece bu yıllarda gelişen bir durum olmadığı, Birinci Dünya Savaşından itibaren olgunlaşan bir sürecin sonucu olduğu bilinmektedir.
Yükselen İngiltere ve Hollanda merkezli hegemonyanın Almanya’ya rağmen gelişiminde yahudilerin mesul görülmesinden kaynaklı, Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan Alman İmparatorluğunda yahudiler ikinci plana düşmeye başlamıştı. Bunda gerçek payı vardı. Çünkü hegemonya mücadelesinin 16. yüzyıldan beri süren seyrinden Britanya kazançlı çıkmıştı ve en önemli rolü yahudi sermayesi oynamıştı. Almanya’da tekelci kapitalist inşada önemli rol oynayan yahudi kökenliler Birinci Dünya Savaşı yenilgisinden sonra NSDAP’nin diktatörlüğüyle direkt karşı karşıya kaldılar. Sovyetlerde yaşayan yahudilerin Ekim devrimindeki rolü itibariyle, Almanya’daki yahudiler de bu kuruluşun Almanya’da yarattığı gazaptan paylarını alıyorlardı. Yine bilindiği gibi kapitalizm geliştikçe soykırımın arttığını kapitalizm karşıtlarının soykırımdan geçirilişlerinden anlayabiliriz.
Holokaust “Büyük Yangın” adı verilen bu soykırım, dünya tarihinin en büyük, en ağır, en ideolojik ve en komple soykırımı olarak tanınmıştır. Bugün dahi bu gerçeği anlamakta, bu soykırım süresinde gerçekleştirilen uygulamaları zihinlerimizin sınırları içine yerleştirmekte zorlanmamız, henüz ölmemiş olan insanlığımızın, soykırımlardan geriye kalan insanlığımızın derecesini göstermektedir.
1933 yılında Nazi partisinin genel başkanı olan Hitler iktidara gelmiş ve diktatörlük uygulamaları başlamıştır. O dönemin Almanya’sı, ulus devlet zihniyetinin zirve yapmasıdır. Homojenleştirmeyi bir varlık koşulu olarak algılayan ulus devlet oluşumunun iyi bir temsili, o zamanın Almanya’sında ortaya çıkmıştır.
Dünya savaşının başladığı sürece kadarki dönem bu soykırımın temellerinin oluşturulduğu, soykırım için zemin hazırlandığı dönemdir. Bu dönem içinde Mein Kampf (Kavgam) adlı kitabı yayınlayan Hitler’in yahudi karşıtlığı, savaşın patlak verdiği sürece kadarki uygulamaları, milliyetçi tablonun giderek ırkçı ayrılıkçı duruma geldiğini ve öngörülen bir programın adım adım oluşturulduğunu gösteriyor. Memuriyetten men edilme, pasaportlara yahudi (jude) vurgusu anlamına gelen “J” harfinin eklenmesi, Almanlarla evlenmenin yasaklanması ve ardından tüm yurttaşlık haklarının ellerinden alınması, soykırımın ön aşamalarıdır. Bunların yanında soykırımlarda uygulanan dehümanizasyon, kutuplaştırma ve diğer aşamaların hepsi, bu örnekte bariz bir şekilde uygulanmıştır. Bunun en yaygın örnekleri “kene, parazit” adlandırmasının neredeyse yahudi topluluğuna mensup bireylerle özdeşleştirilmesidir. Bu tarz örnekleri Yahudi soykırımının anlatıldığı filmlerden fazlasıyla bilmekteyiz.
Yahudi topluluğu toplumdan dışlanmış olmasına rağmen ekonomik, sosyal, siyasal ve hukuksal olarak güçsüz olmayan bir topluluktur ve bu tip topluluklar hakim ulus devlet çıkarlarına ters düştüğü andan itibaren tehlike olarak görülürler. Bu durumda ilk olarak en güçlü oldukları alanlara yönelim geliştirilerek güçsüzlük yaratılmaya çalışılır. Soykırımdan geçirilen topluluklar güçsüzleştirilmiş ve ölmeden önce öldürülmüş topluluklardır. Gerçek böyleyken yahudi topluluğu da ‘bölücülük’, ‘ihanet’, ‘ülkeyi devirme’, ‘toplumu arkadan vurma’ ithamlarıyla suçlanırlar. Kurnazca yapılan bu suçlamalar hakim ulus bireyleri nezdinde bir aşamaya ulaştığında da fiziksel şiddet yöntemleri başlatılır. Siyasal, hukuksal, kültürel ve ekonomik hakların kısıtlanmasıyla başlayıp, bu hakların gasp edilmesiyle devam eden ve giderek yaşama hakkına yönelen bir soykırım periyodu izlenmiştir.
Yahudilerin zenginliklerine el koymaktan, hakaretlerini günden güne arttırmaya, cinayetlerden işkencelere kadar birçok keyfi uygulama bu zaman zarfında ortaya çıkmış, kanun dışı bu uygulamalar yargılanmayarak bu suçlar cezasız bırakılmakta ve bu yolla teşvik ve tahrik edilen kitlelerin zihniyetinde soykırım cazip ve meşru kılınmaya çalışılmıştır. Bu sürecin ardından sosyal aktiviteler giderek kısıtlanmış, bu kısıtlamalar hayatın her alanına yayılmış ve ekonomi alanında da yasal hırsızlık diyebileceğimiz gasp eylemleri başlamıştır.
Bu yolla yahudi sermayesine yönelik ekonomik talan tamamlanmış ve bu sermaye Almanların eline geçmiş, dinsel ve tarihsel anlamı olan tüm maddi-manevi değerler yok edilmişti. Soykırım her yönden uygulanmıştı. Bu soykırım boyutları öyle korkunç bir düzeye gelmişti ki, tüm soykırımları anlatmada bir ölçüt olarak dünya tarihine yazılmıştı.
Soykırım uygulamalarında, tüm zemin hazırlama çalışmalarının tamamlanmış olduğu, kendinden olmayanı yok etmek için sabırsızlanan yığınların ruh halinden anlaşılmaktadır. 9 Kasım 1938 gecesi, bu sabırsızlığı örgütlü şiddet gücüne dönüştürerek saldırıları başlatan bir zaman kesitidir. Kristal Gece diye tarihe yazılan bu günde soykırım başlamış, birçok çalışma ve ibadet yeri yakılmış, çok sayıda insan katledilmiş ve talanlar gerçekleştirilmiştir. Soykırımın hazırlık süreçlerinde Hitler öncülüğünde atılan sloganlar, bu zamanın başlamasıyla gerçek olmaya başlamıştı. Şartlanmış makineler gibi yahudilere saldıranlar, bu sloganlar eşliğinde eylemlerini uyguluyorlardı. 1942 yılı bu soykırımda bir dönüm noktası oluşturmuştur. Çünkü bu yıl, katliamların toplu olarak kamplara alındığı ve kamplarda imha edildiği süreçtir. Toplama kamplarında zorunlu çalıştırılan kitlelerin yaşadıkları, insanlık tarihindeki en işkenceli kölelik sisteminin 20. yüzyılda uygulandığının tanığıdır. Ve bu uygulamaların korkunçluğunu anlaşılır kılmak için verilen rakamlar istatistik bilgiler sınıfında ele alınmasına rağmen, arttıkça insanlığın utancını arttıran bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır. Kampların yanı sıra Sovyetler Birliği’ne saldıran Alman ordusu, bu topraklardaki yahudileri de katlederek soykırımı uluslararasılaştırarak kendi suçunu da arttırır.
Bu soykırım bilindiği şekliyle sadece yahudiler üzerinde değil, eşcinseller, akıl hastaları, Çingeneler, engelliler, Polonyalılar, komünistler, yehova şahitleri, Rus savaş esirleri, Rus ve diğer Slav aydınları, kimi katolik ve protestan din görevlileri, sendikacılar, kimi Afrikalılar ve III.Reich karşıtı tüm siyasi görüşlüleri de hedef almıştır. Bu kesimler “yaşamaya hakkı olmayan alt-sınıf ırklar” olarak görüldüğünden bu kesimler de katledilmiş, saf Alman ırkının üstün ırk olma konumunu bozan fazlalıklar olarak ele alınmış ve yok edilmiş, Afrika kökenli Almanların da aralarında olduğu binlerce vatandaş ise zorla kısırlaştırılarak soykırıma tabi tutulmuştur.
4- Esmer bir coğrafyadaki yarılma: Ruanda’da Tutsi soykırımı
Bin Tepe Ülkesi anlamına gelen Ruanda, Orta Afrika’da Büyük Göller bölgesinde yer almaktadır. 1 Temmuz 1962 tarihinde kurulan Ruanda Cumhuriyeti’nin başkenti, Kigali’dir. Soykırım olduğu zaman Ruanda’da yaşayanların %1’i ise Pigme, %9’u Tutsi, %90’ı Hutu kabilesine mensuptur. Hutu ve Tutsiler bir arada yaşar ve birbirlerinden farklı görülmezler. Yüzölçümü 26.338 km² olan ülkenin nüfusu 2010 sayımı itibariyle 10.264.947’dir. Tabi kaynaklar bakımından zengin olmadığından sürekli ekonomik sorunlar yaşamaktadır. Bu yüzden de hegemonik dünyanın ilgisini pek çekmemiş, en fazla ilgiyi de 1994 yılında yaşanan soykırımla çekmiştir.
1890 yılındaki Brüksel Konferansı’nda bu fakir ülke Alman egemenliğine girmiş ve 1918 yılından itibaren BM tarafından Belçika mandasına verilmiştir. O sürece kadar birbiri arasında farklılık görmeden yaşayan Hutu ve Tutsiler arasındaki bu uyumun bozulmasını kendi hakimiyetlerinin sağlamlaştırmanın tek yolu olarak gören Belçikalılar, Tutsi olan azınlığa bazı ayrıcalıklar vererek bu politikalarını başlattılar. Ülkenin kuzeyinde yaşayan Tutsiler üst sosyal sınıf olarak yer almışlar ve Belçika mandası altında da yeni vergiler, zorunlu iş yasaları, çalışmayanlara kırbaç cezası gibi uygulamalarla Hutular üzerindeki baskıları arttırmışlardı. Bu ayrım ve keyfi uygulamalar o kadar çok arttırılmış ki, güzel görünüşlü, uzun boylu ve ince yapılı olanlar ve zenginler, örneğin on ineğe sahip olan zenginler Tutsi olarak kaydedilmiştir. Bunun ardından gelen süreç tümden Hutuların dışlanmasıyla sürmüştür. Soykırım sebepleri açıklanırken, kimi ırk temelli teoriler ortaya atılmaktadır. Hutuların, gerçek Ruandalı olmayan Tutsilerin, kendilerini sürekli aşağılayan ve sömüren Avrupa kökenli Ari ırk ile akraba olduklarını iddia ettikleri ileri sürülmüştür. 60’lı yıllarla birlikte özgürlükçü akımların esintisiyle Belçika, Hutular üzerindeki baskıyı hafifletmeye başlamıştır. Çünkü seçim sistemiyle hükümetlerin oluşması demek, sayıca çok olan Hutuların ülke yönetimini ele geçirmesi demekti ve Belçika bunu öngörmüştür.
6 Nisan 1994 tarihinde yapılan radyo anonslarıyla başlayan kıyım, BM Barış gücünün çekilmesiyle şiddetlenmiştir. Katliam öyle bir boyuta gelmişti ki, parası olan Tutsiler kurşunla öldürülmek için kurşun parası vererek taşla ya da baltayla öldürülmekten kurtulma yolunu seçiyorlardı. Katliam öncesi Çin’den alınan satırlar kışkırtılmış kitlelere dağıtılmış, satırlar yetmeyince de sivri uçlu sopalar dağıtılmış ve bu aletlerin yakında başlayacak olan ‘böcek av’ında kullanılacağı söylenmiştir. Zira fakir Ruanda hükümetinin silah alacak parası ya da başka bir maddi kaynağı yoktur.
Tutsilere yönelik katliam, Ruanda Yurtsever Cephesine bağlı güçlerce Hutu ağırlıklı hükümetin düşürülmesiyle sonlandıysa da, sorunlar burada bitmedi. Bu defa da Hutular kitleler halinde komşu ülkelere kaçmaya başladılar. Bu sürece kadar bölgeye yönelik herhangi bir müdahaleden uzak duran Fransa, katliamı destekleyerek Hutu hükümetine askeri yardıma başlamış, Ruanda Yurtsever Cephesi’nin henüz gelmediği yerlere girmesini önleyerek katliamın sürmesini sağlamışlardır.
İşin kötüsü önceki süreçte Tutsileri yönetime getiren Belçikalıların, bu seçimlerden sonra Tutsilere yönelik saldırılarda Hutulara yardım etmesidir. Bu saldırılar sonucunda birçok Tutsi öldürülmüştür. Sayısı farklı kaynaklarda farklı rakamlarla verilen Tutsilerin sağ kalanları da Tanzanya ve Uganda gibi komşu ülkelere sığınmışlardır. Sığındıkları ülkelerde sayıları giderek artan Tutsiler, özellikle Uganda’da önemli kadrolaşma çalışmaları yürütmüşler, bu sayede önemli örgütlenme çalışmaları yürüterek, Ruanda hükümetine karşı silahlı savaş başlattılar. Bir iç savaş olarak adlandırılabilecek bu çatışmalar, 1 Ocak 1992’ye kadar sürdürülmüş ve Ağustos 1992 tarihindeki ateşkesle süreli olarak durdurulmuştur. Bu zaman içerisinde ateşkes koşullarını kendilerince kalıcı çözümleri planlamakla geçiren Hutuların tavrı aşırı bir uçtan ve sert olmuştur. Bu çatışmaların ardındaki sessizlik sürecinde Hutu komandoları köylere dağıldılar ve tüm toplulukların içinden Tutsileri ayırarak katletmeye başladılar.
Yeni doğmuş çocukların ve Tutsi erkekleri tarafından hamile bırakılmış Hutu kadınlar dahil olmak üzere hamile kadınların öldürülmeleri, sürekli kimlik kontrolleri yaparak Tutsilerin kesinlikle ayrıştırılması, barikatlar kurarak katliamdan kaçmaya çalışan Tutsilerin engellenmesi ve saldırılardan önce, sonra ve saldırılar sırasında özel radyo yayınları yapılarak Tutsiler aleyhine propagandalarla halkın kışkırtılması gibi konular, Başbakan tarafından organize edilmiş ve sistemli bir soykırım örgütlendirilmiştir.
Katliamdan sonra halk mahkemeleri kurularak üç kişiden fazla insan öldürenler yargılanmış ve halk tarafından cezalandırılmıştır. Bu sınırı aşan suçlar için BM gözetimindeki uluslararası suç mahkemesinde yargılamalar sürdürülmüştür. Fransa’nın Ruandalı sivil milislere atış eğitimi verdiği yönünde ifadeler vardır. 31 Mart 2005 tarihinde kurulan Demokratik özgürlükçü Ruanda güçleri, soykırımı kınamış ve iç savaşa son verdiğini açıklamıştır.
Bu mahkemelerde kimi yazılı ya da sözlü belgelerle bazı grupların imha edilmesi için verilen emirler kanıtlanmış, delil bulunmayan katliamların ise yoğun ve sistematik karakterinin özel niyet ve kasıtlılığı ortaya koyduğu belirtilerek, hedef seçilen gruba yönelik dilin, silahların, can ve malların hedeflenmesi konularını ikincil kanıt statüsünde kabul etme kararı almıştır. Buna bağlı olarak Başbakan’ın birçok söylem ve eylemi de bu kapsamda değerlendirilerek cezaya tabi tutulmuştur.
Ülkenin bugün kendisi için seçtiği “Birlik, iş, yurtseverlik” sloganı, kendi tarihinde yaşadığı sorunları açıklamaya yetecek niteliktedir.
5- Balkanlar’da bir soykırım: Bosna-Hersek 1992, Srebrenitsa 1995
Bosna-Hersek, soykırım öncesi sürece kadar Rumlar, ortodoks Sırplar, katolik Hırvatlar, Slav müslümanlar ve yahudiler olmak üzere birçok etnik ve dinsel topluluğu kendi içinde yaşayan bir bölgeydi ve Yugoslavya’nın en önemli merkezini oluşturmaktaydı. Bölgedeki insanlar kendilerini tüm etnik ve dinsel farklılıklarına rağmen bu farklılıkları bir renklilik olarak gören ve kendilerini Bosnalı olarak tanımlayan insanlardı. Hırvatlar, müslümanlar ve Serbo Croation dilini konuşan Sırplar, birbirlerinin dinsel farklılıklarına karşı da hoşgörü içinde bir yaşam sürerlerdi.
General Tito, İkinci Dünya Savaşı sürecinde yoğun bir partizan savaşı vererek çok kültürlü bir ülkenin kurulmasına öncülük etmişti ama generalin ölümünden sonra milliyetçilik gelişmeye başlamıştı. 1991 yılında bağımsızlığını ilan eden Sırbistan, Hırvatistan ile savaşa yöneldiğinde Bosna iki ülkenin savaş sahası arasında kalmıştı. Bu ateş hattındaki bölge, 1992 yılında Bosna-Hersek adıyla bağımsızlığını duyurduysa da yeni ve güçsüz konumuyla Sırp ordusu karşısında direnecek durumda değildi. 1992 yılının ortalarında Bosna’nın yarısından çoğu Sırplar tarafından ele geçirildi ve katliam başlatıldı. Sırp ordusu generali Ratko Mladić ve milliyetçi lider Radovan Karadžić’in talimatıyla müslümanların yaşadıkları köylerde başlatılan soykırımlar hızla gerçekleştirildi. Katliamlar, toplu tecavüz, işkenceler ve sürgünler bu soykırım sürecinin parçalarıdır. Bununla birlikte yahudi soykırımındaki toplama kampları örnek alınarak oluşturulan kamplarda çok sayıda insan işkenceden geçirildi.
Hırvat ırkçı komandoları ve Sırp yönetiminin uygulamaya geçirdiği etkin soykırım politikalarının katlettiği sadece Bosnalı müslümanlar olmamıştı. Katledilen Bosna’nın çok kültürlü ve çok dinle renkliliğiydi. Farklılıkların bir arada yaşamasına örnek olan bir mozaik merkez katledilmişti. Soykırım mağduru müslümanların sayısına kültürün katliamı da eklense kaç soykırım eder? Acaba istatistikler bunun da cevabını verebilir mi?
Yetişkin erkeklerin toplu kurşuna dizilerek toplu mezarlara atılmaları, kadınların kışlalarda, spor salonlarında toplanması ve toplu tecavüzlerin uygulanması, bu soykırımın en utanç verici yanlarından birini oluşturmaktadır. Bununla birlikte çok sayıda müslüman göçe zorlanarak yollarda ölüme, açlığa, hastalığa ve birçok insanlık dışı yaşam biçimine mecbur bırakılmıştır. Yine tarihsel bilinci ve toplumsal belleği oluşturan değerlerden olan kaynaklar yok edilmiş, bu çerçevede Saraybosna’daki 17 Mayıs 1992 tarihinde Doğubilim Enstitüsü ve 28 Ağustos 1992 tarihinde binlerce kitabın bulunduğu Milli Kütüphane yakılmıştır. Ayrıca antik alanlar, tarihi yapılar tahrip edilmiş, camiler ve medreseler sabotaj eylemleriyle yakılmış, bu yolla kültürel soykırımın maddi boyutu gerçekleştirilmiştir. Kültürel eserlerin ve değerlerin katledilmesi, çok kültürlülüğüyle kendini var etmiş olan Bosna’nın ölümü anlamına gelmektedir.
Bosna soykırımının gerçekleşmesine ideolojik zemin oluşturan kristoslavizm, hıristiyan dogmatizmini Slav ırkçılığıyla birleştiren dar, katı ve hoşgörüsüz bir ideolojidir. Kristoslavizmi savunanlar, Bosnalı müslümanları kendi ırkına ihanet ederek müslümanlığı seçmiş olan, hain hatta düşman kesimler olarak görmektedirler. Sırp Ortodoks kilisesi de bu düşmanlığı ağırlıkla destekledi ve bunu yaparken, islamiyeti medeniyet düşmanlığı olarak gösterdiler. Bu ithamlar temelde oryantalist bakış açısının bir sonucu olarak ortaya çıkmış, aynı zamanda Sırp ve Hırvat ırkçılığının zihniyet temelini oluşturmuştur.
Bosna soykırımının en belirgin yanı, müslümanların katledilmesi dolayısıyla din ayrımcılığının körüklenmiş olmasıdır. Bosna soykırımı, oryantalist bakış açısı tarafından bir süre sonra örtbas edilmeye çalışılmış, ABD Cumhurbaşkanı olan Clinton’ın, 1992’de “kasıtlı ve sistematik temizleme” sözlerini kullanmasıyla soykırımın kınanması gittikçe azalmıştır. 1993 yılında soykırım olayları çatışma olarak dillendirilmeye başlanmış ve giderek büyük bir vurdumduymazlıkla karşılanmaya başlanmıştır. Bununla birlikte batı dünyasının yetkili odaklarının gözlerinin önünde gerçekleşen toplu tecavüzlere karşı hiçbir tavır alınmamıştır. 1995 yazında çok sayıda müslüman’ın hapsedildiği Srebrenitsa kenti, haftalarca Hollandalı Birleşmiş Milletler yetkililerince korunduktan sonra Sırp ordusuna teslim edilmiş, bir hafta içinde bütün erkekler katledilmiş ve kadınlar sürgün edilmiştir. Bu doğrultuda bakıldığında batılı uygulamaların soykırımı kolaylaştıran etkenler yarattıklarını görmek zor değildir.
1992 Mart’ında başlayan Bosna Savaşı’ndan üç yıl sonra, tam da savaş bitti denilen bir zaman diliminde, bölgede Hollandalı Birleşmiş Milletler Barış Gücü askerlerinin bulunmasına rağmen, 1995 yılı Temmuz’unda Srebrenitsa’da büyük bir insanlık ayıbı yaşanmıştır. Bosna’nın doğusunda bulunan ve nispeten daha izole bir bölgede yer alan Srebrenitsa’nın savaş öncesinde %75’i müslüman Boşnak olmak üzere çok sayıda nüfusu bulunmaktaydı. BM’in “Korunaklı Bölge” olarak ilan ettiği altı bölgeden (Saraybosna, Bihaç, Gorajde, Zepa, Srebrenitsa, Tuzla) biri olan Srebrenitsa’nın bu özelliğinden dolayı komşu bölgelerden de bölgeye mülteci akını yaşanmış ve katliam öncesinde 45 bine yakın bir nüfus Srebrenitsa’da toplanmıştı.
Soykırımdan geriye sıra sıra dizili uçsuz bucaksız mezar taşları vardır ve bölgede hala yeni toplu mezarlar açığa çıkmaktadır. Birçok katliamda benzer örneklerine rastladığımız mezarlıklar, soykırımlarla çoğalmakta ve katliamlar inkar edildikçe insanlık kendi içinde de bir katliamı, bir kıyımı yaşamaktadır.
Sırp ordusunun ağır silahlarla gerçekleştirdiği Srebrenitsa katliamına Sırp ordusuyla birlikte “Akrepler” olarak tanınan Sırbistan özel güvenlik güçleri de katılmış, Birleşmiş Milletler tarafından güvenli bölge ilan edilmiş olan Srebrenitsa’yı BM güvenlik güçleri koruyamamış, korumamıştır.
Srebrenitsa katliamının taşıdığı bir diğer önem de, II. Dünya Savaşı’ndan bu yana Avrupa’da gerçekleşmiş en büyük toplu insan kıyımı olması ve Avrupa’da hukuki boyutta ilk olarak belgelenen soykırım olmasıdır.
Etnik temizlik tanımının ilk kez literatüre girmesi, Bosna soykırımı ile olmuştur. Bir bölgenin farklı etnik kesimlerden arındırılarak homojenleştirilmesi, o bölgedeki insanların tek tipleştirilmesi, farklı etnik grupların katliam ve sürgünlere tabi tutulması şeklinde gelişen bu tanım, özünde soykırımın bir biçimidir.
Lahey Adalet Divanı tarafından Bosna’daki katliamların soykırım olduğu kabul edilmiş ve fakat katliamdan Sırbistan’ın sorumlu tutulamayacağı karara bağlanmıştır.
Bitti…