İlk önce Wan’da depremde yaşamını yitirenlerin ailelerine başsağlığı, yaralılara acil şifalar diliyoruz. Kürdistan deprem bölgesidir. Bu nedenle tarih içinde depremlerde büyük acılar çekmiştir. Son depremde de zamanında müdahale ve yardım gelmediği için ölümler artmış, halk günlerini sıkıntı içinde geçirmiştir. Türkiye’de her şey merkezden yönlendirildiği ve yönetildiği için doğal afetlerde her zaman büyük acılar çekilmektedir. BDP’li belediyeler erkenden müdahale etmek istemişlerse de imkanları sınırlı olduğu için ihtiyaçlara tam karşılık verememişlerdir.
Depremler bile toplumların kendi kendini yönetmesi yerine merkezden yönetimlerin nasıl olumsuzluklar yarattığını ortaya koymaktadır. Toplumlar ancak kendi kendilerini yönettiklerinde kendi sorunlarına en iyi çözüm bulabilirler. Eğer bölgeler kendi kendini yönetmiş olsaydı bu tür afetlere karşı da örgütlenmeleri olurdu ve anında müdahale ederlerdi. Şimdi toplum da hep dışarıdan, yani devletten beklemektedir. Devlet de hantal olduğu için afetler büyük acılarla sonuçlanmaktadır. Kürdistan’da afetler yaşandığında bu acılar bir kat daha artmaktadır. Çünkü Kürdistan’daki valiler ve yöneticiler Kürtleri zapturapt altına almak ve yönetmek için vardır. Kürdistan’da her yöneticinin temel görevi budur. Yöneticiliklerini halka baskı yapma, zapturap altına alma, devleti halka karşı koruma olarak gördükleri için deprem gibi afetlerde bu halkın sorunlarına gereken ilgiyi göstermemektedirler. Bu açıdan Wan depreminden de çıkarılacak sonuçlar vardır. Halkın kendi kendisini örgütlemesinin önemi bu depremle daha iyi anlaşılmıştır. Toplumun kendi kendini örgütleyerek kendi ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal yaşamını yaratması demokrasinin ve özgürlüğün gereği olduğu gibi halkın hem doğal afetlerde hem de başka durumlarda ortaya çıkan sorunları kendi gücüyle çözmesi açısından da ne kadar önemli olduğu bir daha görülmüştür.
Deprem AKP’nin gerçek yüzünü bir daha açığa çıkartmıştır
Tabii deprem sebebiyle Türk devletinin Kürtlere nasıl yaklaştığı bir daha ortaya çıkmıştır. Öyle ki depremi PKK’yi tasfiye etmeye vesile edelim değerlendirmeleri yapılmıştır. Yani depreme yardımı ve desteği insanlık için değil de PKK’yi tasfiye etmek için yapma gibi bir anlayışla hareket ettiklerini itiraf etmişlerdir. Kuşkusuz böyle bir afette Türk’ün, Kürt’ün, Arap’ın dayanışma içinde olması gerekir. Böyle zamanlar insanların ve halkların kardeşliğe ihtiyaç hissetmesi gerekir. Bu tabii ki güzel bir şeydir. Ancak Türk devletinin, hükümetinin ve yandaş basının amacı bu değildir. Kürt’ün acısını hissederek Kürt’ün taleplerini anlamak değildir. deprem vesilesiyle Kürt özgürlük hareketini ezip Kürtleri talepsiz bırakmak hedeflenmiştir. Depremi bu kadar siyaset aracı yapmak kadar alçakça bir şey olamaz. Ancak iyi yardım edelim, halkı olumlu etkileyelim temelinde bunlar söylenmiş olsa da bunları da yapamadıkları görülmüştür. Öyle ki yardımları bile siyasete dönüştürmüşlerdir. Yardımda AKP, BDP ya da MHP ayırımı yapılamaz. Nasıl ki doktorlar Hipokrat yemini nedeniyle hastanın kim olduğuna bakmazlarsa, afetlerdeki yardımda da aynı zihniyet geçerli olmak zorundadır. Ama AKP hükümeti zamanında BDP’lilere, dolayısıyla Kürtlere karşı o kadar önyargılar yaratılmıştır ki, siyaset her tarafa o kadar sokulmuştur ki depremde de yandaşlık etkili olmuştur.
Depremde siyaseti zaten başta devreye sokmuşlardır. Dış yardımı reddetmeleri bunun sonucudur. Her türlü savaş malzemesini alıyorlar, Alman tankları ve İsrail tekniğiyle gerillalara bomba yağdırıyorlar, ama bu ülkelerin insani yardımını reddediyorlar. Bunun sonucu depremde halk büyük acılar çekti. Gereken müdahaleler yapılmadı. İnsanlar enkazlar altında ölüme terk edildi. Öyle ki Bülent Arınç iki gün sonra kurtarma çalışmaları bitti dediği için göçük altındakiler iş makinelerinin altında ezildi. Özcesi bu deprem Türk devletinin idari yapısının ve siyasi anlayışının doğal afetlerde de Kürtlere nasıl acılar çektirdiğini ortaya koymuştur.
Türk devleti hala kültürel soykırım politikasında ısrar ediyor
Kürt özgürlük hareketi yürüttüğü mücadeleyle özgürlüğü ve demokrasiyi kazanmada çok önemli gelişmeler yaratmıştır. Kürt halkının özgürlük ve demokrasi isteği, onlarca yıldır süren mücadele sonucu en yüksek düzeye ulaşmıştır. Artık halklaşan bir özgürlük mücadelesi vardır. Bu halk ortaya koyduğu mücadeleyle özgür ve demokratik yaşamı dayatmaktadır. Öte yandan Kürt gençleri sürekli gerilla mücadelesine katılarak Kürt halkının bu özgürlük ve demokrasi mücadelesinin etkili savunmasını yürütmektedirler.
Kürt özgürlük hareketi özgürlük mücadelesinin geldiği düzey dikkate alınarak Kürt sorununu demokratik temelde çözüleceğine inanmaktadır. Çünkü on yıllardır yürütülen mücadeleyle Kürt halkının varlığı inkar edilemeyecek düzeyde kanıtlanmıştır. Bu halkın mücadelesinin yenilmezliği de ortaya konulmuştur. Bu açıdan gelinen aşamada Türk devleti ve diğer bölgedeki sömürgeci devletler açısından Kürt sorununun çözümü kendisini dayatmış bulunmaktadır. Eğer dünyanın herhangi bir köşesinde bir halk bu kadar mücadele verseydi kesinlikle böyle bir sorun mutlaka çözülürdü. Ama bölge ülkeleri kendi Kürtlerine farklı yaklaştıklarından bu sorun bir türlü çözülememektedir. Türkler Kürtleri Türkleştirmek istiyor ve böylelikle kültürel soykırıma uğratmak istiyor. Araplar Kürtleri Araplaştırmak istiyor, kültürel soykırımı böyle tamamlamak istiyor. Farslar da Kürtleri eriterek kültürel soykırıma uğratmak istiyor. Özellikle Türk devleti böyle bir Kürt politikası izlediğinden diğer devletler de Türk devletinin bu politikasını izlemektedirler. Eğer bugün Türkiye’de Kürt sorunu çözülmüyorsa bunun nedeni Kürtlerin az mücadele vermesi değildir; çözümsüzlüğün esas nedeni Türk devletinin hala Kürtleri kültürel soykırıma uğratıp Türkleştirme, Kürdistan’ı da Türk uluslaşmasının yayılma alanı haline getirme politikasından vazgeçmemesidir. Son yıllardaki siyasal mücadele ve ortaya çıkan gerçekler Türk devletinin hala kültürel soykırım politikasında ısrar ettiğini göstermektedir.
Kürt özgürlük hareketi 1990’lı yıllardan itibaren artık Kürt gerçeğinin ortaya çıktığını düşünerek Kürt sorununun demokratik siyasal yollardan çözümünü tercih etmiştir. Böyle bir çözüm için çaba göstermiştir. 1993’ten bugüne 8 defa ateşkes ilan etmiştir. Bu ateşkeslerin çoğunluğu da AKP hükümeti döneminde gerçekleşmiştir. Özellikle 2006 1 Ekimi’nde ilan edilen ateşkes bir yıla yakın sürmüştür. AKP hükümeti bu dönemde Kürt sorununu demokratik yollardan çözüp Türkiye’yi demokratikleştirme yerine, 2007 Mayıs’ında Dolmabahçe’de genelkurmayla Kürt özgürlük hareketinin tasfiyesinde mutabakat sağlamışlardır. O günden bugüne Kürt sorunu neden çözülmedi deniyorsa, bunun nedeni 2007’de genelkurmayla yapılan mutabakattır. Erdoğan bu mutabakatı da mezara kadar götüreceğini söylemiştir. Dolayısıyla Kürt özgürlük hareketini tasfiye temelinde gerçekleşen bu mutabakat sıradan ele alınamaz. Bir taktik de değildir. Açıkça AKP’nin iktidar olması, siyasal islamın devlet içine alınması temelinde klasik iktidar bloklarıyla Kürt özgürlük hareketinin tasfiyesi edilmesi temelinde anlaşmışlardır. AKP’nin o günden bugüne yürüttüğü politika da bu anlaşmanın gereği pratikleşmektedir.
AKP’nin çözüm niyeti hiç olmadı
Kürt özgürlük hareketi son yıllarda toplumda Kürt sorununu çözme eğilimi gördüğünden ve devletin de eski politikaları yürütememesi açığa çıktığından ateşkes ilan ederek toplumda ve devlet içinde çözüm eğilimi geliştirmek istemiştir. Bu ateşkesler bir tür devleti ve toplumu Kürt sorununun demokratik çözümüne hazırlamak olarak da değerlendirilebilir. Öte yandan AKP tabanında, AKP’ye oy verenler içinde de Kürt sorununun çözülmesini isteyen eğilimler görülmüştür. Bütün bunları Kürt özgürlük hareketinin son yıllardaki ateşkes ilan ederek siyasal ortamı yumuşatıp Kürt sorununu çözme anlayışının pratikleşmesi olarak görmek gerekir. Toplumda Kürt sorununa demokratik çözüm isteyenleri etkilemek, yine devlet içinde çözümden yana olanları güçlendirmek, bu temelde de AKP’yi demokratik çözüme zorlamak stratejisi izlenmiştir.
Devletle yapılan görüşmeler de, Önderlikle yapılan görüşmeler de tamamen tek taraflı demokratik çözüm iradesinin sonucu gerçekleşmiştir. Kürt özgürlük hareketi Kürt sorununu savaşla değil de demokratik siyasal yollarla çözmek istediği için tek taraflı ateşkesleri doğru bulmuş ve uygulamıştır. Ancak anlaşılmıştır ki bu yönlü politikalar, tek taraflı ateşkesler, devlet ve toplum içinde geliştirilmek istenen çözüm eğilimleri ve Kürt halkının demokratik çözüm için geliştirdiği mücadele AKP’yi Kürt sorununun demokratik çözümüne getirmeye yetmemiştir. Ateşkesler ve görüşmeler sürdürülürken diğer taraftan da demokratik mücadele yürütülmüş, bu temelde demokratik siyasal çözüm için adım attırılacağına inanılmıştır. Ancak AKP hükümeti bütün bu yaklaşımları Kürt sorununun demokratik çözümü ve Türkiye’yi demokratikleşme temelinde değerlendireceğine, Dolmabahçe’de yaptığı mutabakatın gereği Kürt özgürlük hareketini ezerek hükümetini sürdürmek ve bu temelde de devleti ele geçirme doğrultusunda tüketmiştir. Eğer ortam yumuşaktı, görüşmeler vardı, ateşkesler vardı neden çözülmedi ve gerilim yükseldi’ deniliyorsa bu sorunun cevabı AKP’nin Türkiye’yi, Türkiye halklarını, barışı düşünen bir hükümet değil de Kürtleri en iyi ben ezerim, Kürt özgürlük hareketini en iyi ben tasfiye ederim üzerinden devleti ele geçirmek isteyen bir siyasal yaklaşım içinde olmasında görmek gerekir. Anlaşılıyor ki AKP ateşkeslere kendisini güçlendirme, devleti ele geçirme ve daha sonra da bir hamle yaparak Kürt özgürlük hareketini tasfiye etme doğrultusunda yaklaşmıştır. Bu politikayı izlerken de Kürt özgürlük hareketini tasfiye edeceğine inanmıştır.
AKP’nin bu kadar fırsatlara rağmen demokratik çözüm yerine tasfiye politikasında ısrar etmesi, Kürt özgürlük hareketini en iyi ben ezerim diye hükümet olması ve bu temelde de Kürt özgürlük hareketini bitirip devleti ele geçirmek istemesi onun demokratik olmayan karakteriyle ilgilidir. AKP ve AKP’nin dayandığı toplumsal ve siyasal güçler her ne kadar Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra devlet uygulamalarından zarar görmüşler ve siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel alandan belli düzeyde dışlanmış olsalar da devlet onlara sosyalistlere ve Kürtlere yaklaştığı kadar sert yaklaşmamıştır. Devletin sosyalistler ve Kürtler üzerine gittiği kadar onların üzerine gitmemesi ve devletin siyasal islamcıları muhaliflerine karşı kullanma politikası belirli düzeyde devletten rahatsız olsalar da diğer taraftan hep devleti ele geçirme, devlet içinde yer alma, devleti kendisiyle belirli düzeyde uzlaşmaya çekme politikaları izlemişlerdir. Hatta devletin asıl sahiplerinin kendileri olması iddiasında bulunmuşlardır. Zaten Diyanet İşleri Başkanlığı, dinin devlet tarafından kullanılması olduğu gibi, bir yönüyle de siyasal islamcıların devletle uzlaşmasını ifade etmektedir. İmam hatipler de devlet okullarıdır. Türkiye tarihinde yetişen siyasal islamcı kadrolar esas olarak medreselerde, tarikat dergahlarında ve tekkelerinde değil de Diyanet İşleri Başkanlığı ve imam hatipler içinde yetişmişlerdir. Bu da siyasal islamcı kadroların devletle bir çatışmayı değil de uzlaşmayı, devlet içine girmeyi hedefleyen bir politika izlemelerini beraberinde getirmiştir. Özellikle asker sivil bürokrasi içine sızmak istemişlerdir. Hatta devlet bürokrasisine girmek için gençler Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne yönlendirilmiştir. Türk aydını nasıl ki devlet fideliğinde yetiştiği için bir türlü devletçi karakterini bırakmıyorsa siyasal islamcılar da Diyanet işleri ve İmam hatiplerde yetiştikleri için devletçi bir karakter kazanmışlardır.
Libya’da esas olarak birinci suçlu Türkiye’dir
AKP hükümetinin sık sık en iyi milliyetçi biziz, Türkiye’yi en çok düşünen biziz demesi tesadüfi değildir. Gerçekten de sıra Kürt sorununa geldiğinde devletin politikalarını yeni koşullarda yürütmeyi esas almaktadırlar. Bu yönüyle de devleti, milleti en iyi kendilerinin düşündüklerini ortaya koymaktadırlar. Bu açıdan AKP hiçbir zaman Kürt sorununu Kürtlerin varlığını ve temel haklarını kabul edip köklü biçimde çözme politikasının sahibi olmamıştır. Özellikle de dil ve kültür alanında çok sınırlı yumuşatmalar yaparak Kürtleri sistem içine sokmayı, Kürtler üzerinde siyasal sömürgeciliği ve kültürel soykırımı yeni koşullarda inşa etmeyi hedefleyen bir politika izlemiştir. Kürt açılımı dediği de budur, adım attık dedikleri şeyler de bu amaca hizmet etmek için yapılmıştır. Ancak Kürt özgürlük hareketinin, Kürt halkının bu politikaları kabul etmeyeceği görülünce 2009 Nisanı’ndan başlamak üzere siyasal soykırım operasyonlarını geliştirmişlerdir. Bu siyasal soykırım operasyonlarının amacı başından itibaren Kürtlerin örgütlü siyasal gücünü kırıp kendi düşündükleri tasfiye politikasının, daha doğrusu yeni koşullarda sürdürülmek istenen siyasal sömürgecilik ve kültürel soykırım politikasının önündeki engelleri kaldırmayı hedeflemişlerdir.
Özellikle de 2010 referandumundan sonra Kürtlerin siyasal iradesini kırmadan öngördükleri politikayı kabul ettiremeyeceklerini görmüşler ve bu temelde de 2010 seçimlerinden sonra Kürdistan’da yeni bir özel savaşı planlamışlar ve adım adım uygulamaya koymuşlardır. Aslında 2011 12 Haziran seçimlerinden önce bu tasfiye planlarını pratikleştireceklerdi, ancak seçim öncesi bu tür politikaların AKP’yi Kürdistan’da tümden bitireceğini düşündüklerinden esas saldırılarını seçim sonrasına bırakmışlardır. Seçim sonrasında milletvekillerinin cezaevinden çıkarılmaması, Hatip Dicle’nin milletvekilliğinin düşürülmesi, Kürt demokratik hareketinin iradesini kırma ve kendi politikalarını kabul ettirme politikasının bir parçası olarak gündeme gelmiştir. Eğer bir demokratik siyasal çözüm düşünülseydi böyle bir gerilim arttırma ve sertleşme yerine milletvekillerini bırakarak, bu konuda BDP ile daha yumuşak bir ilişkiye girerek, yine Kürt Halk Önderi’nin İmralı’da hazırladığı protokolleri pratikleştireceğini kabul ederek demokratik siyasal çözümün yolunu açan bir yaklaşım içinde olurlardı. Böyle bir ortamda da demokratik bir anayasayla Kürt sorununu demokratik temelde çözüp Türkiye’yi demokratikleştirme politikası izlerdi. Ancak AKP bu politikayı izlememiş, daha önce kazandığı imkanları ve 12 Haziran seçimlerinden aldığı gücü de kullanarak Kürt özgürlük hareketinin üzerine gelmiştir.
Kuşkusuz bu saldırı politikasının dış dayanağı da vardır. Eğer dış desteği hissetmeseydi böyle kapsamlı bir saldırıyı sürdürmeye cesaret edemezdi. Özellikle Arap baharından sonra ABD bu halk hareketlerini yönlendirip işbirlikçi siyasal islamcıları öne çıkararak Ortadoğu’yu işbirlikçi siyasal islam temelinde dizayn etme politikası izleyince bu politika doğrultusunda AKP’yi kullanmak istemiştir. Her ne kadar AKP ilk önce İran, Suriye, Irak’a dayalı Kürt özgürlük hareketini tasfiye politikasını bırakmak istememişse de ABD’nin dayatması karşısında İran ve Suriye cephesi yerine tamamen ABD’nin bölgedeki ajanlığını, taşeronluğunu üstlenerek Kürt özgürlük hareketini ABD’den daha fazla destek alarak tasfiye politikasına yönelmiştir. Kuşkusuz önceden de ABD’nin ve Batı’nın desteğini alıyordu. Ancak bir taraftan Avrupa ve ABD’nin diğer taraftan da İran, Irak ve Suriye’nin desteğini alarak, her ikisini idare ederek Kürt özgürlük hareketini tasfiye etme politikası izliyordu. Gelinen aşamada Ortadoğu’da ortaya çıkan yeni siyasal durum sonrası tercihini ABD’den yana koymuştur. Daha doğrusu Ortadoğu’da siyasal safların keskinleşmesi kendisini dayatınca artık iki tarafı da idare eden politikanın yürüyemeyeceğini gördüğünden tamamen ABD’nin işbirlikçisi ve taşeronu olarak hareket etme politikası izlemiştir.
İlk önce NATO’nun Libya’da ne işi var diyen Erdoğan, bir hafta sonra NATO’nun Libya’daki esas dayandığı güç haline gelmiştir. Libya’ya saldırının meşruiyeti esas olarak Türkiye üzerinden yürütülmüştür. Eğer Türkiye bu saldırıya karşı çıksaydı kesinlikle Batı’nın saldırıları bu kadar meşruiyet kazanmaz ve sonuç almazdı. Kaddafi’nin trajik bir sonla karşılaşmasında esas rol de yine Türkiye’ye aittir. Her ne kadar NATO saldırısıyla yaralandığı ve sonradan vurulduğu söylense de bu son çok önceden hazırlanmıştır. Dünya medyası ve Türkiye medyası Kaddafi’yi o kadar kötü göstermişlerdir ki öldürülmesini o kadar meşrulaştırmışlardır ki yakalandığında bu ortamdan etkilenen muhalifler ise hiçbir insani ve ahlaki değer düşünmeden katletmişlerdir. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz; Libya’da NATO ve Türkiye desteğiyle yapılan saldırılarda öldürülen insan sayısı çok fazladır. Öyle ki Kaddafi’yi devirmek için her türlü savaş kuralı devre dışı bırakılmıştır. Şehirler ve kasabalar sivillerin varlığı dikkate alınmadan bombalanmıştır. Libya tarihinde belki bu kadar halka acı ve zulüm yaşatan başka bir süreç görmemiştir. ABD, Avrupa ve Türkiye bu vahşi saldırıları o kadar meşrulaştırmıştır ki rejimi devirmek isteyenler hiçbir insani ve ahlaki değere bağlı kalmadan ağır savaş suçları işleyerek saldırı yürütmüşlerdir. Kuşkusuz Kaddafi’nin yanlışlıkları ve eksikleri vardır. Ancak yapılan saldırılarda ölçü bu değildir. Esas ölçü kendilerine teslim olmayanları NATO’nun ve kapitalizmin gücüyle ezip teslim almaktır. Nitekim Libya saldırılarıyla tüm Araplara bize teslim olmazsanız başınıza bunlar gelir mesajı vermişlerdir. Libya saldırısı sadece Kaddafi’nin devrilmesi olarak değil, tüm Arap dünyasının iradesinin kırılma saldırısı olarak değerlendirilmelidir. Libya’da esas olarak birinci suçlu Türkiye olarak görülmelidir.
Bu açıdan Türkiye’yi gelinen aşamada artık Ortadoğu’da kapitalist modernitenin, Batı’nın ajanı olarak değerlendirmek gerekmektedir. Kürt özgürlük hareketine bu kadar saldırmasının nedeni ABD’den aldığı destekle ilgilidir. ABD, eğer sen benim politikalarım doğrultusunda hareket edersen, ben de Kürt özgürlük hareketini tasfiye etme konusunda sana destek veririm demiştir. Türkiye’deki son siyasal gelişmelerin ve yaşanan çatışmaların iç ve dış koşullarını böyle değerlendirmek gerekir.
AKP hükümeti sınırsız bir saldırganlık içerisinde
AKP hükümeti bu siyasal ortamda Kürt özgürlük hareketinin üzerine giderek daraltarak düşündüğü yeni anayasayı kabul ettirmek istemektedir. Dünyanın hiçbir yerinde görülmedik düzeyde siyasal soykırım operasyonları yürütmesi, KCK adı altında neredeyse tek bir yönetici, bilinçli Kürt bırakmaması esas olarak yeni anayasa temelinde kurmak istediği siyasal sistem önündeki engelleri tasfiye etmek içindir. Eğer bu siyasal soykırım operasyonlarını artırır, BDP’yi ve Kürt özgürlük hareketini güçten düşürürse kendine göre bir anayasa yapıp bunu kabul ettirmeyi hesaplamaktadır. Etmediğinde de çözmek istiyordum, ama kabul etmiyorlar diyerek askeri ve siyasi saldırılarını daha da şiddetlendirip Kürt özgürlük hareketini tasfiye etmeyi planlamaktadır. AKP planlarını böyle yapmıştır. Siyasal soykırım operasyonlarını hızlandırarak Kürt özgürlük hareketinin kendi tasfiye politikalarını boşa çıkarma mücadelesini de etkisizleştirmek istemektedir. Böyle bir yaklaşım içinde olmasaydı 12 Haziran seçimlerinden sonra Önder Apo’nun ve Kürt özgürlük hareketinin çağrılarına cevap vererek demokratik siyasal çözüm doğrultusunda adım atardı.
Kürt demokratik hareketi AKP’nin çözümsüz politikalarını görünce AKP’ye Kürt sorununun nasıl çözüleceğini göstermek ya da Kürt sorununun Demokratik Özerklik kabul edilmediği takdirde çözülemeyeceğini ortaya koymak için 14 Temmuz’da Demokratik Özerkliği ilan etmiştir. Demokratik Özerkliğin ilanıyla birlikte AKP hükümeti tamamen saldırgan bir politikaya yönelmiştir. Artık yeni bir strateji izleyeceğiz, kimse bizden iyi niyet beklemesin’ diyerek her türlü saldırı politikası izleyeceğini ilan etmiştir. Tabii ki o güne kadar iyi niyet gösterdiği görülmemiştir, ama bu sözün altında daha da sert politika izleneceği mesajı vermiştir. Bu tutum, çok önceden planlanan demokratik siyasal alanı tüketme politikasının daha azgın biçimde devreye sokulması olmaktadır. İyi niyet göstermeyeceğiz derken bunu gerilladan çok esas olarak da demokratik siyasal alana saldırmak, bu alanı çalışamaz hale getirmek için söylemektedir.
Kürt özgürlük hareketi bu tasfiye saldırıları karşısında direnişe geçince, özellikle de halkın demokratik eylemlerine saldıran, halk üzerinde tam faşist terör estiren polislere karşı bir devrimci eylem harekatı başlatınca polisler karakollarından çıkamaz, askerler arazide hareket edemez hale gelmiştir. Bu durumu gerillanın etkin eylemliliği karşısında çaresiz kalmanın, gerillanın eylemlerine cevap verememenin sonucu olarak görmek gerekiyor. Kürt özgürlük hareketinin direnişi karşısında ilk başta AKP hükümeti bir sınır ötesi harekattan söz etmiş olsa da gerillanın sürekli eylemi ve darbeleri karşısında sınır ötesi harekat yapmada bir tereddüt içine girmiştir. Kuşkusuz sınır ötesi harekat karadan yapamamışlardır, ama havadan her gün uçaklarıyla bütün Medya Savunma Alanlarını bombalamışlardır. Yine tanklarla, obüslerle, havanlarla uzun menzilli roketlerle medya savunma alanlarına saldırı sürekli olmuştur.
Bu saldırılardan istedikleri sonucu alamasalar da içinde yönetim düzeyinde de kadrolar olmak üzere 20’den fazla gerilla şehit düşmüştür. Bir taraftan da fırsatını bulduğunda kara operasyonu yapacağını açıkça deklere etmiş ve sınıra güç yığmıştır. AKP hükümeti uyguladığı politikalarla tamamen bir tasfiye harekatı yürüttüğünü göstermiştir. Zaten bu politikayı izlediğini her gün tekrarlamıştır. Hava operasyonları sonucu üçü yönetim kademesinde olmak üzere birçok arkadaş yaşamını yitirince ve kara operasyonu hazırlığı artırılınca HPG Şehit Çiçek Devrimci Harekatı adı altında birçok asker ve polis hedefine eylem düzenlemiştir. Böylece hem şehit düşen arkadaşları için misilleme yapmışlardır, bu tür saldırıların cevapsız kalmayacağı gösterilmiştir, hem de kara harekatına hazırlanan operasyon birlikleri daha harekete geçmeden dağıtılmış, bozulmuş ve etkisiz kılınmışlardır. Bu eylem bir yönüyle de Türk devletine askeri saldırılarla bu sorunu çözemeyeceğini, demokratik siyasal alana saldırarak, etkisizleştirerek Kürt özgürlük hareketine ve Kürt halkına istediğini kabul ettirme politikasının sonuç alamayacağını göstermiştir. Bu eylemin en temel mesajlarından birisi budur. Bu eylem de göstermiştir ki gerçekten gerillanın eylem kapasitesi yüksektir, fedaice savaşmaktadır. Fedaice savaşan bu gücün karşısında Türk devletinin askeri ve polisiyle sonuç alması mümkün değildir. Zaten otuz yıldır bütün imkanlarını kullanarak Kürt özgürlük hareketine, gerillaya saldırmıştır. Demokratik siyasal alana dünyanın hiçbir yerinde görülmeyecek baskılar bugüne kadar fazlasıyla yapılmıştır, ama sonuç alınamamıştır. Bundan sonra da sonuç alması mümkün değildir. Kürt halkının, Kürt özgürlük hareketinin talepleri vardır. Bu talepler karşılanmadan Kürt özgürlük hareketi, Kürt toplumu ve Önder Apo muhatap alınmadan bu sorunun çözülemeyeceği bir daha gösterilmiştir.
Reber Apo’ya yaklaşım Kürt halkına yaklaşımdır
Türk devletinin Kürt özgürlük hareketine, Kürt halkına karşı nasıl bir savaş açtığı esas olarak da Önder Apo’ya yaklaşımda kendini ortaya koymuştur. Önder Apo’ya uygulanan şantaj ve tehdit politikası aslında Türk devletinin bir çözüm politikası değil de tam anlamıyla bir irade kırma ve tasfiye politikası izlediğinin kanıtı olmuştur. Bu yönüyle de Önder Apo merkezli bir komplo ya da komplonun ikinci aşaması ya da son aşaması diyebileceğimiz bir saldırı başlatılmıştır. Nasıl ki birinci komplo 1999’da Önderlik eksenli Kürt özgürlük hareketini tasfiye etmeyi hedeflemişse, İmralı üzerindeki tehdit ve şantaj politikasıyla da Önder Apo merkezli bir tasfiye politikasını, bir yok etme politikasını devreye sokmuşlardır. İkinci komplo denilmesi bu nedenledir. Zaten savaş da barış da görüşmeler de gerilim de yumuşama da tümüyle İmralı ve Önder Apo etrafında şekillenmektedir. Önder Apo’ya sert yaklaşma, Önder Apo’ya karşı tehdit ve şantaj politikası hem serhildanları hem de gerillanın mücadelesini artırdığı gibi, yumuşama istenildiği zaman da Önder Apo’ya gidilmektedir. Defalarca Önder Apo’ya gidilmesinin nedeni budur. Yumuşama Önder Apo üzerinden yapılmak istendiği gibi, gerilim, ikinci komployu da Önder Apo merkezli yürütmektedirler. Bunun görülmesi gerekir. Önder Apo’yu etkisiz kılmak, tasfiye etmek isteyen bir güç esas olarak da Kürt halkını, Kürt özgürlük iradesini tanımıyor ve tasfiye etmek istiyordur. Bir halka yaklaşım Önderliğine yaklaşımdır. Bir toplum bir halk ve ulus olarak görülmezse onun Önderi de tanınmaz. Gelinen aşamada Kürt sorununu Kürt halkını toplum olarak tanıma ve bu temelde haklarını kabul ederek çözme yaklaşımı olmadığı görülmektedir. Bırakalım çözüm yaklaşımını, Kürtler toplumsal hakları olan bir toplum olarak görülmediği için ne siyasal olarak muhatap alınmakta ne de önderliği tanınmaktadır. Bugün var olan çatışmaların, gerilimin nedeni de budur.
AKP hala Kürt toplumunun haklarını tanıma değil de klasik politikaları yeni koşullarda sürdürmek istediğinden bu çatışmalar kaçınılmaz hale gelmektedir. Nasıl ki bu politikalar 20. yüzyılda isyanları, direnişleri beraber getirmişse ve PKK’nin tarih sahnesine çıkışını ve PKK öncülüğünde büyük bir direniş hareketini ortaya çıkarmasına neden olmuşsa, bu politika bırakılmadığı müddetçe bu direnişin de süreceği açıktır. Direnen her gücü ezecek saldırıların gerçekleştirilmesi de bu devlet politikasının doğal sonucudur.
Önder Apo üzerinde uygulanan politika sıradan bir politika değildir. Hiçbir hukuka dayanmayan, tamamen keyfi bir politikadır. Önder Apo’ya bir rehin muamelesi yapmaktadır. Rehine üzerinden rehinenin toplumu, örgütü ve ailesi teslim alınmak isteniyor. Şimdi Önder Apo üzerinde de bu politika uygulanmaktadır. Açıkça size karşı savaş açıyorum, iradenizi kırmak istiyorum, ya teslim olursunuz ya da sizin hakkınız bir zindanda çürümektir denilmektedir. Kuşkusuz Önder Apo’ya yaklaşım Kürt halkına yaklaşımdır. Kürt halkına sizin tek hakkınız boyun eğmektir, eğer cezaevindeyseniz, boyun eğdiğinizde on beş günde bir görüşme hakkınız vardır; boyun eğmezseniz her türlü baskı, şantaj ve tehdidi görürsünüz mesajı verilmektedir. Tabii Türk devletinin böyle bir tehdit ve şantaj politikası ABD ve Avrupa ile bağlantılı yürütülmektedir. Eğer ABD’nin, Avrupa’nın desteğini almasalardı bu kadar hukuk dışı bir yaklaşımı, tehdit ve şantaj politikasını İmralı üzerinde uygulayamazlardı. Yine ABD ve Avrupa’nın desteğini almasalardı dünyada görülmemiş siyasi soykırım operasyonlarını her gün sürdüremezlerdi.
AKP faşizmine karşı Kürt halkının her şekilde direnmesi meşrudur
Şu anda Türk devletinin yürüttüğü siyasal soykırım uygulamaları, ancak faşist ülkelerde görülür. Zaten Türkiye dünyada siyasal tutuklu konusunda rekora sahiptir. Sadece AKP dönemi değil, Kürtlerin bir bütün olarak son 30-40 yılda cezaevlerinde yattıkları süre kesinlikle bir dünya rekorunu ifade ediyor. Hiçbir halkın siyasetçileri bu düzeyde zindanlarda yatmamışlardır. Faşist ülkelerde bile siyasetçilerin ve bilinçli insanların bu düzeyde zindanlarda tutulduğu görülmemiştir. Ne Hitler faşizmi ne Mussolini faşizmi ne de Franko faşizminde bu düzeyde bir tutuklama olmuştur. Belki daha fazla öldürmeler olmuştur, ama zindanların bu düzeyde kullanıldığı görülmemiştir. Bu nedenle zindan faşizminden ve hukuk teröründen söz edilmektedir. Kişi başına cezaevi yatma süresi dünyada başka herhangi bir ülkedekinin üç dört katı fazladır. Daha doğrusu dünyada görülmedik düzeyde siyasal tutuklu Türkiye gerçeğinde ortaya çıkmıştır. Bunların da %90’ının Kürt olduğu açıktır. Bu düzeyde bir hukuk terörü ve zindan faşizmi varken kendilerine demokrat diyen ülkelerin sesi çıkmamaktadır. Dostlar bizi alışverişte görsün misali bir iki küçük eleştiriyle geçiştirmektedirler. Bu yaklaşımlarıyla Türk devletinin bu hukuk terörünü ve zindan faşizmini desteklemiş olmaktadırlar.
Böyle bir faşist uygulama karşısında Kürt halkının her türlü direnmesi meşrudur. Bu direnmeyi haksız görmek ancak faşist politikalara boyun eğin demekle açıklanabilir. Sözde kendine liberal diyenler var, demokrat diyenler var, ama hiçbirisinin Türkiye’deki bu yüksek düzeyde siyasal tutuklu gerçeğini gündeme getirdiği görülmemiştir. 40 yıldır Kürtlere kan kusturuluyor, Kürtler zindanlarda çürütülüyor; zindanlara konularak iradesi kırılmak isteniyor. Türk devleti bu politikayı izlediği halde hala kendisine liberal diyenler bu politikanın peşine takılıyorlar, kuyrukçusu oluyorlar. Hatta en fazla da bunların tutumu AKP’nin politikalarına meşruiyet kazandırıyor ve varlığını sürdürüyor. Bunların içinde bir kısım kendisine Kürt aydını diyen işbirlikçiler, uşaklar da var. Bir Kürt aydını her şeyden önce Kürdistan’da neden bu kadar siyasal tutuklu olduğunu sorar. On yıllardır neden zindanlar Kürt siyasetçilerle doludur, siyasal mücadele veren insanlarla doludur? Bunları sorgulamayan, bunlara tepki duyamayan Kürt aydını olabilir mi? Bırakalım AKP’yi desteklemeyi ve devlet politikalarını meşrulaştırmayı, sadece bu tutuklamalara tepki duymamak bile aydın olmaya ters bir durumdur. Dolayısıyla bunları aydın saymak, aydın kavramına hakarettir. Bunlar olsa olsa bazı bilgiler depolamış entelektüel sermayedarlar ya da hamallar olabilir. Toplumdan bu kadar bağını koparmış, kendi toplum gerçeğinden bu kadar uzaklaşmış insanları aydın görmek gerçek aydınlara saygısızlık yapmak olur. Bu durum Türk devletinin kendine göre nasıl Türk aydını yaratmışsa şimdi de kendine göre bir Kürt aydını yaratmasının ifadesi oluyor. Nasıl ki şimdiye kadar devlet fideliğinde yetişen ve devleti savunan bir Türk aydın gerçeği vardıysa, şimdi de devletin politikalarına işbirlikçilk yapan yeni bir Kürt aydını profili yaratılıyor.
Kürdistan’da seçilmiş belediye başkanlarının, belediye meclis üyelerinin çoğunluğu tutuklu. Diğerleri de tehdit altındadır. Onları da adım adım tutuklayacaklardır. Hepsini birden tutuklama tepki yaratır diye alıştıra alıştıra, teorisini yapa yapa, gerekçe ortaya koya koya tümden demokratik siyasal alan bitirilmek istenmektedir. Açıkça 1990’ların konsepti uygulanmaktadır. Önceden faili meçhul cinayetlerle susturuyorlardı, şimdi zindanlara atarak susturuyorlar. Kuşkusuz faili meçhul cinayetler de oluyor, ama esas yöntem hukuk terörüdür, hukuk faşizmidir, zindan faşizmidir, özel savaş faşizmidir.
AKP hükümeti bir özel savaş hükümetidir
Türkiye’de bir özel savaş gerçeği vardır. 1923’ten beri, özellikle Şark Islahat’tan bu yana bir özel savaş yürütülmektedir. Diplomasi de, siyaset de, ekonomi de, kültürel alan da, sosyal alan da, spor alanı da, eğlence alanı da, bilim alanı da tamamen bu özel savaşa endekslenmiştir. Kürtler üzerindeki bu özel savaş politikasını anlamadan Kürt gerçeğini anlamak mümkün değildir. Kürt sorununun çözümsüzlüğünü anlamak için Kürtler üzerinde yüz yıla yakındır uygulanan bu özel savaşı anlamak gerekmektedir.
Bu özel savaş şimdi daha inceltilmiş bir biçimde AKP hükümeti tarafından yürütülmektedir. AKP hükümeti bir özel savaş hükümetidir. Hatta bugüne kadar ki özel savaş hükümetleri içinde en bütünlüklü özel savaş hükümetidir. Geçmiş özel savaş hükümetlerinde basın devletin dediğini, hükümetin dediğini yapardı; onların kararlarına uyardı. Şimdiki basının çoğunluğu devlet ve hükümet kararı alıyor ve kendilerine talimat geliyor bu temelde de psikolojik savaş yürütüyor pozisyonunda değildir. Şu andaki basın da, üniversiteler de, sivil toplum örgütleri de gönüllü olarak özel savaşın hizmetindedirler. Basın açıkça AKP’nin ideolojik yayın organı haline gelmiştir. Bırakalım devletin ve hükümetin baskısıyla psikolojik savaş yürütmelerini, aksine psikolojik savaşın nasıl yürütüleceğini hükümete gösteren bir noktaya gelmişlerdir. Bu yönüyle basın 1990’ların basınından çok daha kötü bir kirli savaş basınıdır. En son Erdoğan’ın medya patronlarıyla yaptığı toplantı bunun kanıtıdır. Yasemin Çongar ki AKP hükümetini, AKP’nin politikalarını şimdiye kadar desteklemişti. Belki de son yıllarda AKP politikalarına Taraf gazetesi kadar hizmet eden başka bir yayın organı olmamıştır. O bile yandaş basının nasıl kraldan çok kralcı geçindiğini yazmıştır. Yandaş basın bu toplantıda hükümete ve devlete açıkça biz zaten psikolojik savaşı en iyi biçimde yürütmeye çalışıyoruz, hangi eksiklikler varsa söyleyin onu da giderelim; nasıl yayın yapmamızı istiyorsanız öyle yayın yapalım diyerek nasıl bir özel savaş basını olduklarını ortaya koymuşlardır.
Bir yerde psikolojik savaş niye bu kadar yükseltilir? Kuşkusuz bazı gerçekleri örtmek için yapılır. AKP hükümeti Kürt özgürlük hareketine karşı yürüttüğü kirli ve özel savaşta haksız pozisyondadır. Kürt özgürlük hareketi karşısında hem haksızdır hem yenilmiştir. Şimdi bu özel savaşla hem haksızlığını hem de yenilgisini örtmeye çalışıyor. Haksızlığını, yenilgisini örterek iktidarını sürdürmeye çalışıyor. Geçmişte herhangi bir hükümet Kürt özgürlük hareketi karşısında bu düzeyde yenilseydi, bütün foyaları dökülseydi o hükümet düşerdi, yerine yeni bir özel savaş hükümeti gelirdi. Şimdi AKP basını kullanarak kendini ayakta tutmaya çalışıyor. Özel savaşın, psikolojik savaşın, basının bu kadar kullanılmasının nedeni budur. Gerçeklerin saptırılmasıdır, gerçeklerin üstünün örtülmesidir. Neden ikide bir basınla toplantı üstüne toplantı yapılıyor? Basın zaten tamamen Kürt özgürlük hareketine karşı devletin yanında yer alıyor. Devletin istediği düzeyde yayın yapıyor, bunun dışına çıkmıyor. Çıksa RTÜK hepsinin defterini dürer. RTÜK zaten esas olarak bunun için kurulmuştur. Kürt özgürlük hareketine karşı yürütülen özel savaşın basın ayağının nasıl yürütüleceğinin belirlendiği bir yerdir. RTÜK özel savaşın basın doğrultusunu ortaya koyan bir kurumdur. Eğer AKP basın organlarıyla bu kadar toplantı yapıyorsa bu aslında ne kadar çok sıkıştıklarını ve gerçekleri ve başarısızlıklarını basınla örtüp kendini kurtarmak istediklerini göstermektedir.
Bu basının görevi kendisi haksız olduğu halde Kürt özgürlük hareketini haksız göstermek, kendisi başarısız olduğu halde Kürt özgürlük hareketini başarısız göstermek ve böylelikle dünyayı, Türkiye kamuoyunu, Türk kamuoyunu aldatmak olmaktadır. Son zamanlarda özellikle sanal zaferlere ihtiyaç duymaktadırlar. Bir Kavaklı ve Kato sanal zaferi ortaya çıkardılar. Bu yetmedi Kazan vadisi zaferi ortaya çıkardılar. Bunların hepsi AKP hükümetinin başarısızlığını örtmek, Kürt özgürlük hareketinin başarısız olduğunu göstermek içindir. Böylece kendilerine göre Kürt özgürlük hareketinin toplumsal tabanını daraltmayı hedeflemektedirler. Nasıl ki 1990’larda kirli savaşla, faili meçhul cinayetlerle halkı PKK’nin tasallutundan kurtarıyoruz demişlerse, şimdi de siyasi soykırım operasyonlarıyla, gerillaya yaptıkları saldırılarla, bu psikolojik savaşlarla güya PKK ile halkı ayırıyorlarmış, PKK’nin halkın üzerindeki baskısını ortadan kaldırıyorlarmış! 1990’lı yıllarda uygulanan kirli savaşın amacı neydiyse, AKP’nin bu psikolojik savaşının, özel savaşının amacı da aynıdır. Zihniyet değişmediği için amaç da değişmemiştir. Amaç değişmediği için uygulamalar da değişmemiştir. Kürt sorunu değişmediği müddetçe, Kürt sorununda çözüm politikası ortaya konulmadığı müddetçe Türk devletinin özel savaş karakteri dün olduğu gibi bugün de sürdürülmek zorunda kalacaktır. Sadece yöntemlerde kısmi değişiklikler yapacaklardır. Nitekim yöntemlerde değişiklikler olmaktadır. Zaten dünyada hiçbir savaş hep aynı yöntemlerle yürütülmez.
Kürt özgürlük hareketine karşı böyle bir özel ve psikolojik savaş devleti vardır. Kirli uygulamaları vardır. Ama çok haksız bir devlet olduğu için, öte yandan karşısında mücadele eden güç olduğu için bütün haksızlıkları, foyaları kısa sürede açığa çıkmaktadır. Bu özel savaş devletlerine karşı eğer direniş varsa, mücadele varsa kısa sürede gerçek yüzleri açığa çıkmaktadır. Çünkü karşısında direniş oldukça kirli yüzünü daha fazla göstermektedir. Direniş olmasa belki yüzünü yumuşak gösterebilir, toplumu aldatabilir. Ama direniş sürdüğü müddetçe toplumu aldatması mümkün değildir. Bu nedenle direnişin olduğu bu süreçte AKP’nin politikaları tüm çıplaklığıyla açığa çıkmıştır. ;Türk cumhurbaşkanının konuşmaları, Türk genelkurmayın konuşmaları, Türk başbakanın konuşmaları, başbakan yardımcılarının konuşmaları, kadından sorumlu bakanın konuşmaları AKP’nin yüzündeki maskelerini düşürmüştür. Özellikle de Hakkari’de birçok hedefe yönelik gerilla eyleminin olması, onlarca askerin ölmesi AKP’nin tasfiye politikalarını sarsmıştır. Özel savaşı da psikolojik savaşı da, Kürt özgürlük hareketinin sağlam duruşu karşısında, halkın Özgürlük mücadelesi ve bu eylem karşısında etkisiz hale gelmiştir. Türk cumhurbaşkanının o kadar sinirli olması, Türk başbakanın her konuştuğunda BDP’yi ve Kürt halkını hedef göstermesi yaşadıkları başarısızlığın sonucudur.
Türk başbakanı ve cumhurbaşkanı zaman zaman kamuoyunu ve dünyayı aldatmak için yumuşak mesajlar vermektedirler. Örneğin en son başbakan Erdoğan yine kamuoyunu, Kürtleri ve dünyayı aldatmak için terörle mücadele, siyasetle müzakere yaparız demişti. Ama mücadele yükselince terörle mücadele dediğinin esas olarak siyasetle mücadele ve siyaseti ortadan kaldırmak olduğu netleşmiştir. BDP’nin bu kadar hedef gösterilmesi AKP’nin oyunlarının ve planlarının boşa çıkarılmasıyla bağlantılıdır. Her tarafta BDP binalarına saldırılıyorsa, Avrupa’da bile Kürtlere, Kürt işyerlerine saldırılıyorsa bu aslında Türk başbakanını, cumhurbaşkanının ve bakanların konuşması sonucu gerçekleşen saldırılardır. İçeride faşistleri ve sivil toplum örgütü dediği çevreleri Kürt özgürlük hareketine karşı yönlendirirken, dışarıda da İran’ı yanına almak, Güneylileri yanına almak, Irak’ı kışkırtmak ve böylelikle Kürt özgürlük hareketini içeride ve dışarıda boğmak istemektedir. Ancak bu politikaların tutması mümkün değildir.
Şimdi bir diğer demagoji ve saldırı da ETA’nın silah bırakması üzerinden yapılmaktadır. ETA’ya karşı halk ayağa kalkmış, halkın ayağa kalkması sonucu ETA silahlı mücadeleyi bırakmış denilerek sivil toplum örgütlerini, çeşitli çevreleri Kürt özgürlük hareketinin üzerine sürmek istemektedirler. Bunun da tutması mümkün değildir. Çünkü ne Türkiye İspanya’dır ne de Kürdistan Bask’tır. Türkiye İspanya değildir. İspanya demokratik bir anayasayla Katlonya’ya, Bask’a ve birçok bölgeye özerklik tanımıştır. Anayasasını demokratikleştirmiştir ve böylelikle de ETA’nın mücadele tabanı daralmıştır. Bağımsızlık isteyenler dışındakilerin ciddi bir sorunu kalmamıştır. Bu açıdan Türkiye daha Kürtleri bir toplum olarak tanımamışken, Kürtlerin varlığını anayasal güvenceye almamışken, özerkliğini, anadilde eğitimini ve çift dilliliğini kabul etmemişken İspanya’da toplum ETA’ya karşı çıktı, ETA da silah bırak zorunda kaldı’ değerlendirmeleri, elmalarla armutları karıştırmaktır. Kürt demokratik hareketi şu anda Türkiye’nin İspanya gibi bir anayasaya ve Bask gibi, Katalan gibi bir özerkliğe kavuşmasını istemektedir. Kuşkusuz Kürtlerin istedikleriyle İspanya’daki uygulamalar birebir örtüşmemektedir. Çünkü Kürt özgürlük hareketinin ortaya koyduğu Demokratik Özerklik bir toplumun demokrasi içinde kendi kendisini yönetmesini ifade etmektedir. Kuşkusuz Bask bölgesinde de toplumun kendi kendini yönetmesini kabul eden bir çözüm bulunmuş olsa oradaki çözüm belirli yönleriyle devletçi ve iktidarcı karakterde olmuştur. Kürt özgürlük hareketinde ise devletçi ve iktidarcı bir zihniyet yoktur. Aradaki fark budur. Tüm bu gerçekler dikkate alındığında ETA silah bıraktı, bu nedenle biz de PKK’ye karşı çıkalım ve silah bıraktıralım yaklaşımı tabii ki tutmayacak bir yaklaşımdır. Çünkü bizzat Kürt özgürlük hareketi bu sorunu demokratik bir anayasa temelinde, Demokratik Özerklik çerçevesinde çözülmesini istemektedir. Bu çözüm olduğu takdirde bunu kabul etmeyenler olursa biz de karşı çıkarız demektedirler. Kuşkusuz belirli kesimleri kandırarak sokaklara dökebilirler, ama bu meydanlara dökülenlerle İspanya’da meydana dökülenler aynı karakterde olmayacaktır. Türkiye’de meydana dökülenler tamamen Kürt halkının haklarını reddetmeye dayalı faşistler ve bunlar tarafından aldatılmış olanlar olacaktır. Bunun da sonuç vermeyeceği açıktır.
Kürt siyasal hareketini teslim almak mümkün değildir
Faşistler Kürt halkına saldırmaktadır; BDP’ye saldırmaktadır. Ama bu saldırıların da sonuç alması mümkün değildir. Çünkü Kürt halkı 20 yıldır Türk devletinin, faşistlerin linçi altındadır. Ama buna karşı da özgürlük iradesinden, Kürt özgürlük hareketine karşı destek olmaktan vazgeçmemiştir. Bundan sonra da vazgeçmesi düşünülemez. Her ne kadar BDP’yi teslim almak istiyorlarsa da BDP’yi de teslim almaları mümkün değildir. Çünkü BDP 1980’lerin sonu ve 1990’ların başındaki serhıldanların ortaya çıkardığı bir demokratik siyasal gelenekten gelmektedir. Öyle farklı bir damardan ortaya çıkmış bir parti değildir. Bu bakımdan serhildanı yaratan bir siyasi güç ve gelenekle çelişmesi kendinin bitmesi anlamına gelir. Zaten BDP’lilere de böyle bir şey yaptırmak mümkün değildir.
Kuşkusuz Kürt demokratik hareketini daraltmaya, BDP’nin üzerine giderek güya kendilerine göre işbirlikçi Kürtlere alan açmaya çalışıyorlar. Sahte önderlikler, sahte aydınlar, sahte demokratlar yaratmaya çalışmaktadırlar. Ancak Kürt halkının özgürlük ve demokrasi mücadelesi o kadar kapsamlı ve derindir ki, o kadar toplumun derinliklerine nüfuz etmiştir ki böyle sahte önderlikleri bu topluma kabul ettirmek mümkün değildir. Kürt özgürlük hareketi birkaç ayın ya da birkaç yılın mücadelesiyle oluşmamıştır. Kırk yıldır süren bir mücadele vardır. Bu mücadelenin on binlerce şehidi, binlerce gazisi, yüz binlerce zindanda yatmış insanı vardır. Sadece gerilla değil, demokratik siyaset alanı da büyük ve ağır bedeller ödemiştir. Gençler de kadınlar da çocuklar da büyük bedeller ödemişlerdir. Bugün Kürt özgürlük mücadelesi bir düzeye gelmişse bunu Reber Apo önderliğindeki PKK öncülüğü gerçekleştirmiştir. Bunu halkımız çok iyi bilmektedir. Bu nedenle de Önderliğine de PKK’ye de sahiplenmektedir. Öyle Kemal Burkay’ın zaman zaman halklar böyle yanlışlar yaparlar söylemi de boş bir laftır. Bu açıktan açığa halkın kırk yıldır büyük bedeller verdiği mücadelesini küçümsemektir. Bu zat devlete, AKP’ye ve arkasındaki güçlere şirin gözükmek için Kürt halkının mücadelesine bu düzeyde hakarette bulunmaktadır. Devlet nasıl ki halkın mücadelesini kötülüyor ve küçümsüyorsa Kemal Burkay gibileri de halkın mücadelesini küçümsüyor ve kötülüyor. Önderliğine saygısızlık yapıyor, gerillaya karşı kara propaganda yürütüyor. Herkes de biliyor ki halk on yıllardır her türlü zorluğa karşı mücadele veriyorsa, 1990’lı yılların kirli savaşı karşısında direnmişse, uluslararası komplo karşısında direnmişse, köyleri yakılmış, zindanlara atılmış, ama tüm bunlara rağmen boyun eğmemişse, bu mücadele içinde kazandığı bilincin ve inancın ifadesidir. Kürt halkının yürüttüğü bu büyük mücadele öyle herhangi bir biçimde bir örgütün, bir bireyin arkasından gitmek değildir. Onlarca yıllık yaşamı içinde PKK’nin de ne olduğunu Önderliğin de ne olduğunu öğrenmiştir. Bu yönüyle sahte önderliklerin bırakalım peşinden gitmeyi, eğer AKP’nin, devletin bu politikalarına alet olmaya devam ederlerse bir gün bu halk onların da yüzüne kesinlikle tükürür.
Suriye’de ciddi bir siyasal mücadele sürmektedir
Türkiye içeride yürüttüğü saldırılarla beraber dışarıda da diplomatik faaliyetlerini artırmıştır. Neçirvan Barzani ve İran dışişleri bakanını Türkiye’ye çağırarak şantajda bulunmuşlardır. Ancak gelinen aşamada İran’ı istediği gibi hareketimizin üzerine sürmesi zor gözükmektedir. Çünkü İran ileride Türkiye’nin Suriye’ye yaptığını kendisine yapacağını bilmektedir. Bu açıkça netleşmiştir. Bu yönüyle de önümüzdeki dönemde Türkiye ile belirli ilişkiler sürdürseler de ortak bir hareket yapmaları kolay gözükmüyor. Kuşkusuz Kürt düşmanlığı söz konusu olduğunda her türlü sorunlarını unutmaktadırlar. Ama füze kalkanı, Suriye konusu, bunların hepsi önemli konulardır. Öte yandan İran kendisini PJAK ve PKK karşısında denemiştir, ama beklemediği bir direnişle karşılaşmış ve büyük kayıplar vermiştir. PJAK’ın, PKK’nin öyle istenildiği zaman üzerine gidilip geriletilecek hareketler olmadığını İran çok iyi görmüştür. Eğer PKK ve PJAK’a karşı Türkiye ile birlikte hareket ederse bunun İran’ın içinde gerilla savaşının hiçbir dönemde olmadığı kadar şiddetleneceği ve bunun da İran’ı sarsacağını anlamıştır. Bu açıdan şu anda yapılan ateşkese uyduğu gözükmektedir.
Öte yandan Türkiye Suriye ile de sorunlar yaşamaktadır. Zaten İran’la, Suriye ile belirli sorunlar yaşadıkları için her zaman olduğu gibi Kürt özgürlük hareketinin son mücadelesini, gerillanın eylemlerini İran’a, Suriye’ye bağlama biçiminde bir yaklaşım göstermektedirler. Türkiye Suriye ile gerilimi ABD politikası doğrultusunda yürütmektedir. Ancak bir yönüyle de kendisinin Kürt politikası çerçevesinde Suriye’ye yüklenmektedir. Türkiye’de ABD’nin Irak’a müdahalesinde tezkerenin kabul edilmemesinin Güney Kürdistan’daki federasyonun kurulmasına yol açtığı biçiminde bir yargı vardır. Bu nedenle şimdi ABD’nin Ortadoğu politikalarına endekslenerek Suriye’deki Kürtlerin kazanım elde etmesini önlemeye çalışmaktadırlar. Suriye politikasındaki esas eksen budur. Nitekim daha önce Esad rejimiyle yaptıkları Adana anlaşmasını eğer Esad rejimi düşerse İhvan-ı Müslim’in öncülüğündeki muhalefetle sürdürmek istedikleri açığa çıkmıştır. Bu bile Türkiye’nin yaklaşımını göstermektedir. Öte yandan Suriye muhalefeti de Türkiye ile bu yönlü ilişkileri nedeniyle Kürt halkının taleplerine olumsuz yaklaşmaktadır. Her ne kadar bir kısım Kürtleri kendi yanlarına almışsa da bunlar daha çok da Suriye rejimi devrilirse kendilerine belirli çıkar elde etmek isteyen çevrelerdir. Ne Suriye halkını temsil eden ne de söz konusu ulusal meclis içinde Kürtlerin haklarını savunan grupturlar.
Şu anda Suriye’de ciddi bir siyasal mücadele sürmektedir. Kürt demokratik hareketi öncülüğündeki Kürtler de bu siyasal mücadelenin en temel aktörlerindendir. Mevcut durumda Esad rejimi Kürtlerin Demokratik Özerkliğini kabul etmediği için Kürt demokratik hareketi bu rejime karşı bir mücadele içinde olduğu gibi kendini örgütlü kılarak Demokratik Özerkliğini kurma ve mevcut rejime kabul ettirme çabası içindedir. Kürt demokratik hareketinin mücadelesi bir yönüyle bu çerçevede olduğu gibi, diğer yönüyle herhangi bir rejim değişikliği gündeme geldiğinde Kürt halkının Demokratik Özerkliğini ve bu temeldeki siyasal statüsünü kabul ettirecek bir örgütlenme ve mücadele pozisyonu içindedir. Kürt demokratik hareketi orada sert bir silahlı mücadele yerine demokratik mücadeleyle haklarını dayatma politikası yürütmektedir. Ama meşru savunmasını da bu süreçte güçlendirmektedir. Çünkü sert bir mücadelenin Suriye’de Kürt-Arap çatışması ve şovenizmin geliştirilmesiyle sonuçlanacağı kesindir. Bu da aslında Suriye’deki demokrasi ve özgürlük mücadelesini, Suriye’deki halkların demokratik değişim mücadelesini zehirleme, saptırma ve boşa çıkarma gibi bir durum ortaya çıkabilir. Sert bir silahlı mücadele vermese de Kürt özgürlük hareketi, demokratik örgütlülüğü ve mücadelesiyle Suriye’deki demokrasi ve özgürlük mücadelesine en büyük desteği veren bir hareket konumundadır. Zaten şu andaki demokratik zihniyeti ve karakteri her türlü demokratik gelişmenin dinamiği olduğunu ortaya koymaktadır. İster mevcut rejim reformlar yapsın, ister diğer muhalif güçler hakim gelsin her ikisini de demokratikleşmeye zorlayacak ve demokratik adımlar atmasını zorunlu kılacak olan Kürt halkının demokratik örgütlenmesi ve demokrasi için mücadelesi olacaktır.
Kürtler arası bir çatışma yaratmak artık kolay değildir
Türk devletinin Güney Kürdistan üzerinde baskı yürüttüğü açıktır. Güney Kürdistan üzerinde yürüttüğü baskı sadece Türk devletinin baskısı değildir. Bir yönüyle de ABD’nin de Güney Kürdistan hükümetini zorladığı görülmektedir. Özellikle de Türkiye’yi Ortadoğu’da kullanmak isterken Türkiye’ye bu yönlü destek verdiği anlaşılmaktadır. Ancak Güney Kürdistan’da ve bütün parçalarda Kürtler arası bir çatışma yaratmak kolay değildir. Çünkü böyle bir çatışmanın ortaya çıkması durumunda bütün Kürdistan parçalarındaki ve Güney Kürdistan’daki halkımız Türk devletinin tasfiye politikalarına ve saldırılarına ister doğrudan, ister dolaylı olsun destek veren her güce karşı demokratik ulusal tutumunu ortaya koyacaktır. Bu açıdan Türk devletinin başarılı olması zordur. Ancak Güney Kürdistan hükümetinin, yetkililerinin duruşlarında bir zayıflık olduğu görülmektedir. Geçmişten bu yana siyaset tarzını hep dış güçlere dayanarak sürdüren bir gücün dış baskılar karşısında her zaman zafiyet göstereceği bilinmektedir. Kürt özgürlük hareketi de bunu bilerek hareket etmektedir. Hem Güneyli güçlerin böyle bir politika içine girmesini engellemeye çalışmaktadır hem de Güney Kürdistan halkını etkileyerek, örgütleyerek Kürtler arası böyle bir savaşın zeminini önemli oranda ortadan kaldırmaya çalışmaktadır. Güney Kürdistan halkı artık PKK’nin mücadelesini sadece Kuzey Kürdistan’ın değil, bütün parçaların ve Güney Kürdistan’ın mücadelesi olarak görmektedir. Bu bakımdan her türlü saldırıya karşı direnecek devrimci gücün, dinamik gücün güneyin de savunma ve direniş gücünün Kürt özgürlük hareketi olduğunu bildiklerinden bu tür girişimlere, bu tür yaklaşımlara kesinlikle karşıdırlar. Böyle bir politika ortaya çıktığında da tutumunu açık ve net ortaya koyacaklardır.
Türk devletinin iç politikası ve yürüttüğü dış ilişkiler çerçevesinde bir sınır ötesi harekat yapıp yapamayacağı çok tartışılmaktadır. Şu anda belirli bir güç yığması bulunmaktadır. Ancak Hakkari eylemiyle birlikte sarsıldığı, dağıldığı, bozulduğu için daha baştan böyle bir harekat başarısız kılınmıştır. Nitekim bu durumu gördüklerinden sınırda bazı hareketlilikler yapsalar da bunun bir sınır ötesi harekattan çok Güneyli güçler üzerinde baskı yaratmak, Kürt özgürlük hareketi üzerinde baskı yaratmak, bu baskılarla kendi zayıflığını gidermek olduğu anlaşılmaktadır. Esas olarak da dikkatleri Güney Kürdistan’a çekerek, sınır ötesi harekata dikkatleri yönelterek içeride demokratik siyaseti ezmeye çalışmaktadır. Bu süreçteki politikasının esasının bu çerçevede olduğu görülmektedir. Kuşkusuz sınır ötesi harekat da yapmak isteyebilirler. Esasında böyle bir sınır ötesi harekat yapmak istemektedirler. Bu konuda kendilerine göre belirli kararlar da almışlar, hazırlık da yapmışlardır. Ancak bu kararlarını uygulama konusunda tereddütlüdürler. Çünkü başarısız kaldıkları takdirde Kürt sorununun demokratik çözümü kaçınılmaz hale gelecektir. Ama AKP hükümeti ve devlet böyle bir çözüme hazır olmadığı için yapacağı bir kara harekatında yaşayacağı başarısızlıktan ürkmektedir. Öte yandan gerillanın hazırlıkları, fedai gücü de böyle bir kara operasyonunun başlamasını engelleyen temel faktör durumundadır. Bu açıdan kara harekatını takip etmek, karşı durmak kadar, esas olarak da Türk devletinin içeride demokratik siyasal alanı ezmek istediği, buradan Kürt özgürlük hareketini daraltarak kendine göre sonuç almak istediği görülmelidir. Bunun için de demokratik siyasal alandaki bu saldırıları durdurma açısından hem serhildanların geliştirilmesi hem de demokratik siyasal mücadelenin çok boyutlu yürütülmesi gerekmektedir. Kesinlikle Türk devleti siyasal soykırım operasyonlarını böyle rahat yapmamalıdır, bunun önüne geçilmelidir. Eğer siyasal soykırım operasyonları bu kadar rahat yapılıyorsa bunun bir nedeni de buna karşı gösterilen tepkilerin yetersizliğidir. Nitekim AKP yandaşı basın ve yazarlar KCK operasyonlarına tepki gösterilmiyor demektedirler. Daha da ileri giderek KCK operasyonları yapıldığı için halkı örgütleyecek ve eyleme geçirecekler kalmadı, diyerek bu operasyonları neden yaptıklarını açıkça itiraf etmişlerdir.
Öte yandan yeni anayasa yapım süreci gündemdedir. Bu süreçte Kürt halkının ve Türkiye demokrasi güçlerinin demokratik halklar kongresi çatısı altında toplanarak hem Türk devletinin bu tasfiye saldırılarına karşı çıkmaları hem de demokratik anayasa mücadelesini ve bilincini örgütlü bir biçimde yürütmeleri gerekmektedir. Kuşkusuz kongrenin kuruluşu önemlidir, anlamlıdır. Ama sadece kuruluşu yetmez. Artık önüne gündemler koyarak, önceliklerini koyarak sürekli bir örgütlenme, demokratik siyasal hedefler doğrultusunda mücadele geliştirmesi gerekmektedir. Ancak demokratik talepler temelinde yürütülecek bir mücadele kongreye kimlik kazandırabilir. Kongre ancak böyle bir mücadele çerçevesinde rol oynayabilir. Bu yapılmadığı takdirde Türkiye halkları açısından tarihi bir sorumluluk da yerine getirilmemiş olur. Kurulan kongrenin bütün bileşenlerinin kongreyi sadece bir toplantı, bir konferans, bir kongre olmaktan çıkarıp bir eylem gücü olan bir platform, bir örgüt haline getirmeleri gerekmektedir.