Cihan Eren
Sadece Alevilere yönelik politikası değil, Kürt sorununu ele alış biçimi de dahil, Türkiye’nin demokratikleşme sorunlarının tümünü çıkarları doğrultusunda kullanan Erdoğan ve AKP rejimini tanımak için, Türk ulus devletinin hangi ortamda kurulduğunu, yaşadığı değişim ve dönüşümü anlamayı gerektirir. Türk ulus devletinin devraldığı mirası, bu mirası kullanan iktidar kliklerini sınıfsal özellikleriyle hatırlatmak da konumuzu anlaşılır kılacaktır. Kendilerini AKP ve MHP olarak örgütlemiş kesimin Türk egemen sınıflar tarihinde nerde durduklarını belirtmek de günümüzde yaşanan gerçekliği anlamayı kolaylaştıracaktır. Bu amaçla konumuza günceldeki durumu, birinci dünya savaşı öncesinde ve sonrasında yaşanan siyasi gelişmelerle bağını kurarak değerlendirmekte fayda olacaktır.
Osmanlı soykırımcılığından günümüze, Türk devletinin Alevi politikası
Türkiye Cumhuriyeti devletinin bugün ki durumunu, politikalarını, özgün olarak da Alevilere dönük uygulamalarını anlamak için en az 1900’lerin başına kadar gitmek gerekiyor. Türk devleti, Osmanlı bakiyesi üzerine kurulmuştur. Osmanlıdan kalma birçok geleneği sürdürmektedir. Özellikle de AKP iktidarı, Osmanlı sultanlarının yaptıklarına bakarak adeta kıyas yoluyla iş yapmaktadır. Dolayısıyla bugün, Osmanlının kapitalist sermaye ile ilişkilerinin, halklar ve inançlar politikasının günceldeki versiyonlarının yaşanıyor olması kimseyi şaşırtmamalıdır. Türkiye Cumhuriyeti devletini kurduran ve ona Osmanlıdan farklı olma imkanı veren asıl gelişme, 1917 Ekim Devriminden sonra ortaya çıkan yeni dengeler ve dünya siyasal sisteminin temel iki kutba ayrılmasıdır. TC ile Osmanlı arasında esaslı farklılık olan ümmetten millete, saltanattan cumhuriyete geçmiş olmak, AKP ile birlikte anlamını ve önemini yitirdiği için şimdilik değinmeye gerek yoktur. AKP ve Erdoğan’ın kendi dinci ve milliyetçi rejimini inşa ederken cumhuriyetin kurucu kadrolarının Ekim Devrimini kapitalizme karşı tehdit olarak kullanma politikasını taklit etmesi de Türk egemenlerindeki devlet ve iktidarın devamlılığına iyi bir örnek olarak verilebilir. Bu ve benzer hususları birlikte değerlendirdiğimizde, Türk ulus devletinin AKP-MHP görüntüsü altındaki güncel durumunun neyi ifade ettiği, bu faşist ve dinci kliğin tarihteki muadillerinin kimler olduğu, halklara ve inançlara hangi mantıkla baktıkları daha rahat anlaşılmış olacaktır.
Kapitalist modernite çağını ifade eden temel kurum ve kuruluşlar Ortadoğu’da geç ortaya çıkmıştır. Bu gecikme, sistemin Ortadoğu’daki müdahalesini daha sert yapmasına, halk ve inanç gruplarının büyük soykırımlar yaşamasına yol açmıştır. Ortadoğu’da kapitalist modernitenin yol açtığı tahribatların büyük ve derin olmasının başlıca sebebi zamanı çoktan geçmiş Osmanlı hanedanın varlığını ve iktidarını sürdürmek istemesi, bu amaçla esas aldığı her bakımdan gerici politikasıdır. Hanedanın, ‘Osmanlı oyunlarıyla’ gerekmediği halde ömür uzatması, sadece devlet değil aile ve hanedan olarak da yok olmasına yol açmış oldu. Emperyalistlerin çıkarları için onlarca yıl ayak tuttuğu Osmanlı, bu durumu fırsat sanmış, birinci paylaşım savaşını Erdoğan’ın sık sık dillendirdiği krizi fırsata dönüştürme’ mantığı ile ele almaya çalışmıştır. Vakti dolduğu halde kalmakta ayak direyen bir devlet ve iktidarın sonunun çok kötü olacağının iyi bir örneğidir Osmanlı ve dönemin ittihatçıları. Dolayısıyla Osmanlının son yüz yılındaki politikasına, Ortadoğu’yu komalık duruma sokma, takatsiz bırakarak dış saldırılara sonuna kadar açma politikası demek yerinde olacaktır. Adeta “hasta adam”, üzerinde yattığı tüm topraklara virüs bulaştırarak sağlıklı tek bir insanı bırakmayarak halk tabiri ile “murdar” bir halde yıktılıp gitmiştir.
Bilindiği gibi bugün Ortadoğu’da varolan siyasi haritanın ilki birinci dünya savaşından sonra çizildi. Politikaları, siyasi dengeleri, ilişki ve çelişkileri de önemli oranda 1918 sonrasına dayanmaktadır. Kürtlerin halk olarak parçalanarak yok sayılması, Arapların kabul edilmesi ancak 22 parçaya bölünmesi, Ermenilere katliamı unutturmak için küçük bir devletin verilmesi, Asuri-Suriyani-Keldanilerin azınlık statüsüne düşürülüp sadece kültürel bir topluluk olarak görülmesi, Osmanlı artığı askeri bürokrasiye bir devletin bahşedilmesi gibi daha birçok sonuç, Birinci Dünya savaşından sonra Ortadoğu topraklarındaki kimlik ve kültürleri kapitalist sisteme monte etme politikasının sonucunda ortaya çıkmıştır. Yazımızın konusu Türk devletinin Alevi politikası olduğu için özellikle de Türkiye Cumhuriyeti devletine odaklanmak daha doğru olacaktır. Diğer hususlara da bu konu bağlamında yer vermek konumuzu anlaşılır kılacaktır.
Çağ dışılık Türk egemenlerinin tarihsel özelliği ve gerçekliği olmaktadır
Kapitalist uygarlığın olmazsa olmaz kabul ettiği devlet ulus, Ortadoğu’daki etkisini esasta 1900’ün başında politik bir olgu olarak hissettirmiştir. Devlet ulus kavramının tanım ve içerik olarak Avrupa menşeli olması, Hristiyanlığın da etkisiyle Ortadoğu’nun kadim halklarından Ermeni ve Asuri-Süryani-Keldani halkların erkenden uluslaşma arayışına girmesi, Osmanlının ilk bu halkları soykırıma tabi tutmasını beraberinde getirdi. Osmanlı soykırımcılığı, Osmanlı Türk egemenlerinin, sınıf olarak çağa ayak uydurmak yerine, çağın gelişmelerini durdurmak, çağın hakim paradigmasına uymaya çalışanları suçlayarak katletmelerinin sonucudur. O gün bu gündür Türk egemenleri gelişmeye, ilerlemeye, halklar için iyi ve güzel olana hep düşman olmuştur. Hristiyan halkların soykırımına benzer bir siyaseti bugün Osmanlıcılığı devam ettirmek isteyen AKP-MHP rejimi Kürtlere ve Alevilere dönük yürütüyor. Osmanlı, cumhuriyetin kuruluş yılları ve AKP-MHP rejimi arasındaki benzerlik sadece soykırım uygulamalarıyla sınırlı değildir. Bugün Ortadoğu demokratikleşme sürecine girmiş, Kürtler ve Araplar 1918’den sonra maruz kaldıkları büyük haksızlığı düzelterek bölgemizin kadim tarihine yakışır bir gelişmeyi ortaya çıkarma çabası içindedir. Tüm halklar için iyi ve güzel olan bu gelişmeye de 1900’ün ortalarından sonra olduğu gibi bugünde Türk egemenleri karşı çıkıyor, engellemek istiyor. Emperyalist devletlerin bölgemizdeki sömürüsüne yeni fırsatlar sunuyor. Türk devleti bugün de bölgemizin demokratik gelişmesine olumlu yaklaşmak yerine engel oluyor, başta Kürtler olmak üzere bölge halklarına soykırım dayatarak, bir kez daha Ortadoğu halklarını çağın dışına itmek istiyor. Çağ dışılık Türk egemenlerinin tarihsel özelliği, politika adı altındaki gerçekliği olmaktadır. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti devletinin son yüz yıllık tarihinden çıkaracağımız en önemli sonuçlardan biri, egemen sınıflar anlamında Türklüğün Ortadoğu’daki demokratik gelişmeyi engelleyen, demokratikleşme karşıtı, halkların ve inanç guruplarının taleplerini düşman gören bir karaktere sahip olduğudur. Ancak bu karakterdeki bir zihniyet ve siyasetin sonuna gelinmiştir. Bu gelişme şiddeti her gün daha da artan biçimde Türk devletini kendi içinde ciddi sorunlarla karşı karşıya getiriyor. Demokratikleşerek tüm sorunlarını çözebilme imkanı varken ve gelişme potansiyelini harekete geçirip maddi ve manevi zenginleşmeyi elde etmesi mümkünken bu yolu seçmiyor. Bunun yerine iktidar İslam’a dayandırılmış milliyetçi ve faşist politikalarla tıpkı Osmanlı gibi “hasta adam” olmayı seçmiştir. Bu politika da Türkiye sınırları içinde en büyük zararı Kürtlere ve Alevilere veriyor. Osmanlı son dönemlerinde olumlu tüm gelişmelere, teknolojik yenilenmeye “kafir icadı” diyerek karşı çıkmış, bu değişimden faydalanmak isteyenleri din düşmanı ilan etmiş, haklarında tahkikatlara başvurmuş, kimilerini de tekfir etmiştir. AKP-MHP’de Türkiye’nin demokratikleşmesini, zenginleşme potansiyelini değerlendirmek isteyen herkese terörist, hain diyerek suçlamakta, tutuklamaktadır.
İster halkların demokratik ve özgürlükçü sistem arayışı olsun ister egemenlerin devletçi iktidar arayışları olsun, her türlü toplumsal gelişme, ortaya çıktığı çağın ruhuna göre mücadele etmek zorundadır. Çağın gelişme diyalektiğine uymayan bir güç, akıntıya karşı kürek çekiyor demektir. Toplumsal ve siyasal mücadeleler gerçekliğinden baktığımızda, zamana göre olmayanlar ya başka güçlerin işbirlikçisi olmuştur ya gericileşerek kendi kendilerini bitirmiş ya yenilip teslim olmuş ya da başka güçler içinde eriyerek yok olup gitmiştir. Bu tür güçlerin yapabildiği en iyi şey, şayet büyük güçler arasında doldurulması gereken bir siyasi boşluk oluşmuşsa, büyük tavizler, bedeller karşılığında bu boşlukta kendilerine yer bulmaya çalışmasıdır. Kapitalizmin kar ve kazanç elde etme karakterinden ötürü büyük güç odakları arasındaki siyasi boşluğa girmenin bedeli çok daha ağır olabilmektedir. Kapitalizmde siyasi dengelerin yol açtığı boşluğa yerleşmeye çalışanları da büyük güç odakları oraya yerleştirmekte, zamanı gelince oradan alıp halk tabiri ile havadaki boşluğa bırakabilmektedir. Bu tarihsel gerçekliğe verebileceğimiz en iyi örnek, Soğuk Savaş sürecinde NATO ve Varşova bloku arasındaki dengelere dayalı politika yapmaya çalışan Bağlantısızlar Hareketine üye birçok devletin, reel sosyalizmin çöküşünden sonra başına gelenlerdir. Bu gerçeklikten Türkiye devletine bakınca yaşananlar çok daha ilginç olmaktadır.
Türk egemenleri, sağcısı solcusuyla, dincisi laikiyle ulus devletlerinin doğu, batı bloku arasındaki boşluğa yerleştirilmek üzere kurulmadığını, kendi iradeleriyle batılı değerleri seçerek çağdaş bir ulus devlet kurdukları iddiasındadır. Mustafa Kemal siyasetinde bu yönlü bir eğilim ve arayışın olduğunu söylemek mümkündür. Ancak bu onda sadece bir eğilim ve arayış düzeyinde kalmıştır. Pratikte yaşananlar çok ayrı olmuştur. Şöyle ki, 1800’lerden sonra başını İngiltere’nin çektiği kapitalist sistem güçleri, Osmanlı egemenliğindeki toprakları kendi aralarında pay etme siyaseti gütmeye başlamıştır. Osmanlının birinci paylaşım savaşında yenilen tarafta yer alması, kapitalist sistemin yüz yılık planını adım adım devreye sokacak ortamı yaratmıştı. Bu planın pratikleştirilmesi aşamasında Ekim Devrimi gerçekleşti. Kapitalist sistem, böyle bir gelişmeye hazır olmadığı için adeta şok olmuştu. Sosyalizmin bir dünya savaşı ortamında zafer kazanması, kapitalist güçleri çok büyük bir korku içine soktu. Böylece sosyalizmin önünü almak için alelacele tedbirlere yönelmek zorunda kaldılar. Sosyalizmin, savaşın derin tahribatlarının yaşandığı Avrupa kıtasındaki emekçiler ve halklar arasında yayılmasını engellemek için Hitler ve Mussolini örneklerindeki gibi kara faşist rejimleri geliştirecek politikalara yöneldiler. Faşist rejimlere yol açan politikaların devrede olduğu bir dönemde kurulmasına izin verdikleri devletlerden biri de Türkiye Cumhuriyeti oldu. Ekim Devrimi, başını İngiltere’nin çektiği kapitalist blokun savaş öncesinde ve hatta savaş içinde Osmanlı bakiyesi üzerinde kurdukları planlardan tümden vazgeçmese de değişikliğe gitmesine yol açmıştır. Böylece bahsetmeye çalıştığımız sosyalizme karşı tedbirlerin başında gelen, Anadolu topraklarında devlet kültürü ve tecrübesi olan Osmanlı askeri bürokrasisine devlet kurma yolunu açtılar. Ekim Devriminin dünya siyasal sisteminde ve politik dengelerinde yol açtığı sonuçlar olmamış olsaydı, Türkiye Cumhuriyeti devleti kesinlikle olmayacaktı. Olsaydı da yüksek olasılıkla orta Anadolu bozkırlarıyla sınırlı bir ülke olacaktı. Bu husus Türkiye devletinin kendi politik iradesiyle iki kutup arasına yerleşmediğini, dış güçlerin desteği ile kurulup kullanıldığını yeterince açıklamaktadır.
Sosyalist SSCB ve kapitalist İngiltere ve Fransa gibi devletlerin Türk ulus devletini, ilk yirmi yılında tümüyle kendi safına çekmek için çok ciddi siyasi ve ekonomik destek sunduklarını biliyoruz. Örneğin yönetici kadroları içinde 1915 Ermeni soykırımını yapanların olmasına rağmen bu insanlık suçlarının görmezden gelinmesi, 1925, 1927 ve 1938 Kürt soykırımlarına sessiz kalarak destek olmaları, bu desteğin siyasi yanını, büyük demir çelik üretim tesisleri başta olmak üzere tarım ürünlerinin değerlendirildiği sanayii teknolojileri sunmaları da ekonomik desteğin örnekleri içinde sayılabilir. Böyle bir politik ortamda Mustafa Kemal, bağımsızlıkçı olma anlamına gelen kimi sözler sarf etmişse de bu sözlerinin devletin kuruluş amacına ters görülmüş, ne kapitalist sistem ne de reel sosyalist devlet tarafından kabul görmemiştir. Bu çıkışları nedeniyle özellikle de İngiltere tarafından etrafı boşaltılarak yalnızlaştırıldığını Kemalist tarihçiler bile yazmıştır.
Yasal statü adı altında Aleviler için yeni bir soykırım hazırlanmaktadır
Türk devletinin nasıl kurulduğunu, görevinin ne olduğunu, nerede ve nasıl durması gerektiğini gösteren en çarpıcı olaylardan biri de Adnan Menderes ve arkadaşlarının idamıdır. Menderes, Türk sanayi burjuvazisi ile toprak burjuvazisi arasındaki çelişkide, kapitalist sermayenin uzantısı olan sanayi burjuvazisi yerine toprak burjuvazisinin çıkarlarını temsil edip SSCB’ye yönelmek isteyince, bedelini canıyla ödemiştir. Türkiye’deki sistemin SSCB’ye kayabileceği görüldüğünden 1960’tan sonra her on yılda bir olmak üzere üç askeri darbe yapılarak, devlet ve sistem tümüyle kapitalist sisteme monte edilmiş oldu. Türkiye’de dinci milliyetçi kesimin önü de bu darbelerle açılmıştır. Türk devletinin bu özelliğinden anlaşılması gereken şey, sermaye sınıfının ya güç olmak için ya da güçlendiğini varsayarak mevzi değiştirmek istediğinde, büyük güçler arasında gidip geldiğidir. Ve böylesi süreçlerde Dersim katliamı, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül olayları gibi soykırım politikalarını devreye koyacağı da hatırda tutulmalıdır. Bu karakterdeki politikasının günceldeki versiyonu, başta Rojava ve Şengal olmak üzere Kürt halkına dönük soykırım saldırılarıdır. Alevileri inançlarından kopartacak politikalara ağırlık vermesidir.
Bu politik geleneği AKP-MHP rejiminin Alevi politikaları bağlamında ele aldığımızda, Türk devletinin Alevi açılımı yaparak Alevilere yasal statü vermesi, inançlarını özgürce yaşamaları için imkan sunması değil, soykırıma tabi tutmak için hazırlık içinde olduğunu vurgulamak daha doğru olacaktır. Unutulmamalıdır ki Alevilik ne milliyetçi laik Kemalistlerin ne de dinci milliyetçi Türk egemenlerin aklında yeri olmayan bir olgudur. Türk ulusu demek, Türk İslam sentezi dinci ve Hanefi mezhepli, milliyetçi ırkçı topluluk demektir. Türk olmak için Türkmen de olsa tarihsel kültürünü, değerlerini hatta tarihini ve dilini inkar etmeyi gerektirmektedir. Alevilik, yasayla sınırları çizilmiş, kültürel geçmişi uydurulmuş bu Türk ulusu için tehlikeli görülüp yok edilmesi gereken bir inanç ve kültür olarak tanımlanmıştır. Türk ulusu ya da onların deyimiyle Türk milleti denilen topluluğu en iyi temsil eden, bu kimlikten olmayanları Türk saymayan, kendine oy vermeyenleri de yurttaş olarak görmeyen AKP-MHP rejiminin Alevileri Alevi olarak tanıması, devenin iğne deliğinden geçmesinden daha zor bir hal almıştır. Bu gerçeklikten ötürü, AKP-MHP gibi bir zihniyetten Alevileri tanıyacağını beklemek en hafif deyimle saflık olacaktır. Alevileri kendi inanç ve kültürüyle tanıyacak Türkiye başka bir Türkiye, yani demokratik cumhuriyet Türkiye’si olur. Böyle bir Türkiye’de de ne AKP-MHP’nin ne de mevcut CHP’nin yeri olmayacaktır.
AKP-MHP faşist iktidarı altında Aleviler soykırım tehlikesiyle karşı karşıyadır
AKP-MHP dinci faşist rejimi var oldukça Alevilere yasal güvence vermekten bahsedilmez. Bahsedilmesi gereken şey, Alevilerin bu rejim altında soykırım tehlikesiyle karşı karşıya olduğudur. AKP-MHP rejiminden kaynaklı bu gerçekliği daha detaylı açıklamak için bu rejimin yakın geçmişte dayandığı gelişmeleri de hatırlatmak gerekir.
1990’ların başında “İki Kutuplu Dünya” fiilen sona erdi. Bu durum Türk devletinin tüm dengesini bozdu. Yeni bir denge durumu yakalamak için iki politika devreye koymaya başladı. Birincisi, 12 Eylül’ün getirdiği ortamı kullanan Özal’ın neoliberal açılımı oldu. İkincisi de temel unsurları MHP ve CHP içinde olan tekçi, milliyetçi faşist kanaatın, Kürdistan Özgürlük mücadelesini bahane ederek darbe rejimini süreklileştirip kalıcı yapma şeklindeki arayış oldu. Türk devletinin varlık gerekçesi olan iki kutuplu dünyanın sonlanması, içerde bu iki kanat arasındaki çelişkileri derinleştirdi. İçerdeki çelişkilerin bir tarafını temsil eden Özal, milliyetçi sağcı kanat tarafından öldürüldü. Çiler-Güreş-Ağar üçlüsü etrafında birleşerek güç olan ve bugün AKP-MHP olan katil klik, iktidara yerleşince içerde demokratik dinamikleri tümden tasfiye amacıyla Kürt ve Alevi katliamları yapmaya başladı; Sivas ve Gazi mahallesinde Alevileri katlettiler. Lice, Dîgor, Şirnex, Cizîr gibi Kürt kentlerinde toplu Kürt katliamları yaptılar; Binlerce Kürt köyünü yakıp yıkarak milyonlarca Kürt yurtseverini tehcir ettiler; Faili meçhul cinayetler adı altında Bakurê Kurdistan’da binlerce Kürt yurtseverini katlettiler.
Özal’ı tasfiye edenler, Kürtleri ve Alevileri teslim alarak uluslararası sermayeye içerdeki demokratik taleplerin tümünü bastırdıklarını yani tüm ödevlerini yaptıklarını göstermeyi hedeflemişti. Böylece küresel sermayeden kocaman bir ‘aferin’ alacak, karşılığında da varlıklarını devlet olarak kabul etmelerini talep edecekti. Doğan Güreş’in doksanlı yılların başında “Londra planımızı onayladı” mealinde gazetecilere verdiği demecin böyle bir anlamının olduğunu belirtmek yanlış olmayacaktır. Bugün AKP ve MHP ittifakı olarak gördüğümüz, 1990 başlarında Çiler-Güreş-Ağar üçlüsü adıyla anılan bu kliğin Kürdistan özgürlük gerillası karşısında istediği sonucu alamaması, Türkiye’yi 2000’li yıllara tekçi, milliyetçi rejimin çökmüş olarak girmesine yol açtı. Aslında bu sonuç Türkiye’de sol ve sosyalistlerin, yurtsever ve demokratların güçlenmesine yol açmalıydı. Rejimin iflası, özellikle de sol ve sosyalist güçlere büyük bir fırsat sunmuştu. Ancak 12 Eylül faşist darbesinden sonra NATO’nun Almanya koordinesinde, 1990’dan sonra ise CIA’nin verdiği destekle Türk devleti sol hareketi tasfiye etmişti. 1990’daki kısmi toparlanma ise kimi sol örgütlerin yanlış politikaları nedeniyle beklenen gelişmeyi yaratamamıştı. Bu sebeplerle 2000’lere doğru Türkiye’yi demokratikleştirecek tek güç PKK olarak kalmıştı. Toplumsal kesim olarak da Alevilerdeki uyanış umut vaat etmekteydi. Bu durumu gören uluslararası sermaye güçleri bir kez daha Türkiye’yi kontrollerine almak ve demokratik dönüşümünün önüne geçmek için Rêber Apo şahsında PKK ve Kürt halkına uluslararası komplo ile saldırdılar. Böylece başını ABD ve uluslararası Yahudi sermayesinin çektiği güçler İstanbul Büyük Şehir Belediye başkanlığı döneminde tespit edip, üzerinde çalışarak devşirdikleri Erdoğan’a AKP adı altında bir parti kurdurarak Türkiye’ye müdahale ettiler. PKK ve Türkiye sosyalist hareketinin, demokrat ve yurtseverlerinin zamanında dolduramadığı boşluğu, küresel sermaye AKP adı altında doldurdu. Ve böylece Türk ulus devletinin kuruluş ruhunda da olan faşizm, 12 Eylül’de kazandığı ivmeyle kurumsallaşma yolunda önemli bir mesafe alacak ekibe kavuşturuldu.
Erdoğan ve AKP’nin nasıl bir proje olduğu artık çok iyi bilinmektedir. Erdoğan ve AKP, Özal çizgisiyle, kendilerine milli ve yerli diyen, tekçi milliyetçi odakların kapışması yanında, Özal’ı öldüren kliğin Kürdistan Özgürlük Hareketi karşısında yenilmesinin müesses nizamda yarattığı dağılmayı, küresel sermaye adına yeniden toparlamak için görevlendirilmiştir. Ki bunu Erdoğan ile yol arkadaşlığı yapanlardan bazıları utangaçça da olsa itiraf etmeye başlamıştır.
AKP, 2002’den 2007’ye kadar Türk devletindeki tüm klikleri içinde toplayan bir proje olarak ortaya çıkmıştır. Erdoğan’ın sık sık kullandığı ‘bu ülkede artık koalisyonlar dönemi bitmiştir’ sözü, devleti koalisyonlar kurarak paylaşanların tümünün AKP adı altında birleşmiş olmasını da anlatmaktadır. Kasım 2007’de ABD başkanı Bush ile Beyaz Sarayda vardıkları anlaşma, Erdoğan ve adamlarına kendilerini ayrı bir klik olarak örgütleme olanağı sunmuştur. 2008’de Türk ordusunun Zap’ta gerilla karşısında yaşadığı bozgun da buna eklenince önleri çok daha fazla açılmış oldu. Merhum Celal Talabani Irak Cumhurbaşkanı sıfatıyla gerillanın Zap zaferinden kısa bir süre sonra yaptığı Ankara ziyaretinde, Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan’ın gerillanın Türk ordusunu Zap’ta bozguna uğratmasından çok memnun kaldıklarını ve yüzlerinin güldüğünü anlatmıştı.
Süreç içinde Erdoğan ve yandaşlarının giderek güçlenmesi, koalisyon içindeki diğer güçleri rahatsız etti. Önce 15 Temmuz darbe girişimi akabinde de kopmalar yaşanmaya başlandı. Darbe ve kopmalardan ötürü adım atamaz duruma düşen ve gerçekten de kim oldukları belirsiz, kişilikleri karaktersiz, siyaseten de çizgisiz olan bu güruh, güçsüzlüğünü dün terörist dedikleriyle ittifak kurarak aşmaya çalıştı. Ve böylece Çiler-Güreş-Ağar üçlüsünün temsil ettiği kliğin partisi MHP ile birleşti. Bu husus Türk devlet aklının AKP adı altında nasıl çalıştığını göstermesi bakımından önem arz etmektedir. “Eski Türkiye artık yok” diyenlerin, üstelik Ortadoğu’da yaşanan bunca gelişmeden sonra 1990’ların politikasını doğru bulanlarla birleşmesi, trajik bir yenilginin siyasi itirafıdır. Erdoğan’ın hemen her konuda halk tabiri ile tükürdüğünü yalamaya başlamasının nedenlerinden biri de Bahçeli’nin ekibine katılmış olması, ya da onlara teslim olması olduğu çok açıktır.
Bir kez tasfiye olmuş güçlerle ortaklaşan Erdoğan ve AKP, DAIŞ’in yarattığı ortamı değerlendirerek Türk faşistlerini kontrollerine alabileceklerini, başta Kürt soykırımını tamamlamak üzere tüm kirli işlerini bu ekibe yaptırıp muhalifleri tasfiye ettirebileceğini hesaplamıştı. Bu gerçekleşmiş olsaydı kendisini Osmanlı sultanı Yavuz gibi sunacak, DAIŞ’i biate zorlayarak halife ilan edecekti. Fakat rejim ve devletin de kendisi olan faşistler, Erdoğan ve AKP’yi kendileri için kullanmaya başlamıştır. “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olan” AKP ve Erdoğan, artık faşistlerin suçları için asma yaprağı rolündedir. Dikkat edilirse özellikle de son bir iki yıldır tüm bakan ve bürokratlar, tekçi milliyetçi politikalarla işlediği suçlarını ‘sayın cumhurbaşkanımızın liderliğinde’ sözü ve ‘hükümet politikalarımız gereği’ belirlemesiyle açıklamaktadır. Gerçekten de 2016’dan itibaren tüzel kişilik anlamında 2002’deki Erdoğan diye bir kişilik ve AKP diye bir parti yoktur. Bunlar MHP’de temsilini bulan devletin birer aparatı, elemanı ve aracına dönüştürülmüştür. Ve bu nedenle de oldukça tehlikelidirler. Çünkü özgün bir kişiliği ve siyaseti olmayan, her an başka bir fikre doğru gidecek kadar karaktersiz bir kişi ve siyasi organizasyon, Êzidîlere saldırılarında da görüldüğü gibi barbar ve vahşi olabiliyorlar.
Buraya kadar ki anlatımımızla Türk devletinin kuruluşunun gündeme geldiği tarihsel süreci ve Türk devletinde iktidar olmuş gurupları ana hatlarıyla ele almaya çalıştık. AKP’nin her anlayıştan egemeni içinde barındırarak iktidara getirildiğini de belirttik. Bu yapısı AKP’yi ‘her ipte oynayan cambaz’ bir parti, Erdoğan’ın yetenekli bir cambaz olması da kendisini tabiri caizse cambazlar sultanı yapmıştır. Yürüdükleri ipin sonuna gelmiş olmaları Erdoğan ve ekibini havada asılı bırakmıştır. Artık ne alkışlayan seyircisi ne de kendilerini yeni sirklere davet edenler vardır. Sonlarının ne olacağını içerdeki demokrasi mücadelesi belirleyecektir. Dış güçler de içerdeki mücadeleye bakarak politika belirlemeye başlamış görünmektedir.
AKP-MHP rejiminin Alevi açılımıyla kast ettiği Alevi katliamıdır
İktidar İslamcı, milliyetçi AKP ve ırkçı faşist MHP’nin birlikte iktidar olduğu, devletin önemli kurumlarını ele geçirdikleri bir dönemde, “Aleviler hakkında şimdiye kadar yapılmış çalışmalar da gündeme alındı” denilmesinde büyük bir tehlikenin yattığı çok açıktır. Bu nedenle AKP ve MHP’nin hem dayandığı geçmişleri üzerinden hem de günceldeki durumları üzerinden Alevilerle ilişkilerini, Alevileri ele alış biçimini tekrar tekrar hatırlayarak, Alevileri bekleyen tehlikeye dikkat çekmek en doğrusudur. Bu iki partinin zihniyeti ile Alevlerin resmiyete kavuşması imkansızdır. Dolayısıyla açılımdan kast edilen şeyle olsa olsa Alevileri iktidar İslam ile eğitilmiş faşist Türk kontrgerillasına katlettirmek için alt yapı hazırlamak olabilir. Gerçeklik bu iken neden ve nasıl, kim ya da kimler AKP-MHP rejiminin Alevi açılımıyla Alevilerin durumunda kısmi bir iyileşmeye gidilebileceğini tartıştırmakta, bu söylem etrafında gündem oluşturmaya çalışmaktadır? Bu hususu anlamak için de Alevilerin durumunu ve AKP-MHP rejimiyle ilişkisini değerlendirmeye ihtiyaç vardır.
AKP, Türkiye’de tüm sorunların demokratikleşmeyle çözülebileceği güçlü bir ortamın oluştuğu dönemde küresel sermaye tarafından iktidara taşınmıştır. Bu geçen yirmi yıllık siyasi süreç, AKP’nin Türkiye’nin demokratikleşme imkan ve olanaklarını tüketmek için çalıştığını yeterince göstermiştir.
Uluslararası komplo Türk-Kürt çatışmsını hedefliyordu, ancak Reber Apo komplocuların bu oyununu bozunca bir süre sonra AKP iktidara getirildi. Ulslararası güçler bir yandan Reber Apo’nun Türkiye’nin demokratikleşme girişimlerini engellemeye çalışırken diğer taraftan da ordu içerisinde sorunların demokratik yollarla çözülmesini isteyenlerin tasfiyesi hedefledi. Türkiye’nin demokratikleşmesine karşı çıkan güçler özellikle ordu içerisine darbecileri yerleştirerek hem orduyu arındırmış oldu ve hem de Cemaatten manevra alanlarını daraltarak AKP iktidarına tam destek vermiş oldu. AKP faşist iktidarının uyguladığı ağır tecrit ve gerçekleştirdiği Kürt soykırımına sessiz kalan ulusalararası güçlerin AKP faşist iktidarına ne kadar destek verdiği de böylece açığa çıkmış oluyor. Sadece bu sonuç bile AKP ve Erdoğan’ın Türkiye’deki sorunları çıkarları için kullandığını göstermeye yeter. Erdoğan ve AKP demek, sorunları derinleştirerek ülkeyi sürekli kriz içinde tutmak, korku iklimi yaratarak muhalefeti sindirmek, yandaşlarını da sürekli tetikte tutma siyaseti demektir. Bu kliğin sorunları demokratik yol ve yöntemlerle çözmek gibi bir derdi hiç olmadı. Erdoğan’ın en çok pazarlık masasına sürdüğü şey de maalesef Türkiye’nin demokratikleşme potansiyeli ve dinamikleri olmuştur. Öyle ki sayısı milyonları bulan Suriyeli mülteciler meselesi gibi insani bir sorunu bile AB’ye karşı pazarlık masasına sürüp milyar Eurolar alabildi. Mülteci koşullarında en zor şartlarda yaşamaya çalışan her yaştan insanı bile para için satışa çıkaran birinden demokratikleşme adımları beklemek doğru olmaz. Dolayısıyla AKP iktidarı döneminde özellikle de MHP ile ittifak içinde olduğu, sıkça dilendirildiği gibi artık tüm iplerin MHP’nin eline geçtiği bir süreçte, Alevi açılımının olabileceğini düşünmek, beklenti içinde olmak özel savaş propagandasının etkisi altına girmek demektir.
Erdoğan’ın çok pragmatist bir siyasetçi olduğu biliniyor. Bu özelliğinden ötürü zorlandığında kulvar da U dönüşü de yapabileceği görülmüştür. Ancak 2016’dan bu yana izlediği siyaset, Erdoğan’ın Kürt sorunu ve Alevi sorununda istese de pragmatist olamayacağı bir yere taşımıştır. Artık Kürtler ve Aleviler konusunda pragmatistliği de açılıma izin vermeyecektir. Erdoğan ve AKP öyle bir noktada bulunmaktadır ki Kürtler ve Aleviler hakkında demokratik bir açılımda bulunması tıpkı Menderes gibi canına mal olacaktır. Kaldı ki ilk günden el attığı hemen her konuyu ‘bana ne kadar oy kazandırır’ hesabıyla değerlendirmiştir. Alevilere dönük geçmişe göre olumlu sayılacak adımlar atmaya kalktığında kendisine oy veren kemik kitlesinin, oy alması için halk içinde yoğun çalışan cemaat ve gurupların tepkisine yol açacağını da hepimizden daha iyi kendisi bilmektedir. Örneğin Erdoğan’ın cemevleri hakkında konuşmasından sonra, bazı dinci faşist çevreler hemen Sivas katillerinin affını gündeme taşımıştır. Yapılan anketler AKP ve Erdoğan’ın ciddi oy kaybettiğini, AKP’nin artık seçim kazanamayacağını, Erdoğan’ın da seçilemeyeceğini gösteriyor. Böyle bir dönemde yandaşlarını, kararlı taraftarlarını küstürecek, diğer sağ partilere yönlendirecek bir adım atması ne pragmatistliği ne dinciliği ne de faşistliği izin vermeyecektir. Bir yanı izin verse diğer iki yanı karşı çıkacaktır.
AKP’nin hedeflerinden biri de Alevileri İslam içine çekmektir
AKP’nin Alevi açılımı yapacağı, cemevlerine kültür evi statüsü vereceği, Diyanet İşleri Başkanlığında bir Alevi temsilci atayacağı, dedelere maaş vereceği, cemevlerinin elektrik ve su giderlerini ödeyeceği söyleniyor. Aleviliğe ve Alevilerin taleplerine baktığımızda, Alevi açılımıyla yapılacağı söylenen bu tür şeylerin, gerçekte Aleviliğe ve Alevilere saldırı olduğu görülmektedir. Bu adımlara Alevi açılımı denilemez. Bu adımlar Aleviliğe ve Alevilere saldırıdır. Kamuoyunda gericiler olarak tanımlanan ve AKP’nin kemik kitlesi diyebileceğimiz kimi tarikat ve cemaatleri memnun etme hamlesidir. İçinde birçok tecavüzcü, katil ve hırsızın olduğu AKP’li bu gurupların hedeflerinden biri de Alevileri İslam içine çekmektir. Alevileri Diyanet eliyle kontrol etmek, kendilerine bağlamak bu grupların zihin kodlarındaki yerini olduğu gibi koruyor. Aleviliği iktidar İslam’ın bir mezhebi-tarikatı haline getirmek bu güruhun en büyük amaçlarından bir diğeridir. Cemevlerine kültür evi statüsü, Diyanette bir Alevi işler başkanlığını kurmaya yeltenmek, tam olarak Alevilik üzerinden malum gerici çevreleri memnun etmek, Aleviler üzerinden kendilerini ödüllendirmek anlamına gelecektir. Erdoğan “Cemevlerine kültür evi statüsü vereceğiz” çıkışıyla esasta “Cemevi cümbüş evidir” zihniyetini modernleştirip biraz estetize ederek Alevilere pazarlamaya çalışıyor. Diyanette Alevilerle ilgili bir daire kurmaksa Alevileri tümden Diyanete bağlamak amaçlıdır. Öte yandan bu adım, Alevilerin yıllardır mücadelesini verdiği Diyanet kalksın, devlet tüm inançlara eşit yaklaşsın talebini boşa çıkarmak, Alevileri talep ettikleri şeyin tersine razı etmek demektir. Dedelere maaş ve cemevlerinin elektrik ve su parasını ödemekse en basit anlamıyla Alevilere hakaret etmek demektir.
Tartışılan konulara ve atılacağı söylenen adımlara baktığımızda AKP’nin Alevilere yeni bir saldırı konsepti başlattığını belirtebiliriz. Görüldüğü gibi AKP açılımla Alevilik bitirilmek ve parçalanarak demokrasi mücadelesinden kopartılmaya çalışılıyor. Bu tarz bir saldırının en az fiziki katliam kadar tehlikeli olduğu biliniyor. AKP’nin yandaş medyadaki propagandacılarının son dönemlerde Alevilere hakaret içeren yazılar yazması, konuşmalar yapması açılım değil karanlık planların devrede olduğunu gösteren bir diğer veri olarak okunabilir. AKP’nin örgütlediği Türk İslamcı cihadistleri ve MHP çatısı altında sivil görünüm verilmiş kontrgerillayı çok iyi bilen kaçak mafya liderinin ‘Alevilere saldırılar olacak’ dediği bir süreçte, Erdoğan’ın ‘Aleviler hakkında yaptığımız çalışmayı tamamladık, bazı adımlar atacağız’ demesi olsa olsa yaşanması muhtemel saldırıların kendilerinden yana gerçekleşmediği algısını yaratmak amaçlı olabilir.
Tarihsel ve ideolojik nedenlerden ötürü Erdoğan ve AKP’nin bundan sonra asla yapmayacağı şeylerden birinin de Alevi açılımı olacağını çok iyi bilmek gerekiyor. Türk devlet gerçeğini tanımayan kimi çevreler, Aleviler adına umut tacirliği yapabilir. AKP zihniyetini ve Erdoğan kişiliğini anlamak istemeyenler Alevi açılımı yapacaklarını iddia edebilir. Türkiye’de halen demokratik yasaların çıkarılabileceğini ve uygulanabileceğini sananlar, Alevilerin taleplerini yasal güvenceye alınacağına inanabilir. CHP’si de dahil, Türk müesses nizamının değiştiğini sananlar, belediyeler üzerinden Alevilere dönük devlet politikasının değiştiğini varsayabilir. Tüm bunların büyük bir yanılgı olduğunu geçmişteki açılımlara bakarak anlamak zor değildir. AİHM kararlarını dahi uygulamayan bir yapının, uygulamadığı kararlara ek yeni kararlar alacağını varsaymak bir diğer yanlış yaklaşım ve düşünce olmaktadır. AKP’nin tek başına iktidar olma sorunu yaşamadığı, küresel sermaye ile arasının çok iyi olduğu, dış politikada da bu kadar yalnızlaşmadığı dönemlerde bile Alevilere dönük tek bir adımın atılmadığını görmezden gelenler kendilerini kandırabilir, ancak Alevileri asla kandıramayacaklardır.
Türkiye’de artık faşizm resmileşmiştir
Türk devletinin AKP-MHP faşist rejimiyle neler yaptığı ve yapacağı aşikardır. Daha açık bir ifade ile yaptıkları yapacaklarının taahhüdüdür. Gelinen aşamada faşist rejim yöneticilerinin sözlerinden yolla çıkarak olumlu gelişmelerin olabileceğini tartışmak kadar Alevilere zarar verecek başka bir yaklaşım daha olamaz. Bundan böyle Aleviler için gerekli olan tek şey, Alevilerin örgütlülüklerindeki sorunları ve daha aktif mücadele önündeki eksikliklerini tartışarak zaaflı yanlarını gidermek, iç sorunlarını inancına ters düşmeden çözmek, birlik içinde mücadele etmek, taleplerini kendi örgütlemeleriyle karşılamak olabilmelidir.
Aleviler, AKP-MHP faşist rejimi gibi bir rejimde neden gündem yapıldıklarını, taleplerinin neden tartışmaya açıldığını da iyi düşünmek zorundadır. Örneğin Cemevlerine kültür evi denilmesinin aynı zamanda bir provokasyon olduğu görülmelidir. Çünkü bu tanıma karşı Aleviler, haklı olarak cemevlerimiz ibadethanemizdir diyeceklerdir. Bu Aleviliğin ayrı bir inanç olduğunu daha aleni ve yüksek sesle tartışılmasına yol açacaktır. AKP etrafındaki gericiler de bu tartışmayı provoke edip etkileyebildiğini düşündüğü Müslüman halk arasında Alevileri teşhir ederek kışkırtıcılık yapmaya çalışacaktır. Oluşacak tepkileri örgütleyecek ve ortam oluştuğunda da Erdoğan’a bağlı SADAT’ın eğittiği kontralar Alevileri hedef almaya başlayacaktır. İktidarını sürdürmek için yol arkadaşlarına dahi hain ve terörist diyen birinin, Aleviler hakkında böyle bir saldırı planı hazırlaması çok zor olmasa gerek.
Alevilerin inançlarını özgürce yaşaması önündeki yasal engellerin kaldırılması, tıpkı Kürt halkının demokratik haklarını kullanması önündeki yasal engellerin kaldırılmasındaki gibi partiler üstü bir meseledir. Devletin tekçi zihniyeti değişmeden, iktidar klikleri de bu değişime ayak uydurmadan ne Kürt sorunu ne de Alevilerin inanç özgürlüğü sorunu çözülemez. Kürt inkar ve imhası, Alevi inkarı ve asimilasyonu bugün iktidarda olan kliklerin temsil ettiği aklın ürünüdür. Türk devleti AKP-MHP ile tam bir faşist devlet olmuştur. Yani Türkiye’de artık faşizm resmileşmiştir. Rejim ve devlet faşistleştiği halde muhalefet partilerinin devlete tek bir eleştiri dahi yöneltmemesi, devlet aklını ve kurumlarında değişikliğe gideceğiz mealinde tek bir söz dahi sarf etmemeleri, iktidara gelirsek bu faşist düzeni sürdürürüz demektir. Başta CHP olmak üzere muhalefetin durumu Alevileri inkar eden devlet aklının olduğu yerde durduğunu gösteriyor. Bu nedenle böyle bir devlette muhalefetin bu iktidarı seçimle götüreceğiz demesi, Kılıçdaroğlu’nun ‘helaleşmesi’nin de pek bir anlamı ve değeri yoktur.
AKP ve MHP’nin Alevi açılımdan bahsediyor olması, Türk devletinin Kürt ve Alevi kimliklerini tanıyacağı, büyük bir demokratikleşme kararı vermiş olabileceği anlamına gelir. Ancak yukarıda nedenleriyle birlikte belirttiğimiz gibi bu asla mümkün olmayacak bir şeydir. Şayet AKP ve MHP devletin tümü değildir, devletin asıl merkezi tarafından bu söyleme ve adıma zorlanmış deniliyorsa, o zaman en başta CHP olmak üzere diğer muhalefet partilerinde kararlı, köklü ve cesaretle ifade edilen bir değişimin görülmesi gerekirdi. CHP’nin durumu, söylemi AKP ve MHP’nin devlet kararıyla konuşmadığını gösteriyor. Mevcut devletin Erdoğan ve AKP’yi tasfiye etmesi pek ihtimal dahilinde görünmüyor. Çünkü Türkiye’de sorunları baskı ve şiddet dışındaki yöntemlerle çözebilecek devlet geleneğinin kalıp kalmadığı belli değildir. Dolayısıyla Alevi açılımı söylemindeki anlam, bunun bir demagoji olduğu, Erdoğan AKP vari, yalan, hile, entrika tarzı siyaset olduğudur. Erdoğan bu demagoji ile Aleviler üzerinden kendini halen demokrat gösterebileceğini sandığı için konuşmuştur. Erdoğan ve AKP yıllardır Alevileri faşistliğinin üstünü örtmek için kullanmaya çalışıyor. Alevilerin bu oyunu görmesi, tavır alarak boşa çıkarması, Erdoğan ve AKP’nin açılımından daha yararlı ve kazandırıcı olacaktır.
İnanç, maneviyatı besleyen, ahlakı güçlendiren en önemli değerdir
Aleviler inanç boyutunda ciddi bir asimilasyon yaşamıştır. Farklılığı inanç kaynaklı olan bir topluluğun, inancını terk etmesi ya da olması gereken değeri, anlamı vermemesi sanıldığı gibi sadece inanç ve ibadet kültüründeki yitimle sınırlı değildir. Böyle toplulukların inancındaki yitim, yaşamlarındaki kabul ve ret ölçülerini de aşındırabilmektedir. Siyasi söylemlerinde, talep ve arayışlarında, amaçları için verecekleri politik mücadelelerinde de olumsuz yansıyabilmektedir. Bu toplumsal kanundan ötürü Alevilerin açılım olur mu olmaz mı tartışmasından önce, kendilerini “Dara çekme”leri gerektiğine inanmaları gerekiyor.
AKP-MHP gibi Türk İslam sentezci faşistlerin Aleviliği tanımlamaya kalkışması, Aleviler içinde saldırı ve hakaret olarak anlaşılırsa doğru anlaşılmış olacaktır. Bu nedenle Alevilerin AKP açılımına kendi inancına sahip çıkarak, değerleriyle yaşayarak yanıt vermesi en doğrusu olacaktır. Kuşkusuz ki burada Alevilerin mutlaka inancındaki mitolojik ve teolojik anlatımlara, bu anlatımlardan beslenerek gelmiş, simgesel değerlerine yüzlerce yıl önceki gibi inanması gerekir demek istemiyoruz. Böyle inanmak isteyen Alevilere kimse bir şey dememelidir. Ancak her inançta olduğu gibi Alevilikteki mitolojiye ve teolojiye eskiden olduğu gibi inanmak gerekmiyor denilerek inançla birlikte var olmuş ve artık bir kültüre dönüşmüş yaşam tarzı, davranış kalıpları, düşünce ve tutumdan da vazgeçmeyi kimse Alevilere dayatmamalıdır. Bu değerlerden vaz geçilirse Alevi kimliği tümden yitirilmiş olur. Aleviliğin kültürel kimliği olmuş değerlerle yaşamazsa Alevi kimliğini yitirmiş demektir. Örneğin Alevilikte yalan, ikiyüzlülük, aldatma, insanlar arasında ayrım yapmak, haksızlık yapmak suçtur. Bu suçlar işlendiğinde de iktidar dinindeki gibi adeta tanrı aldatılarak af dilenerek kurtulunmaz. Alevilikte bu suçları yeniden işlememek için şekli ibadetlerle af dilemek yoktur, nefsin terbiyesi şartı vardır. Ki bu bir insanın kendisiyle yüzleşmesi, bilincini büyütmesi, davranışlarına çeki düzen vermesi, kabul ret ölçülerini yükselterek insani kamil yoluna girmesi demektir.
İnanç maneviyatı besleyen, ahlakı güçlendiren en önemli değerdir. Maneviyat ve ahlak yaşama sadece dinsel ve inançsal değerler yoluyla etkide bulunmaz. Çoğu yer ve zamanda etnik kimlik değeri olarak da etki eder. Alevilerin bunu bilerek inançlarından beslenen ahlaki değerlerine göre yaşaması, kendilerini koruması için en önemli husus olmaktadır. Örneğin 72 millete aynı nazardan bakma inancı, bugün Alevilerin demokratik ulus düşüncesine göre siyasi tutum ve tavır almasını emreder. “Sürek bir yol bin birdir” inancı da hakeza. Tüm alemi kutsal kabul etmek, ruh taşıyan her varlığı tanrının sureti bilmek, Jîyar (Ziyaret) inancı Alevi birinin ekolojik toplum bilinciyle yaşamasını gerektirir. Yine kadın ve aile için Aleviliğin emrettikleri söz konusu olduğunda özgür eş yaşam, aile içinde evlatlarını kendi değerlerine göre eğitmek, çocuklarını halk tabiri ile terbiye ile büyütmek bir kişinin Alevi olmasını belirleyen özelliği olmaktadır.
Aleviliğe bu pencereden bakınca, Alevilerin inanç yanında inançlarını toplumsal yaşama nasıl yansıtacakları konusunda bir kriz yaşadıkları ortaya çıkar. Ve bu krizin temel nedeni de Kemalist devletin laiklik adı altında Alevileri asimile ederek kapitalist modernite yaşamını Alevilerin inançlarına paralel bir yaşam felsefesi ve tarzıymış gibi kendilerine kabul ettirmesinden kaynaklanmıştır. Yüz yıla yakındır milliyetçi laik Kemalistlerin gerçekleştirdiği Alevi asimilasyonu, Alevilerin bazı değerlerinin yitimine yol açmıştır. Bu sonuç Alevilerin kendileriyle ilgili en temel konularda bile refleksiz kalmalarına, kendileri için neyin doğru neyin yanlış, neyin yararlı neyin de zararlı olabileceği gibi meselelerde kafa karışıklığı yaşamasına yol açmıştır. İşte, AKP-MHP faşist rejimi, milliyetçi laiklerin Alevilerde yol açtığı bu tahribatların Alevileri zayıflattığını, en aza değil yanlış ve kendilerine zarar verecek olana da razı olabileceğine inandığı için açılımdan bahsedebilmektedir. Açılımlarıyla Alevileri kendi dinsel ve siyasal sistemleri içinde eriterek devlete bağlayabileceğine inanmaktadırlar. AKP-MHP’nin Alevi politikasında belirleyici faktörlerden birinin de Alevilerin bu durumu olduğu görülmek durumundadır. Kaç kişi ya da kaç kurum olurlarsa olsunlar, adına milliyetçi Aleviler denilen grup, böyle bir düşünceden yola çıkarak örgütlendirilmiştir.
Alevilerin tarihleri boyunca uzak durdukları devlet ve iktidar denilen melanet, günümüzde kriz ve kaos içindedir. Sahiplerinin de başına bela olmaya başlamıştır. Bu melanetin değişmesi gerektiğini artık sahipleri bile cılız sesle de olsa dillendirmeye başlamıştır. Tam da devlet ve devlet yönetme işi anlamında iktidarın dikiş tutmadığı bir dönemde, devlet ve iktidarın en çirkin, katil ve yoz örneğini temsil edenlerin Alevileri kendi sistemlerine çekmeye çalışması, Alevilerin üzerinde düşünmesi gereken husus olmaktadır. Yine Alevileri tarihi boyunca düşman görmüş ve bugün AKP-MHP adı altında devlet ve iktidar olmuş Türk İslam sentezi zihniyetindekilerin en kirli ve çirkin temsilcileri olarak, Alevileri kabul ediyoruz iddiasında bulunmaları da derin sorgulanması gereken, yığınca dersler çıkarılması gereken bir diğer sonuçtur.
Her iktidar ve devlet varlığını sürdürmek için üzerinde çıkar sağlayacağı toplum, daha açık bir tabirle tebaa, yandaş yaratmak zorundadır. Bu bağlamda AKP ve ortağı MHP’nin Alevi açılımından anlaşılması gereken bir diğer sonuç, yıkılmakta olan bir rejimin ömrünü uzatmak için bu adımı atmayı planlamış olabileceğidir. Öyle görünüyor ki kendilerine Alevi kurumu ve temsilcisi diyen bazıları oldukça bencilce bir anlayışla, inançlarını bir tarafa iterek tıpkı Hızır Paşa gibi AKP-MHP rejiminin yaşadığı zayıflıklarından faydalanmayı düşünmektedir. Yüz yıllardır ezilen, politika dışı bırakılan, teşhir ve tecrit edilen Aleviler içinden bazıları, AKP ve MHP’nin yaşadığı dağılmayı adeta bir fırsat gibi görmüş olacak ki bu dinci-faşist yapıya dahil olmayı uygun bulmuştur. Alevilerin iktidar ve devlet denilen kötülük yuvasıyla asla işi, ortaklığı olamaz. Haydi oldu diyelim, böyle bir durumda da bu asla AKP-MHP gibi Alevi katillerini barındıran, koruyup kollayan, halka sürekli yalan söyleyen, emekçilerin haklarını gasp eden bu hırsızlarla olamaz.
Alevilik “iri, diri ve can” kalanların inancıdır
AKP ve Erdoğan’ın dini de imanı da paradır. Bunların ne büyük hırsızlıklar yaptığı, fakir fukaranın hakkı olana nasıl el koyduğu çok iyi biliniyor. Uyuşturucu satıcılığı, değişik mallarla yaptıkları kaçakçılık, insan ticareti, gasp gibi yol yöntemlerle haram para elde ettikleri belgelenmiştir. Böyle kirli bir yönetimden Alevi yol rehberleri değil hiçbir din ve inanç temsilcisinin maaş almaması gerekir. Din inanç işi manevi iştir. Temiz ve helal karşılıkla yapılır. “Bir lokma bir hırka” felsefesini Yol bilen, taliplerinin Yol rehberlerine verdiği lokmaya Hakullah diyen bir inancın önderleri hangi inanç, ahlakla AKP-MHP hükümetinden maaş alabilir? Alanlar çıkarsa bunlara Alevi dedesi denebilir mi? Dinini imanını ve kutsal değerlerini üç kuruş paraya değiştirenlere Alevi denir mi? AKP-MHP rejiminden para alacak bir Alevinin, tecavüzcü, hırsız ve katil bir AKP yandaşı şeyh ve imamdan farkı kalır mı? Daha da önemlisi AKP-MHP hükümetinin attığı imza ile maaş alan Aleviler, Maraş ve Sivas şehitleri huzurunda ne diyecektir? Maraş’ın katilleri MHP’li değil miydi? Sivas’ın katillerini de AKP’liler savunmadı mı?
Alevilerin tüm bu ve benzer gerçeklikleri kendi içinde tartışmaya açması, manevi dünyalarını güçlendirecektir. Dayanışmalarını büyütecek, ahlaki ölçülerini de yükseltecektir. Böylece Aleviler her açıdan farklı bir topluluk olduğunu çok daha rahat dinlendirmiş, savunmuş olacaktır.
AKP-MHP’nin para odaklı açılımı, kişilik olarak çok ciddi manevi boşluk, ahlaki yozlaşma yaşayan, tıpkı Erdoğan ve adamları gibi dini imanı para olmuş çok az sayıdaki kişiyi ‘Osmanlı paşasının sofrasına’ çekebilir. Bu tür düşkünler inancını da siyasi safını da ilelebet değiştirebilir. Selçuklulardan beri Alevileri katleden geleneğe katılabilir. Ancak unutulmamalıdır ki Alevilik böylesi süreçlerde “iri, diri ve can” kalanların inancıdır. İmam Hüseyin Yezid’in vadettiği zenginliklere razı olsaydı yok olup gideceğini çok iyi biliyordu. Bunun için ölmeyi değil öldürülmeyi seçti ve ölümsüzleşti. Hep diri kaldı ve can oldu. Bu ruh ve inanç Emevi ve Abbasî halifeleri karşısında Eba Müslüm’de, Selçuklu katilleri karşısında Baba Tahir’de, Baba İlyas ve Baba İshak’ta, Osmanlı sarayına karşı Pîr Sultan’da ve en son Kemalist rejim karşısında Alişêr ve Pîr Seyît Riza’da yeniden ve yeniden yaşamış, yaşatılmıştır. Bilen ve inanan için Yol budur. En zor anda Yol’u sürdüren Pîr’dir. Yol, talipten de Yol’dan çıkanı Dar’a çekecek Cem’de hazır ve nazır olmasını ister.