Nehirler, denize kavuşmak özlemindedir. Bu, her zaman gerçekleşmeyebilir. Bazıları, o enginliğe ulaşmayı zorlukla başarır. Uzun bir hasretten sonra kavuşanlar olduğu gibi, ayrılık hasrete dönüşmeden kavuşanlar da vardır. Bunlar şanslı olanlardır. Ancak şanslı olanlar, bununla yetinmez, hatta daha da acele ederler.
Ceyhan, denize erkenden kavuşan şanslı nehirlerdendir. Tüm benzerleri gibi, onun da iyilik ve kötülük zamanları vardır. Baharda, Nurhak dağlarından aldığı enerji ile Elbistan ovasını tıraş edercesine, köylünün ekin ve bahçelerini alarak Akdeniz’e götürür. Bu, kötü yüzüdür. Baharda yaşadığı sarhoşluk bitince, akşamdan kalma bir bulanıklık yaşar. Sonra berraklaşır, sakin akar. İyi yüzü budur. Çevresine bereket dağıtır. Artık tüm çocuklara kucağını açan bir anadır, o. Her çocuk, kendini büyük bir sevinçle onun kollarına bırakır. Güvenliktedir, emindir, huzura kavuşmuştur. Ceyhan, mavi elleriyle çocukların saçlarını okşar. Saçlar, onun dalgalarında uçuşur. Tüm hastalıklara kapı gösterircesine bedenleri temizler…
Ceyhan, sularını Nurhak dağlarından toparlar. Bazen küçük derecikler halinde ilerler sular, bazen de toprağa gizlenerek yol alır. Sonra en beğendiği yerde, toprağın dışına fışkırır. Bir süre önce ayrıldığı dereciklerle tekrar birleşerek Ceyhan’ın bir parçası olur ve kaynağı ile adına layık olmanın heyecanıyla yol alır.
İlk uğrak yeri, Elbistan’dır. Şehri, mavi bir şerit gibi ikiye böler. Berrak ve sakindir. Çocukları rahatsız etmemek için, kaçaklar gibi, gizliden yol alır. Sonra da, Elbistan ovasını baştan başa ikiye böler. Yemyeşil tarlalar ve kayısı bahçeleri arasında ilerler. Nazardan korktuğu için, uzayan mavi bereketini çevresine taşırmadan edemez. Bahar küskünü köylülerle her bahar, kavga ederler. Alışkanlık işte…
Özgürlüğün tadını çıkarırcasına telaşsız akar Ceyhan
Ovanın ortasından, sessiz ve yavaş ilerler, Ceyhan. Ovanın bittiği, dar vadinin başladığı yerde ise, toy bir kısrak gibi huysuzlaşır. Vadinin kollarını oluşturan Engizek ve Berit dağlarını önüne katıp Akdeniz’e götürmek ister gibidir. Sonuçta dar yatağında ilerlemek zorunda kalır, ama buna alışmaz. Nurhaklardan aldığı özgürlük tutkusu, kendisine biçilen sınırları kabul etmesine izin vermez. Çevresine saldırır. Adeta dağları oymak ister. Bağırtısı, tüm vadiyi sese boğar. Hiçbir yabani hayvan, korkudan burada barınmaz.
“Ceyhan delirmiş” der, yöre insanı. Ama alışkındır. Taşkınlığının sebebini bilir, endişelenmez. Çünkü bir süre sonra, dar vadinin boğuculuğundan kurtulur, Ceyhan. Tekrar ovaya kavuşur. Kollarını sere serpe, tarla ve bahçelere açar. Özgürlüğün tadını çıkarırcasına, telaşsız akar. Sakinliğine ve güzelliğine tekrar kavuşur. Güzelliğini, kavak ağaçlarıyla saklamak ister. Ama yüksekten bakıldığında, ovanın ortasında, toprak ve güneşle boğuşarak, kıvrıla kıvrıla ilerleyişinin büyüleyiciliğini hiçbir kavak gizleyemez. Günün her saati yeni bir elbise giyer. Her elbise ona yakışır. Belli zamanlarında saçlarını topuz yapıp, sırt üstü uzanmış, uyuyan bir kadına benzer. Uykusundaki masumiyeti ile güzeldir, Ceyhan. Yörenin tüm zenginliğini sularına katıp, Akdeniz’e taşır. Uyuyan güzelin topuz yaptığı saçları, Nurhak’tır; ayakları ise Akdeniz’e uzanır… Bereket ve özgürlüğün kaynağı Nurhaklardan aldıklarını, ovalar ve dar vadilerden topladıklarıyla güçlendirir ve ayaklarıyla Akdeniz’e salar. Tüm dünya yararlansın ister. Bu, Ceyhan’ın Akdeniz ülkelerine gönderdiği, sıcak bir tebessümdür.
Ceyhan, ovayı coğrafi olarak ikiye ayırdığı gibi etnik bir bölünmeye de neden olmuştu. Bir tarafında, Engizekler’in yamaçlarında, Alevi Kürtler; diğer tarafında, Berit dağı yamaçlarında, sunni Türkmenler yaşardı. Çok eskilere dayanan bölünmenin sebebini, hiç kimse bilmezdi. Herkes babasından duyduğunu uyguluyordu ve ortada başını almış giden bir Türk-Kürt rahatsızlığı vardı sadece. Yakın köyler arasında, sürekli, küçük nedenlere dayanan çatışmalar olurdu. Uzak köyler arasında ise, soğukluk vardı. Yolları, arabaları, alış veriş yaptıkları iş yerleri, çay içtikleri kahvehaneleri hep ayrıydı. Her doğan Türk çocuğu, Kürtleri; Kürt çocukları da Türkleri, ötekiler olarak bellerdi.
Sürdürülen hoşnutsuzluk, eşsiz güzelliklere gölge düşürmüştü. Şehir merkezinde de mahalleler, suyun ötesi ve berisi diye ikiye bölünmüştü. Ve kavgalar, Ceyhan’ın açık kollarının havada asılı kalmasına yol açıyordu. Yıllarca böyle sürdüler yaşamlarını. Kürt gerillaları, bölgeye gelince kavga birden alevlendi. Türkmen köylerinin bir kısmı, silahlanarak koruculuk yapmaya başladılar. Kürt köylüleri ise, önemli oranda göçertildi. Nüfus yapısı değiştirilmişti.
Berit dağının hakim bir tepesinde, ova ve vadi üzerinde dürbünümü gezdirirken, bu düşüncelere dalmıştım. Mehmet Hanifi arkadaş’ın “durum ne?” sorusuyla, yapmam gereken asıl işi unuttuğumu anladım
Suyun üzerinde, araçların kullandığı tek beton köprü kalmıştı. O da korucu olan köyün ortasındaydı. Köyün yarısı köprünün bu yanında, yarısı da diğer yanında kalıyordu. Köy, köprüyü kucaklamıştı. “Durum çok kötü” diye seslendim. Anlamışlardı. Hiç seslerini çıkarmadılar. Sonra diğer arkadaşlar tek tek keşif yaptı. Hepsinin suratı asılmıştı.
1992 yılının ilkbaharıydı. Berit dağı tarafından Engizekler tarafına geçecektik. Kısa bir süre önce, aynı yoldan Berit dağına gelmiştik. Önemli bir çalışma için, dört kişi geri dönecektik. Berit dağı taraflarına geçtiğimiz zaman, tahta köprüler sağlamdı. Su da henüz yükselmemişti. Hiçbir zorlukla karşılaşmadan Ceyhan’ı geçmiştik. Ama geri dönmeye çalıştığımız o an, eskiden kullandığımız köprüler yakılmış ve su çok yükselmişti. Sesi bile insanı, ürkütüyordu. Üstelik korucu Türkmen köylerinin olduğu bölgedeydik.
“Nasıl geçelim?” diye sordum. Aslında bu sorunun farklı bir cevabı yoktu. Yine de çözümler, sıralandı.
“İç lastik temin edip, kelek yapalım”
“Yukarıya, ovaya doğru ilerleyip, suyun genişlediği bir yerden geçelim”
“Köprüden geçelim,” gibi çeşitli öneriler sunuluyor, ancak öneri sahipleri de kendi görüşlerine pek inanıyor görünmüyorlardı. Görüşler, adeta zor durum karşısında bir şeyler söylemek gerektiği için söyleniyordu. İç lastik veya başka bir şekilde, suyun üzerinden geçmek mümkün değildi. Su, hem genişti hem de sesi ağaçların dallarını koparıyordu. Köprüden de geçemezdik. Orada da, büyük ihtimalle pusu vardı. Ovaya doğru yürüdüğümüzde ise, neyle karşılaşacağımızı kestirememe gibi bir problemle karşılaşacaktık. Yine de bir şekilde geçmemiz gerekiyordu. Daha sağlıklı bir karar için, ertesi gün köye yaklaşıp, ayrıntılı bir gözlem yapmayı kararlaştırdık.
İhbar ediliyoruz
Ceyhan, en çılgın dönemindeydi. Son baharda bile çok az yerinden geçilebilirken, içinde olduğumuz bahar aylarında, köprüden geçme dışında başka bir yönteme başvurmamız olanaksızdı. Bu da kendi çapında bir eylemdi.
Tamamen erimemiş olan karlar, karşı tarafta daha yoğundu. Olduğumuz taraf, güneş alıyordu. Karşı tarafın beyazlığına rağmen bulunduğumuz yamaçların hemen hemen tamamı siyahtı. Kar parçaları, yükseklerde ve dere içlerinde kalmışlardı. Ağaçlar, henüz yaprak açmamıştı. Bu da, gizlenme açısından ciddi bir dezavantaj yaratıyordu. Her an ya görüntü verdiğimizden ya da silmekte zorlandığımız izlerimizden ihbar edilebilirdik. Birileri, bizi görüp kaçabilirdi. Erzak sorunumuz da vardı var olmasına, ancak temin etmeye çalışmakta tehlikeyi göze almakla eşdeğerdi.
Tehlikeleri biliyorduk. Bu nedenle, hareket tarzımızda gizlilik, en öne çıkan faktördü. Sık ağaçlı yamaçlar, yürüyüşümüzü zorlaştırıyordu. Ulaşmamız gereken noktaya varamadan, hava açtı. Arazinin zorluğu ve hakimiyetsizlik geciktirmişti. Artık gündüz yürümek zorundaydık. Ceyhan’a yakından bakmak istiyorduk.
Keşif yapacağımız yere çok yaklaşmıştık ki, nereden ve nasıl geldiğini anlayamadığımız 16-17 yaşlarındaki bir çocuk, bizi görmüş hızla aşağıdaki köye doğru koşuyordu. Çok korkmuş olmalı ki, koşarken, “Terö..rü..rüst gözüktü,” diye bağırıyordu.
Hangi eve gideceğini anlamak için, izlemeye aldık. Köye girişiyle bir hareketlenme oldu. Evden eve koşuşturmalar hızlandı. Kadınlar, çocuklarını toparlayarak evlere çekildiler. Duvarların arasında küçük gruplar oluştuğunu görüyorduk. Bazen elleriyle, bulunduğumuz bölgeyi gösteriyorlardı.
İlk aklımıza gelen, hemen çocuğun gittiği eve girip, haberi yaymadan akşama kadar tutmaktı. Ama haber o kadar hızlı yayılmıştı ki, bu bir işe yaramazdı. Zaten çok kısa bir süre içinde bir arabanın köyden ayrıldığını gördük.
İhbar edilmiştik. Sabahtı ve biz çok yorgunduk. Tek dayanağımız arazinin ormanlıklı olmasıydı. Yerimizi değiştirdik, köyü ve köprüyü izleyebilecek şekilde konumlandık. Operasyon durumunu göz ardı edemezdik. Öğleye doğru bir hareket olmayınca biraz rahatladık. İki kişi uyuyor, ikisi uyanık kalıyorduk. Akşama kadar da bir operasyon havası yoktu.
Akşam bizi ihbar eden eve gitmek istedik. Zaten görülmüştük. Köylüler kanalıyla köprüyü geçebilir miyiz diye bir çare arayacaktık. Biz görmemiştik, ama kesinlikle pusu vardı. Biraz da bunu netleştirmek istiyorduk. Bu amaçla, ilk akşamla birlikte kendimizi köye doğru bıraktık. Köy yukarıdan dürbünle bakıldığı gibi değildi. Gözetlediğimiz evi bulamadık.
Rastgele bir eve girdik. Bizim fazlaca antipropagandamız yapılmış olmalı ki, çok korktular. Kadınlar çocuklarını kaparak diğer odalara kaçtılar. Diğerleri konuşamıyorlardı. Bir türlü irtibat kuramadık. Birisinin aklına köyün imamını çağırmak geldi. İmam hemen geldi. Diğerlerinden çok farklıydı. Bizi selamladı. Sohbet etti, hatta yer yer bazı tartışmalara girdi. Resmi görevliydi, başka bir yerden gelmişti, yöredeki köylüler gibi değildi. Sonrasında köyün öğretmeni geldi. Onunla da tartışmalara girdik. Bizim ihbar edildiğimizi, bunun da cehalet ve korkudan kaynaklandığını söylediler. Doğru söylüyorlardı. Sıcaklığımızdan etkilenen köylüler, yavaş yavaş açılmaya başladılar. Böylece bir yargıyı kırmış oluyorduk.
Sonra imamı kenara çekip asıl meseleyi açtık. “Diğer tarafa geçmek istiyoruz” dedik. Köprüde pusu olduğunu söyledi. Başka bir şekilde de mümkün değildi. Köylülerle birlikte bir bahane bulup hasta vs diye uydurup geçmeye çalışsak da mümkün değildi. Askerler ve korucular pusu atıyorlardı. Daracık bir köprüye mecburduk. Zapt edilemeyen gerilla, bir tek geçide mahkumdu.
Operasyon başlıyor
Köyden ayrıldık. Artık istikametimizde biliniyordu. Zaten ihbar edilmiştik. Köprüye doğru yola devam etmek, tehlikenin kucağına düşmekti. Gündüz operasyonun çıkacağına kesin gözüyle bakıyorduk. Hareket tarzımızı buna göre belirledik ve onların tahmin edemeyeceği bir noktaya yerleştik.
Beklendiği gibi, daha günün ilk saatlerinde operasyon başladı. Helikopterler sürekli indirme yapıyorlardı. Ormanlık arazide, çevreyi gözetlemede zorlanıyorduk. Yakınımıza kadar gelseler de, fark etmemiz imkansızdı. Bu nedenle sürekli çevremizi kontrol ediyorduk. Ancak operasyon, ilk görüldüğümüz noktada yoğunlaşıyordu. Herhalde yerimize çakılıp kalacağımızı hesaplamışlardı. Oysa gerilla için, verilen bilgi iki saat geciktirilirse, artık bilgi olmaktan çıkar. Bizimkisi üzerinden, 24 saat geçmişti. Onlar bizi orada arıyorlardı. Oysa biz, arazinin sapa bir yerinde konumlanmıştık. Akşama doğru operasyon güçleri geri çekildi.
Bizi bir inattır, tutmuştu. Neye mal olursa olsun kendimizi köprüye vuracaktık. Ormanlık arazide ilerleyemiyorduk. Hanifi, araziye olağanüstü hakimiyeti nedeniyle yolları rahatlıkla çıkarabiliyordu. Yine de ilerleyemiyorduk. Köy yolundan davam etmeye karar verdik. Çiya bu yollarda yürümeye bayılırdı. Vadinin derinliklerine doğru indikçe, karanlık daha da koyulaşıyordu. Ceyhan’ın gürültüsü, kulak zarlarımızı zorluyordu. Aşırı karanlık ve kulaklara hakimiyetsizlik, duyarlılığı zayıflatıyordu. Yine de ilerliyorduk.
Karanlık koyulaştıkça, gürültü daha da arttığından köprüye iyiden iyiye yaklaştığımızı anlıyorduk. Bu arada, farkında olmadan köyün bir çok evini de geçmiştik. Bir korucu köyünün ortasındaydık. Aslında bir çılgınlıktı, telaşla alınmış sağlıksız bir kararın sonucuydu.
Köprünün başına kadar geldik. Pusunun öbür yakada olduğunu biliyorduk. Amacımız, aşırı karanlık ve suyun gürültüsünden yararlanarak, mevzilerin içinden sızarak geçip, gitmekti. Kimseye sataşacak niyetimiz ve halimiz yoktu. Her şeyimizle karşıya geçmeye kilitlenmiştik.
Köprü nehrin dar bir yerinde kurulmuştu. Tek aracın geçebileceği şekilde yapılmıştı. Suyun sesi ve hızıyla uçacakmış gibiydi. Yüksek kavak ağaçları yerlere kadar eğilip kalkıyorlardı.
Artık heyecanımız kalmamıştı. Çünkü işin tam ortasındaydık. Zor işlere başlarken büyük heyecan yaşanır, ama ilk adım atıldığında soğukkanlılık heyecanı kovar. Bizim heyecanımızda kovulmuştu. Biz en küçük hatayı, canımızla ödeyebilirdik. Bir arkadaş, uzun beton köprünün üzerinden sürünerek ilerlemeye başladı. Betonun üzerindeki siyah hareketi fark etmek için biraz yüksekte olması gerekiyordu. Silah sesleriyle mevzilerin böyle bir yerde olduğunu anladık. Köprü, yoğun ateş altına alındı. Bizi göremediklerinden rasgele ateş açıyorlardı. Köprüdeki arkadaşı güçlükle geri çekebildik. Henüz sağlamdık.
Silah sesleri üzerine korucuların hepsi hareketlendi. Kimisi dama, kimisi mevziye koştu, bir karmaşa oldu. Kimse ne olup bittiğini anlayamadı. Rastgele açılan ateşe rağmen, pusunun etki alanından çıkmak için evlere doğru yönelebildik. Yapılacak en akıllıca şey, hiç silah kullanmadan, karmaşadan yararlanarak, en orta yerden köyü terk etmekti. Öyle yaptık, köylüler gibi düzensiz ve panik halinde hareket ettik. Çok kısa süre sonra köyün dışındaydık. Hepimiz sağlamdık. Köydeki gürültü ve karmaşa daha bir süre devam edecekti.
Bu süre içinde vadide kalınamazdı. Yeni bir karar vermek gerekiyordu. Kimse görüş açıklamıyordu. O zaman herkesin benim gibi düşündüğünü anladım. Biraz geriye çekilip, ortamın sakinleşmesini bekleyecektik.
İndiğimiz yolu, bu kez tırmanacaktık. İniş mi zor, tırmanmak mı zor? Hala bu soruya cevap bulamadım. Cevabı bir yana, acele etmek zorundaydık. Hava açılmadan güvenlikli bir yere ulaşmalıydık. Sonuçta vadiden uzaklaştık. Hava açınca, vadi operasyon kapsamına alındı. Biz günü rahat geçirdik.
Bazı bilgiler almak geriyordu. Çok yakınımızda iki dağ evi olduğunu tespit etmiştik. Berit dağının hemen her yerinde böyle evler vardır. Çobanlar kalır, kışın da giderlerdi. Çok azı, kışı da burada geçirirdi. Bol otlaklı olduğu için burayı tercih ediyorlardı. Hepsi Türkmen’di, bizi ihbar etme olasılıkları çok yüksekti. Her şeye rağmen, evlere doğru yola çıktık. Eve vardığımızda, genç bir çoban kapıyı açtı. Sakallı ve esmerdi. Bizden çekinmedi. Bekler gibiydi. Bu bölge için, beklenir bir davranış değildi. Dikkatli olmak gerekiyor. Kaldıkları oda küçüktü; ancak iki kişi kalabilirdi. Onlar da iki kişiydi. Eşi bizi görünce, önce dona kaldı. Sonra köşede uzanarak üzerine bir yorgan çekti. Sesini bile duymadık. “Sizden korkuyor” dedi adam, fazla umursamadan.
Biz de kadının korkmasını umursamıyorduk, ama adamın korkmamasını çok umursuyorduk. Anlamaya çalışıyorduk. Hızla sobaya odun attı ve diğer hazırlıkları yaptı. Biraz ısındıktan sonra konuya girmeye çalıştık. O daha hızlı davrandı “e de niye sakalınız yok?” dedi. Sakallı olarak tanındığımızı biliyorduk. Sorusuna, onu ikna edecek mantıki bir cevap verdim. Neden sakalını uzattığını sordum.
“Önce sakalım azdı. Köyde arkadaşlar, teröristlere benzediğimi söylüyorlardı. Bu benim çok hoşuma gidiyordu. Ben de sakalımı daha da uzattım” dedi. Mesele anlaşılmıştı. O da gerillanın gizemine kapılmıştı.
Gece geç saatlere kadar oturduk. Bize lazım olabilecek yeteri kadar bilgi aldık. Adam sevinçten yerinde duramıyordu. Çok uğraşmamıza rağmen, eşinin ağzından ne bir söz alabildik, ne de yüzünü görebildik. Hala merak ediyorum, bizden korkan ve bizden olan o yüzü.
Yola çıkmak gerekiyordu. Çevre biraz sakinleşmişti. Bizim bölgeden çıkmış olacağımızı düşüneceklerdi. Tekrar Ceyhan’a doğru yola çıktık. Bu kez nasıl geçeceğimize ilişkin bir projemiz yoktu. İşi, hareketli gerilla yöntemleriyle hal edecektik. Her şeyi planlamaktan çok, sürekli gözetleyip fırsat kollayacak ya da fırsat yaratmaya çalışacaktık. Tabii artık köprü seçeneğimiz kalmamıştı.
Umutsuzluk bitirir
Vadi boyunca yukarıya doğru ilerlemeye karar verdik. Arazinin görünmeyen kısımlarında köprü olabilir, bir geçit olabilir ihtimali üzerinde duruyorduk. Bunlar olmasa, ovaya kadar yürüyüp yayvan ve geniş bir yerden geçmeye çalışacaktık. Bizim için tam bir maceraydı. İşin garip yanı araziyi hiç tanımıyorduk. Köylerin ortasında ilerleyecek ve görüntü vermeyecektik. Birkaç gün el yordamıyla yol almaya çalıştık. Araziye hakim olmamamız, hızımızı düşürüyordu. Ne zaman karşımıza bir köy, bir çoban çıksa, yolumuzu değiştirip, geniş bir kavis çizmek zorunda kalıyorduk. İz sorunu nedeniyle, geçitleri ve patikaları kullanamıyorduk. Baharları, bulutlu havanın karanlığı anlatılamaz. Vadiye doğru indikçe karanlık daha bir ürkütüyordu; adeta gece, kendi karanlığından korkuyordu. Biz ise ilerlemek zorundaydık.
Geçiş umudumuz zayıflamıştı. Küçük grubumuz ilk firesini vermeye hazırlanıyordu. Polat’ın durumu kötüye gidiyordu. Şen şakrak, hareketli Polat değişmişti. Yüzünden bir umutsuzluk okunuyordu. Bir kişinin göz bebeklerine umutsuzluk yerleşirse, o artık değişmiştir, eskisi gibi değildir. Yeni bir insanla karşı karşıyasınızdır. O tanıdığınız gerilla artık yoktur. Ve bundan sonra, en beklenmedik duruma girebilir. Sürekli geride kalıyordu; yürüyemiyor, hasta numarası yapıyordu. İşleri, onu hep önümden yürütecek şekilde düzenledim.
Yolumuza, işte böyle, zorlukla devam ederken, ovanın aydınlandığını fark ettik . Gece boyu hep yürümüştük. Araziye hakim olmadığımızdan, seçeceğimiz yeni noktalar, her zaman uygun olmuyordu. Bazen bir köyün hemen yanında oluyorduk, bazen açık bir yerde, bazen hiç olmayacak bir yerde. Araziye hakim olmamak ciddi bir inisiyatif kaybıydı. Yine böyle belirsiz bir nokta seçmek zorundaydık. Ormanın sık olduğu bir yeri nokta olarak belirledik. Çevremizi kontrol etmek için havanın iyice açmasını bekleyecektik. Bu görevi, çoğu zaman Hanifi üslenirdi. Onun ilk nöbeti de tutacağını düşünerek, yorgunluğuma yenik düşüp uyudum.
Gece boyu Polat’ın durumunu çok düşünmüştüm. Onca yorgunlukla bastıran uyku arasında “ya Polat’ı nöbetçi yaparlarsa?” diye düşündüm, öylece yatmışım.
Bilincime çok yerleşmiş olmalı ki, yorgunluğuma rağmen kısa bir sürede birden uyandım. İlk baktığım yer, nöbet için tespit ettiğimiz kayalık oldu. Kayanın üzerindeki dürbünü gördüm. Başka bir şey yoktu. Polat kaçmıştı. Silahını da beraberinde götürmüştü. Dürbünü bırakmasını, bir iyi niyet olarak mı algılamak gerekiyordu? Olayları yorumlayarak, teslim mi olacak, yoksa bir yerlere mi ulaşacak, diye kestirmeye çalışıyordum. Direkt teslim olmayacağı kanaatim ağır basmıştı. Ama yine de yakalanma olasılığı vardı.
Bir süre kendi kendime düşündükten sonra, uyuyan arkadaşları uyandırdım. Ne olursa olsun nokta değiştirmek gerekiyordu. Gündüz yürümek riskliydi. Her an ihbar edilebilirdik. Çevrede, bize yardımcı olacak bir tek insan yoktu.
Sonuçta yer değişikliği yapmak gerekiyordu. Bir gerilla kuralını uygulayacaktık. Polat’ın teslim olmayacağı düşüncesi, uzağa gitmemizi engelliyordu. Çok yorgunduk da. Bir saatlik yürüyüşle nokta değişikliğini yapmış olduk. Ne kadar dinlenmeye de çalışsak, huzursuzluğumuz buna engel oluyordu. Karşı tarafta, akşama kadar herhangi bir hareketlenme olmadı.
Oradan uzaklaşmak gerekiyordu. Gece boyu yürüdük. Uygunsuz bir araziye düşmüştük. Gün boyu aramamıza rağmen, konaklayabileceğimiz bir yer bulamıyorduk. Çevremiz korucu köyleri ile doluydu. Bir çılgınlık yapmak gerekiyordu. Bazen çılgınlığımız tutardı. Bu kez de öyle oldu. Korucu köylerden birine çok yakın, engince ve çıplak bir tepenin eteklerine, içinde uzanabileceğimiz kadar büyüklükte birer mevzi ördük. Akşama kadar güneşin altında hiç kıpırdamadan bekleyecektik. Buna razıydık. Ya görülürsek…? Ne hareket edebilirdik ne çatışabilirdik. Aslında başka seçeneğimiz de yoktu. Köylüler, özellikle de çobanlar araziye çıkacaklardı.
Zaman ilerledikçe, çoban sesleri çoğaldı. Bazıları çok yakındı. Birden üstümüzdeki kayalıkta genç bir çobanın bağırdığını duyduk. Henüz bizi görmemişti. İki metre yukarımızdaydı. Bizi görünce sustu. Kaçıp gitmesinden korkuyorduk. Çoban adeta taş kesmişti. Ne hareket ediyor, ne de konuşuyordu. Kaçamıyordu da. Onu yanımıza çağırdık. Bir arkadaş yerinden kalkıp, elinden tutarak mevzisine aldı. Artık akşama kadar zorunlu misafirimizdi.
İki saat sonra konuştuğunda, bize lazım olandan fazla bilgi verdi. Bu bilgilerin doğruluğunu hiç anlayamayacaktık. Akşama çobanı gönderdiğimizde, bizden kimseye bahsetmemesi için sıkı sıkıya tembih ettik. Yine de genç bir çobandı, güvenemezdik. Operasyon tehlikesine karşı, bölgeden hızla uzaklaşarak, gerillacılığın kurallarını uygulayacaktık. Zaten bir süredir yaptığımız tek şey, hep bir yerlerden uzaklaşmaktı.
Zorlu bir yolculuktu, ama bu kez, korktuğumuz başımıza gelmedi. Polat’tan da bir şey çıkmadı. Görüntüde vermedik. Ama hala Ceyhan’ın öte yüzüne geçmemiz gerekiyordu. Çıldırmış Ceyhan’la yürüttüğümüz savaşı biz kazanmalıydık. Birçok yönteme baş vurmuştuk, ama hep o galip çıkmıştı. Bu kez galibiyet bize geçmeliydi.
Ceyhan’la kavga ettiğimiz gecenin sonuna gelmiştik. Kuşluk vaktiydi. Artık vadide bitmişti. Ovalık alandaydık. Nehri sıkı sıkıya kollayan kavaklıkların içinde gizlenmek zorundaydık. Zaten üç kişiydik. Fazla zor olmayacaktı.
Kalacak bir yer bulmak için, sağa sola bakınarak ilerliyorduk. Hava giderek açıyordu. Önde yürüyen Çiya arkadaş birden durdu. Sonra bir ağacın arkasına gizlendi. Biz de aynı şeyi yaptık. Köylüler, korucular veya operasyon… her şey olabilirdi. Bu kez de korktuğumuz olmadı. Çiya’nın yüzündeki umut fark ediliyordu. Gülerek konuşmaya başladı.
“Önümüzde köprü var…”. Son on beş günün en güzel sözü. Sevinçten hareketlendik, gerçek sonra aklımıza geldi. “Pusu olabilir!”
Ağaçların arasından gizlice köprüye yaklaştık. Çok uzun bir köprüydü, kara yolu geçiyordu. Diğer taraftan pusu olduğunu hemen fark ettik. Görev saati biten askerler mevzilerin çevresinde dolaşıyorlardı. Hemen askeri araçlar geldi. Askerler yola indiler ve araçlara binerek oradan ayrıldılar.
Ortalık sakin ve herkes kendinden eminken, hızla köprüyü geçmek gerekiyordu. Sonrası hiç aklımıza bile gelmiyordu. Karşı tarafa geçmekten başka bir düşüncemiz yoktu. Köprüyü koşarak geçtik. Kendimizi zafer kazanmış gibi hissediyorduk. Ceyhan’ı yenmiştik.
Tüm nehirlerin olduğu gibi, Ceyhan’ın da çirkin bir yüzü vardır. Baharda öfkelenir sağına soluna sataşır, bağırarak gider. Belli ki bir sebebi vardır. Beni çok zorlasa da, iyi yüzünü hep hatırlarım. Bereketli, güneşle boğuşarak, yavaşça ilerleyen, her saat elbise değiştiren, saçları Nurhak gibi heybetli, ayakları Akdeniz’e uzanır. Gerçek Ceyhan bu. Gerillanın sevdiği, bölge insanın can damarı.