2- Kürt varlığı ve gelenek
Proto Kürt Med kabilelerinden inanç ve ahlak temelli daha üst bir birlik ortaya çıkarmayı hedefler. Kabile toplum krizine demokratik yanı ağır basan bir çözüm geliştirir. MÖ 1000’lerde varlığını görünür kılan bu inanç sistemi, Zerdüşt (MÖ 6. yüzyıl) ile etkili bir toplum sistemi geliştirir. Zerdüşt devriminde önemli olan, dar kabile ve hanedan birliklerini ilk defa aşıp, tüm Med kabileleri arasında ortak bir üst kimlik inşa etmesidir. Maği denilen rahipler (bilge insanlar) yeni toplumun çok etkin güçleridir. Zerdüştlük muazzam bir toplumsal enerjiye yol açar. Bir araya gelmeleri çok zor olan kabileleri ortak dini ahlaki inanç temelinde bir araya getirmeyi başarması, tarihin üzerinde yeterince durmadığı büyük bir devrimdir. İslamiyet ve hıristiyanlıktan daha az etkili değildir. Hatta İbrani kabile geleneğinin oluşumunda da temel kaynak rolündedir. Med Konfederasyonu’nu mümkün kılan temel harçtır. Pers Akhamenit Hanedanlığı’nın özünde daha demokratik muhtevalı Med Konfederasyonu’nu entrikalarla ele geçirmesi ve tarihin en büyük imparatorluğunu kurması da zerdüşti toplumsal gelenekle yakından bağlantılıdır. Geleneğin saptırılıp demokratik özünden boşaltılması, İran merkezli uygarlık geleneğiyle sonuçlanmıştır.
Aryen imparatorluk geleneği, tarihte demokratik muhtevalı kabile kültürünü kendi yönetim çarklarında en çok kullanma ustalığına sahiptir. Demokratik muhtevayı uygarlık sisteminde eriterek tarihin en güçlü monarklarını yaratmakla övünür. Batı’da Atina demokrasisine karşıt bir Doğu despotizm geleneği olarak, günümüze kadar kendini pekiştirip sürekli kılabilmiştir. Atina demokrasisinin yol açtığı felsefi bilinç Batı uygarlığının oluşumunda temel kaynak rolünü oynarken, Pers saraylarındaki despotizmin içini boşalttığı Zerdüşt geleneği sadece İskender’in ordularına yenilmekle kalmamış, Doğu toplumlarının kültürel birikimlerini de heba olmaktan kurtaramamıştır: Tıpkı Osmanlı despotizminin geriye kalan islami kültürel birikimleri kapitalist Batı uygarlığına karşı koruyamaması gibi. Êzîdî Kürtlerinde neredeyse kurumaya yüz tutmuş bu tarihsel demokratik gelenek araştırılmaya değer önemli bir konudur. Êzîdî Kürtlerle alevi Kürtler yakından gözlemlendiğinde, özellikle kadınlarında temsilini bulan zerdüşti kültürün demokratik, özgür ve eşitçi özellikleri rahatlıkla fark edilebilir. Tüm bastırılmışlıklarına rağmen, doğayla bütünleşmiş, açık sözlü ve cesur yanları dikkate değerdir.
İslamiyet’e kadar otantik özelliklerini büyük oranda koruyan Kürt kültürel gerçekliği üzerinde yürütülecek araştırmalar sadece Kürtlerin tarihini aydınlatmakla kalmayacak, evrensel tarihin binlerce yıl sürmüş dönemlerini de aydınlatacaktır. Günümüzde her ne denli silik kalmış olsalar da, tarihleri konusunda yapılacak araştırmalar Kürtlerin demokratik uygarlık tarihinin de temel kilometre taşları olduklarını kanıtlayacaktır.
3- Kürt varlığı ve islami gelenek
İslami Rönesans’ın tüm geleneksel Ortadoğu kabile kültürü ve uygarlık sistemi üzerinde dönüştürücü etkisi olmuştur. Değişimle içte kabile toplum krizi islam ümmetçiliğini geliştirme, dışta Bizans ve Sasani imparatorluk krizleri daha evrensel islami sultanlığı inşa etme temelinde aşılmaya çalışılmıştır. Böylelikle iki köklü çelişki hem tekil hem de evrensel düzeyde islami sentezle aşılmaya, yeni ideolojik ve yapısal düzenlemelerle giderilmeye çalışılmıştır. Ortaçağ uygarlık sistemi denilen olgunun temelinde islami çıkış yatmaktadır. İslam’ın ümmet ve saltanat geleneğinin tarihte çok etkili olması bu yeniçağ özelliğinden ileri gelmektedir. Bir nevi erken kapitalist modernite rolünü oynamıştır. Adeta Batı Avrupa kapitalist modernitesinin bir ön habercisi, düşük doğmuş ölü çocuk konumunda kalmıştır. İslami uygarlık olmadan Avrupa uygarlığının doğuşunu beklemek veya düşünmek yanlıştır.
İslamiyet’in geleneksel kabile kültürü ve uygarlık sistemi üzerindeki etkisi devrimsel önemdedir. Belki de kabile kültüründe yüzyıllarca yaşanan krize en etkili devrimsel yanıttır. Arabistan yarımadasındaki Arap kabileleri yüzlerce, hatta binlerce yıl kendi aralarında bitmez tükenmez bir çatışma ortamına girmişlerdir. Kabile kültüründe büyük bir yozlaşma yaşanmaktadır. Kadın düşürülmüş, kız çocukları diri diri gömülecek kadar değersiz addedilmiştir. Bu kültür çözüm olarak klasik toplumu besleyecek koşullardan yoksundur. Kısacası ne geleneksel kabile federasyonları ne de geleneksel köleci iktidar yapılanmalarıyla krizin önüne geçilebilmektedir. Hz. Muhammed’in oldukça pratik, ideolojik ve politik önerileri bu ortamda ilaç gibi etkili olmuştur.
Muhammedi devrimin temel özelliği, kabile toplumunun üstünde yeni bir topluma evirilmeden ve yanı başındaki Bizans ve Sasani İmparatorluklarının buyruğuna girmeden, ikisini de aşan yeni politik bir sisteme cesaret etmesi, kendini buna ehil ve yetkili kılmasıdır. Allah kavramını o kadar yüceltmesinin temelinde bu iki devrimsel olgunun, islami ümmet toplumculuğu ve politik kültürünün doğması yatar. Allah kavramının sosyolojik ve tarihsel çözümlemesi bilimsel bir biçimde yapıldığında, bu iki olgunun önemiyle bağı daha net ortaya çıkacaktır. Allah kelimesinin taşıdığı doksan dokuz tür anlam, aslında siyasal, sosyal ve hatta ekonomik manifestoyu dile getirmektedir. Zaten kendisini elçi,’ beyan edici’ olarak tanımlaması, arkasındaki tarihsel ve toplumsal sentezin yeni kimliğini gayet iyi ve güçlü biçimde açıklamaktadır. Allah kavramının evrenselliği, cihanşümulluğu, haberdarlığı, bilinçliliği, affediciliği, cehennem ve cennet ödülleriyle uyarıcılığı ve mükafatlandırıcılığı yeni sistemin kimliğini buyurur gibi sunmaktadır.
K. Marks ve F. Engels’in kaleme aldıkları Komünist Manifesto neyse, Hz. Muhammed’e indirildiği söylenen allahın Kuran’ı da odur. Birincisi bilimsel ve Avrupai, ikincisi dinsel ve Doğu’ya özgü kodlarla beyan edilmiştir. Sosyalist toplum ve proletarya diktatörlüğü denen olguların islamiyetteki karşılığı ümmet toplumu ve islami sultadır. Ümmet toplumundaki enternasyonalizm, özgürlük ve eşitlik temaları, sosyalist toplumdaki enternasyonalizm, özgürlük ve eşitlik temalarından daha zayıf değil, daha güçlü ve sistematik olarak dile getirilmiştir. Yine islami sulta anlayışı, sosyalist diktatörlük anlayışından daha az sistematik değildir. Reel sosyalizmdeki gibi her iki olgu da yüzlerce yıl sistemlice geliştirilmeye çalışılmıştır.
Uygarlık tarihinde her devrimin başına gelen ikilem islami devrimde de güçlü biçimde yaşanmıştır. Gerçekleşmesinden kısa bir süre sonra, devrimin demokratik doğrultuda mı, yoksa iktidar devlet doğrultusunda mı yaşanacağı temel sorun olmuştur. İslamiyet’in doğuşundan itibaren her iki eğilim de kendisini güçlü bir biçimde hissettirmiştir. Kabile üst tabakası ve iktidar heveslileri devrimi hızla islami saltanat haline getirmeye çalışırken, kabile alt kesimi ve köle unsurlar demokratik doğrultuda geliştirmeye büyük çaba gösterdiler. Hakim kabile olan Kureyş’in üst tabakası, Muaviye önderliğinde, İmam Ali’nin daha çok orta yolcu nitelikteki demokratik çıkışını önlemeye çalıştı. Muhammed’in ölümünden sonra, ilk üç halife olan Ebubekir, Ömer ve Osman, İmam Ali ile aralarındaki çelişkiden ötürü geçiş aşamasında (MS 632-656) halifeliği (Muhammed yardımcılığı, artçılığı) sırasıyla üstlenmek durumunda kaldılar. Bu dönemde demokratik (şabiye) gelenekle iktidarcı gelenek (sulta) arasında yoğun bir çatışma yaşandı.
Bu çatışma islam’ın iç savaşının bir nevi ilk örneğini temsil etti. İmam Ali’nin (Hz. Muhammed’in damadı, ilk müslimlerden) çizgisi, sanılanın aksine radikal sol, uç veya demokratik (şabiye) olmayıp, mutedil bir orta yolculuk biçimindedir. Gerçek radikalizmi ve demokratizmi Hariciler temsil etmektedir. Hariciler kabilelerin en yoksul kesimlerinden oluşmaktadır. Ali’nin denge durumunda (Sıffin Savaşı’ndaki durum) hakemlik kurumuna razı olması, hem arkasındaki radikallerin (Haricilerin) ayrılmasına ve yeni bir mezhep (ilk mezhepsel oluşum) oluşturmasına, hem de Muaviye’nin daha ustalıklı iktidar hesapları yapmasına yol açtı. Sonuçta iktidar yanlıları devrimden galip çıktı. Bu üç ana akım kendilerini değişik adlar ve kavramsal içeriklerle islamiyet’in zaferinden günümüze kadar taşımışlar, kendini aşırı tekrarlayan bir kısır döngüyü tarih boyunca Ortadoğu toplumlarına yaşatmışlar; büyük iktidar savaşlarına, kanlı hanedan çatışmalarına, mezhep kavgalarına ve itikat ayrılıklarına yol açmışlardır. Sonuç, sayısız iktidarcı devletçikler, imparatorluklar, mezhepler ve tarikatlar temelinde kabile toplumsal krizinden daha ağır bir islamik toplum (ümmet) krizine geçiş olmuştur. Günümüze doğru Batı kapitalist hegemonyacılığına karşı ağır yenilgilere uğramasının ve altından çıkılması zor bir güncel Ortadoğu topyekun toplumsal krizinin yaşanmasının temelinde bu tarihsel gerçeklik yatmaktadır.
Kürt kültürel varlığı da yanı başındaki islami çıkıştan şiddetle etkilendi. Daha çok da saltanat islam’ının yıkıcılığıyla karşılaştı. Emevi hanedanlık ve sultanlık rejimi, İskender’in fetih ve tahrip tarzına çok benzer bir biçimde giriştiği kanlı geçen fetih savaşlarıyla Kürt topraklarını kısa sürede sultası altına aldı. Özellikle Zalim Haccac gibi komutanlar, eli kılıç tutan tüm Kürtleri katledip, kadınlarına ve çocuklarına toptan el koydular. Kürtlerin karşılaştığı bu tip istilaların tarihte bilebildiğimiz ilk örneği, Gılgameş Destanı’na konu olan bugünkü Irak’ın (Irak adı ilk kent devleti Uruk’tan kaynaklansa gerek) kuzeyinde ve doğusundaki ormanlık ve dağlık sahaya işbirlikçisi Enkidu’yla birlikte gerçekleştirdiği ve kan döktüğü (Öldürülen canavar Humbaba, aslında kabile şefi konumundaki bir figür olarak anlaşılmalı) seferdir. Kürtlerin saltanat islam’ına karşı tavrı derinden bir ikileme yol açan tarzda olmuştur. Geleneksel aşiret hiyerarşisi, bağlı olduğu İran-Sasani İmparatorluğu’nun yenilip çözülüşüyle birlikte, yeni efendilerine sadakat göstermekte gecikmedi. İktidar denilince hep işgalci efendiye uşaklığı aklına getiren Kürt işbirlikçi zümresi, süreç içinde Emevi Hanedanlığı’yla önce bütünleşti, giderek gönüllü asimilasyonla Araplaştı.
İktidar işbirlikçisi Kürt elidinin Araplaşma öyküsü hayli ilginçtir. Binlerce yıl işbirliği ettiği ve etnik açıdan akraba olduğu İran imparatorluk kültürü içinde dil ve kültür varlıklarını önemli oranda koruyan bu kesimin hızla Araplaşmayı seçmesi, sınıfsal oluşumuyla yakından bağlantılıdır. Araplaşma öncesi Kürt hiyerarşik önderleri kabile kültürüyle hala yakın bağ içindeydiler, aynı kabile ve aşiretin mensuplarıydı. Dolayısıyla sınıflaşma zayıftı. Çıkarları sınıflaşmadan ziyade, kabile ve aşiret içinde hiyerarşinin üst tabakası olarak kalmalarını daha yararlı ve gerekli kılıyordu. Aşiret kültürel bağlarını yitirip yalnız birey veya aile olarak yabancı hakim hanedanlık kültürü içinde erimeleri çıkarlarına uygun değildi. Böyle bir durumda her şeylerini yitirebilirlerdi. Önlerinde bunu kanıtlayan çok sayıda tarihsel örnek vardı. Kürt kabile ve aşiret gerçekliği kendi kültürüne çok katı bir biçimde bağlı olup, dış güçlerle bütünleşmeyi ve asimilasyonu olanaksız veya istisnai kılıyordu. Bunun yanı sıra tarihsel olarak sınıflaşmanın maddi koşullarının fazla gelişmemiş olması (kent ve devlet kültürüyle az karşılaşmış olmaları) ve en önemlisi, dıştan kaynaklı işgalci, fetihçi ve sömürgen istilalara karşı sürekli mücadele içinde olmaları bunda önemli rol oynamıştı.
Arap Emevi Hanedanlığı’ndan kaynaklanan işgal döneminde hem tarihsel hem de toplumsal bakımdan bir farklılaşma yaşanıyordu. İslami sultayla birlikte Arap kabile üst tabakası kendi kabilesinin alt tabakasından koparak hızla yeni bir egemen sınıf haline geliyordu. Derin bir sınıflaşma söz konusuydu. Emeviler döneminde çok güçlü bir islam-Arap aristokrasisi oluşmuştu. Ortadoğu kültüründe ilk defa geleneksel köle-efendi ilişkisini aşan ve Avrupa’da daha sonra gelişecek olan serf-senyör ilişkisine benzeyen yeni türden bir bey-maraba (mevali) ilişkisi oluştu. Klasik köleliğe nazaran daha katlanılabilir sınıfsal ilişkilerin oluşumu, islami sultanın en önemli çıktısıdır. İslami iktidarın yeni sınıf düzeni söz konusudur. Bunun önderliğini yapan güç Emevi Hanedanlığı’dır. Emevi hanedanları kendilerine hizmet etmeleri için kısa süre içinde saraylarını Bizans ve Sasani saltanat artığı bürokratlar ve sınıfsal işbirlikçilerle doldurdular. Fethettikleri tüm kültürlerin üst tabakaları, bu tarihsel toplumsal yeni sınıflaşmayı kendi çıkarlarına son derece uygun bularak, işbirlikçi temelde de olsa hızla aristokratlaştılar. Bunlar hakim hanedan aristokrasisi ile çok sayıda evlilik bağı kurdular. Çocuklarını resmi Arap dil ve kültürüyle eğittiler. Kendi kabile dil ve kültürlerinden bu sefer hızla uzaklaştılar. Eskiden çıkarlarına aykırı olan bu durum, yeni islamik aristokrasi koşullarında son derece uygun gelmekteydi. Kaldı ki, tarihte de benzer örnekler çokça yaşanmıştı.
Resmi Akadca, Aramice ve Süryanice, Arapçadan binlerce yıl önce klasik köleci imparatorlukların ortak dil ve kültürleri konumundaydı. Batı’da Grekçe ve Latincenin oynadığı rolü çoktan oynuyorlardı. Arapça ilk defa islamiyetle birlikte Ortadoğu kültürünün yaygın ortak dili konumuna yükseliyordu. Hanedanlık kültürü de Arapça ile ifade edilip tüm Ortadoğu islami aristokrasisinin ortak yaşam kültürü oluyordu. Kökenini Arap hanedanlıklarına bağlamayan yeni yükselen Ortadoğulu aristokratik aile yok gibiydi. Her işbirlikçi aristokratik aile, kökenini bir Arap hanedana, özellikle ehlibeyte bağlamaya büyük özen gösteriyordu. Bu kervana yeni ulema ve asker sınıfını da eklemek gerekir. Hepsi eski kökenlerini inkar etmeyi ve yeni sülale unvanları taşımayı alışkanlık haline getirdiler. Binlerce yıllık Fars kültürü bile Arap dili ve kültürü içinde yoğun bir asimilasyonu yaşamaktan kurtulamadı. Daha zayıf dil ve kültürler kolayca yutuldu. Eski Akadca önemini tamamen yitirirken, Aramice ve Süryanice gücünden çok şey kaybetti.
Kürt kabile ve aşiret üst tabakası da bu hızlı bütünleşme ve asimilasyondan payını aldı. Eski zerdüşti geleneği sürdürmek kendileri için yarardan çok zarar getiriyordu. Bu kültürde ısrar, varlıklarını yitirme anlamına geliyordu. Kısa bir darp döneminden sonra tarihte egemen sınıfların yatkın oldukları çıkar temelli yabancı dil ve kültür içinde erimeyi hızla benimsemeleri, varlıklarını sürdürmelerinin bir gereğiydi. MS 7. ve 10. yüzyılları arasında Arap aristokratik dil ve kültürü içinde eriyip bütünleşen çok güçlü bir işbirlikçi Kürt üst tabakası oluştu. Bu kesimler şeklen Kürt sayılsalar da, dil ve kültürce resmi Arapça’nın birer bendesi durumundaydılar. Bu yeni dil ve kültürle yaşamayı seçkinlik işareti sayıp gurur duyuyorlardı. Kendi dil ve kültürlerini en erken terk edenler bu kesimlerdi. Halen Kürdistan’da bunlardan kalma güçlü kalıntılar vardır.
Aleviliğe tam anlamıyla islam kültürü denemez
İktidara oynayan işbirlikçi Kürt aristokrasisi mezhep olarak sünni geleneğe bağlıdır. Sünnilik anlam olarak da kabile hiyerarşisinin üst tabaka geleneğinin yüzeysel islamileşmesini ifade eder. Sünni islam egemen ve iktidarcı olan islamdır. Güçlü bir sınıf temeli vardır. Ortaçağın Kürt beyliklerinin ekseriyetle sünniliği benimsemeleri çıkarları gereğidir; islam’ın hakikatle ilişkisi bakımından bir anlam ifade etmez. Denilebilir ki, islam’ın çıplak iktidar ve rantıyla ilgilenen zümrelerinin maskeli inanç biçimidir. Bu maske altında dinin toplumsal vicdan ve ahlakıyla derinliğine uyuşmayan, hatta ona zıtlık oluşturan birçok uygulamayı yaşarlar. Sünni islama sultanların saraylarındaki entrikalara, zulme ve istismara maske olma rolü tanınmıştır. Emevi, Abbasi ve Osmanlı saraylarındaki örnekler bu konularda oldukça öğreticidir. Ortaçağdaki beyliklerinden günümüzdeki bireysel ve ailesel kalıntılarına kadar Kürt işbirlikçilerinin ezici bir çoğunluğunun Kürt kültürel varlığı karşısındaki inkarcılığı, saygısızlığı ve onu gelişmekten alıkoymaları sınıfsal karakterleri, ideolojik ve iktidarcı yapılanmalarıyla bağlantılıdır. Bir sınıfsal varlığın ideolojik ve yapısal olarak oluşum tarzı toplumun bütünsel kültürel varlığı üzerinde derin etkiler bırakır. İslam’ın Arap, Fars ve Türk egemen sınıf oluşumundaki tarzı, bu kesimlerin kendi toplumlarıyla ilişkilerini de belirlemiştir. İşbirlikçilikleri sınırlı olduğu ve iktidarın inisiyatifli güçlerini teşkil ettikleri oranda, toplumsal kültürlerini de olumlu ve olumsuz yönleriyle etkilemişlerdir. Daha az asimilasyonist olmalarına karşılık, alt tabakalarına karşı daha etkili bir baskı ve sömürü geliştirmişlerdir. Daha çok işbirlikçi olan Kürt egemenleri asimilasyona daha yatkın olurken, Kürt toplumsal varlığı üzerinde daha zayıf bir egemenlik tesis etmişlerdir. Egemenliklerindeki zayıflık ve asimilasyona yatkın özellikleri, toplumsal dil ve kültür karşısında inkarcı ve yararsız olmalarına yol açmıştır. Günümüze doğru bu eğilimleri, asimilasyondan öteye kültürel soykırıma varan bir işbirlikçiliğe kadar tırmanış göstermiştir. Kendi öz toplumlarını kemirerek beslenen yaratıklara dönüşmüşlerdir.
İslami devrime karşı ikinci eğilimi demokratik yaklaşım temsil eder. Kürtlerin islamı karşılayışları bütünlük içinde olmamıştır. Dağ Kürtleriyle ova Kürtlerinin yaklaşımları farklı olduğu gibi, alt ve üst tabakanın yaklaşımları da farklı gelişmiştir. İslam’ın ilk fetih darbeleri karşısında teslim olmayan kabilelerle zerdüşti din adamları, tarihte hep olduğu gibi dağların yükseklikleri ve derinliklerine çekilip direnişlerini uzun süre sürdürmüşlerdir. Direnişleri radikal ve sürekli olan başlıca kesimler, aleviler ve zerdeştiler olarak, ya sünni islamla zıt olan bir islamı ya da hiç islamlaşmamayı tercih etmişlerdir. Dağlarındaki mekanlarından da anlaşılmaktadır ki, alevilik geleneksel direnişçi kültürel varlığını koruyan, asimilasyonu küfür sayan ve kendi kültürel varlıklarıyla uyuştuğu ölçüde islamı kabul eden radikal kesimin inanç kültürüdür. Aleviliğe tam anlamıyla islam kültürü denilemez. Kendi kabile ve aşiret kültürlerine en çok bağlı kalan, kendi kültürleriyle uyuştuğu ölçüde bazı islami değerleri başkaları için değil, kendileri için asimile edip içselleştiren bir kültürdür. Bu özellikleri nedeniyle beş bin yıl öncesindeki Hurri kültürleri ve dilsel varlıklarıyla benzerlik göstermeleri anlaşılır bir husustur. Dış istilalara karşı sürekli direnmeleri, dağların gerektirdiği sıkı kabileci yaşam kültürü bu sonucu doğurmuştur.
Zerdeştilerin durumu daha değişiktir. Bunlar daha çok kabilesel değil, dinsel boyutta direnmişlerdir. Dinsel varlık kabilesel varlığa üstün tutulmuştur. Birkaç farklı mezhep halinde günümüze kadar yansıyabilmişlerdir. Sünni Kürtlere göre Kürtlüğün daha saf değerlerini temsil ederler. Tarihte birçok kırım yaşamalarına rağmen inançlarında ısrar etmişlerdir. Geleneksel Kürt kültürünün zengin bir kaynağı olmalarına rağmen, kitap birikimlerinin yakılması ve özgür yaşamlarının sürekli baskılanması, bu zengin kaynağın fakirleşmesine ve adeta kurumasına yol açmıştır.
Ova kesimindeki Kürtlerde asimilasyona karşı direnen bir eğilim olarak tasavvufi tarikatları gözlemlemekteyiz. Tasavvuf, devlet sulta islamı dışındaki boyutlarıyla, toplumsal vicdan ve ahlaki yönleriyle daha derinliğine kavranan islamı (batıni islam) ifade eder. Genel anlamıyla devletle bütünleşmeyen, iktidardan hoşnut olmayan, dini bireysel vicdan, duyuş ve bilinçle yaşamak isteyen toplumcu islamı ifade eder. İslamı iktidarcı devletçi ve toplumcu olarak iki temel kategoriye bölmek tarihsel toplum gerçeğine uygundur. Toplumcu islam ancak tasavvufi olarak yaşanabilir ki, yaygın halkçı tarikatlar halindeki örgütlenmesi de bu gerçeği gösterir. Toplumcu islam demokrasiyle bağlantılıdır. Hızla iktidarlaşan islama karşı (buna anti islam demek de mümkündür) toplumcu islami örgütlenme olan tasavvuf, halk dayanışmasının bir biçimi ve sığınağıdır. İslami toplum iktidarcı resmi islamla değil, tasavvufi tarikatlarla yaşanabilir. Bir de bireysel islam kategorisi vardır. Bireysel islam mistik islamdır; bireyin tanrısallığı kavrayışını ifade eder. Belli bir anlamı vardır. Fakat hep iktidara oynayan islam kendi derin toplumcu özünden kopmuş, ona karşıt konuma geçmiş islam olarak anlaşılmalıdır.
Kürt toplumunda tasavvufi akımların derin ve yoğun biçimde yaşanması, özünde iktidarla aralarının iyi olmamasıyla bağlantılıdır. Çok sayıda tasavvufi tarikatın kurucularının Kürt kökenli olmaları toplumsal gerçeklikleriyle ilgilidir. Tarikatlar halkın bir nevi öz savunma örgütleridir. İşçi sınıfı sendikalarının kapitalist iktidara karşı oynadığı rolü, ortaçağda Ortadoğu toplumlarında benzer biçimde tasavvufi tarikatlar oynamıştır. Hem inanç ve düşünce, hem de ekonomik örgütler ve savunma örgütleri rolünü oynamışlardır. Çokça politik örgütlere dönüşmüşler, bu dönüşümler bazen saptırılarak yeni iktidar ve devlet inşalarına yol açmıştır. Toplumsal islam en az devlet islamı kadar etkili olmuştur. Buna bireysel islamı da eklemek gerekir. Bireysel islam, devlet islamı ve toplumsal islamdan farklı olarak, bir vicdan ve şahsi din biçiminde yaşanır. Devlet islam’ını din saymak güçtür. Devletin ideolojik, hukuki ve ekonomik alanlardaki tasarruflarına meşruiyet sağlamakta kullanılmaktadır. Burada önemli olan, devletin mi dini, yoksa dinin mi devleti kullandığı sorunudur. Eğer devlet dini kullanırsa, o din kimliğini yitirmiş sayılır. Dinin özü hep toplumla ilgilidir. Dinin devleti kullanması farklı olmakla birlikte aynı kapıya çıkar. Devlet gibi kapsayıcı bir yönetim çarkının dinin buyruklarına girmesi daha büyük bir tehlike teşkil eder. Bir nevi ortaçağ faşizmi yaşanır. Dinin toplumsal alanla sınırlandırılması ve bireylerin özgür tercihine bırakılması çıkış özelliklerine daha uygundur.
Kürt toplumunda dinin bu üç etkinlik alanında da rol oynadığı belirtilebilir. Devlet islamı veya islam’ın devleti buyurgan ve antidemokratiktir. Devlet eliyle dinin, din eliyle de devletin meşrulaştırılması, dinsel tutuculuğun ve dinin işlevsiz kılınmasının temel nedenidir. Kürt toplumunda islam’ın etkili olması da bu temel nedenledir. Ona karşı bir nevi öz savunmayı sağlamaktadır. Kürdistan’ın çok sayıda tarikata beşiklik etmesi öz savunmasıyla derinden bağlantılıdır. Bireysel islam ise, Kürtlerde derin olan güvensizlik ortamına karşı bir moral etki yaratmaktadır. Kürdistan’da kapitalist modernitenin ideolojik etkilerinin ortaya çıkmasına kadarki süreçte, islam en az kabilenin etnik kültürü kadar rol oynayan bir toplumsal kültür biçimidir. Kabile ve aşiret bağlarının üstünde toplumsal bağların oluşmasında temel etkendir.
Ortadoğu ortaçağında kabile ve aşiret üstü toplumsal bağların oluşturulmasında her üç tek tanrılı dinin önemli bir etkisi olmuştur. Kabile ve aşireti aşan toplumsal bağların geliştirilmesi büyük bir devrimsel anlamı ifade eder. Bu gelişme yeni bir toplumun doğuşu anlamına gelir. İslam, hıristiyan ve yahudi ümmeti, kabile ve aşiret örgütlenmesini aşan toplumsal örgütlenmelerin inşa edilmesi anlamına gelir ki, somutta bu hususta karşımıza çıkan olgu halk ve milliyet gerçeğidir. Halk ve milliyet kategorilerinin oluşumunda dinler katalizör rolünü oynamıştır. Başka türlü kabile ve aşiretleri bir üst kimlikte birleştirmek çok zordur. Bunun başarılmasında dinin oynadığı rol küçümsenemez. Halklaşma ve milliyetleşme ortaçağın en belirleyici özelliklerindendir. Nasıl ki yakınçağ uluslaşmaların belirginlik kazandığı çağsa, ortaçağ da halk ve milliyet oluşumunun belirginlik kazandığı çağdır. Halk kavramına göre milliyet dine daha yakın bir kavram olup, kabile ve aşiretin din içinde ikinci plana düşmesine, söz ve karar sahibinin dini cemaat olmasına yol açar. Halk, kabile ve aşiretlerin dinin etkisiyle etnik özellikleri ağır basan kavim anlamına da gelir. Milliyet ise, dinin damgasını vurduğu, kabile ve aşiret üstünde oluşan ümmetin dili farklı olan toplumlarını ifade eder. Bir islam ümmeti çok sayıda milliyetle temsil edilebilir. Tek bir islam milliyeti zorlama bir kavramdır. Bu husus hıristiyanlık için daha da geçerlidir. Hıristiyanlıkta milliyetleşme erken başlamıştır. Yahudilikte esas milliyet Yahudiler olmakla birlikte, az sayıda diğer milliyetlere de rastlanmaktadır.
İslamla yükselişe geçen esas milliyet Araplar oldu. Araplardan sonra Farslar da şia islamıyla milliyet olarak belirginleştiler. Üçüncü sırada yer alan Türkler, 10. yüzyılla birlikte kavim ve milliyet olarak belirginlik kazandılar. Dördüncü büyük milliyet olarak belirginlik kazanmalarına karşılık, Kürtler bu hususta diğer üç milliyetten daha geri konumda kaldılar. Bu da devlet olup olmamakla ilgili bir husustur. Avrupa ulusları nasıl kapitalist devlet etrafında güçlenmişler ve devlet ulusu haline gelmişlerse, Arap, Fars ve Türk kabile boylarının daha çok devletleşmeleri de onların daha gelişkin milliyetler olarak varlık kazanmalarına yol açmıştır. Devlet olmada zayıf kalan Kürtler, üst tabakanın yoğun bir asimilasyonu yaşaması nedeniyle milliyet olarak güçsüz kaldılar. Devlet milliyetliği ancak üst tabaka açısından önemlidir. Alt tabakalar için daha önemli olan, tasavvufi tarikatlar etrafında halk olarak şekillenme, form kazanmadır. Devlet milliyetleşmede, tasavvuf cemaati halklaşmada daha etkilidir. Devlet odaklı zayıf bir milliyet gerçeği olmalarına rağmen, Kürtlerin güçlü tasavvufi tarikatlar etrafında daha demokratik, özgür ve eşit halklaşma gerçekliğini yaşamaları söz konusudur. Kürtlerin islamiyet döneminde gerek güçlü beylikler gerekse tasavvufi tarikatlar etrafında halklaşma ve milliyetleşme yolunda tümüyle geri kalmadıklarını da belirtmek gerekir. Üst tabakanın milliyetleşmesiyle alt tabakanın halklaşması arasında farklılaşma olmakla birlikte bunu abartmamak gerekir.
Kürt kabile ve aşiret kültüründen çıkışla gerçekleşen halklaşma olgusuna Kurmanc denilmektedir. Kürt insanı’ anlamına gelmektedir. Türklerde Türkmen, Araplarda Bedevi, İran’da Acem aynı anlamı içermektedir. Kurmanc aşiret ve kabile bağlarından tümüyle sıyrılmasa da, günümüze doğru hız kazanan kentleşmeyle birlikte gittikçe gelişen bir kategoridir. Tüm aşiretler ve kabilelerden çeşitli nedenlerle kopan ailelerin kalabalık köy ve kentlerde bağımsızlaşarak güçlenmesi, Kürt halklaşmasının temel gücünü teşkil etmiştir. Bu tarzda Kürtler halk olarak gelişir ve yeni demokratik uluslaşmaya doğru yol alırken, aşiret üst tabakasının zayıf milliyetten millete, ulusa geçiş yapması aynı yoğunlukta ve hızda gerçekleşmemiştir. Bu tabakanın devlet ulusu haline gelmede yaşadığı başarısızlık, demokratik uluslaşmanın Kürtlerin şansı haline gelmesine yol açmıştır. Demokratik uluslaşmayla devlet uluslaşması arasında köklü farklar vardır. İleriki bölümde bu konunun üzerinde uzunca durulacaktır.
Ortaçağ kültüründe islamlaşmayla Kürt kültürünün var oluş mücadelesindeki olumlu ve olumsuz yönleri böylece belirlemeye çalışırken, bu sürecin dinamik karakterini vurgulamak gerekir. Halklaşma ve kavimleşme daha hacimli ve gelişkin bir toplumsal formdur. Pazar etrafındaki ekonomik gelişmeyle halklaşma etrafında yeni bir halk kültürünün oluşumu, tasavvufi cemaatler, üst tabaka milliyetliliği bütünsel olarak diğer halklar gibi Kürtleri de uluslaşmanın (milletleşme) eşiğine getirmiştir.
4- İslam kültürü ve Arap-Kürt-Türk ilişkileri
Ortaçağ islam kültürü temelinde şekillenen Kürt-Arap-Türk ilişkileri Kürt gerçekliğinin gelişiminde çok önemli bir rol oynar. Özellikle 7. ve 11. yüzyıllar arasındaki dönemde, Arap-Kürt ilişkilerinde Arap-islam kültürünün etkisi altında ortaya çıkan bir yandan beylikler halindeki iktidar devlet oluşumları, diğer yandan tasavvufi tarikatlar temelindeki sivil toplum oluşumları Kürtlerin halklaşma, kavimleşme ve milliyetleşmeleri yolunda (her üç kavram arasında pek az fark vardır) önemli gelişmeler yaşamalarına yol açmıştır. Daha önceki yüzyıllarda Fars-Kürt ilişkilerinde de benzer gelişmeler yaşanmıştır. Bunları taslak halinde değerlendirmiştik. Bu sürecin devamında gelişen Kürt-Türk ilişkileri her iki halkın özellikle varlıklarını korumalarında çok daha önemli stratejik ilişkilere dönüşmüştür.
Orta Asya’nın gerek iklimsel gerekse toplumsal koşullarında meydana gelen olumsuzluklar nedeniyle 10. yüzyılda Ortadoğu’ya doğru göçlerini hızlandıran Türk boyları, kendileri için sürekli yaşayabilecekleri yeni yurtlar arama peşindeydiler. Geleneksel İran imparatorluk arazilerinde fethe dayalı yerleşkeler oluştursalar da, bunlar pek kalıcı olamamıştı. Hem iç boy ilişkilerinde hem de komşu kavimlerle ilişkilerde sürekli iktidar boğuşmalarını yaşıyorlardı. Çatışmalar kalıcı ve güvenlikli bir yerleşmeye çok az olanak tanıyordu. Dolayısıyla daha batıya doğru ilerleyerek Arap ve Bizans imparatorluk arazilerine açılmaları zorunluluk arz ediyordu. Bu sefer kavim olarak karşılarına Araplar, Kürtler ve Ermeniler çıkıyordu. Arap Abbasi sultanlarının en önemli devşirme askerleri Türk kökenliydi. Bu yöntemle ancak en seçkin savaşkan Türkler iskan edilebilirdi. Kaldı ki, bunlar kısa sürede kolayca Araplaşıp kendi kabile kültürleriyle bağlarını kesebiliyorlardı. Geriye kalan geniş boy birliklerine acilen yerleşim alanlarının sağlanması temel sorun olarak duruyordu. Arap sahasına, özellikle bugünkü Irak’tan Mısır’a kadar uzanan alanlarda askeri yetenekleri temelinde Atabekler ve hanedanlar olarak birçok beylik oluşturmuşlardı. Fakat akınların büyüklüğü karşısında bu beylikler ihtiyacı karşılayamıyordu. Burada da askeri devşirme olgusu temel olup, geri kalan Türk boyları daimi bir arayış halinde olmaya ve göçebe olarak yaşamaya devam ediyorlardı. Kürtlerle tarihsel temasları bu arayışlar sırasında gelişti.
Hem beylikler hem de sivil toplum olarak Kürtlerin bu dönemdeki (11. ve 12. yüzyıllar) temel sorunu, bir yandan Arap sultanları ve işgalcileriyle süregelen gergin, çatışmalı ve uzlaşmalı ilişkilerden, diğer yandan Bizans İmparatorluğu’nun Roma’dan kalma geleneksel yayılma ve işgal hattı üzerinde bulunmalarından ötürü sürekli sıkışmalarından kaynaklanıyordu. Güneyden çöllük alanlardan, ta Yemen’den gelişen ve geçmişi El Ubeyd kültürüne (MÖ 5000-4000) kadar uzanan semitik kökenli kabile saldırıları bitmek nedir bilmiyordu. Akadlar, Babilliler ve Asurlular döneminde imparatorluk desteğiyle devam eden bu Kuzey’e (cennet kavramına yol açan arazilere, coğrafyaya) doğru yayılmalar, MÖ 5. yüzyıldan itibaren gelişen Arap istilalarıyla daha da hız kazandı.
İslamiyetle birlikte Araplar çığ gibi büyüyen istilalarıyla Avrupa, Kafkasya ve Orta Asya içlerine kadar sel gibi akarken, bundan en büyük zararı kuzeydeki Aryen kökenli geleneksel topluluklar ve bunların önde geleni olan Proto Kürtler ve Kürtler gördüler. Kürtler belli bir direnmeden sonra islamlaşarak, Kürt kabile üst tabakası Arap-islam asimilasyonunu kabul ederek, alt tabaka tasavvufi sivil toplumlar oluşturarak ve geleneksel olarak hep yapıldığı gibi dağların doruklarına ve enginliklerine çekilerek varlıklarını koruma stratejileri geliştirdiler. Bahsedildiği gibi, bu stratejilerle varlıklarını olumlu ve olumsuz yönleriyle birlikte korumayı ve geliştirmeyi başardılar. İşbirlikçi üst tabaka olumsuz yönü ağır basan Sünni bir milliyetleşmeyi (kendini ağırlıklı olarak Arap milliyetinden sayma, işine geldiği vakit Kürtlüğü kullanma) varlık gerekçesi haline getirirken, alt tabakalar olumlu yönü ağır basan sivil toplum karakterli tasavvuf tarikatlar (özellikle medreselerde) temelinde halklaşma yolunda ilerlediler ve ortaçağda Kürt gerçekliğine önemli katkılar sağladılar.
Kuzeyden ve batıdan gelen, İskender’le başlayan, Roma ve sonrasında ardılı olan Bizans İmparatorluğu’yla birlikte İran, Pers, Part ve Sasani İmparatorluklarına yönelen saldırılar, ağırlıklı olarak Kürt kökenli toplulukların temel yaşam alanlarında gerçekleşiyordu. Kuzeyden, güneyden ve batıdan gelen bu tarihsel saldırı akınları, Türk boy ve beylikleri ve ardından gelen imparatorluklarının akınlarıyla İran İmparatorluğu’nu yıkmaları sonrasında, doğu yönünden güç kazanarak ve katlanarak gelişti. Böylelikle cennet olarak tabir edilen topraklar lanetli topraklar haline geldi. Kürtlerin talihsizliği ve lanetliliğinin arkasında böylesi acımasız savaşlarla yüklü bir tarihin bulunduğunu önemle belirtmek gerekir. İster kabile ve aşiretler olarak varlık bulsunlar, ister kavim olarak varlık kazansınlar, Kürtler dıştan kaynaklı ve her dem iç uzantıları bulunan olumsuzlayıcı güçlerin farkındaydılar. Türk beylik, sultanlık ve kabile boylarıyla bu ahval ve şerait içinde karşılaştılar. Her iki güç de tecrübeli ve savaşkandı. İlk temaslarında bazı çatışmalar yaşasalar da, ağır basan yön dostluk ve uzlaşmaydı. İki tarafın da buna şiddetle ihtiyacı vardı. Çatışma yolunu tercih etmeleri her iki tarafa da stratejik olarak kaybettirebilir, birlikte tükenebilirlerdi. Bu yönlü bilincin her iki tarafta da var olduğu anlaşılıyordu.
Abbasi halifesinden sultanlık unvanı alan Oğuz-Selçuklu Hanedanı’ndan Sultan Alparslan, Anadolu’nun kapılarını açmak için Kürdistan’da müttefik bulma peşindeydi. 1071’de Malazgirt Savaşı’na hazırlanırken, dönemin güçlü Kürt beylikleri ve aşiretleriyle ilişkiler geliştiriyordu. Bunun sonucunda Meyafarqin (Silvan) merkezli Mervani Sultanlığı’nda aradığı müttefikleri buldu. Yörenin birçok aşiretinden de kendi kabile güçlerine denk bir kuvvet derledi. Sanıldığının aksine, Bizans İmparatorluğu’na karşı verilen Malazgirt Savaşı sadece Türk boylarından derlenen güçlerle değil, en az onlar kadar Kürt aşiret ve beylik güçleriyle verilen ve kazanılan bir savaştı. Malazgirt Savaşı’nı doğru çözümlediğimizde, Kürt-Türk ilişkilerindeki temel stratejik mantık da anlaşılacaktır. Durum özce şöyledir: Kürtler batıdan ve kuzeyden gelen Roma ve Bizans saldırılarına karşı varlıklarını korumak ve geliştirmek için güçlü müttefiklere ihtiyaç duyuyorlardı. Arap-islam güçlerinde bu imkanı gördüler. Türk boylarının bölgeye gelişine kadar Arap güçleriyle geliştirdikleri ilişkiler temelinde hızla islamlaşmalarının temel nedenlerinden biri bu güvenlik ihtiyacıydı. Türk boylarının yeni yurt ihtiyaçları onları ya Kürtlerle savaştırıp işgalci güç konumuna düşürecekti, ya da bu mümkün olmazsa, ittifak kurup Bizans İmparatorluğu’nu daha da batıya sürerek kendilerine yerleşkeler kuracaklardı. Her iki taraf Malazgirt Savaşı’na bu stratejik mantıkla girdi. Savaş kesinlikle Bizans İmparatorluğu’na karşı Kürtlerle Türklerin ortak savaşıydı.
Bu savaşın sonuçları açıktır: Türk boyları için Anadolu’nun kapıları açılmış, tarihi bir dönem başlamıştır. Kürtler ise kendilerini yüzyıllardan beri sürekli baskılayan ve geriye iten tarihi bir engelleyici güçten kurtulmuş olmaktadır. İslam bu ilişkide harç görevini görmüştür. İslami örtü altında verilen ortak savaş, aslında kabile ve aşiret özellikleri ağır basan iki halkın varlıklarını koruma ve geliştirme amaçlıydı. Başarısızlık daha o zaman her iki halk için varlıklarını yitirme ve gerileme anlamına gelecekti. Resmi tarih Malazgirt Savaşı’nı hep Türk Sultanı’nın büyüklüğüne bağlayıp özünü gizler. Malazgirt Savaşı en az Türkler kadar Kürtlerin de savaşıdır. Resmi tarihte yazılı olmamak bir gerçekliği ortadan kaldırmaz.
Zaman zaman çatışmalarla bozulsa da, Kürt-Türk ilişkilerinde bu mantık günümüze kadar geçerliliğini sürdürecektir. Türklerin Anadolu içlerine yerleşmeleriyle birlikte, bu yeni strateji geçerliliğini hep koruyacaktır. Tarihin kritik anlarında her iki güç ancak birlikte davrandıklarında başarılı olabileceklerini hatırlayacaklardır. Kürt Eyyubi Hanedanlığı’nda, birçok Anadolu Beyliği’nde ve Osmanlılar döneminde bu mantık hep işleyecektir. Tarihin derinliklerine uzandığımızda, Hitit-Mitanni (MÖ 1600’ler) ilişkilerinden beri Anadolu ve Mezopotamya’daki güçler arasında benzer bir stratejinin işlediğini görmekteyiz. Hem halk ve sivil güçler hem de iktidar güçleri olarak bu iç içelik yaşanacaktır. Sadece batıdan değil, doğudan ve güneyden gelen tehditlere karşı da bu ortak savunma stratejisi işleyecektir. Osmanlı Sultanı Birinci Selim, İran Safevi Hanedan İmparatorluğu’nun yayılmasını yine benzer bir ittifak anlayışıyla durdurmuştur. Aynı tarihlerde (1514-1517) güneyden gelen Mısır merkezli Memlük Sultanlığı da İdris-i Bitlisi öncülüğünde kurulan ittifakla önce durdurulmuş, sonra yıkılmıştır. 1920’lerdeki Kurtuluş Savaşı’nda da aynı strateji yürürlükte olacaktır.
İran Safevi Hanedan İmparatorluğu’nun yayılmasına karşı verilen 1514 yılındaki Çaldıran Savaşı’nda Yavuz Selim’in ordusunda yeniçerilerden daha fazla Kürt beylik ve aşiret kuvvetleri vardır. Savaş hem verilen yer hem de askeri bakımdan Osmanlı-Kürt ittifakıyla (Amasya’da yirmi sekiz Kürt Beyi ile Yavuz Selim arasındaki protokol) kazanılmıştır. Memlüklerin Urfa ve Mardin’deki hakimiyeti göz önüne getirildiğinde, Mercidabık (Kuzey Suriye’de Halep’e yakın bir yer) Savaşı’nın da benzer karakterde olduğu görülür. Her iki savaşın stratejik olarak Kürtlerin var oluş ve bağımsızlığında önemli rol oynadığını belirlemek son derece gerçekçi ve gereklidir. Şoven tarih hep gerçeklerin üzerini örtmüştür. Selçuklu, Eyyubi ve Osmanlı Hanedanlıkları döneminde Kürdistan coğrafyasında verilen savaşları ağırlıklı olarak Kürtlerin işgalci güçlere karşı savaşları biçiminde değerlendirmek en doğrusudur. 1920-22’deki Ulusal kurtuluş savaşı da buna dahildir. Türklerin bu savaşlardan kazancı, Kürtler olmaksızın barınamayacakları Anadolu’da kalıcı bir yurtluk kazanmış olmalarıdır.
Kürtlerin Türk kavimleri, beylik, sultanlık ve boylarıyla kurduğu ilişkilerin mahiyeti doğru kavranmadan, her iki toplumun var oluş tarihleri doğru yazılamayacaktır. Kürtlerin Türklerle ilişkilerinde varlıkları asimilasyonla ya da askeri zorla tehdit altına girsin diye değil, varlıklarını birlikte daha güçlü korumak ve geliştirmek için bu stratejiyi benimsediklerini çok iyi anlamak gerekir.
Türklerin tarihsel derinliği olan zihniyetlerinde de aynı stratejik mantık geçerlidir. Objektif olarak Batı ajanlığı anlamına gelen Beyaz Türk Faşizmi’nin son yüz yıldır bu stratejik mantığı ve tarihsel işleyişi inkar eden tavrının temelinde her iki toplumsal kültüre karşı komplocu niyet ve uygulamaları vardır. Daha inşa edildiği ilk dönemlerden beri özü böyle olan ilişkilere inkar, imha, asimilasyon ve soykırımı dayatmak, her iki toplumsal kültüre en büyük ihanet olup birlikte kaybetmeleriyle sonuçlanacaktır.
Ortaçağda toplumlar arasındaki ilişkilere damgasını vuran olgu dindir. Din ortaçağda bugünün milliyetçiliği gibi bir etkiye sahiptir. Fakat toplumsal gerçeklikte din ideolojik bir örtü olup, asıl varlığı dil ve geleneksel kültür oluşturur. Kürtlerde de dil ve kültürlerinin islami örtü altında gösterdiği değişim olumlu ve olumsuz yönleriyle devam etmiştir. Bu çağda daha da belirginleşen halklaşma ve kavimleşme olguları kültürel gerçekliğin temel boyutlarından biri haline gelmiştir. Aşiretsel ve dinsel zihniyetle birlikte kavimsel zihniyet de gelişim göstermiştir.
5- Kürt gerçekliğinde Ermeni-Süryani-Yahudi etkileşimi
Ortaçağın Kürt gerçekliğinde hıristiyanlar (Ermeniler, Asuriler) ve Yahudilerin etkileşimi de önemli rol oynamıştır. İslamdan altı asır önce inşa edilen hıristiyanlık, bir dini duygu ve düşünce olması itibariyle daha erkenden etkileyici olmuştur. Başlangıç itibariyle daha çok yoksullaşanlar ve baskı altında yaşayanların bir hareketi halinde gelişmiştir. Hıristiyanlığın doğuş döneminde Roma İmparatorluğu’nun bölge üzerinde doruk noktasına varan bir egemenliği söz konusudur. Bu egemenlikten en çok Helenler, Asuriler ve Ermenilerle kısmen Kürt ve Arap kökenliler acı çekmektedir. Yahudilerin de yoksul kesimleri oluşmuştur. Yahudi kabileciliği artık dar gelmektedir. Üst tabakası Roma’yla işbirliğine yöneldiğinden, parçalanma daha kökten olmuştur. Hz. İsa bu radikal bölünmenin ürünüdür. Yoksulların dini önderi olarak ortaya çıkmıştır. İsevilik aslında Yahudilikten türeyen ikinci büyük dini oluşumdur. Yahudiler kabilelerinin Kutsal Kitabı olan Eski Ahit’ten ötürü derinliğine parçalanmamıştır. Ayrılanlar azınlıkta kalmıştır. Yeni din en çok Helen, Ermeni ve Asuri kökenliler üzerinde etkili olmuştur. Miladi 3. yüzyılda hıristiyanlığın yayılması hızlanmıştır. 4. yüzyıl büyük dönüşüm yüzyılıdır. Her üç halk, çoğunluğu itibariyle hıristiyanlaşmıştır. Hıristiyanlaşma Roma köleliğinden kopuş anlamını da taşıdığından, bir nevi erken milliyetçilik rolünü oynamıştır. Bu milliyetçilik kapitalist ulusçuluktan farklı olmakla birlikte proto ulusçuluk rolündedir. Dolayısıyla erken kapitalizm nüvelerini de taşır. Kapitalizmin hıristiyanlığın bağrında hegemonikleşmesi tesadüfi değildir. Roma İmparatorluğu’nun 4. yüzyılda ikiye bölünmesinde hıristiyanlık büyük rol oynamıştır. Doğu Roma’nın yani Bizans’ın oluşumunda hıristiyanlık belirleyici olmuştur. Kısa süre sonra Batı Roma da hıristiyanlaşmıştır. Katoliklik ve ortodoksluk bu bölünmenin ideolojik ifadesidir. Latince katolik kültürün, Grekçe ortodoksların ifade dili olmuştur. Ermeni ve Süryani-Keldaniler (hıristiyanlaşmış Asuriler) de kendi mezheplerini inşa etmede gecikmemişlerdir. Bu bölünmeler Ortadoğu kültüründe köklü ayrımları da beraberinde getirmiştir. Helen, Ermeni ve Süryani ayrışması hız kazanmış, bu topluluklar adeta erken doğum yapan proto uluslar haline gelmişlerdir.
Bu halkların gerek maddi gerekse manevi, entelektüel seviyeleri diğer halklar, özellikle Kürt ve Arap kabilelerinkinin oldukça üstündedir. Aralarında farkın açılması kaçınılmazdır. Her üç halk da Ortadoğu’nun en eski kent kökenli halkıdır. Kent kökenli olmak kültürel üstünlük sağlar. Kuzey’deki dağ Kürtleriyle güneydeki çöl Araplarının bu üstünlük karşısında çelişkiye düşmeleri doğaldır. Kaldı ki, Bizans’ın ortodoks Helenlere, Sasanilerin farklı mezheplere mensup Ermeniler ve Süryanilere sahiplik etmeleri var olan çelişkileri daha da karmaşık hale getirmiştir. 7. yüzyılda islamiyet’in doğuşu ve her iki imparatorluk ve bağlı mezhepleri karşısında hızla üstünlük sağlaması çelişkileri hem arttırmış hem de şiddetlendirmiştir. Yahudilikle geleneksel çelişkiler de her zaman kaosun tetikleyicisi olmuştur.
İslamiyetle birlikte Kürt coğrafyası (bu coğrafya 11. yüzyıldan itibaren Kürdistan olarak literatüre geçecektir) bu yeni çelişkiler karmaşasının tam göbeğindedir. Araplar, Farslar, Kürtler, Süryaniler, Ermeniler ve kısa süre sonra Türklerin güç gösterisi alanına dönüşmüştür. Kürdistan daha üstte Bizans ve İslam İmparatorluğu’nun (daha öncesi Sasanilerin) temel çarpışma alanı konumundadır. Kürtler kuzeylerinde daha çok Ermeniler, güneyde Süryaniler, batıda Rumlar ve doğuda ise Farisilerle iç içeydiler. Çoğunluk halkı oluşturmalarına rağmen, bu komşu halkların özellikle kentlerdeki gücüyle daimi temas halindeydiler. Kendileri çoban ve ziraatçı halk olarak varlık kazanırken, Ermeniler ve Süryaniler kentli zanaatkar halk olarak var oluş halindeydiler. Böylece aralarında tarihsel bir işbölümü de gerçekleşmiş oluyordu. İlişkiler çelişkili olmaktan çok simbiyotik (karşılıklı birbirini besleme ilişkisi) ilişki niteliğindeydi. Bu ilişkilere Yahudileri de dahil etmek gerekir. Yahudilik daha doğuşunda Kürt coğrafyasıyla yakın bağ içinde olmuştur.
Bu dönemde Kürtlerin büyük çoğunluğu zerdüşti inancı paylaşırken, kısmen yahudileşen ve hıristiyanlaşan azınlık Kürtler de oluşmuştur. İslam’ın bölgeye girişiyle bu denge kökten değişmiştir. Süryaniler, yahudiler ve Rumlara (islami örtü altında hıristiyanlar ve yahudilere) karşı Araplar bugünkü Irak ve Suriye’de üstünlük kurmuşlardır. Mısır’da Kıpti hıristiyanlara karşı aynı durum yaşanmıştır. Türkler Anadolu’da Rumlar ve kısmen Ermeniler karşısında üstünlük ve çoğunluk sağlamıştır. Kürdistan’da Ermeniler ve Süryaniler karşısında Kürtler benzer bir üstünlük ve çoğunluk sağlamıştır. Buradaki kavim isminden kavmin içindeki üst tabakanın hegemonyası anlaşılmalıdır. Tüm çatışmalar ve fetihlere rağmen, alt tabakalar ve halklar arasındaki ilişkiler ağırlıklı olarak dostça sürmüştür. Kürtler Ermeni ve Asuri kavimleriyle iç içe yaşamışlar ve ortaklaşa birçok uygarlık ve kültürel girişimlerde bulunmuşlardır. MÖ 2.000’lere kadar uzanan bu yönlü ilişkilerin varlığı tarihsel olarak da tespit edilebilmektedir. Kavim beylikleri arasındaki tüm iktidar çekişmeleri ve mülk kavgalarına rağmen, 19. yüzyılın başlarına kadar Ermeni, Kürt, Türkmen ve Süryani halkları arasında yoğun kültürel ilişkiler yaşanmıştır. Bu ilişkiler ağırlıklı olarak simbiyotik olup, hem maddi hem de manevi kültürel alanlarda gelişmiştir. Bu halkların kaderlerini köklü olarak değiştirecek olumsuzluklar yaşanmamıştır. Var olan çelişkiler daha çok kavim üst tabakalarının çıkarları temelinde kışkırtılıp çatışmalara dönüştürülmüştür. Alt tabakaların dinsel ve mezhepsel farklılıkları saygıyla karşılanmış, dostluğun ve kardeşçe ilişkilerin önünde engel olarak görülmemiştir. Tarihin hegemonik güç ve ideolojiler temelinde yazılıp propaganda edilmesi bu gerçekliğin üstünü örtemez, ortadan kaldırmaya yetmez.
Ortadoğu’da ortaçağın sonlarına doğru gelindiğinde, Kürt gerçekliğinin islam kültürüyle kurduğu ilişkiler önemli sonuçlar doğurmuştur. Yaklaşık bin yıl süren bu ilişkilerin olumlu ve olumsuz yönde etkileri olmuştur. Olumsuz yönü, Arap dili ve kültürünün asimilasyonist etkisidir. Araplaşma ve Arapça’nın etkisi yüzyıllarca sürmüştür. Bir sınıf olarak oluşan Kürt üst tabakası halk kültüründen uzaklaşmış, geleneksel işbirlikçilikte mesafe kat etmiştir. Bu işbirlikçiliğini 16. yüzyıldan itibaren Osmanlı-Türk Hanedanlığı’yla daha da geliştirmiş, Ermeni ve Süryani halklarıyla zaman zaman çatışmalara girmiştir. Egemen işbirlikçi sınıf olarak, Kurmanc denilen kesimlerle kabile ve aşiretlerin yoksul tabakaları üzerinde baskı ve sömürüsünü geliştirmiştir. Olumlu yönleri, halk kavim olarak Kürtlerin bu dönemde ilk defa bu ismi resmen ve fiilen kullanmaları ve coğrafyalarına artık resmen Kürdistan denilmesidir. Özcesi, ülke ve halk ismi bu dönemde kesinleşmiştir. Kürt dilinde edebi eserler yazılmıştır. Şerefxan’ın Kürdistan Tarihi, Ahmedê Xanî’nin Mem û Zîn’i, Feqiyê Teyran’ın şiirleri başta olmak üzere Kürtçe yazılmış birçok bilimsel ve edebi eser bu dönemin ürünüdür. Kürt kabile ve aşiretlerinin kısmen çözülmesiyle birlikte Kurmanc kategorisi oluşmuş ve bunlar birçok yerleşik köy ve kentin esas nüfusunu oluşturmuşlardır. Halklaşmanın belkemiği kabile ve aşiret üyelerinden giderek yeni serbest emekçiler haline gelen Kurmanclara kaymıştır. Sultanlık ve beyliklerin olumsuz olan iktidar, ekonomi ve ideoloji alanındaki tekelci hegemonyasına karşı başta tasavvufi tarikatlar, alevilik ve êzîdîlik olmak üzere sivil toplum benzeri birçok yeni kategorik grup oluşmuştur. Tüm bunlar demokratik içeriği güçlü olan kategorik gelişmelerdir. Özcesi, 19. yüzyıl başlarına gelindiğinde, Kürt gerçekliği dünya genelinde yaşanan toplumsal kültür ve kavim gerçeklerinden geri olmayıp oldukça ilerisindedir.