KÜRTLERİN STATÜ KAZANMASI ORTADOĞU HALKLARININ ÖZGÜRLÜĞÜNÜ GETİRECEKTİR
Bölgede büyük bir savaş yaşanıyor. Buna III. Dünya Savaşı dendi. Aslında böyle bir savaş durumunun ortaya çıkmasında Kürdistan’daki sömürgeci ve soykırımcı statü ve ona karşı Kürt toplumunun gösterdiği direniş önemli bir rol oynadı. I. Dünya Savaşı’nın ortaya çıkardığı bölge ve Kürdistan statüsüne karşı Kürt halkının bütün parçalarda geliştirdiği isyanlar, böyle bir sürecin ortaya çıkmasının tarihsel temelini oluşturuyor. Bunlara 20. yüzyılın son çeyreğinde Kürdistan’ın tümünü içine alacak şekilde bir ulusal demokratik direniş hareketi olarak PKK isyanının eklenmesi, mevcut kapitalist modernite statükosunun Kürdistan’da reddedilerek yıkılması, darbelenmesi, parçalanması durumunu yarattı. Bu duruma küresel düzeyde yaşanan gelişmelerin sonucu da önemli bir etki yaptı. Bir yandan reel sosyalizmin çözülüşü, diğer yandan ulus üstü sermayenin daha fazla kar ve sömürü arayışının eklenmesiyle yeni bir dünya savaşının ortaya çıkmasını beraberinde getirdi. Önder Apo, son yirmi yılı aşkın süredir Ortadoğu merkezli olarak yaşananlara ‘yeni bir dünya savaşı’ dedi. Artık dünya da herkes bunu bu biçimde tanımlıyor. Yaşanılanların bir dünya savaşı olduğunu kabul ediyor. Bu savaşın önceki iki dünya savaşı gibi askeri yoğunluk değil de ideolojik ve siyasi yoğunluklu sürdüğü de görülüyor ve değerlendiriliyor. Ortadoğu merkezli olmak üzere Doğu Avrupa’da, Asya’da, Afrika’da bütün yerkürede yaşanan bir savaş olma özelliğini de taşıyor.
Bu süreç Körfez Savaşı’yla Ortadoğu’da başladı. Şimdi Suriye üzerindeki savaşla gelişim seyrinin nasıl olacağı noktasına odaklanmış bulunuyor. Şunu unutmayalım; III. Dünya Savaşı dediğimiz gelişmeler, I. Dünya Savaşı’nın yarattığı statükoyu değiştirmek üzere gündeme gelmiş bulunuyor. Bu konuda da birinci derecede statükosu değiştirilmesi gereken coğrafya Kürdistan coğrafyasıdır. Kürdistan, I. Dünya Savaşı’nın yarattığı kapitalist dünya hegemonyasının yok sayarak, yok etmek istediği yerdir. 20. yüzyıl bölge statükosu Kürt toplumu, üzerinde fiziki ve kültürel soykırım uygulanan bir gerçekliği ifade ediyordu. Aslında statükonun yaratılma sürecinde Ermeniler başta olmak üzere Asuriler, Rumlar soykırımdan geçirildiler. Ama esas olarak küresel kapitalist modernite sistemi, Kürt soykırımı üzerinde inşa edilmek istendi. Dolayısıyla doksan yıla yayılan bir soykırım süreci Kürdistan ve Kürtler üzerinde uygulanıyor. Bu soykırımı reddetme, soykırıma karşı direnme, soykırım statüsünü yok etme mücadelesi aslında mevcut dünya düzeyinde yaşanan, adına III. Dünya Savaşı denen yeni savaş sürecini yaratan temel gerçeklik oluyor. Bu bakımdan bu dünya savaşının temelinde Kürtlerin dünya ve bölge gericiliğiyle savaşı vardır. ABD ve NATO’nun özgür Kürt gerçeğiyle savaşması bu anlama geliyor.
Kürt isyanlarını ve Arap direnişini bastırma girişimleri
Bunu hiç basite almamak lazım. Kürdistan’da yaşananları dar, yerel, bölgesel bir olay olarak görmemek gerekli. O tür yaklaşımların hepsi bizi yanlışa götürür. Böyle dendiğinde bazı liberal çevreler Kürtlerin kendisini aşırı derecede abartması, dünyanın merkezine koyması olarak, ifade etmeye çalışıyorlar. Onlardan etkilenerek Kürdistan’da yaşananları yerel ya da bölgesel bir olay gibi görmemek lazım. Onlar şovenizmin etkisi altındaki değerlendirmelerdir. Aslında doksan yıldır Kürdistan’a dayatılan, fiziki ve kültürel soykırımın inceltilmiş bir ifade tarzı oluyor. O tür çevreler sömürgeciliğin AKP döneminde yeni koşullara göre uyarlanmış çizgisinde bulunuyorlar. İnceltilmiş bir biçimde Kürt soykırımını sahipleniyorlar, savunuyorlar. Soykırımcı tarafta yer alıyorlar. Bundan hiçbir kuşkumuzun olmaması lazım. Bu bakımdan da mevcut savaş durumunun Kürdistan’daki direnişle bağını görmemiz lazım. Daha doğrusu Kürdistan üzerinde yaşanan mücadelenin Ortadoğu merkezli bu dünya savaşının temeli olduğunu iyi bilmemiz gerekiyor.
İkinci halka Arap direnişidir. Körfez Savaşı’yla bu sürecin askeri boyutla başlamış olması bir tesadüf değildir. Bunu ne Amerika’nın özgürlükçülüğüyle, ne de Saddam rejiminin Hitler’ciliğiyle ifade edebiliriz. Bu tür ifadelerin hepsi yanlıştır, yanılgıyı içeriyor. Birilerinin kendisini kurtarması, yaptığı saldırganlığı maskelemesi amacı güdüyor. Biz öyle yaklaşamayız, öyle değerlendiremeyiz. Bu tür ifadelerin hepsi aslında gerçeği derinden görmeyi, anlamayı zayıflatıyor. Gerçeklerin üstünü maskeliyor. Tersine bu yeni Dünya Savaşı’nın Körfez’de başlamasının küresel kapitalist hegemonyanın Ortadoğu statükosuyla kopmaz bağı vardır. 2011’de Tunus’tan, Mısır’dan başlayan Arap isyanıyla dünya savaşının bugün Suriye’de odaklanmasıyla daha da alevlenmiş olması bir tesadüfü oluşturmuyor. Tersine şunu biliyoruz ki; I. Dünya Savaşı’yla gerçekleşen kapitalist küresel hegemonyanın Ortadoğu’da yarattığı statükonun yok sayıp yok etmeye çalıştığı ülke ve toplum Kürdistan ve Kürtlerken, bölüp parçalayarak ağır bir sömürgeci baskı altına aldığı, ikinci sınıf toplum haline getirdiği, tarih içerisindeki toplumsallaşmanın yaratılması, neolitik devrimden Sümer uygarlık çıkışından islam devrimine kadar insanlığa öncülük eden Arap toplumsal gerçekliğini hakaret düzeyinde bölüp parçalayıp ikinci, üçüncü sınıf durumuna düşürmenin yarattığı sonuca duyulan öfke ve tepkiyle bu direnişin ortaya çıktığı tartışma götürmüyor. Bunu öyle sadece dar bir biçimde, ulus devlet sistemiyle de izah edemeyiz. Hele hele Saddam, Mübarek ya da Kaddafi rejimlerinin etkisiyle bunların faşist, diktatör karakterlerine karşı sözde demokrasi savaşı yürütüldüğüyle hiç izah edemeyiz. Ortada öyle bir durum yoktur. Yerine gelenler Saddam diktatörlüğünden çok mu farklı? Kaddafi’nin yerini alanlar çok mu farklı, çok mu özgürlükçü? Değil. Bunlara karşı saldırı yürüten Amerika ve NATO güçleri çok mu demokrat ve insancıl? Öyle olmadığını herkes biliyor ve kabul ediyor.
O halde eski iktidar güçleriyle yeni iktidar olmak isteyen güçler arasındaki savaşı Ortadoğu’da yaşanan savaş olarak algılayamayız, değerlendiremeyiz. Onlar görünüşte olan savaştır ya da iktidar blokları arasında süren savaştır, çatışmadır. Kimin iktidar olacağı, toplumlar ve zenginlik kaynakları üzerinde hangi iktidar bloğunun egemen olacağı kavgasını ifade ediyor. Toplumları demokratikleştirme ve özgürleştirme savaşı değildir. Kuşkusuz halkların birikmiş özgürlük ve demokrasi özlemi vardır. Ancak gelinen aşamada bunlar tali kalmıştır. Belki ilerde ortaya çıkan yeni dinamiklerin etkisi daha fazla görülecektir. Ancak mevcut durumda toplum üzerinde baskı ve sömürüyü kimin yapacağı kavgasından ileri gitmiyor. Anlamları o kadardır. Oysa onun gerisinde çok daha derin bir çelişki ve çatışma yaşanıyor. Çok derin bir mücadele var. Önder Apo bunu, “merkezi uygarlıkla demokratik uygarlık arasında, devletçi paradigmayla demokratik toplum paradigması arasında, iki tarih arasında süren mücadele” olarak tanımladı. Bugün böyle bir mücadele Ortadoğu üzerinde yeni bir dünya savaşı olarak net bir biçimde yaşanıyor.
I. Dünya Savaşı’nın yarattığı statüyü Kürtler de, Araplar da kabul etmemiş bulunuyor. Kürt ve Arap direnişlerini bastırabilmek, Ortadoğu’nun tarihsel değerlerine ve güncel zenginlik kaynakları üzerinde yeniden daha güçlü bir egemenlik kurmak için Ortadoğu’ya yönelik bir emperyalist saldırı söz konusu oluyor. Bölgenin geleneksel iktidar bloklarıyla, küresel emperyalist hegemonya güçleri arasında bir iktidar çatışması yürütülüyor. Ortadoğu’ya yeniden el koyma çatışması. Aslında bütün bunlar mevcut statükoyu reddederek Ortadoğu’yu tarihiyle yeniden birleştirmeyi hedefleyen, halkların demokratik birliği ve kardeşliğini yeniden tesis etmek isteyen demokratik halk hareketlerine, demokratik devrimlere karşı bunları bastırmak, ezmek üzere bu iktidar çatışması geliştiriliyor, sürdürülüyor. Onu görelim. Temel çelişki ve çatışma bölgenin iktidar bloklarıyla küresel emperyalist güçler arasında olan değildir. Temel çelişki ve çatışma halkların tarihten gelen demokratik değerleriyle bölgenin ve kapitalist sistemin hegemonik iktidar güçleri arasında yürütülen mücadeledir. Bu mücadele bugün Suriye üzerinde odaklanmış durumda.
Kürtler yüzyıllardır köleliğe karşı direniyor
Kırk yıldır PKK öncülüğünde başlatılan direniş aslında Kürdistan’da eski statükoyu önemli ölçüde parçaladı. Kürt’ü inkar eden ve imha etmek isteyen sistem hükmünü icra edemez hale geldi. Güney Kürdistan’da zayıf da olsa, iktidar paradigmasına da dayansa bir Kürt iradesi ortaya çıkmaya başladı. Kuzey Kürdistan halkı yirmi iki yıldır yemiyor, içmiyor serhildan halindedir. Özgür ve demokratik yaşam için direniyor. Kendisine dayatılan baskıyı, sömürüyü, köleliği, terörü asla kabul etmiyor. Hepsini reddederek hepsine karşı direnme gücü gösteriyor.
İran’daki durum biraz daha farklı. Hem Doğu Kürdistan halkının mevcut statüye karşı direnişi var hem de İran’ın son otuz yıldır bölgedeki statükoyu zorlayan farklı bir uç olarak çıkan, revizyonistlik yapan bir siyasi duruşu var. Bu küresel kapitalist hegemonyayı kendisinin etkin olacağı bir bölgesel statüko temelinde zorlayan bir duruştur. Revizyonistliği buradan geliyor. Değişimini istiyor, bir tür o statükoyu kendi lehinde değiştirmeyi içeriyor. Ancak İran’da esas etken bu değildir. Esas olan İran toplumlarının mevcut durumu kabul etmeyişidir. Doğu Kürdistan toplumu da mevcut statükoyu kabul etmeyen İrani toplumların başında geliyor. Aslında baştan beri bu statükoya karşı direnmiş bulunuyor. 1930’lu, 1940’lı yıllarda da direndi. II. Dünya Savaşı içinde ve sonrasında Mahabad Kürt Cumhuriyeti gibi bir Kürt iradeleşmesinin ocağı oldu. Daha sonrasında da KDP, Komala gibi çeşitli örgütler biçiminde hep bir isyan durumunu yaşadı. 2000’den beri PKK’nin bütün Kürdistan çapında geliştirdiği ulusal demokratik direnişle en güçlü bir biçimde birleşen, bu direnişin yürütülmesinin temel kaynaklarından, güç kaynaklarından olma özelliği taşıyan bir konuma ulaşmış durumda.
Kürdistan’ın bir diğer parçası Batı Kürdistan oluyor. Dikkat edelim, aslında Kürdistan’da tüm bu gelişmelerle mevcut statüko yıkılmış durumda. Kalıcı bir sistem, statüko oluşmuş olmasa da eskisi yıkılmıştır. Batı Kürdistan toplumu daha önce Güney Kürdistan’da gelişen isyana destek verirken, 1980’den beri otuz yıldır da Kuzey’de PKK’nin geliştirdiği savaşın en güçlü dayanaklarından birisi olmuştur. Yine yurtdışına savrulmuş Kürtler de özgürlük mücadelesinin güçlü dayanağı haline gelmiş bulunuyor. Soykırım sisteminin Kürt’ü yok etmek, toplum olmaktan çıkartmak için dünyanın dört bir yanına savrulmasına karşılık, Kürt toplumu PKK öncülüğünde gelişen ulusal demokratik direniş etrafında nerede bulunursa bulunsun, birleşerek bu soykırım siyasetini boşa çıkartmış durumda. Şimdi Arap isyanının, Ortadoğu’daki III. Dünya Savaşı’nın gelip Suriye’den odaklaşmasının bu gelişmelerle kopmaz bağı var.
Diğer yandan parçalanıp ikinci sınıf haline getirilmeye çalışılan Arap tepkisi, II. Dünya Savaşı’nda radikal Arap milliyetçiği biçiminde ortaya çıktı. Nasırcılık bu çizginin önderliği ve yaratıcısı konumundaydı. Bütün Arap alemine yayıldı. Ama modernitenin bir ucunun Arap alemine uyarlanması, hatta bir tür onun ajanlığı konumundaki bir durumdu bu. Bir süre Arap toplumunu aldattı, oyaladı. I. Dünya Savaşı’nın yarattığı statükoya karşı Arap toplumunda var olan tepkileri dindirdiyse de birkaç on yıl içerisinde bunun sahte karakteri ortaya çıktı. Kendini toplumun bir parçası olarak gösteren bu radikal milliyetçilik tıpkı 19. yüzyılda Avrupa’da yaşanan durum gibi tez elden aslında baskı ve sömürü gücü olduğunu, kapitalist sistemin bir uzantısı olduğunu ortaya koydu ve toplumdan koptu. Dolayısıyla toplum bunlara karşı bir duruş ve isyan, direniş içerisine girdi. Yabancı hegemonya ve onun ajanı konumundaki iç uzantılara karşı demokratik isyan konumu gelişti. 2011’de patlayan çok değişik görünümler altında farklı alanlarda yaşayan isyan durumu özünde bunu ifade ediyor. Tabii homojen değildir. İdeolojik politik olarak tek boyutlu değil. Sisteme, yani emperyalist hegemonyayla onun ajanı olan iç milliyetçiğe karşı olan, ondan rahatsızlık duyan bütün ideolojik akımlar, toplumsal kesimler bu isyanın içinde varlar.
Bu isyanın odak noktası şimdi Suriye olmuş durumda. Bu da Arabistan’daki gelişmelerle bağlıdır. Zaten dikkat edilirse ideolojik doğuşlar, tarihsel çıkışlar hep Irak’ta, Mısır’da, Suudi’de, Orta Arabistan’da oldu. Sümer çıkışı Irak’tadır, ama devletçi uygarlığın oluşumu Kuzey Irak’ta, Musul’da, Şam’da gerçekleşiyor. Yine islamiyetin çıkışı Mekke ve Medine’dedir ama devletleşmesi Şam’da ve Bağdat’ta oldu. Arap milliyetçiliği Kahire’de çıktı, ama yine Şam’da bir Arap sistemi haline geldi. Bugün de Şam’ın odaklaşması aslında Ortadoğu’daki yeni sistemin, yine Arap alemindeki yeni sistemin nasıl olması gerektiğini belirliyor. Dikkat edelim, Suriye’deki çatışma hem Arap alemindeki hem de Kürdistan’daki çatışmanın odaklanması oluyor. Bölgenin tümünü bu düzeyde etkiliyor ve Ortadoğu savaşını oluşturuyor. Ortadoğu savaşının da III. Dünya Savaşı olduğunu biliyoruz. Bir kere bu gerçekliği görmemiz lazım. Demek ki Suriye’deki çatışmayı dar, yüzeysel, yerel, sadece Suriye’ye özgü bir durum olarak değerlendiremeyiz. Tarihsel boyutları güçlü, yine bölgesel ve uluslararası boyutları güçlüdür. Kürdistan’daki mücadele tıpkı Arap mücadelesi gibi bu çatışmanın doğrudan içindedir. Aslında bu Suriye mücadelesi değil bir bölge savaşı, Kürdistan savaşı, dolayısıyla dünya savaşının burada odaklanması oluyor.
Suriye’deki mücadele çok boyutlu ve karmaşık
Böyle bir savaşta sonuç almak için bütün güçler harekete geçmiş durumda. Şimdiye kadar yürüttüğümüz kırk yıllık direniş de gelip böyle bir savaşla bütünleşmiş vaziyette. Bunları bizim görüp anlamamız lazım. Şimdiye kadarki direniş ve mücadele konumuyla, 2011’den itibaren ortaya çıkan düzeyi birbirinden ayırmamız lazım. Ortaya çıkan yenilikleri, yeni durumu görmemiz gerekiyor. Irak’taki mücadele, Mısır’daki mücadele, Libya’daki mücadele bu savaş sürecinin birer parçaları durumundaydı. Suriye’deki mücadeleyse merkezidir, odağıdır. Bütün Arap ve Kürt statüsünü III. Dünya Savaşı sonucunda yeniden nasıl şekilleneceğinin belirlenmesi mücadelesidir. Kürt ve Arap statüsünün nasıl belirleneceğinin de Ortadoğu’nun yeniden nasıl yapılacağının da doğrultusunun netleşeceği alandır. İşte bu yeni sistemin nasıl karakter kazanacağını ifade ediyor. Eğer yeniden bir küresel sistem oluşacaksa, nasıl oluşacak? Bütün bunların belirleneceği bir savaş içerisindeyiz. Dolayısıyla herkes bu mücadele’nin içinde bulunuyor. Diğer yerel, bölgesel olaylardan çok daha farklı olarak Suriye çatışması içerisinde tüm küresel güçler var. Batı’nın güçleri; ABD-İngiltere, Fransa, NATO bunun içinde. Doğu’nun güçleri; Rusya, Çin, Hindistan, İran bunun içinde. Küresel düzeyde bir çelişki ve çatışmanın yaşandığı ortada. Yine tüm bölgesel aktörler bu çatışmanın içindeler; Türkiye, İran, İsrail ve Arap alemi bu çatışmanın içinde, Kürtler bu çatışmanın içindeler. Suriye’nin iç güçlerinden daha çok Suriye’deki çatışmayı bu bölgesel ve küresel güçlerin çelişki ve çatışmaları yönlendiriyor, belirliyor.
Suriye’nin içinin de bütün bunlarla bağlı olduğu açık. Çok fazla etnik mezhepsel parçalanmışlığı ifade ediyor. Aleviler, sünniler, hıristiyanlar çok farklı inanç toplulukları var. Yine Araplar, Kürtler, Ermeniler, Asuriler, Dürziler çok değişik kabile, aşiret toplulukları, farklı milli etnik yapılar var. Tabii bununla birlikte oluşmuş bir de ideolojik akımlar var. Sol, milliyetçi ve dinci akımlar var. Hepsi bu bölgesel ve küresel çelişki ve çatışmaya göre yapılanmış durumdalar. Suriye içindeki çatışma bu boyutta gelişiyor. Bütün bunları görmemiz lazım. Çok boyutludur, karmaşıktır. İçinde herkes vardır. Dolayısıyla öyle düz, tek yanlı, kolaylıkla gelişebilen ve sonuca gidebilen bir çatışma alanı değil. Zorluk burada ortaya çıkıyor. Suriye’deki mücadelenin sürece yayılmasının temel nedeni bu. Tunus’ta, Mısır’da, Libya’da kazanılan sonuçlara, edindiği etkinliğe, eski sistemin yıkılmasındaki oluşan sonuçlara dayanarak o havayı değerlendirmek üzere ABD ve NATO güçleri mevcut Suriye yönetimini korkutup kaçırtmak için bir hamle yapmak istediler. Ancak Suriye yönetimi de tarihin derinliklerinden gelen bir bilince ve siyasi tecrübeye sahip. Hamlenin neye dayandığını, neyi amaçladığını iyi gördü. Bunun bir baskı ve kaçırtma olayı olduğunu değerlendirdi ve ona karşı direnme gücü gösterdi. Çünkü bölgesel çelişki ve çatışmalar yoğundu. Küresel çelişki ve çatışmalar yoğundu. Kendi üzerine baskı yapanlar kadar kendinden yana olan bölgesel ve küresel güçler vardır. Hatta baskı yapan bloğun içinde bile o baskıya katılmayan Suriye yönetimine dolaylı ya da dolaysız güç, destek veren kesimler vardı. Arapların bir kesimi, İsrail’in kendisi, Avrupa’da bazı güçler destek verdiler. Buna bir de bölgesel düzeyde İran desteği, küresel düzeyde Çin ve Rusya desteği eklenince tabii ki Suriye yönetimin önemli bir dayanağa sahip olduğu ortaya çıktı, ABD saldırısı karşısında yönetimin direnci bundan geldi.
Beşar Esad yönetimi direnmiyor. Bir aile ya da orada başkan olmuş, hükümet olmuş bazı kişilerin direnişi söz konusu değil. Suriye’deki çatışmayı öyle ele almak hiçbir şey anlamamak olur. Suriye gerçeğini, Suriye’deki çatışma gerçeğini çözmemek olur. Oysa gerçek çok açık: Suriye yönetimi bu gerçeği görerek hareket ediyor ve konjonktüre dayanarak varlığını sürdürmek istiyor. Baskıları reddedişi, direnme göstermesi buradan kaynaklandı. Bunun sonucunda ABD’nin hamlesi başarıya ulaşmadı ve Suriye’deki çatışma sürece yayıldı. Çatışmalar 2012 yılı boyunca sürdü, daha da süreceğe benziyor. Belki de 2013 yılına sarkacak ve temel hesaplaşma Suriye üzerinde 2012 sonunda ya da 2013 yılında yaşanacak. Çünkü çeşitli güçler mevcut haliyle hamle yapacak hazırlık düzeyinde değiller. Dengeyi değiştirecek güce ulaşamamışlar. ABD bloğu kendi içinde hem küresel hem de bölgesel düzeyde çelişkiler yaşıyor. Amerika’nın kendi içinde seçimler var. Mevcut hükümet, ABD yönetimi seçimler sonuçlanmadan risk üstlenecek bir çatışmaya girecek konumda değil. Başlı başına bu bile Suriye’deki çatışmaları 2013’e sarkıtmaya yetecek bir neden. Öte yandan ABD kendi politikaları doğrultusunda Ortadoğu dengelerinde yer alacak bir Suriye rejiminin iç dengelerini oluşturabilmiş değil.
Diğer yandan Fransa’yla Avrupa’nın çeşitli ülkeleri arasında Suriye üzerindeki mücadelede çelişkileri var. Yine Çin ve Rusya’yla karşı karşıya bir küresel bloklaşma ve çatışmaya girme tehlikesi var. Aynı zamanda bloğun içinde Türkiye-İsrail- Arap çelişkisi var. ABD bütün bunların hepsini gözetmek durumunda. Dolayısıyla şimdi Ulusal Cephe olarak, Cephe Vatani olarak örgütlenmiş bloğun dış ve bölgesel dayanakları çelişkilidir. Amerika- Avrupa çelişkisi var, bölgesel düzeyde dayanağı olan Türkiye-Arap-İsrail çelişkisi var. Blok içerisindeki etkili güç olan Müslüman Kardeşler ağırlıklı olarak Türkiye’ye dayanıyorlar. Onların yönetimden etkinlik kazanması Suriye’nin bir Türkiye vilayeti haline gelmesi ihtimalini içeriyor ki bunu ne Avrupa ne Arap dünyası ne de İsrail kabul ediyor. O halde mevcut blok, Ulusal Cephe bu haliyle mevcut yönetimin yerine geçecek alternatif yönetim olma özelliği taşımıyor. Dolayısıyla muhalif güçler içinde güç dengelerinin değiştirilmesi, güç dengelerinin yeniden oluşturulması gerekiyor. İşin içinde böyle bir çelişki ve çatışma durumu var. Mevcut haliyle Ulusal Cephe’nin iktidar olmasında Türkiye’nin etkinliğinden dolayı Arap alemi karşı çıktığı gibi Müslüman Kardeşler örgütünün aşırı dinci karakterinden dolayı İsrail de karşı çıkıyor. Bu İsrail’in güvenliğini tehdit eden bir özellik taşıyor. Suriye’nin iç dengeleri ve Lübnan’da önemli bir hıristiyan gücünün varlığı Suriye’deki rejimin karakteri ve dengelerini önemli kılıyor. O halde mevcut güç dengesinin değiştirilmesi gerekli.
Bunun dışında Suriye Değişim Konseyi var. Birçok kesimi, aydın, demokrat çevreyi içinde birleştirmiş durumda. Kürtler toplumsal olarak, ağırlıklı bir biçimde bu konseye destek veriyorlar, ona katılıyorlar. Mevcut Baas iktidarı ve onun karşısında Ulusal Cephe muhalefetine alternatif güç olarak bu konsey de ortaya çıkıyor. Bu tabii birçok gücün dikkatini çekiyor. Çin, Rusya gibi güçlerin ABD karşısında politika yapmalarına imkan veriyor. Yine Arap alemi, İsrail gibi güçlerin Türkiye karşısında politika yapmasına fırsat veriyor. Dolayısıyla muhalefetin, mevcut iktidara karşı olanların bir olmadığını, kendi içlerinde parçalı olduklarını gösteriyor. Bu durumlar çeşitli güçlerin hamle yapmasını önlüyor, zayıflatıyor.
Diğer yandan Çin, Rusya var. İran ve Irak’tan Lübnan’a kadar uzanan şii hattı var, hilali var. Bir boyutuyla Suriye’deki çatışma bölgesel düzeyde şii-sünni çatışmasına dönüşüyor. İran buna dönüştürmek istiyor. Özellikle Irak ve körfezde bir şii hattı kurmaya çalışıyor. İran mevcut gücünü korudukça ve Suriye’nin arkasında oldukça Çin ve Rusya’nın gücünü de alarak ABD bloğuna karşı bir direnç gösterme imkanı ortaya çıkıyor. Bir taraftan Suriye’deki iç dengelerin mevcut durumda ABD, Avrupa, İsrail ve Arap ülkeleri açısından uygun hale gelmemesi, diğer yandan hala Suriye’nin bu iç ve dış dengeleri gözeterek direnmesi NATO’nun müdahale edip Suriye’de sonuç almasını engelleyen faktörler olarak bulunmaktadır. Bu sorunları aşamadığı ortamda yapacağı bir müdahale çok sert çatışmalarla karşılaşabilir. O bakımdan Libya’daki veya Mısır’daki gibi Suriye’de gelişmelerin olmayacağı açık. Ne Tunus, Mısır’daki gibi bir isyanla Beşar Esad yönetimi düşürülebilir ne de Libya’daki gibi bir NATO müdahalesiyle Suriye yönetimini düşürme koşulları oluşmuştur. Dış müdahalenin yapılabilmesi, içteki muhalefetin etkin hale getirilebilmesi, mevcut güç dengesinin değişmesi, yaşanan çelişkili durumda değişikliklerin olması yeni ilişki ve ittifakların ortaya çıkmasını gerektiriyor. Bu da askeri çatışmaları, müdahaleyi geri plana itti, siyasi ve diplomatik mücadeleyi öne çıkardı. Şimdi Suriye’de askeri boyutun az olduğu, ama diplomatik siyasi boyutun çok ileri düzeyde olduğu, çok karmaşık bir biçimde yürüdüğü bir mücadele süreci yaşanıyor. Böyle bir sürecin olabilmesi için de Annan Planı ortaya çıkartıldı. Sözde çatışmaları durduracak, ateşkes sağlatacak, siyasi yöntemlerle sorunun çözülmesini sağlatacak bir plan, fakat özünde çatışmak üzere hamle yapamayan güçlerin askeri ve diplomatik çalışmalarını yürütmelerini, güçlerini artırarak Suriye’de iktidar değişici hamle yapmaları için zaman kazanmalarını sağlatan bir girişim oluyor, plan oluyor.
Suriye’de iktidar ancak büyük bir savaş ile değişir
Kesin bir şey söylenemez, ama mevcut haliyle hiç kimse Annan Planı’nın sonuca gideceğine inanmıyor. Herkes de bir düzeyde kabul ediyor, bağlı kalıyor. Plan bir boyutuyla devreye girdi, sürüyor. Bu planın özü savaş yapamayan, çatışamayan, Suriye’de değişim yapamayan dünyanın ve bölgenin hazır olmadığı bir ortamda süreci uzatma, oyalama siyaseti yapma oluyor. Yani bu planın tanımı bu, anlamı bu. Herkes zaman kazanmak için karşıtını oyalamak istiyor, bu plan da bir oyalama planıdır. Herkesin birbirini oyalama planıdır. Buna dayanıyorlar. Bu çerçevede herkes askeri hazırlık içindedir. Bir de yoğun bir diplomatik mücadele var. Herkes askeri gücünü geliştirerek, diplomatik mücadeleyle kendi ilişki ve ittifaklarını büyüterek karşıtını zayıflatıp, küçülterek hamle yapmaya hazır hale gelmeye çalışıyor. Bunu bilelim. Bu ayların önemli ölçüde bu biçimde geçeceği anlaşılıyor.
Buna muhalif eden sadece AKP hükümeti oldu; yani Türkiye yönetimi. Böyle bir durum yerine acilen müdahale ederek Suriye’de savaşılmasını istedi. Çünkü kraldan daha kralcı bir biçimde ABD jandarması olarak en erkenden Suriye’deki rejimle karşı karşıya geldi. Arapların, İsrail’in istemleri, İran, Rusya, Çin’in dayatmaları karşısında ABD’nin politika değiştirmesi, müdahaleyi sürece yayması sonucunda AKP hükümeti ofsayt’a düşmüş halde kaldı. Bunu gidermek için bazı tahrikler, provakatif girişimler yapmaya çalıştıysa da ABD tarafından kontrole alınmış görünüyor. Onlar da hizaya getirildiler. Şimdi ABD’nin bir Truva atı biçiminde bu savaşta AKP hükümetine rol oynatılmaya çalışılıyor. Ama esas olan mevcut belirtilen çerçevedir.
Öyle anlaşılıyor ki bu süreç, bu aylar bu temelde devam edecek. Fakat şunu unutmayalım; hangi güç ilişki ve ittifaklarını büyütür ve askeri olarak müdahale ettiğinde sonuç alacak hale gelirse müdahalede bulunur. Suriye yönetimi kendisini o güçte görürse, İran’la, Çin’le desteğini stratejik düzeyde oluşturursa ittifakını muhalefeti ezmek için saldırılarını arttırır. ABD bloğu, Ulusal Meclis o düzeye gelirse müdahalede bulunurlar. Öyle anlaşılıyor ki, Suriye’ye dış müdahale olmadan ya da büyük bir savaş vermeden mevcut iktidar değişmeyecek. Bu iktidarı, yani o Tunus’taki, Mısır’daki gibi iç güçlerin hareketiyle yıkmak mümkün değil. İki yol kalıyor geriye: Ya büyük bir savaş olacak ya da bütün küresel ve bölgesel aktörler bir politikada, bir planda anlaşacaklar. Bir uzlaşma olacak. Yoksa içerde gelişecek bir Suriye devrimi olacak, mevcut yönetim yıkılacak sanmak gerçeği görmemek oluyor. Kuşkusuz ciddi bir siyasi kriz var. Muhalif güçlerin belirli bir gücü de var. Ancak bunlar mevcut Suriye rejimini aşacak konumda bulunmuyorlar. Yakın zamanda da bu konuma gelecekleri görülmüyor. En azından şimdiye kadar yaşananlar bunu ortaya koydu. Denendi, ama başarılı olmadı. ABD Tunus’tan Mısır’a kadar ortaya çıkan sonuçlara dayanarak bunu gerçekleştirmek istedi, ama olmadı. Şimdi uzlaşma mı olacak, bir büyük uzlaşmayla mı Suriye ve Kürdistan’daki yeniden yapılanma gerçekleşecek, yoksa bir büyük çatışmayla mı olacak onu önümüzdeki süreç gösterecek. Her ikisine açık bir ortam vardır. Suriye’deki mücadele bu temelde bir mücadeledir. Ve önümüzdeki süreç böyle bir özellik taşıyor.
Kürtler böylesi bir süreçte kesinlikle pasif kalamazlar
Kürt özgürlük hareketinin bütün parçalardaki mücadelesi önemli ölçüde bu gelişmelerden etkilenmektedir. Biz de bu süreçte hem etkileniyoruz, hem de etkiliyoruz. Sürecin aktif bir tarafıyız. Kesinlikle pasif veya zayıf güç değiliz. Kürtler böyle bir süreçte kesinlikle pasif olamazlar. Zaten I.Dünya Savaşı’nda öyle oldular ve kaybettiler. Şimdi doksan yıldır isyanlarla yürütülen demokratik mücadeleyle o bilinçsiz, örgütsüz, pasif ve zayıf durumu aştılar. Zaten yeniden yapılanmayı da Kürtlerin eski durumu aşmaları gündeme getirdi. Dolayısıyla aktif gücüz. Bizim aktif olmamız da zorunlu ve pratikleşmenin gereğidir.
Bu bakımdan Suriye üzerindeki mücadelenin hem küresel ve bölgesel boyutunu hem de Kürdistan için taşınan anlamını iyi görelim. Dikkat edelim, bu süreç büyük bir çatışmaya açık bir süreç. Oraya gidilebilir. I. ve II. Dünya Savaşı’ndakilere benzer bir boyutta olmaz, ama son yirmi yıldır yaşanılanları aşan bir askeri çatışma Suriye’de gündeme gelebilir. Mevcut çelişkiler ve bu temelde oluşan taraflar, yaptıkları hazırlıklar bunu imkan dahilinde kılıyor. Dolayısıyla önümüzde böyle yoğun bir çatışma ihtimali var. Bu çatışma Libya’daki gibi bugünün sınırları çizilmiş Suriye’si içinde kalmaz. Eğer gündeme gelirse, Suriye’de patlayan silahın bir ucunun Kürdistan olacağı, Irak’ı içine alacağı, İran’a uzanacağı diğer ucunun Lübnan’ı, Ürdün’ü, İsrail’i içereceği tartışmasız. Dolayısıyla eğer bir savaş olursa, bu bir Suriye savaşı olmayacak. Ortadoğu savaşı olacak. Ortadoğu’nun bütün güçlerini içine alacak. Sadece Ortadoğu güçleriyle sınırlı kalmayacak, tabii bir küresel savaş olacak. Bunun içinde Amerika da olacak, Rusya da olacak, Avrupa da olacak, Çin de olacak. Bugün Suriye’deki en aktif ve en yoğun pazar Çin’e aittir. Kendi pazarını sahiplenmek için, sürdürebilmek için bu çatışmaya aktif katılacak güçlerden birisi de elbette Çin olacak. Suriye’nin askeri kapasitesinin hepsi Rusya’ya aittir. Suriye’de hala bazı askeri güçleri Rus subayları yönetiyor. Suriye’de girilecek bir savaşın Rusları doğrudan içine alacağı tartışmasızdır. Dolayısıyla bir savaşla Suriye’yi değiştirme gündeme gelirse, bu zor bir savaş olur. Kesinlikle bölgesel boyutu olan bir savaştır. Böyle bir savaş olursa Kürdistan boydan boya bu savaşın içinde olacaktır. Türkiye zaten şimdiden savaşın içinde ve daha çok katılacak.
Kürtler birlik olursa bu süreci kazanır
Böyle bir savaş durumu Kürtler açısından çok tehlikeli bir durum mu? Tabii geçmişteki kadar değil. İmha ve inkar sürecindeki kadar değil. En tehlikeli olan imha ve inkar süreciydi. Soykırım uygulanıyordu. Böyle bir savaşın ağır yükü, tahribatı toplumun üzerine binecek, ama Kürdistan’daki statüko daha da parçalanacak. Böyle bir savaş her şeyin yeniden yapılandırılmasını gündeme getirecek. Eğer Kürtler böyle bir savaşa birlik içinde etkili katılırlarsa savaş sonucunda statükoyu yıkacak, inkar ve imhayı aşacak bir sonucu ortaya çıkarabilecekler. Bu şans ellerinde. O halde savaş olmasın diyemeyiz. Çünkü o bizim elimizde değil. Savaşı doğru anlamak, küresel ve bölgesel boyutlarını doğru görmek, aktörlerini doğru tanımlamak ve bu temelde kime karşı, kiminle birlikte, kiminle ne kadar ilişki içinde olmak gerektiğini doğru tespit eden, birlik içinde doğru siyaset izleyen bir konumda olabilmek lazım. Siyasal tutum böyle olmalı. Süreci biz böyle değerlendirmeliyiz. Böyle bir savaş gerçeğine hazırlanmak durumundayız.
Kürtler arası ilişkilerdir, ulusal konferanstır, kongredir, ulusal stratejidir, güçler mevzilenmesidir hepsini buna göre ele almak gerekiyor. Dolayısıyla mevcut yaklaşımları yetersiz buluyoruz. Özellikle Güney Kürdistan’dan, Hewlêr yönetiminden ortaya çıkan gelişmeler bu gerçeği hiç görmüyor. Çok dar basit, başka güçlerin güdümünde olan, dar iktidar çıkarlarını korumayı öngören, böyle büyük bir çatışmayı olasılık dahilinde görmeyen, ona ufku yetmeyen, iktidarlarını koruyabileceklerini sanan bir darlığı ve yüzeyselliği içeriyor. O temelde yangından mal kaçırırcasına kendini ulusal liderlik düzeyine getirme, ulusal düzeyde çıkarlarını çok daha geliştirme çabası içindeler. Kimsenin haberi olmadan basın konferansı gerçekleştirdiler. Gençlik konferansına öyle yaklaştılar. Kadın konferansına da öyle yaklaşmak istediler, ulusal konferansı da böyle ele aldıkları görülüyor. Biz bunu reddettik. Hareket olarak buna tavır koyduk. Kış boyu yürüttüğümüz tartışmalar ve değerlendirmelerde bunu ciddi ve tehlikeli bir yaklaşım olarak değerlendirdik. Aslında I. Dünya Savaşı öncesi ve sonrasındaki Kürt tutumuna benzer basit, yerel, aşiret çıkarları için tarihsel gerçekliği görememeyi ve kaybetme riskini taşıyan bir tutum olarak değerlendiriyoruz ve tehlikeli buluyoruz.
Diğer boyutu uluslararası güçler ve Türkiye gibi bölge ülkeleriyle bir uzlaşma içine girmeleridir. O da ciddi bir durum. En az bir savaş durumu kadar bölge üzerinde bir yapılanma ortaya çıkartacak, Kürtlerin ve Kürdistan’ın mevcut durumunu, statükosunu olumsuz etkileyecek bir durumdur. Kürtler savaşta “belki daha çok savaş zemini olması itibariyle” aktif olabilirler, etkili olabilirler. Kürtlerin birliğine dayanmayan bir ilkesiz uzlaşma arayışında siyasi, diplomatik mücadelenin öne çıktığı bir ortamda mevcut güç etkinlikleri daha da zayıftır. Çünkü herkesin bilmem kaç tane devleti var, tanınıyorlar. Devlet arası ilişkiler var. Kürtlerin geçmişteki inkar ve soykırım süreci nedeniyle herhangi bir temsil güçleri yok. Güney Kürdistan’daki yönetimin durumu ortada. Konjonktürel olarak ortaya çıkmış bir statüdür. Aslında PKK direnişine dayanarak var olmuş, yaşıyor. Ama nasıl ortaya çıktığını, neye dayanarak ayakta kaldığını anlamayacak kadar gerçeklerden kopuk. Aslında siyasi genişlikten ve öngörüden uzak durumda. Bunu iyi görmemiz lazım. Dolayısıyla Kürtlerin birliğinden uzak dar bir yaklaşımla bir temsiliyete soyunmak siyasi, diplomatik alanda etkisiz olmayı baştan kabul etmek anlamına gelir.
Fakat böyledir diye biz çatışmadan yana olamayız. Önderlik çatışma yerine uzlaşmayı Kürdistan’a dayalı olarak geliştirmek istedi. Onu temsil ediyor. Kürt çözümünün nasıl olacağının ilkelerini ortaya çıkardı. AKP hükümetine sunduğu protokoller bunu ifade ediyor. Fakat dikkat edilirse reddedildi. Bu protokolleri ne Türkiye hükümeti kabul etti ne Avrupa ne de ABD. Birleştiler, Önder Apo’ya dönük saldırıları ifade eden bu on aylık süreci ortaya çıkardılar. Bu kadar direnişe rağmen, yine bu kadar insan hakkı ihlaline, işkenceye, baskıya rağmen hiçbirisinin kılı kıpırdamıyor. Alenen de söylüyorlar; “gücümüz yetmiyor, elimizden gelen bu, bizi fazla zorlamayın” diyorlar. Demek ki mevcut önderlik karşıtlığı temelinde birlik halindeler. Bu ciddi bir durum. Bir taraftan Güney yönetiminin bu kadar basit yaklaşımı, diğer yandan bu basitliği aşmak üzere Önder Apo’nun geliştirdiği çözüm çizgisinin reddedilmesi, tabii ki Kürtler için ciddi bir durum oluyor.
Kürtler bu süreçte ulusal çıkarları esas almalı
Bu noktada Güney’in basitliğini, hafifliğini aşmak, Önder Apo’nun reddedilmesi gerçeğini yıkmak için gerekli olan nedir? Kürdistan ve bölgede özgürlüğe ve demokrasiye dayalı yeniden yapılanmayı sağlatma çizgisinde bunu bir strateji ve bir siyasete dönüştürmeyi hedefleyen bir Kürt ulusal demokratik birliği yaratmak. Bunun için Önder Apo beş ilke, üç pratik öneri sundu. “Bu temelde Kürt Ulusal Kongresi gerçekleşir ve Kürt birliği ortaya çıkartılırsa, hem Güney’in zayıflıkları hem Kuzey’deki direnişin sistem tarafından reddedilmesi aşılarak olası bir bölgesel uzlaşma arayışında Kürtler aktif bir siyasi taraf, siyasi aktör haline gelebilir,” dedi. Önder Apo’nun istediği, öngördüğü ulusal kongre ya da konferans için gündemleştirdiği beş ilke, üç pratik öneri bunu ifade ediyor. Böyle bir sürece bütün parçalardaki Kürtleri ulusal birlik halinde hazırlamayı içeriyor.
Fakat dikkat edilirse bu da gerçekleşmedi. Buna karşı da bir karşı duruş var. Bunu revize etmeye, içini boşaltmaya, yüzeyselleştirmeye dönük çaba var. İçinde bulunduğumuz durumda, mevcut gelişmeler karşısında böyle bir konferans ve kongre istemi tümden reddedilemeyince geriye içini boşaltmak kalıyor. Mevcut durumda Güney yönetiminin yaklaşımı bunu ifade ediyor. Mevcut yaklaşım bu boyutuyla da tehlikelidir. Yeni bir Kürt kandırması olarak ortaya çıkıyor. İşte Kuzey’deki mücadeleyi reddeder, PKK’ye karşı tavır alırsa, KDP’ye YNK’ye Güney’de bağımsız devlet kurdurtacaklarmış. Bu bir oyundur, bir hayaldir, bir yalandır. Herkes böyle bilsin. Hele PKK olmasın, PKK direnişi biraz zayıflasın, Hewlêr’de devlet mi kalıyor? Yoksa baba Barzani’nin Moskova’ya gitmesi gibi oğul Barzani’ye de dünyanın başka yerinde yaşayacak yer mi aratılıyor, o zaman görürüz. Tarih bilincimiz o kadar zayıf mıdır? İktidar kavgasını bu kadar dar, yüzeysel mi ele alacağız? Kürdistan üzerindeki mücadele tarihinden ders çıkartma bilinci bu kadar zayıf mı olacak? Hayır, öyle olursa biz hiçbir şeyi doğru yapamayız. O nedenle öyle yaklaşımlar, o tür arayışlar da boştur, hayaldir. Kürtler için yeni bir kandırmayı ifade ediyor, tehlikelidir. Geçmişte nasıl iktidarları kurulana kadar Lozan’da kandırıldılarsa Şerif Paşa gibi, nasıl Ankara’da kandırıldılarsa, Hasan Hayri ve benzerleri gibi kendilerine işbirlikçi yaptılar, işleri bitip ondan sonra da başlarını vurdularsa şimdi de aynı şeyi yapmak isteyeceklerdir. Eğer Kürt direnişi, örgütlülüğü zayıflarsa, ortaya çıkacak sonucun bu olacağından hiç kimse kuşku duymamalı. Bunun için de kesinlikle dikkatli olmak gerekiyor.
Çok tedbirli olmamız gereken bir süreçten geçiyoruz. Dikkat edelim; bölge yeniden yapılanıyor. Bir dünya savaşı içerisinde I. Dünya Savaşı’nın ortasında ve sonundaki durumlara benzer durumlar birlikte yaşanıyor, bölge yeniden yapılanacak. Bunun için önümüzde bir bölgesel çatışma ya da büyük bir uzlaşma olasılıkları var. Bu her iki durumu da karşılayabilmek için Kürtlerin doğru siyaset izlemeleri, birlik halinde olmaları, aktif bir siyasi ve askeri güç konumuna gelmeleri, birlik halinde böyle bir konumu sürdürmeleri hayati önem taşıyor. Bu inkar imhanın aşılması, fiziki ve kültürel soykırım sisteminin yıkılması, Kürtlerin statüko kazanması, özgür demokratik bir halk haline gelebilmeleri açısından gerekli. Sadece Kürtlerin çıkarlarıyla da sınırlı değil. Ortadoğu halklarının özgür olabilmeleri, tarihiye yakışır bir biçimde Ortadoğu halklarının birlik ve kardeşlik konumuna ulaşabilmeleri de buna bağlı. Dış güçlerin baskısından, sömürüsünden ona dayalı bölünmüşlükten, parçalanmışlıktan kurtulabilmeleri de buna bağlı. Sadece Kürtlerin kaderi değil Ortadoğu halklarının kaderi de bugün Kürdistan’da Kürt siyasetinin bu gerçekleri görmesine, demokratik ve özgürlükçü karakter kazanmasına bağlı olarak gerçekleşecek.
Türkiye’deki gelişmeler de çok önemlidir. Kuzey Kürdistan’daki mücadele de Kürdistan’ın bütün paçalarındaki oluşacak statünün doğrultusunu belirleyecektir. Şu gerçeği çok iyi bilelim ki, Kuzey Kürdistan’da Türk devleti zor durumdadır. AKP hükümeti içerde de, dışarıda da çıkmaz halindedir. İşte bölgedeki durumu, komşularla sıfır sorun diplomasisiyle yola çıktılar ve şimdi bütün komşularıyla savaş halindeler. Neredeyse tüm Ortadoğu halklarıyla, devletleriyle savaşır duruma geldiler. İçerde tam bir iktidar kavgası halindeler. ABD’nin desteğiyle AKP biraz ayakta duruyor. Karşıtlarını geriletmeye orduyu, yargıyı, sivil bürokrasiyi egemenlik altına almaya çalışıyor. Ama bu AKP’nin gücünden değil; ABD’nin verdiği destekten kaynaklanıyor. Kuşkusuz bu desteğin de bir sınırı vardır. Karşılıksız değildir. ABD, AKP hükümetine bir veriyorsa ondan on istiyordur. İşte içeride iktidarını güçlendirsin ve PKK’ye karşı biraz daha savaşabilsin diye belli bir güç verirken, bölgede de ABD çıkarları doğrultusunda Türkiye’yi herkesle savaşır konuma getirmiştir. Böyle bir savaş içerisinde Türkiye’nin geleceği yoktur. ABD nasıl ki başkalarını kendi çıkarları doğrultusunda ve egemenliğini geliştirmek için kullandı ve sonradan yüz üstü bıraktıysa AKP’nin de geleceği odur. Unutmayalım ki on yıl önce, yirmi yıl önce şimdiki Ergenekoncular ABD tarafından destekleniyorlardı. Otuz yıl önce İran’a karşı savaşta Saddam rejimi ABD tarafından destekleniyordu. Mısır rejimi bütün Ortadoğu’da Araplar üzerinde egemenlik kurmak amacıyla ABD’nin ajanı konumundaydı. Peki, bütün bunlara ne oldu? Mübarek rejiminin yerinde şimdi yeller esmiyor mu? Saddam Hüseyin rejiminin yerinde yeller esmiyor mu? Yarın TC’nin başına gelecek de, AKP’nin başına gelecek olan da bundan hiç farklı olmayacaktır.
Aslında AKP hükümeti siyasi ve askeri bakımdan çok zayıf konumdadır. Tek dayanağı var, ABD ve NATO. Onlara dayanarak ve baskı uygulayarak KDP ve YNK’yi bizimle çatıştırmaya çalışıyor. Olmazsa onlar üzerinden bizi oyalamak, engellemek ve mücadelesiz bırakmak istiyor. Tabii biz her iki güce karşı da duyarlıyız, bilinçliyiz ve hazırız. Kaldı ki KDP ve YNK’de de belli bir tutum ve duyarlılık düzeyi gelişmiştir. Niye AKP’nin çıkarı için PKK’yle çatışmaya girsinler? Niye Kuzey Kürdistan’da halkın özgürlük mücadelesini geliştirmesi, özgür ve demokratik yaşama ulaştırması önünde engel oluştursunlar? Bunların KDP ve YNK’ye kazandıracağı hiçbir şey yok. Tersine PKK’nin engellenmesi, Kuzey Kürdistan’da mücadelenin gerilemesi demek Güney Kürdistan yönetiminin daraltılması, kuşatılması, zor duruma düşmesi demektir. Kürt özgürlük hareketi zayıfladığında çok zor duruma düşecekleri, hiçbir dayanaklarının kalmayacağı açıktır. Kuzey Kürdistan halkının mücadeleyi daha güçlü geliştirmesi Güney Kürdistan iktidarına en büyük desteği veriyor. Mevcut statünün yaratılması ve korunmasını kesinlikle Kuzey’deki direniş sağlıyor. Şimdi bu gerçeği herkes görüyor. Bu bakımdan da AKP’nin ABD desteğinde Güney Kürdistan yönetimini yanına çekme, Kürtleri birbiriyle çeliştirip, çatıştırma arayışları boştur. Kürt toplumu, Kürt halkı kesinlikle böyle bir duruma izin vermeyecektir. Aynı şekilde Kürt siyasi hareketleri de artık geçmişteki gibi kardeş kavgası denen bir iç çatışma içine girmeyeceklerdir. Bu bakımdan AKP’nin çabaları boşunadır.
Fırsatlar ve imkanlar bizden yanadır
AKP için geriye tek dayanak kalıyor, ABD desteği. İfade ettiğimiz gibi ABD desteğinin hem bir sınırı vardır hem de karşılığı. Eğer AKP Önder Apo’nun öngördüğü çözüme evet demez, Kürt sorununu Önder Apo’nun hazırladığı protokoller temelinde çözmez, dolayısıyla Türkiye’yi özgür ve iradeli bir toplum haline getirmezse, Türkiye’nin geleceği ABD çıkarları doğrultusunda, ABD’nin bir jandarması olarak Ortadoğu’da savaşa girmektir. Bu savaş AKP’nin de, TC’nin de gücünü bitireceği gibi sonunda işi bitince ABD onları yüzüstü bırakacaktır. Eğer Kürt sorununu Önder Apo’nun öngördüğü çizgide çözmezse Türkiye’nin geleceği savaş, tükeniş ve parçalanma olacaktır. Bundan hiç kuşku duymamak lazım.
Böyle bir duruma ulaşılmaması için Önder Apo büyük çaba harcadı. Hareketimiz uzun süre fırsat tanıdı. AKP’ye şans verildi, çağrılar yapıldı. Önder Apo defalarca TC yönetimini ve AKP hükümetini uyardı. Tehlikelere işaret etti ve ona düşmemelerini istedi. Eğer bunları dinlemiyorlarsa o zaman başlarına geleceklerden kendileri sorumludurlar. Kürt özgürlük hareketinin hiçbir sorumluluğu olmayacaktır. Kürtler kesinlikle sorumlu olmayacaktır. Kürtler, eğer kardeş deniliyorsa kardeşliğin, birlikte yaşamak deniliyorsa birlikte yaşamanın, komşuluk deniliyorsa komşuluğun en seçkin örneğini verdiler. Büyük zorluklar yaşamalarına rağmen onları kendileri üstlenip komşularına bunu taşırmadılar. Bundan dolayı öfkeyle, kinle hareket edip bir çatışma etkeni, başkalarını zayıflatma etkeni haline gelmediler. Ancak, elbette başkalarının kendilerini yok etmesine, özgürlüklerini engellemesine asla izin vermeyecekler.
Artık dönem eskisi gibi değildir. III. Dünya Savaşı yaşanıyor ve Ortadoğu yeniden yapılanıyor. Bu yeniden yapılanan Ortadoğu’da Kürtlerin de bir statüsü olacak. Bu yeniden yapılanan Ortadoğu, özgür Kürdistan üzerinde şekillenecek. Nasıl ki I. Dünya Savaşı’nın şekillendirdiği eski Ortadoğu Kürdistan’ın bölünmesi ve yok sayılması üzerinde; yani Kürt’ü imha ve inkar sistemi üzerinde şekillendiyse, yeni Ortadoğu da bunun tersi olarak Kürdistan’ın özgürlüğü ve demokrasisi üzerinde şekillenecektir. Bunun böyle olacağı çok net ve açık bir biçimde gözüküyor. Güney’deki gelişmeler bunu gösteriyor. Batı’daki gelişmeler bunu gösteriyor. Kırk yıldır Önder Apo öncülüğünde Kuzey Kürdistan’da verilen mücadele bunun en büyük güvencesi ve kanıtı oluyor. Doğu Kürdistan’daki halkın özgürlük istemleri ve talepleri bu gerçeği bize açık bir biçimde gösteriyor.
Sonuç olarak şunu çok iyi bilmek gerekiyor; zor durumda olan Kürtler değil, biz değiliz. Aslında zor durumda olan kendisini çok güçlüymüş gibi göstermeye çalışan AKP hükümetinin kendisidir. Gırtlağına kadar ABD ve NATO’ya bağlanmıştır. Her yönüyle Ortadoğu’da bir savaş içine girmiştir. Herkesle, bütün komşularıyla düşman haline gelmiştir. İçte tam bir çatışma ve kavga durumu, iktidar çatışması hakimdir. Böyle bir durumda Kürt sorununu çözmekten başka AKP ve TC’yi kurtaracak başka bir yol yoktur. Ancak Kürt sorununu çözerse ve bu temelde Türkiye’yi demokratikleştirirse Mahirlerin, Denizlerin, İbrahimlerin çizgisinde demokratik bir Türkiye ortaya çıkarsa, işte o zaman Türkiye bu olumsuz, kötü gidişten kurtulabilir.
Buna karşılık Kürtlerin durumu her ne kadar savaş durumu zorlayıcı olsa da geçmişe göre kıyaslanamayacak kadar iyidir. Belki yanlış ve dar yaklaşımlar çerçevesinde yapsalar da, Güney Kürdistan bağımsız olmayı tartışıyor. Kuzey Kürdistan’da halk tam bir özgür ve demokratik toplum olma gerçeğini yaşıyor. Son derece bilinçli, örgütlü bir demokratik ulus düzeyine ulaşmış halde. Böylece özgür Kürdistan’ı inşa ediyor. Batı Kürdistan tam bir devrim havasını yaşıyor. Aslında hem özgür Kürdistan modeli hem de Kürt-Arap dostluğu, ilişkileri Batı Kürdistan’daki ve Suriye’deki gelişmelerle ortaya çıkacağa benziyor. Ortaya çıkacak sonuç, Irak’ı ve Güney Kürdistan’ı da etkileyecek. Tabii ikisi birlikte Kuzey Kürdistan’da Kürt sorununun demokratik çözümünü sağlayacaktır. Bu bakımdan koşullar lehimizedir. Fırsatlar ve imkanlar bizden yanadır. Bunları değerlendirmek de devrimci halk savaşı görevlerine sahip çıkmakla oluyor. Bütün bunlar bize içinde bulunduğumuz ortamı iyi değerlendirerek AKP hükümetini bu tehlikeli gidişten uzaklaştıracak bir devrimci halk savaşı hamlesini geliştirip onu baskı altına almayı, yenilgiye uğratmayı gerektiriyor. Şimdi görev budur. İçinde bulunduğumuz koşullar devrimci halk savaşını bütün boyutlarıyla geliştirmeyi istiyor. Önder Apo’nun İmralı’daki direnişi bizi buna çağırıyor. AKP faşizmine karşı direnen halk her gün meydanlarda gerillayı intikam direnişine davet ediyor. Zindanlardaki yoldaşlarımızın, demokratik güçlerin direnişi bizden bunu istiyor.