Avrupa’ya çıkalı uzun yıllar olmamıştı. Ama yine de örgüte katılır katılmaz ülkeye gelme önerisini yaptım. Arkadaşlar her ne kadar, “bir süre kaldıktan sonra gidersen daha iyi olur” deseler de bir an önce ülkeye ulaşmak için kendimi dayattım.
Çünkü Avrupa her geçen gün insandan bir şeyler koparıp alıyor, biraz daha kendisine yabancılaştırıyordu. Öte yandan da Kürdistan dağlarının doruklarında ve vadilerinin kuytuluklarında yakılan ateşin sihri her Kürt gencini olduğu gibi, beni de kendisine çekiyordu. Avrupa’nın dondurucu ortamında o ateşin sıcaklığını derinden hissediyordum. O yüzden birkaç kere üst üste tarzda öneri yapınca, 2003 yılında ülkeye gönderildim.
Üç yıl kadar Güney’de kaldım. Ancak bu süre içerisinde Kuzey’deki sıcak savaş ortamına geçmek için sık sık öneri yaptım. Çünkü savaş orada sürüyordu. Bir de örgüt tarafından yeni bir hamle başlatılmıştı. Ben de Kürt Özgürlük Hareketi’nin bir gerillası olarak başlatılan hamlede yer almak istiyordum. Zira biz de savaşarak ülke için bir şeyler yapmaya gelmiştik. 2006 yılında arkadaşlar önerimi kabul ederek, Garzan eyaletine gideceğimi söylediler. Kanatlanıp uçacak gibi oldum. Çünkü hayallerim gerçek oluyordu. Zaten ülkeye gelirken kurduğum en büyük hayallerden biri, Kuzey Kürdistan’da gerilla olmaktı. Arkadaşların Garzan’a gideceğimi söylemeleriyle hayallerim gerçekleşecekti.
O zamanlar Kuzey’e geçecek güçlerin hepsi hazırlanmak için Behdinan’da toplanıyordu. Ben de Behdinan alanına geçtim. Birkaç günlük hazırlık sürecinden sonra peşlerine aldıkları güney rüzgarlarıyla Kuzey’e akacaktı bütün gruplar. Bu yıl peşine rüzgarı alıp akanların içinde ben de olacaktım. Yıllardır beklediğim uzun yürüyüşe çıkacaktım. Ama Garzan’ı hiç bilmiyordum. Oradaki düşman gerçeği dışında bildiğim hiçbir şey yoktu. Yolumuz kaç gün sürecek, nerelerden geçeceğiz, kaç günde ulaşacağız, orada bizi neler bekliyor gibi sorular, ilk andan itibaren kafamda dönmeye başladı.
Garzan’ı hiç tanımıyordum. Ama bilmediğim sadece Garzan değildi. Kuzey eyaletlerimizin, savaş sahalarımızın hiç birini bilmiyordum. O yüzden hangisi ve neresi olursa olsun benim için fark etmezdi. Ama yine de insanın beynine sorular hücum ediyordu.
Gerçi bizden önce binlerce arkadaşımızın kaldığı, binlercesinin büyük direnişler göstererek şehit düştüğünü orada kalan eski arkadaşlardan dinlemiştim. Zaten ülkeye geldiğim ilk günden itibaren eski arkadaşların daha önceki savaş yıllarına ilişkin anlattığı anıları can kulağıyla dinliyordum. Çünkü onlardan dinleyeceklerim, savaş belleğimi güçlendirecekti. Nerelerde, ne tür savaşlar yürütüldüğünü, arkadaşlarımızın nasıl direndiklerini bilmem gerekiyordu. Onların yaşam ve direniş deneyimlerinden dersler çıkarmam gerekiyordu. Beni bu dersler yürütecekti bu dersler büyütecekti. Bu dersler ülkede yürümenin kılavuzluğunu yapacaktı. Avrupa’dayken de eyaletlerimizin savaş pratiklerine ilişkin yazılıp çizilenlerin çoğunu okumuştum.
Bizden öncekilerin ayak izleri üzerinde yürüyeceğimiz kesindi. Onlara layık olmak dışında bir seçeneğimizin olmadığı da kesindi. Onların bıraktıkları yerden bayrağı taşımaya devam edecektik. Yolumuz ve yolculuğumuz bunun içindi.
Behdinan’a geçtikten birkaç gün sonra gruplar oluşturuldu. Her sahaya, sahalar içinde eyaletlere, eyaletler içindeki bölgelere gidecek arkadaşlar belirlendi. Yaklaşık bir ay kadar Zap çevresinde kaldık. Daha önce o eyalet ve sahalarda kalan arkadaşlar bizimle toplantılar yaparak, bilgi vererek, bizi hazırlamaya çalıştılar. Çıkacağımız uzun yolculuğa kendimizi fiziki ve psikolojik olarak hazırlamaya çalışıyorduk.
Mayıs ayının sonlarına doğru ilk gruplar yola çıkmaya başladı. Uzun süren ve birbirine başarı dilekleri ileten vedalaşmaların ardından arkadaşlar, gruplar halinde yola çıkıyorlardı. Haziran ortalarına doğru bizim grup da yola çıktı. Yaklaşık bir ay kadar zorlu geçen bir yürüyüşün ardından eyalete ulaştık. Eyalet içinde düzenlemelerimiz yapıldı. Birkaç arkadaşla birlikte Mutki bölgesine gittik. 2007 yılı bahar aylarına kadar o alanda kaldık. Bölgede kalırken önümüze konulan temel görev önce orada tutunmak, orada üslenmeyi sağlamaktı. Bunu başardıktan sonra artık eylem yapabilecektik. Aslında daha önce taburların hareket ettiği, büyük eylemlerin yapıldığı bir alandı. Ama 94 operasyonlarından sonra alan kısmen boşaltılmıştı. Düşmanın halka koruculuğu dayatması sonucu kimi koruculaşmış, etmeyenler de köyleri yakılarak, alandan çıkarılmıştı. Koruculuğu daha çok Kürdistan’da bir azınlık olarak kabul edilen ve Arapların Şexani aşiretinden geldikleri söylenen Şigo adındaki aşiret mensupları kabul etmiş ve bölgede azılı hale gelmişlerdi. Ancak arkadaşlar çok fazla üzerlerine gitmemişti. Çünkü Şigo’lar Kürdistan’da bir azınlık olarak kabul ediliyordu. Düşmanın politikalarından biri de, Kürdistan’daki azınlıkları Kürtlere düşman ettirmek olduğundan, arkadaşlar böyle bir politikanın boşa çıkması için üzerlerine fazla gitmemişlerdi. Ama ona rağmen fazlasıyla azgınlaşmışlardı. Geri çekilme sırasında oradan çekilmek istenen iki-üç grubun tasfiyesinde rol oynadıkları bize verilen bilgiler arasındaydı. O yüzden de çok duyarlı olmamız gereken bir bölgeydi. Hem hassas, hem önemli bir bölge olduğu için arkadaşlar önümüze ilk etapta yerleşme planı koymuşlardı. Yerleştikten sonra diğer aktiviteler kendiliğinden gelirdi.
Alana yerleşmeyi başarmış, 2007 yılına gelmiştik. Asıl hikaye de bundan sonra başlıyor. Aslında kaldığımız bir yıl içinde birbirinden güzel birçok hikaye yaşadık. Ama en önemlisi arkadaşlardan kopuk kaldığım, 35 gün boyunca arkadaşların yolunu gözlediğim andır. O yüzden hikaye bundan sonra başlıyor diyorum…
Hikaye diyorum ama gerçek. Zaten hikayeler de geçmişin gerçekleri değil midir? Gelecekte bizim yaşadığımız gerçekler de hikaye olmayacak mı? O yüzden hikaye diye başlıyorum ve hikayenin sonu diye de bitireceğim.
Mutki, arazi olarak çok güçlüdür. Görüp kalanlar Kürdistan’ın en güçlü arazilerinden birinin Mutki arazisi olduğunu söylerler. Tam gerilla için yapılmış bir arazidir denebilir. Gündüz dahi içine girmekten korkacak kadar gür ormanlara sahip bir yerdir. Ancak gittiğimizde o ormanlarının büyük bir bölümünün yakılmış, kesilmiş olduğunu gördük. Ona rağmen hala çok güzel ve gerillanın istediği biçimde hareket edebileceği bir araziydi. Alanın koruculaştırılması araziyi oldukça daraltmıştı. Ama yine de içinde rahatlıkla kalıp, üslenebildiğimiz bir araziydi. Mutki de kendi içinde birkaç alandan oluşuyordu. Biz, Xaçe Reş alanında kalıyorduk. Xaçe Reş alanı, ismini orada bulunan bir köyden alıyor. O köylerin hikayeleri de oldukça uzun. Çünkü hala bazılarının adları daha önce orada bulunan halklar tarafından konulmuş. Xaçe Reş, anlaşılacağı üzere Kara Haç’ anlamına geliyor.
Biz düşmanın değil düşman bizim denetimimize girdi
Baharı geride bırakmak üzereydik. Üslenme yerlerimizi terketmiştik. Düşman ve halkın olduğu alanlarda hareket etmeye başlamıştık. Mevsime iyi bir giriş yapmak için alanda bir eylem yapmak istiyorduk. Ama eylem için önce keşif yapmak gerekir. O yüzden arkadaşlar benimle birlikte bir arkadaşı keşif yapmak için görevlendirdi.
Gittiğimiz yerde keşfimizi tamamlayıp geri dönüyorduk. Ancak meğer düşman görüntümüzü almış ve daha önce arkadaşları pusuya düşürdüğü yerde pusu atmış. Zaten alanda gündüz hareket etmiyorduk, her şeyi gece yapıyorduk. Alan, konumu itibariyle gerilla kurallarının tamamının yerine getirilmesini gerektiriyordu. Gerilla dendi mi gece hareket eden, gece eylem yapan, gece yol alan, gece göreve giden, gündüz ise dinlenen bir güç olarak anlaşılır.
Ay ışıklı bir geceydi. Ay, gökyüzünde yalnızlığıyla tepemizde bir tepsi gibi duruyordu. Düşmanın sürekli pusu attığı ama onun dışında da bilmediğimiz bir yoldan yürüyorduk. Arkadaşların pusuya düştüğü yere yaklaştığımızda bir değişiklik yapmak istedik. Yolun sağından, solundan ya da herhangi bir yerinden geçmeyi denemek istedik. Kendimizi aşağıya doğru bırakıp düşmanın her zaman pusu attığı yerin alt tarafından geçip gideceğimizi hesaplarken düşmanın arka tarafına gelecek şekilde yolun üstüne düştüğümüzü fark ettik. Düşmanın her zaman pusu attığı yere geldiğimizde onlar daha bizi fark etmeden, biz onları fark ettik. Biz düşmanın değil, düşman bizim denetimimize girdi. İlk önce fark ettirmeden geçebilir miyiz’ diye düşündük. O yüzden, adımlarımızı kendimizin bile duyamayacağı şekilde atıyorduk. Kalbimizin sesini duyuyorduk. O kadar tedbirli gitmemize rağmen, düşmana fark ettirmeden gidemeyeceğimizi anladık. O halde yapmamız gereken pusudaki düşman bizi vurmadan, bizim onu vurmamızdı. Aramızda da çok uzak bir mesafe yoktu; ancak yüz metre kadar vardı.
Biz daha bunu düşünürken, düşmanın bizi fark etmesiyle, o an silahlarımızı ateşledik. Çünkü yapacak başka bir şey yoktu. Önce birkaç tarama yaptık. Aramızda, “silahlar da konuştuğuna göre bundan sonra ne yapabiliriz” gibisinden birkaç cümleden oluşan kısa bir konuşma geçti. Düşman bizi vurmadan biz onu vurmuştuk ama, onlar da gecikmeden bize cevap vermişti. Rastgele bulunduğumuz tarafı tarıyorlardı. Pusuya askerlerle birlikte korucular da gelmişti. O yüzden biraz daha cesaretli davranıyorlardı. Pusuya düştüğümüz yer çatışmaya uygun değildi. Zaten orada herhangi bir çatışmaya da giremezdik. Çünkü pusuya girmeden pusu atan gücü vurmuştuk. Yapmamız gereken; oradan bir an önce çıkmak kalıyordu. Pusuya düştüğümüz yer düzlükteydi. O nedenle oradan çıkmak zordu. Ancak bir şekilde çıkmamız gerekiyordu. Birkaç tarama daha yaptıktan sonra geldiğimiz yöne doğru geri döndük. Yanımdaki arkadaş yolun alt tarafına doğru kendini bıraktı. Ben de geldiğimiz araziden çıkmadan öyle devam ettim. Ay ışığı vardı. Bir de düşman ışıldak kullandığı için görüntümüzü iyice aldılar. Onun için hem benim hem de diğer arkadaşın gittiği yerleri yoğun ateş altına aldılar durmadan tarıyorlardı.
Mermilerden korunmak için zaman zaman yürüyor, zaman zaman eğiliyordum. Bir kez daha eğilmek isterken sendeleyip yere düştüm. Düşünce diz kapağım taşa çarptı. Ayağa kalkmak istedim, ama kalkamadım. Diz kapağım taşa çarpmasına rağmen her iki ayağım da tutmaz olmuştu. Birkaç defa kalkmayı denedim ama olmadı. Acaba yaralandım mı diye düşünmeye başladım. Ellerimle ayaklarımı, dizlerimi yokladım, ama kan yoktu. Yaralanmamıştım ama dizimde korkunç bir acı vardı. Ne yaptıysam da bir türlü ayağa kalkamadım. Oradan mutlaka uzaklaşmam gerekiyordu. “Bir şeyler yapmalıyım” diyordum kendi kendime. Sonunda çantamı çıkarıp bir yere sakladım. Ondan sonra sürünerek oradan uzaklaşmaya çalıştım.
Bütün bunları ay ışığı ve gökten düşen yağmur damlaları gibi üzerime yağan mermiler altında yapıyorum. Düşman sayımızın az olduğunu ve birbirimizden koptuğumuzu da anlamıştı. O yüzden de gittiğimiz yöne doğru tedbirli bir şekilde yavaş yavaş gelmeye başladı. Avcı kolu halinde dağılmış, bize doğru geliyorlardı. Her zaman olduğu gibi yine en önde korucular vardı. Norşin’in üst tarafında ve bulunduğumuz alana yakın olan Xapinok Karakolu’ndan onlara takviye de gelmişti. Düşman gelen takviyeye güvenerek ve bir de sayımızın az olduğunu bildiğinden, araziye dağılmış geliyordu.
Ben de oradan çıkmak için uğraşıyordum. Düşmanın orta yerinde kalmıştım. Ancak ne yaptıysam çok fazla uzaklaşamadım. Tahminen beş yüz metre kadar uzaklaştığımı sanıyorum. Ondan öte bir adım dahi atamıyordum. Çünkü ayaklarıma hükmedemiyordum. Hareket ettirmekte bile zorlanıyordum. Ertesi gün bulunduğum alana operasyon çıkacağını da biliyordum. O yüzden kendimi mutlaka bir biçimde sağlama almam gerekiyordu. Ama ne yaptıysam çıkamadım. Adım atacak güçte değildim. O yüzden orada saklanacak bir yer aramaya başladım. Bulunduğum yer, öyle büyük ağaçların olduğu bir orman değildi. Kesilmiş koca ağaçların yeşerip dal budak vermesiyle çalılıklardan oluşan bir yerdi. Düşmanın içine giremeyeceği, beni çok iyi koruyacağı bir orman değildi. Köyün de hemen üst tarafındaydım. Ama başka bir alternatifim yoktu. Bulduğum yerde sık bir çalılığın arasına girip saklandım. Bir yandan ayağımın acısıyla kıvranırken, öte yandan yarın araziye çıkacak düşmanı düşünerek, gündüz olmasını bekledim.
Silahımın emniyetini açıp, bombamın pimini düzelterek öylece sessizce bekledim
Sabahleyin, güneşin ışıkları yavaş yavaş bulunduğum alana düşmeye başladı. Telsiz ve dürbünümüz de diğer arkadaşta kaldığı için düşmanı ne dinleyebiliyor ne de gözetleyebiliyordum. İş gözlere düşmüştü. Gözlerimle etrafı kontrol edip, düşmanı takip edecektim. Kaldığım arazi zaten iyi değildi. Düşmanın gelip beni bulması durumunda çatışmaktan başka bir seçeneğim de yoktu. Gireceğim çatışma da en fazla birkaç dakika sürebilirdi ancak. Yine de direnmekte kararlıydım. Diğer arkadaşlarıma layık olmak için direnecektim.
Düşmanı takip etmek için bütün yükün üzerlerine yüklendiği gözlerimi iyi açarak, düşmanın geliş hattını gözetlemeye başladım. Bir süre sonra pusuya girdiğimiz yerde askerlerin hareket etmeye başladığını gördüm. Kendi aralarında gittiğim ya da gidebileceğim yönleri tartıştıklarını duyabiliyordum.
Pusuya girdiğimiz yerden başlayıp araziyi taramaya başladılar. Silahımın emniyetini açıp, bombamın pimini düzelterek, öylece sessizce beklemeye başladım. Geldiklerinde onları önce silahlı vuracaktım. Ardından bombayla vurmaya devam edecektim. Zaten ondan sonra büyük bir ihtimalle vurulup düşecektim. Ama vurulmadan önce birkaç tanesini vurmam gerekir diyordum kendi kendime. Ayağımdaki ağrı şiddetleniyordu. Ama o an acıyı dinleyecek halde değildim. Arazide arama tarama yapan düşmanı düşünüyordum. Beni görmesi durumunda onu nasıl etkili bir şekilde vurabileceğimi hesaplıyordum. Öyle kolay bir şekilde beni vurmamalı diyordum kendi kendime. Gözüm, kulağım düşmandaydı.
Bir süre sesiz sedasız bekledim. Öğlen saatlerine kadar düşman bana doğru gelmedi. Sadece pusuya düştüğümüz yerde dolanıp durdu. İkindi vakti yine gelmedi. Akşam oldu, yine gelmedi. Şans benden yanaydı. Düşman her yeri arama taramadan geçirmesine rağmen benim bulunduğum yere gelmedi. “Acaba düşman neden buraya gelmedi” diye düşünmeden edemedim. Aslında cevabı kolay bir soruydu. Kaldığım yer köye ve karakola yakındı. Böyle açık bir yerde saklanacağımı da hesap etmemiş olmalılar. En azından ben böyle düşünüyordum.
Düşman gelmeyince, ayağımdaki acı adeta beni dürtercesine kendime dönmemi istiyor gibiydi. Dayanılacak gibi değildi. Kemik sızlıyordu ve beynime kadar vuruyordu. Bir de aşırı derecede şişmişti. Yapacağım tek bir şey vardı: O da bir biçimde arkadaşlara ulaşmak. Ama yürüyemiyordum. Ayrıca arkadaşları nasıl ve nerede bulacağımı da bilmiyordum. Çünkü öyle bir durumda arkadaşlar tedbir amacıyla bir süre kullandıkları noktalardan uzaklaşırlar. Ama öyle elim kolum bağlı da kalamazdım. Arkadaşları aramaya karar verdim. Tek bir adım dahi atacak durumda değildim. Hem açlıktan, hem susuzluktan hem de ağrıdan başım dönüyordu. Gün boyu hiçbir yememiş, içmemiş, düşman geldi gelecek gerginliğiyle öylece beklemiştim. Bunun ağırlığını daha yeni yeni yaşıyordum. Aramaya hemen üst tarafında olduğum köyden başlayacaktım. Aslında arkadaşların o gece o köye gelmeyeceklerini biliyordum. Ama yine de köye gitmeye karar verdim. Arkadaşları bulamasam bile bu çevrede olduğuma, düşmanın eline geçmediğime ve şehit düşmediğime dair haberlerinin olmasını istiyordum. Köye gitseydim bir biçimde bundan haberlerinin olacağını biliyordum. O köyde daha önceden gittiğim birkaç evi biliyordum. Bütün bunları düşünüp gitmeyi kararlaştırdım.
Ancak o gece hiçbir yere gidemedim. Adım atamıyordum. Bu acı, eziyet veren duygu, tekrar gerillaya ulaşabileceğim inancıyla yerini sevinç ve mutluluğa bırakıyordu. İki gün iki gece ilk saklandığım o yerden hareket edemedim. Hareket edebilseydim ilk geceden, hemen on dakika alt taraftaki köye gidecektim. İki günden sonra ayağımdaki şişlik biraz indi. Ağrısı da biraz dindiği için köye gitmek için yola çıktım. Ama zar zor ayakta duruyordum. İki günlük açlık ve susuzluğa bir de ayağımın hali eklenince, ayakta durmakta zorluk çekiyordum. Gerillada büyük bir zaafiyet olan sigarasızlık bende de kendisini göstermişti. Utanarak, sıkılarak biraz da zayıflığıma yenilerek; “Şimdi bir sigara olsaydı da içseydim” diyordum. Zar zor ayağa kalktım. Ama yürüyemiyordum. Silahımı baston gibi kullanarak adımlarımı atmaya başladım. On adımda bir oturup dinleniyordum. Çünkü gücüm ancak o kadarına yetiyordu. Zaten ilk üç dört adımda gözlerim karardı. Hemen dip tarafımdaki köy ışıklarını bile göremez olmuştum. Sonunda yaklaşık on dakika kadar uzakta olan köye ancak iki saatte ulaşabildim. Köy, üç gece önce yaşadığımız çatışmaya tanık olmuştu. Ama sonucu hakkında çok fazla bir şey bildiklerini sanmıyordum.
Tanıdığım evlerden birine girdim. Ev sahibi beni görünce, “üç gece önce buradaki çatışmada mı oldu?” diye sordu. Ben de “evet ama mermi falan almadım. Yere düşüp ayağımı kayaya çarptığım için öyle oldu” dedim. Arkadaşları sordum. Çatışmaya; yani pusuya girdiğimiz geceden bu yana kimsenin gelmediğini söyledi. “Üç gündür bir şey de yememişsindir o zaman” dedi. “Evet” dedim. Çünkü gerçekten de iki gündür hiçbir şey yememiştim. Çay, sigara, su bile içmemiştim. Ev sahibi eşine hemen bir şeyler hazırlamasını söyledi. Açlık çok önemli değildi. Çaysızlık zorlamıştı beni. O yüzden “Yemekten önce bir çay olsa, belki başımın ağrısı geçer” dedim. Yemekten önce çay getirdiler. Üç bardak üst üste içtim.
Baş ağrım biraz geçti gibi. Ama ayağımın ağrısında herhangi bir değişiklik yoktu. İki saat kadar evde kalıp yemek yiyip çayımı içtikten sonra, biraz da erzak alarak köyden çıktım. Bu arada köylü, ağrı kesici gibi bazı ilaçlar da verdi ve ayrıca yarın Norşin’e inip bana ilaç getireceğini söyledi. Beni saklayabileceğini, bu durumda bir yere gitmemin doğru olmayacağını, zaten bir yere gidemeyeceğimi de söyledi. Aslında kalabilirdim. Ev sahibi güvenilir bir insandı. Beni düşmana teslim etmeyeceğini biliyordum. Ama yine de ben bir gerillaydım. Kendi tedbirimi almak zorundaydım. Ayrıca köyü ve köylüleri de düşünmek zorundaydım. Çünkü köyde yakalanmam ya da çatışmaya girmem durumunda köyleri yakılacaktı. Köylüler evlerinden, yurtlarından, topraklarından olacaktı. O yüzden köyden çıksam daha iyi olur’ diyerek evden ayrıldım. Ama ayrılmadan önce kendisine, arkadaşlara yaşadığıma dair bir haber gönderebilirse ya da arkadaşlar bu tarafa gelirse yaşadığımı ve bu çevrede olduğumu söylerse iyi olur dedim.
Köyden çıkıp bu kez biraz daha uzakta ve gür bir ormanın içine kadar yürüdüm eğer buna yürümek denirse. Yer yer silahımı baston gibi kullanarak adımlarımı atıyordum, yer yer de sürünerek ilerlemeye çalışıyordum. Sabaha kadar ancak güvenli bir yere varabildim.
Gecelerimi yol gözlemekle geçiriyordum
Günü o ormanın içinde geçirdim. Yemek çok fazla aklıma gelmiyordu. Sigara içip arkadaşları düşünüyordum. Tek düşüncem bir daha arkadaşlara ulaşmaktı. Bu nasıl olacaktı ve kaç gün içinde olacaktı, bilmiyorum. İşte insanı zorlayan, duygusallaştıran, boğazını düğümleyen ve ağlamaklı hale getiren de bu bilinmezlikti. Ama bir gün mutlaka arkadaşlara ulaşacağımı da biliyordum. Arkadaşlardan koptuğum ilk gün, düşmanın nasıl ve nereden geleceğini düşünmüştüm. Ondan sonraki günlerde ise arkadaşların gelebileceği yollara bakıyordum sürekli. Bir ses, bir hışırtı geldiğinde acaba geldiler mi diye çevreye kulak kabartamaya başlıyordum. Arkadaşların olmadığını anlayınca yine kabuğuma çekiliyor, bir gün mutlaka gelecekleri ümidiyle teselli buluyordum.
Köyden döndükten sonra iki gün o ormanın içinde arkadaşların yollarını gözleyerek bekledim. Ama gelmediler. Bir daha köye gitmek için yola çıkacaktım. Ama ayağımda hala ciddi bir düzelme olmamıştı. Hala eskisi kadar ağrıyor ve şişkinliği de inmemişti. Yine ayağımı sürükleyerek ve silahımı baston gibi kullanarak kendimi köye ulaştırdım. Aynı eve gittim. Ev sahibinin bana getirdiği ilaçları aldım. Ama ondan önce arkadaşlardan bir haber olup olmadığını sordum.
“Hayır, hiçbir haber yok” dedi adam. Ama birkaç yere haber ulaştırmak için girişimlerde bulunduğunu söyledi. Sevindiren tek şey buydu; getirdiği ilaç da, aldığım erzak da değildi. Büyük bir umutla çok kalmadan köyden ayrıldım.
Aynı ormana, fakat iki gün önce kaldığım yerin biraz daha üst tarafında bir yer bulup, oraya girdim. Arkadaşlardan uzak altıncı gecemi geçiriyordum. Arkadaşlardan kopmuştum. Bunun acısı ve özlemi içinde yaşıyordum. Şimdiye kadar böyle bir duygu yaşamadığım için, “Acaba kopuk kalan her arkadaş aynı şeyleri yaşıyor mu” diye düşünmeden edemiyordum. İki gün de bu yeni geldiğim noktada kaldım. Köyün ve civar köylerin çobanlarının da dolup taştığı bir yerdi. Ama hem ayağımın durumundan kaynaklı, hem de çobanların yalnız olduğumu anlamamaları için yanlarına gitmiyordum. Bir gün daha geçtikten sonra ayağımın ağrısı biraz geçti. Şişkinliği de indi. Artık bulunduğum yerde kalkıp kendi kendime dolaşabiliyordum. O yüzden artık çobanların yanına gitsem de sorun olmazdı. Çünkü çobanlardan biri beni ihbar etse bile artık oradan uzaklaşabilirdim.
O yüzden yedinci günden sonra artık geceleri çobanların yanına gitmeye başladım. Bir süre yanlarında kaldıktan sonra gidip ormanın içinde kendime yeni bir yer bulup kalıyordum. Normalde uykusu ağır biriyim. Ama bazen uykudayken en ufak bir hışırtıda uyanıp, “Arkadaşlar geldi!” diye çevreme bakınmaya başlardım. Aslında gelen ses düşmanın da olabilirdi. Ama arkadaşlara kilitlendiğim için, gelen ses kimin olursa olsun arkadaşların sesi olarak düşünüyordum. Bir süre sonra hiç kimsenin olmadığını anlayıp uzanıyordum. Geceleri sabaha kadar arkadaşların gelişini bekliyordum. Sabah olduğunda “Bu gece de gelmediler ama bir sonraki gece mutlaka gelirler” diyerek uyumaya çalışıyordum. Gündüzleri uyumaya çalışıyordum. Geceleri arkadaşların yolunu beklemeye başlıyordum. Geceleri düşman hiç aklıma gelmiyordu. Hava kararmaya başlar başlamaz arkadaşlar gelirdi aklıma. “Şimdi bir yerden çıkıp gelecekler” diyordum. Gecelerimi bu şekilde geçiriyordum. Her sabah olduğunda da, “Bu akşam da birbirimizi görmedik” kelimeleri kendiliğinden dökülüyordu dudaklarımdan.
Bazen ağlıyordum; çünkü böyle durumlar ister istemez insanı duygusallaştırıyor. Bu dağ başlarında her şeyin olan arkadaşlarından kopuk kalmak, hem de günlerce ve yürüyemeyecek durumda olmak insanı duygusallaştırıyor. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. Çünkü bizim bu dağ başlarında arkadaşlarımızdan başka hiçbir şeyimiz yok, onlardan kopmuşsanız, geriye yapacak tek bir tek şey kalıyor: Yollarını gözlemek… Bir gece mutlaka çıkıp gelecekler diye beklemek ve bazen de ağlamak… Ben de bunları yapıyordum. Ama öte yandan da kendimi yaşatmak, yani yaşam imkanları yaratmak durumundaydım. O yüzden de geceleri çobanların, bazen de tarlaya gelen köylülerin yanına giderek erzağımı alıyordum. Ama bunları yaparken köylülere ve çobanlara yalnız olduğumu da hissettirmemeye çalışıyordum. Çünkü yalnız olduğumu bilmeleri durumunda belki ihbar da edebilirlerdi.
Uykusuz ve yolları gözlemekle on günü geride bıraktım. Ayağım biraz daha düzeldi. Artık daha rahat hareket edebiliyordum. Ama yine de o çevreden çok uzaklaşmadım. Uzaklaşmak da istemiyordum. Çünkü arkadaşlardan o civarda kopmuştum. Arkadaşların beni orada arayacağını düşünüyordum. O yüzden oradan uzaklaşmayı hiç düşünmüyordum. Gecelerimi yol gözlemekle geçiriyordum. Günler akıp gidiyordu. Ama her biri bazen bir ay, bazen bir mevsim, bazen bir yıl kadar uzun geçiyordu. Çünkü her geçen gün biraz daha duygusallaşıyordum. Biraz daha fazla arkadaşları özlüyordum. O yüzden o çok uzun gelen günleri, daha önce arkadaşlarla yaşadığımız anıları düşünerek doldurmaya çalışıyordum. O anları düşünürken kendi kendime bazen gülüyor, bazen farkına bile varmadan gözlerimden yaşlar akıyordu.
Günlerimi arkadaşlarla yaşadığım anılarla dolduruyordum. Geceleri yol gözlediğim için çabuk geçiyordu. Ama günler değirmen taşı kadar ağır geçiyordu. Arkadaşlar olmadan geçirdiğim her gün için ağaçlara bir çentik atıyordum. Sık sık nokta değiştirdiğim için de gittiğim her yeni ağaca bir artırarak yeniden çentikler atıyordum.
Bu şekilde yirmi beşinci günümü de, bir ayımı da geride bıraktım. Ama yine gelen giden olmadı. Otuz dördüncü günün gecesi kendime erzak bulmak için bir çobanın yanına uğradım. Erzağımı alıp geri döndüm. Yerime oturup arkadaşları düşünerek, her gece yaptığım gibi yollarını gözlemeye başladım.
Gece yarısına doğru çevrede bir hareketlilik olduğunu fark ettim. O kadar yakından geçiyorlardı ki ayak seslerini duyabiliyordum. Bir ara “Acaba hayvan olabilir mi” diye düşünerek iyice dinledim. Hayır, gelen insanların ayak sesleriydi. Zaten hiçbir zaman düşmanın olma ihtimalini vermedim. O yüzden de arkadaşların ayak sesleri olabilir dedim kendi kendime. Ama köylü de olabilir diye düşündüm. Arkadaşların da, köylülerin de, düşmanın da operasyonlarda kullandığı bir yerdeydim. O yüzden biraz tedbirli hareket etmek istiyordum. Ama içim içime sığmıyordu. Yerimde duramıyordum. Ancak yine de “Tam netleştirmeden gidemem” dedim kendi kendime. “Bu kadar beklediğime göre birkaç saat daha bekleyebilirim” diyerek, kendimi sakinleştirmeye çalışıyordum. Sesler kesildi. Ama çok uzaklaşmadı. Zaten sabah olmak üzereydi. Hava aydınlanınca sesler yeniden gelmeye başladı. Ama yabancı seslere benzemiyordu. Ateş yakmak için kırılan odun sesleri geliyordu. Bu arkadaşlara ait bir sesti. Düşman ateş yakmak için odun kırmazdı. Bir de odun kırarken o kadar sessiz davranmazdı. O yüzden geceden beri can kulağıyla dinlediğim seslerin, arkadaşların sesi olduğuna ikna oldum.
Henüz günün ilk ışıkları vurmuştu ormanın içine. Güneş ışıkları süzülerek bana doğru geliyordu. Bir an önce güneş biraz daha yükselse de yakınlarımda kimlerin odun kırdığına baksam diyordum. Yerimde duramıyordum. Çünkü arkadaşlara duyduğum özlem yakıp geçiyordu. Bir an önce kim olduğunu anlamak istiyordum. Bir yandan da “Ya düşmansa!..” diye tedirginim. Ne yaptıysam yüreğime söz geçiremedim ve yavaş yavaş sesin geldiği yöne doğru gitmeye başladım. Ağaçların arasından baka baka gidiyordum.
Tam yaklaşmıştım. Bir süre dikkatli bakınca, odun kıranın benimle pusuya düşen arkadaş olduğunu gördüm. Meğer bir arkadaşla birlikte beni aramak için dönmüşler. Çünkü o kadar zaman geçmesine rağmen ne şahadetime ne de düşmanın eline geçtiğime dair bir haber almışlar. Durum böyle olunca arkadaşlar, gidip pusuya düştüğümüz yerde beni aramaları gerektiğine karar vermişler.
Torbamda biriktirdiklerimin hepsini döktüm
Yavaş yavaş gidip arkadaşın karşısına dikildim. Birkaç dakika hiç konuşmadan öylece birbirimize baktık. Birkaç dakikadan sonra arkadaşla birbirimize kenetlenmişçesine sıkı sıkıya sarıldık. Yine kendimi tutamayıp ağlamaya başladım. Bu seferki, sevinç gözyaşlarıydı. Arkadaşları bulduğuma sevindiğimin gözyaşlarıydı. Diğer arkadaş da geldi. Onunla da uzunca birbirimizi kucakladık. Onlar çay yapıyorlardı. Çayımızı kaynatıp içtik. Otuz beş gün sonra arkadaşlarımla oturup hem hüzün, hem sevinç, hem özlem dolu geçen günlerin hatırına çayımızı içtik. Kahvaltımızı yaptık. Kahvaltımızı yaptık diyorum, ama ben hiçbir şey yiyemedim sevinçten. Arkadaşları görmek beni doyurmuştu. Sadece çay içiyordum. Bir de onların yemek yiyişlerini izliyordum.
Akşama kadar orada kaldık. Biz pusuya düştükten sonra arkadaşların alanı terk ettiklerini, Geliye Şex Cuma’ya gittiklerini, bizim de oraya gitmemiz gerektiğini söylediler. Geliye Şex Cuma’ya gitmek için bir gecelik yolu kat etmek gerekiyordu. Ama on gecelik yol olsaydı da benim için on saatlik gibi gelirdi. Çünkü o yolun sonunda arkadaşlara ulaşacağımı biliyordum. Ancak bir an önce bitmesini istiyordum.
Hava kararınca yola çıktık. Ertesi sabah arkadaşların bulunduğu yere vardık. Arkadaşları tek tek uzunca kucakladım, kokladım. Ve bir kez daha gözlerimden yaşlar döküldü. Arkadaşlara başımdan geçenleri anlattım. Onlardan kopuk geçirdiğim gecelerde yaşadıklarımı anlattım. Geceleri yollarını gözlediğimi söyledim. Bazı geceler onlardan biri yanımdaymış gibi kendi kendimle konuştuğumu söyledim. Torbamda biriktirdiklerimin hepsini döktüm. Onlar da kopuk kaldığım günlerde benim hakkımda ne düşündüklerini anlattılar. Onlar da durmadan beni, şehit düşmüşsem de cenazemi aradıklarını söylediler. Beni aramaya gelen arkadaşların beni bulmadan döndüklerinde ne kadar üzüldüklerini anlattılar.
Yorgun ve uykusuzdum. Bir gecelik yol gelmiştik. Ama hiç aklıma bile gelmiyordu. Çünkü otuz beş gün boyunca yolunu gözlediğim arkadaşları görmüştüm.
Bir hafta boyunca arkadaşları yeniden bulmamın çocukça sevincini yaşadım. Doyasıya yaşadım. Çünkü bu dağ başında her şeyim olan arkadaşlarıma yeniden ulaşmıştım…
Ve bir daha arkadaşlardan kopmayacağıma dair defalarca ant içtim. Kopmaktansa ölmeyi her zaman yeğleyeceğime söz verdim kendi kendime…
Halen sözümü tutuyorum… Ömrüm boyunca da tutacağım…
Halen bazen olduğum yerde durup yollara bakarım. Arkadaşların yanında olmama rağmen, başkaları daha gelecek diye yol gözlüyorum.