2024 yılının Ekim ayında MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin Önder Apo ile ilgili yaptığı açıklama gündem oluşturdu. Oluşan bu gündem hala etkisini göstermeye devam ediyor.
Devlet Bahçeli’nin gündem yaratan açıklamasının siyasal boyutuyla değerlendirmesi çokça yapıldı. Birçok siyasal çevre ve kişi bu konu üzerine değerlendirme ve açıklamalarda bulundu. Bunlar da farklı boyutlarıyla etkili medya araçları üzerinden kamuoyuna ve ilgili çevrelere duyuruldu ve hala duyurulmaya da devam ediyor.
Medyada bundan sonra da konuya dair farklı bilgiler olduğunda yer verileceği gibi yorumlarda bulunulabilir. Böyle olması habercilik ve gazetecilik açısından olması gerekendir. Kuşkusuz onları anımsatacak cümlelere yer verilecek olsa da daha çok Devlet Bahçeli’nin gündem yaratan açıklamasını kişi, çevre ve toplumu etkileme, algı oluşturma ve bilinçte sapma yaratarak davranış üzerinde etki oluşturmayı ele alacağız.
Algı ve mana
Doğada var olan biyolojik varlıkların ortak temel özelliklerinden biri de algı olmaktadır. Bunun içindir ki, temel biyolojik varlık olarak kabul edilen bitki, hayvan ve her ikisinin ortak özelliklerini taşıyan yosun, mantar gibi varlıklar ve insan günümüze kadarki bilimsel verilerin ispatlayabildiği kadarıyla algıya sahip olan varlıklar olarak kabul edilmektedirler. Fakat burada ifade edilen algı ortak bir payda olmakla birlikte; bu canlılar düzey, gerçekleşme, kendini pratikte ifade etme biçimiyle de kendi içlerinde farklılıklara sahiptir. Dinden öte, doğayı algılama biçimi olarak da kabul edilen Tao düşüncesinde de ifade edildiği gibi; “Tao taşta uyur, yaprakta rüya görür, hayvanda uyanır, insanda da farkına varır” deyişi de bu algının yorumlanmış ifadesi olarak kabul edilebilir.
Anlaşıldığı üzere Tao düşüncesinde ifadeye kavuşan, algı düzeyinin biyolojik varlıklardaki farklılığı kedini bu şekilde somutlaştırmış olmaktadır. Ona göre de biyolojik varlıklarda algı düzeyi bu şekilde kendini dışa vurmuş olmaktadır.
Burada öne çıkan; bitkinin, hayvanın, bitki ve hayvanların ortak özelliğini taşıyan organizmalar ile insandaki duyumsamalarının hangi biçimde kendisini dışa vurmuş olduğudur. Daha somut bir ifadeyle tüm biyolojik varlıklardaki algının ortak yönleriyle birlikte ayrışan yönlerinin de olduğu algı üzerine yapılan değerlendirmelerde en temel hususlardan biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu temelde ortak olan yan tüm biyolojik varlıklarda olan dokusal ve sistemsel karakterlerde ifadesini bulan yönler olurken, ayrışan yan ise o algının kedisini nasıl dışa vurduğudur. Örneğin bitki duyumsuyor, hissediyor, onu kendine özgü tepkilerle algıladığını dışa vuruyor. Hayvan ise duyumsuyor, hissediyor, ona göre de algısını bir tepki olarak hem gözle hem de somut davranış biçimiyle görülür kılıyor. İnsan da ise algı bitki ve hayvanlarla ortak noktalarda buluşurken, onlardan farklı olan yanlar da ihtiva ediyor. Bu fark insanda -algıya karşılık olarak gelişen reflekslerle birlikte- algının beyinden düşünceye, tasarıma, eyleme dönüştürülmesi olarak kendisini somut bir ifadeye kavuşturuyor. Önder Apo’nun Demokratik Uygarlık Manifestosu olarak adlandırılan ve beş kitaptan oluşan savunmalarının “Uygarlık” adıyla yayınlanan birinci kitabında bu farklılıkları maddeler halinde açıklıyor.
İnsanda yoğunlaşan gerçeklikler …
1– Maddenin yapıtaşları olan atomlar hem sayı hem de diziliş olarak insanda en zengin bir varlığa ve bileşime sahiptir.
2– İnsan biyolojik dünyanın tüm bitkisel ve hayvansal yapılarını temsil etme avantajına sahiptir.
3– Toplumsal yaşamın en gelişkin biçimlerini gerçekleştirmiştir.
4– Çok esnek ve özgür bir zihniyet dünyasını temsil etmektedir.
5– Metafizik yaşayabilmektedir.
biçiminde beş madde somutlaştırılmaktadır.
Burada -bu maddelerden birini diğerleri karşısında öncelemeden- konuyla doğrudan bağı nedeniyle beşinci maddede ifade edilen insanın “metafizik yaşayabilme” özelliği, insanda algının aldığı biçimi ya da somutlaşmış halini daha yakından görme, anlama olanağını tanıdığı belirtilebilir.
Toplumsal algı ve pozitif bilimlerin etkisi
Bu temelde biyolojik bir varlık olmanın ötesine geçen insanda algı konusu ele alınırken, onu insanın var olma hali olan “toplumsallaşmayla” birlikte ele almanın daha gerçekçi olacağını kabul etmek gerekmektedir. Aslında bu yönüyle algının, biyolojik varlık olarak “insanın” -sosyal, ideolojik, siyasal bir nitelik yüklendiği- insanlaşmaya doğru giden yolda attığı ilk adımlardan olduğu da belirtilebilir. Ayrıca algı, biyolojik varlık olarak insanın oluşum sürecinden itibaren kaydettiği gelişme düzeyine göre bir ilerleme içerisinde olmuştur. Buna göre insanlaşmanın ilk sürecinde algı; -göz, kulak, burun, dil, el-ayak gibi- duyu organları vasıtasıyla duyumsanarak beyine taşınmış, orada kavramlaşmış, dil ile de ağızdan çıkan hecelere, kelime ve sözcüklere dönüşmüştür. En somut haliyle de insan, çevresinde mana ve anlam verdiği olup-bitenleri sözcüklerle ifade eder bir hale gelmiştir. İnsanın kavuştuğu bu beceri onu daha da ileriye taşıyan harekete geçirici bir rol oynamıştır. Düşüncenin gelişimini, tasarıma dönüşerek, o güne kadar kullanılanları aşan insan eliyle avadanlıkların, iş aletlerinin, barınakların yapılmasını ve bunlara dayalı olarak da yaşamın öncekine oranla zenginleşmesini, güçlenmesi ve kolaylaşmasını oynanan bu rolle bağlantılı ele alarak değerlendirmek mümkündür.
Belirgin olarak öne çıkan bu özellikler insan yaşamında düşüncenin yaşama yön verme niteliğinin belirginlik kazanmaya başladığı bir dönemi ifade ederken aynı zamanda insanın diğer biyolojik varlıklarla farkını temel bir çerçeveye oturmaya başladığını göstermektedir. Zaten o süreçle birlikte yaşamsal maddi ihtiyaçların karşılanmasında; “avcı”, “toplayıcı” biçiminde gruplaşmış olan insan toplulukları, kendi aralarında yaptıkları iş bölümüne bağlı olarak yeni yaşamsal düzenlenişler içerisine de girmeye başlamıştır. Önce kadın-erkek ve yaş farklılıklarına dayalı; doğal, sonra da üretimden kaynaklı; toplumsal iş bölümleri de insan yaşamında görülmeye başlayan düzenlenişler olmuştur. Bu iş bölümlerine dayalı topluluk yaşamının düzenlenişinde, algının rolünün görülmesi gerekmektedir. Oynanan bu rol tarihsel gelişim içerisinde farklı düzey ve biçimlerde kendini göstermeye devam etmiştir.
Kapitalist modernitenin kendini bir sistem olarak örgütlemeye ve kendi kurumsallaşmasını oluşturmaya başlamasıyla birlikte yakalanan düzey ve kazanılan biçim, o güne kadar olduğundan daha farklı bir “doğrultu” içerisine girmiştir. Özellikle de 19. yüzyılda bilimin kendi içerisinde pozitif bilimler olarak ayrıştırılmasıyla birlikte bu “doğrultu” kendi rotasında zirveye doğru bir tırmanış göstermiştir.
Burada “pozitif bilimler” derken, 19. yüzyılda bilimin doğa ve fen bilimleri olarak ayrıştırılması ve ayrıştırılan bu iki temel kategorinin de kendi içinde gruplandırılarak dallara bölünmesi kast edilmektedir. Dikkat edilirse bu süreçle birlikte biyoloji, sosyoloji, psikoloji, zooloji, botanik, fizyoloji, jeoloji, ontoloji gibi adlar altında bilim disiplinleri oluşturularak insan ve doğa yaşamı en ince ayrıntısına varıncaya kadar araştırma ve inceleme konusu haline getirilerek, kapitalist modernite sisteminin hizmetine sunulmaya başlanmıştır. Kapitalist modernite sisteminin, insan yaşamındaki yeri “büyük devrimler” olarak nitelendirilerek, “yeni keşifler” adı altında topluma sunulan birçok buluş da bu bilimlere dayandırılarak geliştirilmeye başlanmıştır. Yine aynı şekilde toplum yaşamını düzenleyen yasalar, kanunlar, ekonomik yaşama dair temel belirlemeler hep bu süreçle birlikte geliştirilmiştir. O nedenle başlayan bu sürecin kapitalist modernite sisteminin her yönüyle toplum, doğa, siyaset, hukuk gibi birçok alan üzerinde tekelini kurduğu bir süreç olduğunu söylemek gerekmektedir. Bu dönemin, öncesinde var olan sınıflı, devletçi uygarlıklardan; köleci ve feodal kölelik, sömürü ve egemenliklerden en temel farklılıklarından biri bu olurken diğer bir özelliği de sömürünün aldığı biçim olmaktadır. Bununla birlikte diğer bir başka özelliği de ücretli köleler haline gelen mülksüz, sömürülen ve iş gücünü satma dışında yaşamını sürdürebileceği, elinde hiçbir şeyi olmayanların kapitalist pazar etrafında kapitalist modernite sisteminin toplumu haline getirilmiş olmalarıdır. Bu yönüyle “toplumun” köleci ve feodal uygarlığın köleliğinden farklı olarak ücretli köleler haline gelerek kapitalist pazarda kendini satar hale getirilenlerden oluşan bir “topluma” dönüşmesi sağlanmıştır.
Pozitif bilimlerin amacı da tamamen bu ilişki ağı içerisinde kapitalist modernite sisteminin kendini dört başı mahmur bir hale getirmesi temelinde belirlenmiştir. Bu dönemde doğa ve topluma ait olan her şey; enine-boyuna, genişliğine-derinliğine en küçük parçasına varıncaya kadar pozitif bilimlerin konusu haline getirilerek kapitalist pazara sunulmuştur. Bu yönüyle insan ve toplum da kapitalist pazara sunulanlar arasında yerini almıştır. Öyle ki, önce hayvanlar üzerinde yapılan deneylere dayalı olarak ulaşılan sonuçlar giderek insanlar üzerinde tatbik edilmeye başlanılmıştır. Ünlü Rus fizyolog ve psikoloğu İvan Pavlov’un “hayvan terbiyesi” üzerine yaptığı deney ve araştırmalardan ulaştığı sonuçlardan olan “şartlı refleks” hipotezinin insanlar üzerinde denenmesine bu süreçte başlandı. 20. yüzyılın ortalarından itibaren, kapitalist modernite sistemi ve pozitif bilimler açısından 19. yüzyılda pozitif bilimler alanında yaşanmaya başlayan süreç büyük atılımlar kaydetti. Bunu sağlayan da ikinci dünya savaşı sonrasında oluşan konjonktür ve bunun sonucunda oluşan güç dengeleri içerisinde kapitalist-emperyalist sistemle, reel sosyalist sistem arasındaki çelişki ve çatışma olmuştur. Her iki sistem de pozitif bilimlerden sonuna kadar yararlanarak aralarında yaşanan rekabeti; silah, hava ve uzay sanayi üzerinde görüldüğü gibi, kendi lehlerine çevirmek istemişlerdir.
Kapitalist modernite sistemi açısından bu rekabet sadece silah, hava ve uzayla sınırlı kalmamıştır. İnsanın, toplum ve doğanın en küçük parçasına varıncaya kadar nasıl egemenlik ve sömürünün bir parçası haline getirilebileceğine dair sözde bilim adına yürütülen araştırma, deney ve yatırımlara ağırlık verilmiştir. Buna göre toplum, sosyoloji adı altında analizlere tabi tutulmuş, üzerinde uygulamaya konulacak olan politikalara nasıl açık hale getirilebileceğinin yol ve yöntemleri geliştirilmeye çalışılmıştır. Aynı şekilde cinsiyet farklılıkları ve bunların hem kendi özgülünde hem de birlikte oluşturdukları toplum bütünlüğü içerisinde yaş gruplarına bölünerek öne çıkan özellikleri, eğilimleri, ilgileri, güçlü ve zayıf yönleri tespit edilerek ona göre politikalar belirlenmiştir.
Belirlenen bu politikalar sadece ideolojik ve siyasal boyutlarla da sınırlı kalmamıştır. Kültürel ve psikolojik boyutlarıyla da ele alınarak uygulamaya konulmuştur. Bu temelde medya o güne kadar oynadığı rolün çok üstüne çıkan bir düzeyde toplumsal, siyasal, kültürel, ideolojik olan yaşamın her alanına nüfus edecek bir şekilde rol oynayacak bir sektör olarak örgütlendirilmiştir. Reklamcılığa özel bir önem verilerek toplum “gösteri” ve “tüketim toplumu” haline getirilme sürecine alınmıştır. Bunu sağlayabilmek için de o zamana kadar doğadan ve toplumsallaşmadan kaynağını alan algılar zihinlerden silinmeye çalışılırken, yerine kapitalist pazar sisteminin ve siyasetin çıkarlarına hizmet temelinde işler hale gelen algılar empoze edilmiştir. Burada öne çıkan amaç ise yapay, hayali bir topluma geçişin sağlanmasıdır. Önder Apo, Demokratik Uygarlık Manifestosu olarak adlandırılan son savunmalarının “Kapitalist Uygarlık” adıyla yayınlanan ikinci kitabında, bu gerçekliği “Tüm toplumlar üzerinde küresel bir homojenleştirme, kitle ve sürü toplum oluşturmak için tek kültürel potadan geçirme, sisteme en ufacık bir itiraz gelmeyecek biçimde yeniden inşa etmeler devrededir” belirlemesiyle somutlaştırırken, devamla da “Toplum projeleri bir bakıma eski devrimlerin, ütopyaların yerine ikame edilmiş oluyor. Artık ütopya ve devrimlere gerek yoktur. Her şey projelendirilebilir. Ayrıca finansörü hazırdır. Karşı-toplum, simülakr toplum, sanal toplum, tek zihniyetli toplum bu olsa gerek. Fakat yaşamın aşırı simülakr ve medyatikleşme niteliği kazanması, gösteri ve tüketim toplumunun egemenliği, ekonominin arzuyu gidermek yerine azgınlaştırması, iktidarın tüm toplumsal kılcal damarlara kadar sızması, tarihsizliğin bizzat sistem ideologlarınca dile getirilmesi çürüme ve kaos niteliğini belirgince ifade etmektedir” demektedir.
Bu süreçle birlikte kapitalist modernite sistemi kendi varlığını sürdürmek ve reel sosyalist sistemi kendi önünde engel olmaktan çıkararak kendine entegre etmek için geliştirdiği yol ve yöntemler ile arayışları o güne kadarkilerden daha farklı bir biçim kazanmaya başlamıştır. Bu oluşan biçimler içerisinde öne çıkan ise özel savaş stratejisi olmuştur. Burada özel savaş derken kast edilen, sadece özel savaş tanımında formüle edilen “gayri nizami harp”, “istikrar harekatı” ve “psikolojik savaş” değildir. Kuşkusuz bu özellikler özel savaş stratejisi içerisinde yer alan herkes tarafından kabul gören temel saç ayaklarıdırlar. Ancak bu özellikler özel savaş stratejisini anlatmaya yetmemektedir. Burada görülmesi gereken bu özelliklere bir çehre kazandıran, siyasal ve askeri yapılanma ile birlikte toplumu da içerisine alan, kapitalist modernite sistemini ayakta tutmayı hedefleyen özel savaşın sistemsel bir karaktere sahip olmasıdır. Burada asıl olarak görülmesi gereken de özel savaşın bu temel özelliğidir. Özel savaşı, klasik savaşlardan ayıranın da bu yön olması ve toplum mühendisliğine dayalı bir savaş biçimi olarak yürütülüyor olmasıdır. Burada “toplum mühendisliği” denirken kast edilen fen kapsamında olan bir bilim disiplini olarak olay ve olguların anlaşılmasına yönelik yürütülen çalışmalarla -var olan ilgili boyutunu ret etmeden- onun kazandığı anlamı aşmasıdır. Doğadan topluma, siyasetten kültüre, sanata, ekonomiye varıncaya kadar olan her şeyin bir kurguya dayalı olarak yeniden inşa amacına yönelimi içermektedir.
Sessiz savaş
Yaşanan bu değişim, algının sadece duyu organları yoluyla duyumsanan, hissedilen, bilinçte yansımasını bularak anlamlaşan bir olgu olarak yaşamda karşılığını bulan doğal ve toplumsal olma sınırlarının dışına çıkarılarak, kapitalist modernitenin çıkarlarına hizmet edecek bir şekilde inşa sürecine alınması anlamına gelmektedir. Artık bu süreçle birlikte algı kapitalist modernite sisteminin toplum üzerinde kurduğu egemenliğin her yönüyle sürdürülmesine hizmet edecek bir hale getirilmeye başlamıştır. Burada gerçekleşen husus, “savaş oyunları” olarak da adlandırılan hileye başvurularak, algıda oluşan yanılsama ve saptırmanın ötesine geçen bir anlam ifade etmektedir. Bu yönüyle, anlık ve dönemsel değil, bir düşünüş, yaklaşım ve davranış biçimine dönüşümü anlatmaktadır. Bu aynı zamanda hem algıyı yönetenler hem de yönetilenler için algının içselleştirilmesinin hedeflendiği toplumun iki farklı uçtan yola çıkarak buluştukları ortak bir noktaya getirilmesi anlamına gelmektedir. Toplum mühendisliğinin önünde duran en temel husus bunu sağlayacak olan izlenecek yol-yöntem ve kullanılacak araçların belirlenmesidir. Burada öne çıkan da doğrudan topluma hitap eden, yine toplumsal yaşamı belirleyen özelliklere yönelik geliştirilen politikalardır. Asıl sorun da belirlenen politikaların, kullanılacak olan araçların nasıl harekete geçirileceğidir?
- yüzyılın kinci yarısından itibaren yaşananlar da bu sorulara bulunan cevaplar olma özelliğini taşımaktadır. Bu süreçten itibaren kapitalist modernite kendi toplumunu oluşturma yönünde yolunu belirlemiştir. Buna göre o güne kadar toplumu toplum olarak var eden özelliklerin başkalaşıma uğratılması ve bunun toplum tarafından içselleştirilmesinin sağlanması temel hedef olarak belirlenmiştir. “Bio-iktidar” ve “toplum kırım” ise bu hedefe ulaşmanın temel yol ve yöntemleri olarak kabul edilmiştir. Burada hedeflenen bio devlet toplumunun yaratılması ve toplumun iradesinin tamamen kırılarak kendi adına karar veremez, hareket edemez, en basitinden karşılaştığı sorunun çözümünü bile kendi dışında arayan, bu yönüyle de dışardan her türlü müdahaleye açık hale getirilmesidir. Toplumun ‘alıklaştırılarak’ kendisinden istenileni, tepki göstermeden yapar hale gelmesini sağlayan “Sessiz Savaş” kapsamında ele alınarak uygulanan yöntemler çıkar yol olarak görülmüştür. Bu şekilde belirlenen hedefe ulaşıldığında da toplum ve iktidar arasındaki ilişkinin buna göre işlerliğe kavuşturulması ön görülmüştür. Bu yapılırken de o zamana kadarki toplumun yaşamını, davranışlarını şekillendiren düşünce yapısı ve kültürel dokusu üzerinde doğrudan etkide bulunacak araçların kullanımı esas alınacaktır. Burada karşımıza çıkan da toplumla iç içe ve doğrudan ilişkiyi sağlayacak olan eğitim, kültür, sanat, spor, cinsellik ve medyanın en etkili şekilde kullanımı olmaktadır. Bunlara dayalı olarak da hedeflenen, toplumda zihniyet inşasının gerçekleşmesini sağlayacak olan bir algının geliştirilmesidir. Daha yalın bir ifadeyle toplumun toplum olmaktan çıkartılarak “hayali bir toplum” haline getirilerek toplum kırımın gerçekleştirilmesidir. Bu yönüyle de Önder Apo’nun Demokratik Uygarlık Manifestosu olarak adlandırılan savunmalarının “Özgürlük Sosyolojisi” adıyla yayınlanan üçüncü kitabında belirttiği gibi “20. yüzyılın ikinci yarısında patlama gösteren ‘medya ve bilişim’ devrimiyle birlikte hayata geçirilen hakiki toplum yerine hayali, sanal toplum yaratma eylemidir. Daha doğrusu, medyatik bilişimsel bombalama savaşıdır. Son yarım yüzyıl bu savaş biçimiyle başarıyla yönetilmektedir. Hayali, sanal, simülakr toplum gerçek toplumsal doğa yerine geçtiğinde, öyle sanıldığında, toplum kırım rolündedir.”
20.yüzyılın ikinci yarısından itibaren kapitalist modernite sisteminin inşasına yöneldiği “toplum” böyle bir özellik taşımaktadır. Bunun gerçekleştirilmesi için büyük sermaye gerektiren yatırımlar yapmaktan kaçınmadığı gibi iktidar olmanın tüm olanaklarını da kullanmaktan geri kalmamıştır. Öyle ki o güne kadar en etkili egemenlik yöntemi olan sömürü ve baskının yanına, savunulması, yaşanması gereken gerçek toplumu ‘yok sayarak’, taklide dayanan, alıklaştıran ve sanal olan yaşamla süslenen “hayali toplumu” gerçekmiş gibi topluma sunan bir rolle yükümlü kılınan araçlar eklenmiştir. Dikkat edilirse bu süreçte medya tekelleri oluşmuş ve bunlar da toplumsal ve siyasal yaşamın belirlenmesinde rol oynayan yargı, yasama ve yürütmenin yanına eklenen bir güç olarak telaffuz edilmeye başlanmıştır. Bu güce dayalı olarak kapitalist modernite sistemi tarafından sunulanlar doğru olanmış gibi, toplum bilincinde bir algıya dönüştürülmüştür. Toplum bu şekilde kendine sunulana inandırılırken, kendi hakikatine yabancılaştırılmıştır. Bunun karşısında ise asıl olan toplumsallık, hiç yaşanmamış gibi, bilinçlere hakim bir algı olarak yerleştirilmiş ve buna göre yönlendirilir bir hale getirilmiştir. Yine etkin kılınan bu güce dayalı olarak hükümetler yıkılıp yerlerine yenileri kurulmuştur.
Bu şekilde medya etkili bir güç olarak öne çıkarken, onu tamamlayan kimi zaman da ona güç vererek önünü açan, işi gücü hayal, sanal, simülakr toplum “yaratmak” olan özel eğitimlerden geçirilerek uzmanlaşmış kişilerin görevlendirildiği stratejik kurumlaşmalar ve bilgi merkezleri oluşumuna gidilmiştir. Şubeleri dünyanın dört bir yanına yayılmış olan bu merkezlerin yaptıkları araştırmalara bağlı olarak toplanan bilgiler bir stratejiye dönüştürülerek uygulanmak üzere belirli plan ve tasarımlara dönüştürülmüştür. Hedefinde, en genel anlamda toplumun duygu, düşünce dünyasına girilerek onu kontrol ve etki alanı içerisine alarak davranışlarına yön vermek vardır. Davranış derken burada kastedilen sadece siyasal eğilim ve düşünceler değildir. Hedef olarak kim ya da kimler varsa onlarla ilgili olan her şey; ilgileri, merakları, yaşam tarz ve alışkanlıkları, gelecek tasarımları, hayalleri, ilişkileri, eğilimleri, neden hoşlanıp-hoşlanmadıkları, zengin-fakir veya orta halli olup-olmadıkları, evli-bekar, giyindikleri, yedikleri, içtikleri, nerelerde gezip-tozmak istiyorlarsa, kısaca akla gelen ne varsa bunların hepsi oluşturulan bu bilgi merkezlerinde yeri ve zamanı geldiğinde “değerlendirilmek” üzere bir araya getirilmeye başlanılmıştır. Bu bilgiler yeri, zamanı ve koşullara göre; ekonomiye, siyasete veya en sıradan ticari bir nesnenin üretilmesine, yapılacak yatırımlara, geliştirilecek projelere, gündemlerin belirlenmesine, pazarlanacak ticari nesnede kullanılacak, biçime, hacme, mevsim koşullarına, duyumsamalara, arzulara, zevklere, renklere varıncaya kadar olan her şey sürekli olarak kullanılmak üzere kasalarda hazır halde bekletilmektedirler. Yine buralarda çalışma ve çalışma dışı zaman, yaşam, elde olan mal-mülk, biriktirilen servet ve işgücü karşılığı olarak ödenen “ücretin” nasıl kullanılacağı bile kaydedilerek kontrol altında tutulmaktadır. Tüm bunlarda sanki yaşamın doğal akışı içerisinde yaşananlarmış gibi toplumda bir algıya dönüştürülmektedir. Ayrıca düzenlenen anketler, yapılan röportajlar, yarışma programları, İnternet ve TV’lerde gösterime giren program ve dizi filmlerinin izlenme oranı, eğilim yoklamaları, moda, toplumsal nabız ölçmeler, sınavlar, seçim sonuçları ve oyların dağılımı, pazar ve piyasada yaşanan tepkiler, borsa hareketliliği, yapılan gösteriler ve yürüyüşler, adli vakalarda yaşanan artış ve alçalışlar, salgın hastalıklar, obezite, açlık, kıtlık, bolluk, artan iş ve trafik kazaları, evlenme-boşanma, göç, nüfus oranı gibi en genel anlamda toplumun sürekli karşısına çıkarılan tablolar, bilançolar, grafikler, hazırlanan rapor ve dosyalar da toplum bilincinde algı oluşturmanın en etkili yöntemleri olarak kullanılmaktadırlar.
Medya, stratejik araştırma merkezleri, kullanılan yöntem ve araçlarla birlikte algı oluşturularak toplumsal olana yön ve şekil vermenin diğer bir yolu olarak da başvurulan yöntemler arasında; kredili yaşam, maddi yaşamsal üretim dışında olan çalışma ve yaşam alanların yaygınlaştırılması ve yeni nesillerin bu doğrultuda şekillendirilerek toplumsal doku üzerinde yaratılan tahribatlar, paraya kolay yollardan ulaşma, reklam, moda, turizm ve sigorta şirketlerinin etkin kılınması, moda evlerinin yaygın hale getirilerek kullanımı, toplumsal tepkiyi yönlendirme, spor, cinsellik ve popüler kültüre ve sanata verilen rol önemli bir yer tutmaktadır. Hatta denilebilir ki, bu belirtilen yöntemler zihinsel inşa ve toplumun kontrol altında tutulmasının, yaşam tasarımlarının belirlenmesinin, enerji ve zamanın kullanılmasının yönlendirilmesinde etkin bir konuma getirilmişlerdir. Özellikle de toplum içerisindeki yeri ve geleceğin belirlenmesindeki rolü itibarıyla hedefinde öncelikli olarak kadın ve gençliğin olduğunu belirtebiliriz; özellikle cinselliğe, sanata ve spora dair belirlenen strateji, izlenen yol ve yöntemlerde bunu çok açık bir şekilde görmek mümkündür.
Dikkat edilirse sanat insanın tür olarak kendini anlatmasının, düşüncesini dile getirmesinin en etkili aracıdır. Aslında tür olarak kendini toplum olarak var eden insan kendi tarihini attığı bu adımla birlikte başlatmıştır. O nedenle de insanı toplum olarak var eden her şeyi sanat içerisinde ele almak ve değerlendirmek doğru bir yaklaşımdır. İnsanın üremesi ve çoğalması da tür olarak varlığının korunması ve sürekliliği aynı şekilde doğrudan onun varlığı ile ilgilidir. Spor da toplum dinamizmi ve aktivitesini temsil eder. Onun içindir ki, bunların hepsi insana aittirler ve ona yabancı değillerdir. Asıl olarak da kapitalist modernitenin yapmak istediği insanın varlığı ile ilgili ne varsa onu tekeline almak ve ona kendi çıkarları doğrultusunda anlam yükleyerek, biçim kazandırmaktır. Eğer bunu başarırsa kendi sömürü, soygun ve egemenlik düzenini sağlama alacağını düşünmektedir. Kapitalist modernite sisteminin sanata, cinselliğe, spora yüklediği anlam ve verdiği rolü belirleyen de onun bu gerçekliği olmaktadır. Buradan hareketle de sanat adı altında toplum yaşamını biçimlendirmek istemektedir. Kendine göre sanat adı altında geliştirdiği proje ve yürüttüğü “çalışmaların” hedefinde bu vardır. Sinema sektörünün yaptığı ve gösterime sunduğu film ve dizi filmlerin, radyolarda yayınlanmak üzere hazırlanan programlarla, topluma açık alanlarda düzenlenen konserler gibi etkinlikler sürekli pompaladığı popüler kültürün toplum yaşamı üzerinde neden olduğu etki doğru bir analize tutulduğunda bunu net bir şekilde görmek olanaklı hale gelmiş olacaktır. Aynı şekilde ticari bir sektöre dönüştürülen, kadının da en temel meta olarak kullanıldığı cinselliğe dair geliştirilen “bilinç” ve algı için de benzeri hatta onu da aşan bir belirlemede bulunulabilir. Toplumsal dinamizmi ve onun aktivitesini, sürekliliğini sağlayan, gençliği ve sağlıklı yaşamı temsil eden sporun bu hakikati dışında bir algıyla yüklü kılınarak; gençliğin asıl rolünü oynayamaz kılındığı, becerisinin, gücünün satıldığı bir pazar haline getirilmiş olmasını da böyle bir gerçeklik içerisinde ele alma gereği vardır.
Kapitalist modernite sistemi içerisinde ana okullarından başlayarak oluşturulan sistem içerisinde yer alan ilk, orta olarak adlandırılarak devam eden üniversitelere varıncaya kadarki eğitim kurumlarını, yine dincilik temelinde örgütlendirilen “camileri”, “kuran kurslarını”, “imam hatip” okullarını (diğer farklı dinlerin de kendi inanç yapılarına göre adlandırdıkları) da zihinsel inşanın yapıldığı, bunun bir bakış açısına ve algıya dönüştüğü, beyinlerin yıkandığı, nesillerin biçimlendirildiği, bu biçimiyle de kadroların eğitilerek hazırlandığı merkezler olarak rol sahibi kılmışlardır. Ayrıca üniversitelerde, Think Tank ve daha farklı isimlerle adlandırılmış olan kurum ve kuruluşlarda akademik unvanlarla konumlandırılan özel olarak görevlendirilerek toplum mühendisliği rolüne soyunmuş özel-psikolojik savaş uzmanlarını da bunlara dahil etmek gerekmektedir. Çünkü bunların da yaptıkları onlardan faklı değildir. Önlerine konulan, beyinleri yıkayarak zihinsel inşa ve algı geliştirme çalışmalarını gerçekleştirmektir. Aynı şekilde bu faaliyeti yürütürken kendilerine açılan alan ve sunulan imkanlar dahilinde hareket etmeleridir. Bunu yaparken de çok daha fazla görünür kılınmalarıdır. Onun içindir ki, onlara kitle iletişim araçları ve devlet imkanlarının kullanımı önünde hiçbir engel çıkarılmazken, her zaman toplantı ve konferanslarda konuşmak üzere hazır oldukları gibi, kamera ve mikrofonların sürekli konukları arasındadırlar.
Simülakr toplumun inşasında algı
Türkiye ve Kürdistan’da bu şekilde, gerçek toplumsal doğanın parçalanarak, dağıtılmaya, yerine toplum mühendisliği politikalarına dayanan araç, yol ve yöntemlerin kullanıldığı özünde bir toplum kırım olan “Hayali, sanal, simülakr” toplum inşasının ikame edilmeye çalışıldığı ülkeler arasında bulunmaktadır. 12 Eylül 1980’de Türkiye’de yapılan askeri faşist darbe ise hedeflenen böyle bir inşa içerisinde bir dönüm noktası olmaktadır. Bu yönüyle de Türkiye’de yapılan 12 Eylül 1980 darbesi ile en genel anlamda askeri ve siyasal yönü öne çıkarılmakla birlikte özünde, hedefinde toplum olan bir karşı-devrimdir.
12 Eylül 1980 sonrasında Türkiye ve Kürdistan halklarında belirgin yönleriyle görülen gerçek toplumsal doğayı tahrip etmeye yönelik uygulamaya konan toplumsal, kültürel ve ekonomi kırımı olarak nitelendirilebilecek olan politikalar da yapılan bu belirlemeyi doğrulamaktadır. Bu belirlemenin doğru anlaşılabilmesi için de12 Eylül 1980 öncesinin Kürdistan ve Türkiye toplumsallığının içerisinde olduğu gelişim seyrinin hangi istikamete doğru yol almakta olduğunun bilinmesi gerekmektedir.
Buradan hareketle de bahsi geçen o süreç için, belirtmek gerekirse, o dönemde (daha çok da 1970’li yılların başlarından 1980’nin başına kadar yaşanan yıllar arasında) Kürdistan ve Türkiye toplumsallığında başat olan yönün devrimci-demokratik bir özellik taşıdığı söylenebilir. Bunun karşısında ise sağ-milliyetçi olarak adlandırılan düşünsel ve siyasal eğilimler giderek bir düşüş içerisindedir. 1970 ve 1980 yılları arasında yapılan yerel ve genel seçimlerde devrimci-demokrat ve sosyalistlerin de desteklediği kendini “ortanın solu”[1] olarak nitelendiren CHP’nin birinci parti olarak çıkması da bunu göstermektedir. Oysa 1950 ve 1960 yılları arasında yapılan yerel ve genel seçimlerde kendini sağ ve milliyetçi gören siyasal eğilimi temsil eden Adnan Menderes’in başında olduğu Demokrat Parti (DP),1960 ve 1970 arasında kendini DP’nin devamı görülen Süleyman Demirel’in başına geçtiği Adalet Partisi(AP)birinci olarak çıkmışlardı.
1970-1980 yılları arasında yaşanan seçimlerin tablosunda her ne kadar öne çıkan CHP’nin oylarında yaşanan yükseliş olsa da bu özünde Türkiye ve Kürdistan toplumsallıklarında sosyalist, devrimci, demokrat düşünce yapısının, siyasal eğilimlerin giderek daha fazla kabul görmeye başladığı anlamına gelmekteydi. Bu ise o güne kadarki Türkiye’deki hakim iktidar klikleri ve ABD’nin çıkarları açısından da aşılması gereken bir tehlike olarak görülmüştü. Bu tehlikenin normal seçimlerle bertaraf edilemeyeceğinin anlaşılmasıyla birlikte, askeri-faşist bir darbe belirlenen bu hedefe ulaşmak için en temel bir yöntem olarak öne çıktı. Böylesi bir darbenin gerçeklemesi için de 12 Eylül 1980 öncesinde ön görülen böyle bir darbe için hazırlıklar yapıldı. Nihayetinde planlanan darbenin ardından da belirlenen hedeflere yönelik saldırıya geçildi. Başlatılan bu saldırıların hedefinde ise öncelikli olarak Türkiye ve Kürdistan devrimci, demokratik, sosyalist hareketlerin bastırılması yer aldı.
Türkiye’de 12 Eylül 1980 sömürgeci askeri faşist darbe karşısında zindanlar dışında ciddi bir karşı koyuş yaşanmadı. Devrimci, demokratik sosyalist güçlerin aldığı darbe ve içerisine girdikleri geri çekilme, darbeciler için öncelikli hedeflerine ulaşmada kolaylık sağladı. Darbeciler oluşan böyle bir ortamda belirledikleri diğer hedeflere ulaşmak için harekete geçtiler. Belirlenen bu hedefler içerisinde toplumun yeniden şekillendirilmesi öncelikli olanlar arasında yer almaktaydı. Stabilizasyon ve bunun içerisinde depolitizasyon böylesi bir dönemde toplum içerisinde etkin kılındı. Buna bağlı olarak da Türkiye ve Kürdistan’da tarikatların önü açılarak geliştirildi. Ayrımsız dini inançlarına bakılmadan her köye ve mahalleye camilerin yapımına başlandı. Okullarda din dersleri zorunlu hale getirildi. Kuran kursları ve imam hatip okulları o güne kadar olanların bir-kaç katına çıkarıldı. “İslami sermayenin” güçlendirilmesi için teşvik yasaları çıkarıldı. Dinci-mezhepçi yaklaşımlar geliştirilerek örgütlü ve güçlü kılınmalarıyla birlikte Turancı-Türkçü düşünce yapısının önü açıldı. O dönemde MHP Genel Başkanı Alpaslan Türkeş’in dediği gibi kendileri cezaevine alındığı halde ideolojileri iktidara taşınmış oldu. Yaşanan böyle bir gerçeklik içerisinde de en fazla öne çıkan dincilik ve milliyetçiliğin iç içe geçirtilerek 12 Eylül’ün toplum içerisinde etkili kılınmaya çalışıldığı Türk-İslam sentezi Türkiye toplumsallığı içerisinde temel bir düşünce biçimi olarak öne çıkarıldı. Bu şekilde Kemalist milliyetçilik yerini Türk-İslam sentezine bırakmış oldu.
12 Eylül’ün toplum içerisinde ideolojik ve düşünsel olarak öne çıkarttığı Türk-İslam sentezi, yaşamda da kapitalist sömürü biçimini derinleştirerek ve ona göre yeniden kendini şekillendirmesi temelinde göstermiştir. Bir yanda dincilik, muhafazakarlık, milliyetçilik; diğer tarafta kapitalist modernist sistemin kendisi için zorunlu olarak kabul ettiği yaşam, ilişki ve siyaset biçimi gelişti. Bunlar görünürde birbiriyle çelişiyormuş gibi bir algıya neden olsa da Türkiye’de gelişen, bunların hepsinin ortak bir paydada bir araya getirilerek kendine has bir görüntü oluşturmasıydı. Neo-Conlar (Yeni Muhafazakarlar) tarafından oluşturulan düşünce yapıları da buna olanak sunmaktaydı.
12 Eylül sonrası oluşumu hedeflenen “toplumsallık” da buna göre şekillendirilmek istenmiştir. Eğitim sistemi buna göre belirlenmiştir, yasal düzenlemeler buna göre yapılmıştır. Devlet bürokrasisi bu temelde ele alınarak yeniden biçimlendirilmeye başlanmıştır. Bu belirtilenlerden de anlaşılacağı gibi, 12 Eylül 1980 darbesi, topluma karşı yapılan bir karşı-devrim olarak; kısa süreyi aşan, uygulamada orta vadeli hedefleri olmakla birlikte, onun da üstüne çıkan uzun süreli bir planlamaya dayanmaktaydı. Bunu da 12 Eylül’ün hedeflediği toplumsallığı temsil ederek yön verecek olan yeni bir neslin siyasal ve toplumsal yaşamda aktif rol üstlenmesinde ön görülen bir süre olarak değerlendirmek mümkündür. 2000’lerin başında AKP’nin iktidar koltuğuna oturmasıyla başlayan süreci de 12 Eylül Askeri Darbesi’nin hedefi olan siyasal ve toplumsal yaşamda aktif rol üstlenecek olan bu neslin öne çıkarıldığı bir süreç olarak görmek gerekmektedir.
12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’nin önüne koyduğu hedeflere ulaşmak için belirlemiş olduğu politikalar ve yapmış olduğu planlamaları uygulamaya koyarak belirli bir mesafe kat etmiş olması, bunun karşısında toplumu savunan herhangi bir karşı koyuşun-direnişin olmadığı anlamına gelmemelidir. Aksine karşısında toplumu savunan güçlü direnişler ve 12 Eylül Darbesi ile kıyasıya bir mücadele de yaşanmıştır. Zindanlara alınan devrimci-demokrat, sosyalist tutsakların direnişi ve bu direniş etrafında tutsak yakınlarıyla birlikte insan hakları konusunda duyarlı kişi ve çevrelerin karşı koyuşları 12 Eylül faşizmi karşısında sergilenen anlamlı bir direniş olarak tarihe geçmiştir. Aynı şekilde direniş geliştirme temelinde yapılan örgütsel, siyasal, askeri hazırlıklar da 12 Eylül faşizmine karşı sergilenen bir direniş anlamına gelmektedir. 12 Eylül faşizmine karşı en büyük direnişin 15 Ağustos 1984 gerilla hamlesinde temsilini bulduğunu ve bunun da devrimci, demokratik, sosyalist değerlere bağlı kalarak “toplumsal doğanın” en güçlü bir şekilde savunulması olduğunu kabul etmek gerekmektedir.
Bunlarla birlikte, 15 Ağustos 1984 gerilla atılımının oluşturduğu zeminde, 12 Eylül faşizmine karşı düşünce olarak boyun eğmemiş, devrimci demokratik sosyalist değerlere ve inançlarına bağlı kalarak gerillaya yapılan katılımlar ve PKK etrafında yaşanan saflaşma da 12 Eylül faşizmine karşı yaşanan direnişler arasında yerini almıştır. 1990’lara varıldığında gerek Kürdistan’da gerekse Türkiye’de yaşanan devrimci, demokratik toplumsal kabarış, var olan direnişçi özelliğin potansiyel olarak korunduğunu ve sürekli bir gelişmeyi içinde taşıdığını, koşulları oluştuğunda da harekete geçerek somut bir ifadeye-anlama kavuştuğunu da göstermiştir. 12 Eylül faşizminin Kürdistan’da devrimci demokratik gelişmeyi imha etme ve Kürt soykırımını tamamlama politikası karşısında direniş içerisinde dirilen bir halk geçekliği ve bu diriliş içerisinde şekillenen yeni bir Kürt toplumsal ve ruhsal şekillenişi bunun en somut bir göstergesi olmuştur. Diyebiliriz ki bu direniş 12 Eylül darbesinin geliştirmek istediği “toplumsallık” karşısında, devrimci demokratik değerlerde temsilini bulan toplumsal doğanın savunularak geliştirilmesi olurken aynı zamanda Türkiye toplumu içerisinde de var olan devrimci demokratik dinamiklerin harekete geçmesini sağlayarak Kürdistan ve Türkiye halklarının ortak değerler ve ilkeler etrafında buluşarak örgütlenme ve birlikte mücadelenin önünü açmıştır.
Psikolojik savaşın etkin öğesi algı
Üçüncü Dünya Savaşı içerisinde stratejik bir anlama sahip olan uluslararası komplo böylesi bir süreçte gerçekleşirken, aynı zamanda karşı toplumsallığın geliştirilmesi önündeki engellerin aşılması doğrultusunda atılacak adımlara imkan sundu. 2000’li yıllarla birlikte iktidara taşınan AKP hükümeti de böylesi bir sürecin siyasal mekanizmasının oluşturulmasının bir gücü olarak konumlandırıldı. Bu yönüyle AKP hükümeti 12 Eylül 1980 ile başlayan ve topluma karşı yapılan karşı-devrimin hem güncellenmiş hali olurken hem de TC devletinin Üçüncü Dünya Savaşı içerisinde küresel sermaye güçlerinin ihtiyaçlarına yanıt olarak şekillendirilmesinde rol sahibi kılınmış oldu. 2002 yılının Kasım ayında gerçekleşen seçimle birlikte Türkiye ve Kürdistan’da içine girilen süreçte uygulamaya konulan tüm politikalar da buna hizmet temelinde belirlendi. Burada öne çıkan ise hem iktidarın hem de Kürdistan ve Türkiye toplumsallıklarının şekillendirilerek küresel sermaye sistemine tam bir entegrasyonunun sağlanması için uygulamaya konan politikalar oldu.
Uluslararası komplo ile PKK’nin darbelenmesi ve o süreçte Kürdistan devriminin açığa çıkardığı iktidar ve devlet dışı toplumun demokratik ulus inşası temelinde yeniden örgütlendirilmesi görevlerinin yerine getirilmesinde içerisine girilen yetersizlikler, uluslararası komplocu güçler ve onun Türkiye ve Kürdistan’daki uzantıları için de bir fırsata dönüştü. Oluşan bu fırsat ise Kürdistan’da iktidar ve devlet dışı bir konumda olan direniş içerisinde dirilen toplum geçekliği ile Türkiye’de yeniden canlanma eğilimi içerisine giren devrimci-demokratik, sosyalist gelişmenin doğrudan etkilediği halk kesimlerinin yeniden sisteme entegre edilmesi yönünde izlenen politikalar olarak kendini bir ifadeye kavuşturdu. Bu anlamda Kürdistan askeri, siyasal ve ideolojik anlamda yeniden işgal sürecine alındı. Türkiye’de de sistem dışına çıkma potansiyeli içinde taşıyan halk kesimlerinin yönünü kapitalist modernite sistemine doğru çevirmelerinin önünü açtı. Devlet de kendisini bu temelde yeniden yapılandırmaya başladı. Buna göre yeni kurumlaşmalar içerisine girdi ve bunların toplum yaşamının yeniden örgütlenmesinde rol üstlenmelerini sağlayıcı bir konuma gelmelerini sağladı. Araştırma-inceleme merkezleri açılarak buralarda toplum mühendisliği rolünü oynayacak kadroların eğitilmesi, geliştirilen “düşüncelerin” bu merkezlerden topluma yayılarak toplumun düşünce yapısının yeniden şekillendirilmesi yönünde adımlar atıldı. İlk okuldan başlanarak eğitim sistemi ve ders müfredatları buna göre belirlendi. Buralarda rol üstlenecek olan kadrolar da bu temelde biçimlendirildi. Medya ağı oluşturuldu. Toplumu uyuşturmada en etkili araç olan ve önceki dönemlerde de kullanılan “sanat”, “spor”, “seks” en etkili bir şekilde kullanılmaya başlandı. Tarikatlar örgütlendirilerek iktidar pastasından yararlanır kılındı. Toplum içinde iktidar karşıtı örgütlenmenin önünü alacak şekilde silahlı çete grupları ve militer güçler oluşturuldu. Kültürel, fiziki kırım politikalarına eşlik edecek şekilde ekonomik kırım politikaları devreye kondu. Bununla da toplum hızla üretim dışına çekilirken, üretim dışı kaynaklardan elde edilecek para ile yaşamlarını sürdürmeye teşvik edilmeye çalışıldı, krediye dayalı yaşam, devlete-bankalara borçlanma bir yaşam tarzı haline getirilerek iktidar ve devlet karşısında tehlike olmaktan çıkarıldı. Böylece şekillendirilmeye çalışılan, toplumu ifade edecek düşünsel çabalar ve yaşam arayışları o “topluma” yön vermeye başladığında o toplumun iktidar toplumu haline gelmesi önündeki engeller de büyük oranda aşılmış oldu. Bu ise toplumun tüketim ve gösteri toplumu olma yönünde belirli bir mesafe kat etmesine neden oldu. Toplumun algısı, bilinci, yaşam biçimi, davranışı, ruh hali hep bu temelde belirlenmeye başladı. Bunun karşısında devlet ve iktidar dışı toplumun kendi değerleri üzerinde sistemini inşa edememesi, kapitalist modernite sisteminin hedeflerine ulaşması için büyük imkan sundu. Öyle ki, kapitalist modernite sistemi toplumun kılcal damarlarına kadar nüfuz ederek, toplumu kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirir hale geldi. Son yıllarda yaşanmakta olanlar da bunun en somut bir göstergesi oldu. Özellikle de son üç dört ay içerisinde yaşanmakta olanlar da bunun hangi boyutlara vardığının göstergesi olarak karşımıza çıktı.
Günümüzde algı operasyonları
Mevcut durumda Türkiye ve Kürdistan halklarının temel gündemi Önder Apo’nun özgürlüğü ve Kürt sorununun çözümüne odaklandı. Odaklanan bu gündem aynı zamanda Ortadoğu ve Kürdistan’la ilgili olan bölgesel ve uluslararası güçlerin de gündemi haline geldi. Bununla da sınırlı kalmadı. Küresel alanda Kürt sorununa, Önder Apo’nun düşüncelerine ilgi duyan, izleyen kişi ve çevrelerin de ilgi merkezi haline geldi. Tabi bu son üç-dört ayda yaşanan gelişmelerin ortaya çıkardığı bir sonuç değildi. Yarım yüzyılı geçen Apocu Hareketin mücadele içerisinde ortaya çıkarttığı değerlerin bir sonucu olarak kendini kabul ettiren bir gündemdi. Yine son bir yıl içerisinde “Önder Apo’ya özgürlük, Kürt sorununa çözüm” şiarı ile Kürdistan halkının dostları tarafından başlatılan “Küresel Özgürlük Hamlesi’nin” ortaya çıkardığı bir sonuçtu. Buna Kürdistan halkının Önderliği’ni sahiplenmesi, Özgürlük Gerillası’nın dönemin temel askeri taktiğini başarılı bir şekilde uygulaması sonucunda TC’ye askeri olarak vurmuş olduğu darbenin de oynamış olduğu rolü eklemek gerekir. Asıl olarak da Önder Apo’nun çeyrek asrı geçen ve tarih yazan direnişi tüm bu gündemin belirlenmesini tetikleyen, hazırlayan, öncülük eden bir öneme sahipti. Son üç-dört aydır Türkiye ve Kürdistan’da öne çıkan ve temel tartışma gündemi haline gelen gelişmeler bunun bir sonucu olarak oluştu. O nedenle, Devlet Bahçeli’nin 1 Ekim’de yaptığı konuşmayla başlayan bir süreç değildi. Devlet Bahçeli’nin yaptığı, yaşanan bu gelişmeler karşısında TC’nin içine düştüğü çözümsüzlük ve çıkmazı tersine çevirme yönünde son derece planlı ve tasarımlı olarak yapılan bir hamle olma özelliğine sahipti. Üstelik daha Devlet Bahçeli açıklama yapmadan önce hazırlanmış, değişik biçimlerde kamuoyuna farklı kişi ve çevreler tarafından sızdırılmıştı.
Böylesi bir açıklamanın Devlet Bahçeli tarafından yapılmış olması da son derece bilinçli olarak yapılan bir tercihti. Çünkü Devlet Bahçeli, liderliğini yaptığı siyasal çizgi ve devlet ile olan bağlantıları nedeniyle en uygun tercihti. Ayrıca Devlet Bahçeli ve üstlendiği misyon Kürdistan’da onlarca yıldır sürdürülen özel kirli savaşın en aktif öğelerindendi. Hatta denebilir ki bunlar Kürdistan Özgürlük Gerillası’na, Özgürlük Hareketi’ne karşı yürütülen özel kirli savaşın en temel unsurları arasında yer almaktaydı. Hatta denebilir ki bunlar en fazla zayiat veren bir konumda bulunmaktaydı. Ancak bununla da sınırlı değildi. Bunlar, Kürdistan Özgürlük Gerillası’na karşı, Özgürlük Hareketi’ne karşı saldırtılan, kullanılan bir güç olmaları nedeniyle sağcı, milliyetçi, dinci, ırkçı kesimler içerisinde kitle güçlerini koruyarak güçlendirdikleri gibi, daha farklı çevreleri de etkileme gücüne ulaşmışlardı. Bunlar yan yana getirildiğinde Devlet Bahçeli’nin açıklamasının etkili olmaması için herhangi bir neden söz konusu olamazdı. Onun içindir ki, asıl gündemi Devlet Bahçeli’nin yapmış olduğu açıklama üzerinden değil, yapılan bu açıklamayı hedefi ve boyutlarıyla ele almak bizi doğru olan sonuca götürecektir. Böyle bir yaklaşımla ele alındığında Devlet Bahçeli tarafından yapılan açıklamanın, içerisinden geçilen süreçle, karşı karşıya olan güçlerin konumlanışıyla, işleyen çark ve bunun kuvvetli bir olasılık olarak neden olacağı sonuçlarla bütünlüklü değerlendirilmesi, doğru sonuçlara ulaşılmasına olanak sunacaktır.
Birincisi; burada öncelikli olarak öne çıkan Üçüncü Dünya Savaşı’nın odaklandığı merkezlerden olan Suriye’nin artık bu ağırlığı taşıyamaz hale geldiği ve bunun da Baas rejiminin çökmesi ile sonuçlanmış olduğunun anlaşılmasıdır.
İkincisi; değişen dengelere bağlı olarak Ortadoğu’nun yeniden dizayn edilmeye başlanmasıyla bölgesel güç ve etki merkezlerinin değişim içerisine girdiğinin görülmesidir.
Üçüncüsü; bu değişen güç merkezleri içerisinde Ortadoğu’nun hegemon bir gücü olmak isteyen TC’nin bu hayali gerçekleştirme şansına sahip olmadığının anlaşılmasıdır.
Dördüncüsü; TC’nin Baas rejimi çöktükten sonra HTŞ’nin “savaşın bittiğini” açıklamasına rağmen kontrolü altında tuttuğu SMO çeteleriyle birlikte savaşta ısrar ederek Kuzey ve Doğu Suriye’ye, Rojava’ya yönelik işgal ve soykırım saldırılarını yoğunlaştırarak, aleyhine oluşan koşulları tersine çevirme arayışına girmiş olmasıdır.
Onun içindir ki, TC saldırıya geçerek üzerinde dolaşan bu kara bulutları dağıtmayı kendisi için tek çıkar yol olarak görmüştür. Kürt sorunu karşısında o güne kadar izlediği politikada söylem değişikliği içerisine girmesinin bir nedenini de bu gerçeklik oluşturmuştur. Devlet Bahçeli’nin yaptığı açıklama da böyle bir yaklaşım içerisinde anlam kazanmış, keskin savaş söylemleri yerine “Barış” söylemlerini öne çıkarmıştır. Tabi bunu söylerken “barışın, savaşan güçler arasında” yapıldığını da ret etmiş olmuyoruz. Belki de Devlet Bahçeli’nin yaptığı açıklamanın bir nedeni de bu olabilir. Öyle ki, tarihte de savaşta birbirini yenemeyeceğini gören, anlayan güçlerin, içine girdiği çözümsüzlük sonucunda barışı çıkar bir yol olarak gördüklerine tanık olunmuştur. Bu aynı zamanda savaşın gelişim seyri içerisinde karşılaşılabilecek olasılıklardan olma özelliğine de sahiptir. Devlet Bahçeli’nin savunduğu siyasal çizginin böyle bir kabulü de söz konusu olabilir. Bu bir ihtimaldir. Ancak asıl olan değildir. Böyle düşünmeye götüren Devlet Bahçeli’nin kullanmaya başladığı söylemleri destekleyen adımların atılmamasıdır. Aksine, birkaç cepheden Türk özel savaş rejimi saldırılarını geri çekmediği gibi imha ve tasfiyeye yönelik boyutları önceleyen bir yaklaşım içerisine girmiştir. Kuzey ve Doğu Suriye ile Rojava Kürdistan’a yönelik işgal saldırılarını hızlandırmıştır. Özgürlük Gerillası’na yönelik saldırılar kesin imhaya odaklandırılmıştır. Siyasal saldırılar Kürdistan ve Türkiye illerinin geneline yayılmıştır. Kara propagandaya dayalı psikolojik savaş daha da yoğunlaştırılmıştır. Belediyelere kayyım atanarak halkın iradesi gasp edilmiştir. Bu yapılanlara paralel olarak da Önder Apo ile onun örgütü karşı karşıya getirilmeye, Önder Apo tartıştırılmaya başlanarak söylem olarak öne çıkartılan barışın bir tarafı tamamen devre dışı bırakılmak istenmiştir. Bunlar da son derece planlı, programlı bir şekilde uygulamaya konulmuştur. Bunlar yapılırken özel savaşın günümüzde en etkili bir şekilde geçekleşme biçimi olan psikolojik savaş kurum ve araçlarıyla harekete geçirilmiştir. Harekete geçirilen bu araçlarla, uygulamaya konan politikaların halk üzerinde karşılığını bulması ve Özgürlük Hareketi karşısında saf tutması sağlanmaya çalışılmıştır. Aynı şekilde özgürlük güçleri de zayıflatılarak teslim alınmak istenmiştir. Sadece bununla da kalınmamıştır. O güne kadar hitap ettikleri, seslendikleri, desteklerini aldıkları kesimleri özel savaşın çok daha etkin bir unsuru haline getirmeye çalışmışlardır. Daha net bir şekilde ifade etmek gerekirse, özel savaşın hasım olarak gördüğü güce karşı savaşta sonuç elde etmek için izlediği temel politikalardan olan;
1- Gerilla gücünü zayıflatmak, içindeki birliği bozmak, bölünmelere, parçalanmalara neden olabilecek nifak tohumlarını ekmek,
2- Gerillayı, özgürlük mücadelesini destekleyen halk kesimlerinin desteğini çekerek tarafsız bir konuma gelmesini sağlamak,
3- Bugüne kadar süren savaşta orta yerde duran kesimleri doğrudan destekçisi haline getirerek kendi tarafına çekmek,
4- O güne kadar hitap ettiği kesimleri dinamik tutarak topyekûn saldırının etkili bir gücü olarak kullanmak,
5- Uluslararası alanda da destek güçlerini arttırmak.
6- Yaratılan böylesi bir ortamda, yürüteceği her türlü saldırı karşısında sessizliği sağlayarak hedefe ulaşmak, … bu dönemde izlenen politikanın başarısı için amaç olarak belirlenenler arasında yer almıştır.
O açıdan izlenen politika, barıştan daha çok bugüne kadar izlenen özel savaş politikaları doğrultusunda sonuca ulaşmayı hedefleyen bir anlam ifade etmektedir. Fakat böyle olsa da yapılan açıklamaları devrim lehine gerçek anlamda bir barışa ulaşmada atılan bir adım haline getirme olasılığı da vardır. Bu da gerçek barışın nasıl sağlanacağı, barıştan yana olanların barışın sağlanması için yapılması gerekenler konusunda ikna edilmesiyle mümkündür. Böylesi bir amacı başarmanın yolu da, özel savaşa hizmet eden, toplumda bu doğrultuda algı geliştirerek bilinçleri yönlendirerek harekete geçmelerini sağlamaya çalışan tüm özel savaş kurumlarına karşı mücadeleden geçmektedir.
Burada söz konusu olan, toplumda böylesi bir algı ve bilincin gelişmesinde rol oynayan araçların doğru tespit edilmesi ve buna karşı geliştirilecek mücadele, yol ve yöntemlerinin geliştirilmesidir.
[1] 29 Temmuz 1965 genel seçimleri öncesinde dönemin CHP Genel Başkanı İsmet İnönü tarafından kullanılan bir kavramdır. İsmet İnönü bu kavramı 29 Temmuz 1965 seçimlerden önce Abdi İpekçi ile yaptığı röportajda kullanmış olsa da, 13 Ağustos 1965’de Kim dergisinde yayınlanmıştır. O röportajda İsmet İnönü “CHP, bünyesi itibarıyla devletçi bir partidir ve bu sıfatla elbette ortanın solunda bir anlayıştadır.” Yine “ Aslında laikiz dediğimiz günden beri ortanın solundayız” demektedir.