Ortadoğu tarihsel ve toplumsal gerçekliğini anlamak ve bu anlam çerçevesinde çözüm yollarını ortaya çıkarmak adına birçok kişi ve kesim tarafından dillendirilen çeşitli söylemler ve gerçekleştirilen eylemler olsa da bu söylem ve eylemler ile işin esasına dönük çözümler geliştirilememiş, aksine yeni kaos ve krizler üst üste binmiştir. Böyle bir durumdan çıkabilmek için Yakın Doğu ve sonrasında Ortadoğu olarak adlandırılan coğrafyada oryantalist düşünce ve bakış açıları tümüyle aşılmadan bırakın çözüm yolarını bulmayı her yeni girişimin kriz ve kaosu derinleştireceği açıktır.
Hem tarihsel açıdan hem de güncel gelişmeler açısından Ortadoğu coğrafyası ve insanının tüm gelişmelerin ana odağı olduğunu göz ardı etmemek gerekir. Bu konuda ‘nasıl yaşamalı ve nerden başlamalı?’ sorusuna doğru yanıt, Önder Apo’nun Ortadoğu toplumu ve Ortadoğu’nun tarihsel gerçekliği analizlerinde ve çözüm modeli olarak tüm Ortadoğu’ya ve insanlığa sunduğu projelerde bulunabilir.
Neredeyse tüm toplumsal oluşumlar kök hücrelerini Ortadoğu coğrafyası gerçekliğinde bulmaktadır. Klan ve kabilelerden tutalım aşiret ve etnisite, din ve sosyal gruplara kadar kök olarak zihniyet formatlarını Ortadoğu gerçekliğinden aldıklarını belirtmek gerekiyor. M.Ö Semitik, Aryenik gruplardan tutalım da günümüz de hala varlıklarını koruyan aşiret ve dinsel yapılara etnisitelere kadar mayalarını Ortadoğu’dan aldıklarını söylemek gerekiyor. Şüphesiz kapitalist bakış açısıyla, cetvel ile çizilmiş sınırlar baz alınarak değil de tarihsel ve toplumsal yaşam ve mücadele gerçeğini iç içe geçirimli, akışkan ve Kürtçe kavramla Koçerlik esaslarına dayanan; toprağa, suya ve enerjiye dayalı yaşamlarını sürdürebilmek için hareketli bir tarihsel yapılanmadan söz etmek gerekiyor. O açıdan Ortadoğu gerçekliği somutunda her türlü soykırıma, toplum kırıma, kültür kırıma karşı direnenlerin Kapitalist Modernitenin üç temel saç ayağı olan kapitalizm, endüstriyalizm ve ulus-devlet kaynaklı yaratılan krizlerin dayandığı bu gerçeklik doğru çözümlemeden Ortadoğu’yu anlamaya çalışmak boşa kürek çekmek olacaktır.
Ortadoğu’da doğru bir bakış açısı zihniyetten tutalım ahlaki, politik, demokratik, ekonomik ve ekolojik bir anlayışla hem tarihsel olarak ortaya çıkan sorunların hem de güncelde yaşanan sorunlara karşı kriz-kaos ve bunun yaşamsal ifadesi olan çatışma ve savaş gerçekliğinden çıkmak mümkün değildir. Önder Apo’nun “Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü’ adlı aşağıda yaptığımız alıntı, kriz ve kaostan çıkışın ana fikrini bize verecektir: “Genelde olduğu gibi Ortadoğu’da da ulus-devletler bunalımdan çıkışın değil, bunalımın derinleşmesinin araçlarıdır. Amaçları hegemonik ulus-devletlerin küresel istikrarını sağlamaktır. Bu da sonuçta kapitalizmin bunalımını küreselleştirir. Ortadoğu ulus-devletleri bölge kültüründen beslenen araçlar olmadıklarından hep bir çelişki yaşarlar. Geleneksel iktidar bunalımına kendi yabancılıklarından kaynaklanan unsurlar eklerler. Böylece bölge toplumlarının kültürel gerçeğinden tümüyle koparlar. Hiçbir toplumsal sorunu çözemeyen bu ajan kurumlar gittikçe gereksizleşirler. Bölgedeki ulus-devletler kapitalizmin başlangıç döneminde devlet kapitalizmi ile varlıklarını biraz meşrulaştırdılarsa da kısa bir süre içinde toplumsal sorunların altında nefessiz kaldılar. Sadece antidemokratik olmakla kalmadılar, anti-toplumsal da oldular. Ulus-devletlerin doğuşları, mantıkları gereği demokratik ulusa karşıtlık temelindeydi. Geç dönemlerinde bu karşıtlık toplumsallık karşıtlığına dönüşür. Çevreyi çöküşe götürür. Günümüzdeki konumlarını somut ele alarak gerçekliklerini daha iyi kavrayabiliriz.” Belirlemeleri ile günümüz de insanların ve toplumların yönetim modeli olarak sunulan ulus-devlet yapılarından kurtulmadıkça Ortadoğu da ‘nereden başlamalı ve nasıl yaşamalı?’ sorusuna cevap aramak mümkün değildir.
Bilindiği gibi millattan önce imparator ve krallıklar döneminde de yönetme sanatının esas tarzı grupları parçalama, birbirine kırdırmaydı. Yine devlet ve kral çıkarları uğruna toplulukları kıyımdan geçirme vardı. Bu temelde şiddet, talan ve yalan üzerine tarihi tersyüz etme gibi durumlarının yaşandığı bilinen bir gerçek. Milattan sonra özellikle düşünce yapısı dinciliğe, milliyetçiliğe, cinsiyetçiliğe ve günümüz gerçekliğinde bilimciliğe dayanan oryantalist ve pozitif bilim anlayışlarından dolayı zihniyet yapılanmaları da kriz ve kaosu besleyen, onun devam etmesini sağlayan durumdadır. Kapitalizmdeki sermayenin globalleşmesini ve paradan para kazanma anlayışını krizin birincil nedeni olarak belirtmek mümkündür.
En temel kriz nedenlerinden biri de 16. yüzyılda Londra ve Amsterdam’da başlayan ticari pazarlama sonucu olarak oluşan sermaye akışı ve bunun ortaya çıkardığı sömürgecilik, işgal ve ilhak amaçlı sınırsız savaşlara neden olmuştur. Özellikle de ulus-devlet yaratma adına 19. ve 20. yüzyıllarda Ortadoğu’da oluşturulan ulus-devlet yapılarının hepsinin kapitalist modernitenin birer ajan şebekesi olmaktan öteye bir işe yaramadığını yaşanan çelişki ve çatışmalarda görmek mümkündür. Bu uğurda Birinci Dünya Savaşı’nda yaşanan milyonlarca kayıp, yine İkinci Dünya Savaşı’nda yaşanan milyonlarca kaybı ve bu her iki savaşın yarattığı doğa, çevre, ekolojik açılardan orta çıkardığı tarihsel ve kültürel kırımlar, yine özellikle Körfez Savaşı ile başlayan 1. ve 2. Körfez Savaşı ve onun akabinde Önder Apo’nun Uluslararası Komplo ile rehin alınarak TC’ye teslim edilip İmralı soykırım ve işkence sistemine alınmasını 3. Dünya Savaşı’nın başlangıcı olarak değerlendirmek gerçekçi bir durumdur. Başlatılan 3. Dünya Savaşı otuz yılı aşkındır yöntemleri farklılaşsa da başta bütün Ortadoğu coğrafyası olmak üzere dünyanın birçok yerini sarmış durumdadır. Tüm bu örnekler de gösteriyor ki ulus devletler insanlığı adeta kıyımdan geçirmiştir.
Son yüzyıl açısından sömürgeci işgalci Fransız, İngiliz, Çarlık Rusya gibi hegomonların yarattığı 1916 Sykes-Picot paylaşım anlaşması, yine 1919 San Remo petrol anlaşması, enerji yolları anlamında o dönemde Almanya-Osmanlı arasında yapılan Berlin-Bağdat Tren Yolu anlaşması, yine 1923’te imzalanan Lozan Anlaşması’nın yanında benzer irili ufaklı anlaşmalarla hegomonist güçlerin çıkarları uğruna Ortadoğu coğrafyası petrol, su gibi enerjileri sömürme hedefi ile adeta uydu ulus-devlet şebekelerine dönüştürülmüştür.
Ortadoğu’daki bu sömürgeci emperyalist politikalar sonucu oluşturulan ‘Arap milliyetçiliği–Sünni mezhepçiliği’, ‘Türk milliyetçiliği’, ‘Yahudi milliyetçiliği-Siyonizm’ ve yeşil kuşakta yer alan ‘Fars milliyetçiliği-Şia mezhepçiliği’nin yaratılmasıyla son 125 yıldır Ortadoğu’nun krizli ve kaoslu haline yol açmışlardır.
1990’lardan bu yana yaşanan 3. Dünya Savaşı karakteri gereği 1. ve 2. Dünya savaşlarına benzemese de zaman, yöntem ve tarz açısından farklılıklar arz etse de esasta hegomonist- emperyalist, sömürgeci güçlerin çıkarları uğruna Ortadoğu’da halkların ve grupların sürekli bir katliam ve toplum kırım cenderesinde tutulması mevcut çıkarcı güçlerin hizmetinde yürütülecek politikalar uğrunadır. Ortadoğu’da yaşanan, Yahudilerin güvenliğinin sağlanması adına, radikal İslamı Sünni ve Şia mezhepçiliğini sürekli gündemde tutmadır. Bunun yanında su, enerji amaçlı hegomonistlerin çıkarları uğruna Ortadoğu’yu sürekli dizayn etme krizin en temel nedenlerindendir.
Ortadoğu merkezli 3. Dünya Savaşı’nda bu noktaya nasıl gelindiğini anlamak, güncel olarak yaşananları tahlil etmek ve geleceğe ilişkin öngörüde bulunarak ideolojik ve politik hattı oluşturmak büyük önem taşıyor. Çünkü silahların bombardımanından önce, kapitalist dünya sistemi egemen sınıflarının ve iktidar güçlerinin tekelindeki zihniyet araçlarıyla ideolojik bombardıman toplumun algılarını manipüle etmek üzere devreye konuluyor. Böyle kapsamlı ve derin bir yönelime karşı toplumu savunmak ve öz-savunma iradesini açığa çıkarmak ancak egemen sistemin üretim araçlarının öncü bombardımanını savuşturmakla mümkün olabilir. Zira savaşlarda ilk saldırı nasıl ki onu yapan kişiye avantaj sağlıyorsa, zihniyeti hedef alan bu ilk saldırının kırılması da onu kıran tarafa avantaj sağlar ve sonuç üzerinde belirleyici olur.
Bu bağlamda hegomonik karakterli tüm küresel sistemler ortaya çıkışlarında iki temel savaşı verirler: Bunlardan ilki mevcut kurulu müesses nizama/düzene karşıyken, ikincisi sömürü ve baskı karakterli mevcut rejimlere karşı toplumsal özgürlük çizgisinde örgütlenen halk hareketlerini boğup sindirmek üzere verilen savaşlardır. Çoğu zaman bu sistemler mevcut sisteme karşı verdikleri savaşta güç kazanmak için demokratik ulus karakterli güçlerle taktik ilişkiler geliştirseler de kendilerini tahkim etmeye başladıkları saatte bu güçleri tasfiye etmekten geri durmazlar. Bunun birinci nedeni hegemonik karakterleri olsa da, esas neden ezel ve ebet olma iddialarıdır.
Kapitalist modernitenin feodal sisteme karşı hegemonik bir sistem olarak Batı Avrupa’da ortaya çıkması da benzer bir süreç yaşar. Kapitalist ekonomi, ulus-devlet sistemine dayalı politika ve teknolojinin sınır tanımaksızın sömürü ve talana dayalı programlanması temelinde oluşturulan endüstriyalist ‘üretim’(daha doğrusu; tüketim) sistemi üzerine inşa edilen kapitalist dünya sisteminin egemen sınıf ve iktidar güçleri tarih sahnesinde eşi benzeri az görülür kanlı sahneler sergiledi. Kapitalist modernite bu 300 yılı aşan süreçte verdiği savaşta bir yandan müesses sisteme (feodal düzene dayalı eski rejim krallık ve imparatorlukları) karşı büyük yıpratma-yıkma savaşı verirken, diğer yandan da alternatif olma iddiasındaki demokratik modernite güçlerini tasfiye etmekten geri durmadı.
Ulus-devletin kanlı inşa süreçlerine de tanıklık eden Fransız düşünür Jean-Jacques Rousseau, “Gözlerimi kaldırıyor ve ufka bakıyorum. Ateşi ve alevleri görüyorum; harap olmuş̧ tarlaları, talan edilmiş şehirleri görüyorum. Canavarlar! Dehşet verici bir gürültü̈ duyuyorum. Nasıl bir kargaşa bu! Ne çok haykırış̧ var! Yaklaşıyorum; bir katliam sahnesiyle karşılaşıyorum. Katledilmiş̧ on binler, üst üste yığılmış̧ cesetler; atların nalları altında can çekişenler ölümün imgesini ve ızdırabını çağrıştırıyor. İşte sizin barışçıl kurumlarınızın meyveleri! Yüreğimin derinliklerinden merhamet ve hiddet yükseliyor. Evet, kalpsiz filozof! Gel ve bize bir muhabere meydanı üstüne yazdığın kitabını oku bari şimdi’’ derken, belki de umutsuzca bu sisteme olan sitemini dışa vuruyordu.
Daimi ve sürekli kriz ve kaos üreten yapısı gereği kapitalist modernite kanlı çarpışma ve kırımların sistemi olmuştur. Önder Apo da kapitalist modernite sisteminin son 200 yılının tüm insanlık tarihinden daha fazla katliam ve soykırımlara sahne olduğu tespitinde bulunurken, dikkatleri bu yönüne çekmektedir. Nitekim Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’nda milyonlarca insanın katledilmesi bunun sadece nicel parametrelerinden biri olmakta; yarattığı toplum-kırım, kadın-kırım, eko-kırım, kültür-kırımlar ve daha nice kırımların bir çetelesi ise doğru düzgün tutulamamıştır.
Ulus-devlet sermaye tekelciliği olarak ortaya çıkan Birinci Dünya Savaşı, Ekim Devrimi’nin doğmasıyla kapitalist modernite için arızî bir durum teşkil etmiştir. Devrim, sistemin istemediği ve hesaba katmadığı bir durum olmuş ve bu da bazı hesapların yeniden gözden geçirilmesine neden olmuştur. Kapitalist modernite sistemi için her ne kadar istenmeyen sonuç olarak Ekim Devrimi yaşanmış olsa da bu savaşın sonunda Avrupa’nın bugünkü siyasi haritası ulus-devlet temelli çizilmiş, Osmanlı ile Avusturya-Macaristan gibi imparatorlukların sonu getirilmiş ve geç-kapitalistler olarak Almanya ve İtalya’nın hegemonya hevesleri törpülenmiş ve ulus-devlet formuyla sisteme eklemlenmişlerdir. Ancak bu, sorunlara çözüm getirmemiştir. Savaş sonrası imzalanan Versailles Antlaşması bir nevi İkinci Dünya Savaşı’na kuluçkalık rolü oynamıştır. Önder Apo, “Avrupa’da ‘Barışa Son Veren Barış’ olarak rol oynayan Versailles Antlaşması İkinci Dünya Savaşı’na yol açtı. Sykes-Picot Antlaşması da Ortadoğu’da aynı rolü oynadı” derken, bu hakikate dikkat çekiyor. Nitekim İkinci Dünya Savaşı da Birinci Dünya Savaşı’nın kapanmamış dosyalarının sonucu olarak çok kısa bir süre sonra patlak verdi.
İkinci Dünya Savaşı’yla ABD, sistemin öncülüğünü Britanya’dan devraldı. Batı bloğu ve savaş sonrası oluşturulan kurumlarla (BM, IMF, NATO vs.) Sovyetlere karşı soğuk savaşın koç başı rolünü üstlendi. Ulus üstü tekelci sermaye için görece daha elverişli bir dünya olsa da yapısı gereği kriz ve kaos üreten sistem için bu yeterli olmadı. Nitekim hala dünyanın birçok bölgesinde ulus üstü tekelciliği ile ulus-devlet sermayeciliği arasında çatışmalar sürüyordu. Çatışmaların en fazla yoğun olduğu bölge ise merkezi uygarlığın çıkış yeri olan Ortadoğu coğrafyasıydı. Ulus üstü tekelci sermaye sistemi ile ulus devlet statükoculuğu arasında yaşanan kriz, 1990’ların başında Sovyetlerin çözülmesinden sonra, adına “3. Dünya Savaşı” denen sürece evrildi. Her ne kadar 3. Dünya Savaşı, Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’nın tamamlanması olarak yaşansa da karakteri, ilişki ve ittifakları, hedefleri, mikro ve makro ölçekteki boyutları bakımından farklılık arz etmektedir.
Önder Apo, ‘Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü’ isimli savunmasında, savaşın karakterine ilişkin şu tespitlerde bulunmaktadır: “Üçüncü Dünya Savaşı meselesine gelince Irak, Afganistan, Lübnan, Pakistan, Türkiye, Yemen, Somali ve Mısır başta olmak üzere belli başlı ülkelerde olup bitenlerin bilançosunun çoktan Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarındaki bilançoları birçok yönden aşmış olması bu savaşın gerçekliğinin anlaşılması için yeterlidir. Zaten nükleer silahlar nedeniyle ‘3. Dünya Savaşı’nın parçalı olacağı, uzun bir sürece yayılacağı ve değişik teknolojilerle yürütüleceği anlaşılır bir husustur. NATO’nun son Lizbon Zirvesi, ABD’nin İran etrafındaki ablukayı derinleştirmesi, ‘3. Dünya Savaşı’nın seyri hakkında gereken bilgiyi vermektedir.”
Önder Apo 3. Dünya Savaşı’nın coğrafyasına ilişkin de şunları ifade etmektedir: “3. Dünya Savaşı bir gerçektir ve ağırlık merkezi Ortadoğu coğrafyası ve kültürel ortamıdır. Sadece 3. Dünya Savaşı’nın yoğunluk merkezi olan Irak’ta yaşananlar bile buradaki savaşın bir ülke ile ilgili olmadığını, dünya hegemonik güçlerinin çıkarları ve varlığı ile ilgili olduğunu gayet iyi açıklamaktadır. Bu savaş ancak İran’ın tamamen etkisizleştirilmesi, Afganistan ve Irak’ın istikrara kavuşturulması, Çin’in ve Latin Amerika’nın tehdit olmaktan çıkarılmasıyla sonlandırılabilir. Dolayısıyla savaşın daha ortalarındayız. Kesin bir şey söylemek sosyal bilimler açısından doğru olmasa da savaş en az on yıllık (NATO’nun son stratejik planları da on yıllık bir süreyi öngörmektedir) bir süre daha devam edebilir. Bazen diplomasi, bazen şiddet yoğunlaşacaktır. Gündeme şiddetli ve kontrollü ekonomik krizlerle müdahale edilecektir. Alanların önceliği değişecek ama şöyle veya böyle savaş komple olarak birçok alanda cereyan edecektir.”
Sovyetlerin çözülmesi, ABD öncülüğündeki kapitalist modernite sisteminin hegemonyasını tam tesis etmek için bir fırsat sunsa da sistem karşıtı güçlerin muhtemel çıkışları, kimi ulus-devletlerin 20. yüzyıl başlarında olduğu gibi küresel sermayenin serbest dolaşımını engelleme hevesleri ve Çin gibi yükselen bir gücün olması kapitalist modernite sisteminin hegemonyasını zorlamakta. Ön alma ve kendi planlarını hayata geçirmek amacıyla ilk adım Önder Apo’ya yönelik Uluslararası Komplo ile atıldı. NATO Gladyosu ve ABD’nin hazırlayıp icra ettiği komployla Kürt Özgürlük Hareketi şahsında Ortadoğu ve dünyada alternatif sistem iddiasındaki tüm güç ve kesimlere bir mesaj veriliyordu.
Hem Ortadoğu hem de dünyada yaşanan kriz ve kaosu aşmanın biricik yolu Önder Apo’nun Demokratik Ekolojik Kadın Özgürlükçü Paradigmasının yaşamsal kılınmasından geçiyor.
Ortadoğu da her türden kapitalizm, endüstriyalizm ve ulus-devlet yapılarına karşı mücadele etmek; zihniyet, ideoloji, politika, program ve pratik olarak karşısında durmak bunun için toplumun tüm inşa süreçlerinde özgürlükçü çizgiden taviz vermeden demokrasi kültürü ile yoğrulmak hayati önemdedir.
Kapitalist moderniteye karşı demokratik modernitenin tüm esaslarını gözeterek toplumu bilinçlendirerek örgütlemek en temel görev olmaktadır.
Tarihsel toplum süreçlerinde direnen grupları ve halkları demokratik, ekolojik ve ekonomik anlamda ahlaki ve politik bir anlayışla Demokratik Sosyalizm çizgisinde Ortadoğu Demokratik Konfedaralizmi amacıyla bütün yüreği beyni ve hücrelerine kadar çalışarak toplumsal dinamiklerin en radikal ve dönüştürücü gücü olarak gençlik ve kadının öncülüğünde mücadele etmek gerekir.
Ulus devletli yapıları aşmak aynı zamanda büyük irade, inanç, kararlılık ve süreklilik arz eden bir mücadele temposu ve tarzını yakalamaktan geçer. Güncel açıdan Sykes-Picot anlaşması anlamsız hale gelmiştir. Irak şahsında Saddam’ın idam edilmesi ulus-devlet yapılarının anlamsız hale geldiğinin bir başlangıcıdır. Son yıllarda yaşanan İsrail hegomonyacılığı, Baas rejimlerinin yıkılması, İran merkezli yapıların tasfiye edilmesi ve zayıflatılması; yine Arap coğrafyası ve Afrika da yaşananlar, Orta Asya’da yaşananlar, son iki yıldır Ukrayna-Rusya savaşı olarak yüzeyde görünen Hegomonistler arasındaki çatışmalar; ulus-devlet yapılarının milliyetçiliğe, devletçiliğe ve tekçiliğe sarılarak direnmeleri uzun vadede bir anlam ifade etmemektedir. Küreselleşen teknoloji ve telekomünikasyon gelişimi, dünyada Ortadoğu’da yaşanan su, enerji krizleri, iklim ve çevre faktörünü içeren ekolojik açıdan tahribatlar, insanın yaşamını tehdit eden kanser ve korona türü kapitalizmden kaynaklı toplumsal bunalımlara yol açacak hastalıkların tümü yeni çözüm yöntemlerini bulmayı gerektiriyor. Değerlendirmede de vurguladığımız gibi ne uluslararası artı değer ve kâr yaratan şirketler ne kapitalizm ve endüstriyalizmden kaynaklı hegomonist yayılmacı politikalar ne büyük Ortadoğu adına yapılan projeler çözüm getiremez. Aksine bunlar çözümsüzlüğün esas nedenleridirler. En temel ve doğru çözüm suya, enerjiye ve toprağa sahip çıkarak komünal demokratik, ekonomik ve ekolojik, ahlaki-politik ilişkiler ve yapıları oluşturmaktan; demokratik sosyalizmin inşa görevlerinin Özgürlük Sosyolojisi ve Jineolojik bir yaşam çizgisini örgütleyerek doğru çözüm yollarına ulaşmak mümkündür.
Kürtler ve Kürdistan açısından Önder Apo ve PKK öncülüğünde gelişen 50 yıllık mücadele pratiğinin ortaya çıkardığı en temel toplumsal ve siyasi dinamik Kürtler ve Kürdistan halkları olmaktadır. Ortadoğu krizlerinin çözümlerine model aranırken Ortadoğu kültürel gerçekliğini Kürtler ve Kürdistan dışında tutmak en büyük handikap olmaktadır. 21. yüzyılda da en dinamik demokratik devrimci sosyalist halk, Kürt halkı olmaktadır. 2025’lerin yaşandığı bugünlerde Sykes-Picotlar, Lozanlar, San Remolar anlamsız hale gelmiştir. Gelecek açısından Ortadoğu coğrafyasında Kürtler ve Kürdistan en temel dönüştürücü ve kazandırıcı öncü güç konumundadır. Bunun için de Önder Apo’nun sağlık güvenlik ve özgürlük koşullarının oluşturulması ve her açıdan hareket edebilecek özgür çalışabilecek ortamın sağlanması ile hem Ortadoğu halklarının geleceği hem de insanlık açısından ‘ne yapmalı, nereden başlamalı ve nasıl yaşamalı’ sorularına en somut cevaplar bulunacaktır.