20 Mayıs 2025 Salı
Sonuç Bulunamadı
Tüm Sonuçları Gör
YIL:44 / SAYI: 520 / NİSAN 2025
SERXWEBÛN | JI SERXWEBÛN Û AZADIYÊ BI RÛMETTIR TIŞTEK NÎNE
  • ANASAYFA
  • TÜM YAZILAR
  • ÖNDERLİK
  • SERXWEBÛN
  • SERXWEBÛN KURDÎ
  • BERXWEDAN
  • ÖZEL SAYILAR
    • BERXWEDAN ÖZEL SAYILAR
    • SERXWEBÛN ÖZEL SAYILAR
  • DOSYALAR
    • ŞEHİTLER ALBÜMÜ
    • KİTAPLAR
    • TAKVİMLER
  • FOTO GALERİ
    • ÖNDERLİK
    • GERİLLA
    • HALK
  • ANASAYFA
  • TÜM YAZILAR
  • ÖNDERLİK
  • SERXWEBÛN
  • SERXWEBÛN KURDÎ
  • BERXWEDAN
  • ÖZEL SAYILAR
    • BERXWEDAN ÖZEL SAYILAR
    • SERXWEBÛN ÖZEL SAYILAR
  • DOSYALAR
    • ŞEHİTLER ALBÜMÜ
    • KİTAPLAR
    • TAKVİMLER
  • FOTO GALERİ
    • ÖNDERLİK
    • GERİLLA
    • HALK
Sonuç Bulunamadı
Tüm Sonuçları Gör
SERXWEBÛN | JI SERXWEBÛN Û AZADIYÊ BI RÛMETTIR TIŞTEK NÎNE
Anasayfa MUSTAFA KARASU

ÇÖKEN SYKES PİCOT ANLAŞMASI ÇÖKEN İNKAR-İMHA SİYASETİDİR

Mustafa Karasu

ÇÖKEN SYKES PİCOT ANLAŞMASI  ÇÖKEN İNKAR-İMHA SİYASETİDİR

Başını ABD, İngiltere ve İsrail’in çektiği Önder Apo’ya karşı gerçekleştirilen Uluslararası Komplo’nun 26. yıl dönümündeyiz. Yine Şeyh Said önderliğinde yapılan direniş hazırlıklarının provoke edilerek başlatılan Kürt soykırımının 100. yıl dönümünü yaşıyoruz. Uluslararası Komplo’yu gerçekleştiren kapitalist modernite güçlerini ve Kürt halkına karşı sömürgeci soykırımcı Türk devleti tarafından başlatılan ulusal soykırım gününü büyük bir öfke ve lanetlemeyle karşılıyoruz.

Kapitalist modernite sistemi tarihinin en ciddi kriz ve kaosunu çok derinlikli olarak yaşamaktadır. 90’larda Irak devletine karşı ABD önderliğindeki koalisyonun yaptığı saldırıyla başlayan 3. Dünya Savaşı önemli bir aşamaya gelirken paylaşımı sürmektedir. Savaş sürdükçe, kriz ve kaos da yaygınlaşmakta ve derinleşmektedir. Bu savaşın en yoğunlaştığı alanların başında da bölgemiz Ortadoğu ve Kürdistan’ın geldiği bilinmektedir.

Herkesin Önder Apo’nun çağrısına kilitlendiği bu süreci doğru değerlendirmek ve açığa çıkan görevleri başarıyla yerine getirmek için öncelikle dünyada ve bölgemizde gerçekleşen ve ülkemiz Kürdistan’ın ve halklarımızın geleceğini derinden etkileyen siyasal gelişmeleri satır başlarıyla da olsa ortaya koymakta yarar vardır.

 

Kapitalizm topluma ve doğaya karşı sürekli savaş rejimidir

 

Ulus-devlet zihniyet ve pratiği, endüsriyalizm ve azami kar yasası tüm sorunlara kaynaklık etmektedir. Geliştirilen teknoloji yarardan çok insanlığa ve doğaya büyük zararlar veren bir düzey kazanmıştır. Büyük ve daha büyük kar hırsı, büyüme, rakiplerini geriletmek için doğaya karşı, deyim yerindeyse tankı-topuyla bir savaş açılmıştır. Doğanın vurulmadık, kanatılmadık, kirletilmedik, kimyası bozulmamış neredeyse hiçbir noktası bırakılmamıştır. Doğa adeta isyan etmektedir. Dengesiz, zamansız yağışlar veya yağışsızlıklar büyük tahribatlara neden olmaktadır. Bu yönüyle insanlığı adeta uyarmaktadır. Tüm bunlar kapitalizmden kaynağını alan sonuçlardır. Ancak kapitalist modernitenin genel ve yerel hegemon güçleri bu uyarıları görmezden ve duymazdan gelmekte, bildiğini yapmaya devam etmektedir. İktidar olmak ve büyük kar hırsı bu güçlerin gözlerini köreltmiş, vicdanlarını kurutmuştur.

Doğanın imkanları sınırsız değildir. Kullanıla kullanıla tüketilen alanlar çoğaldıkça, henüz fazla tahrip edilmeyen alanlarda bulunan gıda, temiz tatlı su, petrol, gaz, lityum vb. alanlara el koymak, olmuyorsa büyük pay almak için temel bir savaş nedenidir. İkinci bir savaş nedeni de ticaret ve enerji nakil hatlarının güzergahlardır. Bu temel konular günümüzde en temel savaş nedenleri olmaktadır.

 

Enerji savaşlarının temel hatları

 

Başta İngiltere, Fransa, Rusya ve Almanya arasında yirminci yüzyılın başlarında başlayan Birinci Dünya Paylaşım Savaşı’nın esası kıtaları birbirine bağlayan kara, deniz ve demiryolu güzergahlarıdır. Günümüzde de Rusya Avrupa arasında Çin’in bir kuşak bir yol projesi ve yine Hindistan’dan Avrupa’ya uzanan enerji hattı projesi Hamas-Israil-Lübnan-Suriye’deki çatışma ve siyasi-askeri gelişme ve çatışmaların nedenlerin başında gelmektedir.

Kapitalist modernite gelişim ve değişmelerini daha yakından görmek için bazı değerlendirmelere ihtiyaç vardır. Bunların başında Donald Trump’ın yeniden başkan seçilmesi gelmektedir.

Donald Trump hakkında açılan skandal davalar bilinmektedir. Bunların birçoğu yüz kızartıcı cinsten davalardır. Fakat buna rağmen seçildi. Burada tekellerin-sermayenin para gücü kadar basının, medyanın gücünün yarattıkları algıyı elbette hesaba katmak gerekir. Ancak bu kadar rahatlıkla yönlendirilen bir toplumun sosyolojik haritasının çıkarılmasına da ihtiyaç vardır.

Merkezi hegemonik iktidar, elbette zor aygıtları olmadan kendisini oluşturamaz. Ancak süreklileşmesini esasta sağlayan ideolojik ve kültürel hegemonya olmaktadır. Kapitalist modernite iktidarını bu mekanizmalara dayalı olarak meşrulaştırmaktadır. Önder Apo, bu konuda yaratılan sosyolojik gerçekliği şöyle dile getirmektedir: “Toplum her zamankinden daha fazla ahlaki ve politik niteliğinden yoksun kılınmıştır. Bilişim teknolojisi, küresel ideolojik hegemonyacı güçlerin eline muazzam sanal dünyalar sunma ve gerçek dünyayı saptırma olanaklarını fazlasıyla vermektedir. Rahatlıkla çürüyen yapılarını yeni bir sistemle ambalajlı yeni doğmuş gibi sunmakta beis görmezler. Mevcut kitle çoktan faşizmin sürü kitlesine dönüştürülmüştür.” Önderliğin yaptığı bu tespit, bir açımlama yapmayı gerektirmeyecek kadar açıktır.  Bu tür durumlar için her halde en uygun ifade, “Böyle başa böyle tarak!” olmaktadır.  Bir kez bu kadar bir toplum geriletildi mi, artık bu toplumun seçiminin de buna göre olması şaşırtıcı olmasa gerek.

 

Derinleşen ve yaygınlaşan savaşla yükselen faşizm dalgası

 

3. Dünya Paylaşım Savaşı 1. ve 2. Dünya Paylaşım Savaşları gibi yoğunluklu ve sürekli biçimde değil de parçalı ve aralıklı bir biçimde sürmüştür. Kapitalist modernitenin hegomonik güçleri, direkt ve dolaylı olarak hesaplaşmalarını bu tarzda yürütmeyi zaman-mekân ve savaş potansiyelleri açısından kendi çıkarları için daha uygun bulmuşlardır. Dolayısıyla bu dönemde özellikle son beş yıllık süre içerisinde hemen hemen yapılan seçimlerde istisnaları bir yana bırakırsak çoğunlukla faşist, ırkçı, gerici, militarist sermayenin en azgın temsilcileri ve benzeri tanımlar yapacağımız kişilikler iktidara gelmektedirler. Başta Avrupa’nın belli başlı devletlerinde yapılan seçimler böyle sonuçlanmıştır. Almanya’da Sosyal Demokrat hükümetin istifası, aslında Almanya’nın savaşa daha güçlü bir şekilde hazırlanması temelinde gündeme gelmiştir. Geçen yıl da Alman Genelkurmay Başkanı, savaşa hazırlık için birkaç yıllık imkân istemiştir. Böyle bir tartışmanın ardından hükümetin istifasının gündeme gelmesi tesadüf değildir.

Ne yazık ki dünyadaki gidişat bu yöndedir. Şüphesiz ki, bu dünya ezilenleri için öncülük adına ortaya çıkanların zayıflığı ve reel sosyalizmin yıkılmasından sonra yeni bir alternatif oluşmadığından bu güçler adeta meydanı boş bulmuşlar ve istedikleri gibi atını oynatmaktadırlar. Bilimsel ve teknolojik gelişmelerin yapay zekâ üretecek düzeye çıkması ve bunun özellikle silahlanmada, istihbarat yöntemiyle her türlü bilgiye ulaşmada, denetimi sağlamada ve yönlendirmede istedikleri insan tipini yaratmış olmalarının sonuçları, ciddi bir ahlaki düşüşü ve kültürel çürümeyi beraberinde getirmektedir.

2. Dünya Paylaşım Savaşı öncesinde, savaşa hazırlık amacıyla Almanya’da Hitler, İtalya’da Mussolini, İspanya’da Franco vb. kişilikler ortaya sürülmüştür. Bu ulus-devletin militarist özünü ifade etmektedir. Son yıllarda da neredeyse dünyadaki ağırlıklı eğilim bu yönde ilerlemektedir. Rusya’da Putin, Ukrayna’da Zelenski, sömürgeci Türk devletinde R. Tayip Erdoğan, İtalya’da Meloni, İsrail’de Netanyahu, Macaristan’da Victor Urban vb. faşist kişilikler sahnedeki yerini almaktadırlar. Örneğin Avrupa’da bu iktidar zihniyetinin yansıması olarak yüz binlerle ifade edilebilecek faşist kitle eylemlilikleri rahatlıkla örgütlenebilmektedir. Kendisini, “demokrasinin, Batı değerlerinin yaratıcısı, koruyucusu ve kollayıcısı” olarak gören Avrupa devletlerinin durumu kabaca böyledir. Ayrıca, Afrika, Ortadoğu, Asya, Amerika’daki birçok devletin durumu benzerdir. Bütün bunlar, körfez savaşı ile başlayan ve parçalı bir biçimde süren Üçüncü Dünya Savaşı’nın daha da derinleşerek süreceğini göstermektedir.

Ekolojik denge bozulmuş mu, buzullar eriyor mu, mevsim dengeleri bozulmuş mu, kuraklık ve aşırı sel üretimi gıda üretimini geriletiyor mu, hayat pahalılığı yükseliyor mu, açlık yaygınlaşıyor mu, kadınlar, çocuklar, gençler, bütün bu sorunları en yakıcı bir biçimde yaşıyorlar mı…? Kapitalist modernite güçlerinin umurunda bile değildir. Dolayısıyla bu paylaşım savaşları kutsal addedilen, dokunulmaz, tartışılmaz olarak kabul edilen ulus-devlet sınırlarını bile elinde güç bulunduran, risk alan güçler, hegemon güçler tarafından rahatlıkla anlamsız kılabilmekte, bir çırpıda aşılmaktadır. Enerji yolları hangi devletin sınırlarından geçiyorsa, eğer bir itirazı varsa rahatlıkla tasfiye edilebilir. Çünkü bu savaşlar özünde bir paylaşım savaşıdır ve kapitalizmin çıkarları bunu gerektirmektedir. “Ya büyü ya da öl” kuralı geçerlidir.

Kürdistan, 19. yüzyıldan beri bu yol savaşlarının kurbanıdır. Kürt halkı ve bu topraklar üzerinde yaşayan diğer halklar halen de bu enerji ve ticaret yollarının ağır faturasını ödemeye devam etmektedirler.

Şimdi de G20 zirvesinde Hindistan’dan Avrupa’ya gidecek olan yolu ve yine Çin’in kuşak-yol projesi şu anda temel tartışma konularıdır. Çin’in bir kuşak bir yol projesinin yayılma stratejisine karşı ABD’nin ciddi bir biçimde karşı koyarak boşa çıkarmak istediği bilinmektedir. Bunun için sıcak savaş, hatta nükleer savaşın da dahil olduğu birçok ciddi tartışma ve analizler yapılmaktadır. Bu tartışmaların sıcak savaşa dönüşme potansiyeli olup, hazırlıklar da bu yönlü gelişmektedir. Ermenistan-Azerbaycan savaşı her ne kadar “Karabağ sorunu” olarak kamuoyuna yansıtıldıysa da işin içinde “Zengezur geçidi” denilen stratejik bir yol sorunu da vardır. Sömürgeci Türkiye’nin ve İsrail’in Azerbaycan’ı desteklemesi üzerine Karabağ’dan yüz bin Ermeni göçertildikten sonra, tekrardan Azerbaycan’ın eline geçmiştir.

Ayrıca sömürgeci Türk devleti de Irak devletiyle birlikte bazı Körfez ülkelerinin maddi katkılarıyla, Irak-Basra körfezinden başlayarak Başur ve Bakur Kürdistan üzerinden Türkiye ve Avrupa’ya uzanacak bir yolun inşası üzerinde durmaktadır. Bu da daha fazla iki sömürgeci devleti birbirine yakınlaştırmakta, PKK karşısında ortaklaştırmaktadır. Geçen yıl da PKK karşısında ortak bir mutabakat metni imzalamışlardır ve bu temelde Irak devleti PKK’yi “yasaklı örgüt” listesine almıştır.

Bilindiği gibi Gazze’de 7 Ekim’de Hamas güçleri, Israil devletine karşı   son derece provokatif bir eylem gerçekleştirmişti. Bunun Filistin halkı dışında başta Türk devleti olmak üzere birçok güce hizmet ettiği ortaya çıkmıştır. Filistin halkı, böyle kirli hesapların kurbanı olmuştur. Bundan en çok yararlanan ise faşist şef Tayyip Erdoğan olmuştur. Bir taraftan İsrail ile her türlü ticari ve siyasi ilişkileri geliştirirken öte yandan Filistin davası adı altında adeta Arap halkının koruyucusu ve kollayıcısı pozisyonuyla siyasal kazançlar sağlamaya başlamıştır. Ancak Hamas-İsrail arasındaki ateşkes görüşmeleri ve sorunun çözümüne dair yapılan girişimlere alınmaması Türk devletinin hesaplarının tutmadığını ortaya koymuştur.

 

Ortadoğu’da çatışan stratejiler

 

Ortadoğu’nun siyasal haritası geçen yüzyılın ilk çeyreğinde İngiliz ve Fransız emperyalist devletleri tarafından belirlenmiştir. Her ne kadar 1916 yılında Fransa temsilcisi François Georges Picot ile İngiltere temsilcisi Sir Mark Sykes’ın çizdiği plan temelinde bir anlaşma yapmışlarsa da daha sonraları bu anlaşmadan en fazla yararlanan  ve kazançlı çıkan İngiltere devleti olmuştur. Neticede Ortadoğu’yu kendi aralarında paylaşmışlardır. Bir yıl sonrasında ise İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur Balfour’un öncülük ettiği bir deklarasyon yayınlanmıştır. Bununla İsrail devletinin temeli atılmıştır.

Sömürgeci Türk devletinin kuruluşu ise, buna giden yolda bir adımdır.  Artık İsrail’in kuruluşu için Yahudi göçü başlar. 1948 yılında İsrail devleti resmi olarak kurulur. Her ne kadar Filistin toprakları üzerinde ilk önce iki devletin, yani İsrail ve Filistin devletlerinin kurulacağı belirtilse de belirlenen stratejinin pratikleşmesi sürecinde bu karar giderek gündemden düşmüş, İsrail devleti daha baskın gelmiştir. Bilinen tarihsel süreç içerisinde, politik, askeri dengelerin değişmesine paralel olarak, İsrail sürekli bir biçimde yerleşim alanlarını genişletmiş ve Filistin devletinin kurulacağı söylenen alanlar daraltmıştır. 1967 yılındaki savaşta İsrail devleti Mısır’dan, Ürdün’den ve Suriye’den toprak işgal ederek, Ortadoğu’da yeni haritalar çizmeye başlamıştır. Elbette bu kapitalist modernite güçlerinin aktif desteği ve hazırlığı temelinde olmuştur.

 

İsrail sadece İsrail değildir!

 

İsrail devletini, sahip olduğu yüzölçümü, nüfusu ve ekonomik gücünden daha farklı değerlendirmek gerekir. Önder Apo, 5. Savunması’nda, İsrail’in Ortadoğu’da kuruluş ve konumunu çok yalın bir biçimde şöyle ortaya koymaktadır: “İsrail’in kuruluş ve ilanı sıradan bir olay değildir. İsrail, bölgede hegemonik rol oynayan en son güçler olan Osmanlı İmparatorluğu ve İran Şahlığı’nın bağımlı minimalist ulus-devletlere dönüştürülmelerinden doğan iktidar boşluğunu dolduran kapitalist modernite hegemonyacılığının çekirdek hegemon gücü olarak doğmuştur. İsrail’in çekirdek bir hegemon güç olarak kurgulanışı çok önemli bir husustur. Bu demektir ki, bölgedeki diğer ulus-devletler hegemon güç olan İsrail’in varlığını tanıdıkça meşru kabul edilecekler, tanımamaları halinde savaşlarla hizaya getirilinceye kadar yıpratılarak tanıyacak hale getirileceklerdir.”

ABD Başkanı Trump, ilk iktidar döneminde Kudüs’ü İsrail’in başkenti ilan etmekle, büyük elçiliğini alana yerleştirmesiyle, İsrail stratejisi doğrultusunda önemli bir adım daha atmıştır. Aynı dönemde bir de İsrail ile bazı Arap devletleri arasında da İbrahimi Anlaşma imzalanarak, İsrail devletinin bölgedeki konumunu daha çok yükseltmiştir. Esas olarak, İran devletini kuşatmak, kapitalist modernite güçlerine tehdit olmaktan çıkarmayı hedef alan bir imkana kavuşturmak istemiştir.

Hamas’ın bilinen provokasyonuyla adeta, aradığı imkana kavuşan İsrail devleti, önce Hamas‘ı, ardından Hizbullah’ı önemli oranda etkisizleştirerek, Lübnan sahasını İran devletinin kullanamayacağı  bir alan haline getirmek istemiştir. Yine Yemen’in alt-yapısını imha etmeye yönelik ciddi saldırılar yaparak, İran devletini orada da etkisizleştirmek, alternatif güçlere imkân yaratmak istemektedir. Tabi ki, bu stratejinin arkasında ABD, İngiltere başta olmak üzere Avrupa ve NATO vardır.

2024’ün 8 Aralık tarihinde 61 yıllık Baas rejiminin çökmesiyle yerine HTŞ’nin iktidara geçirilmesi, aynı zamanda Suriye devletinin temellerini atan Sykes-Picot anlaşmasının da çöküşü demektir. Böylelikle halkların, inançların inkarına dayanan sermayenin bölge çıkarları için uydurulmuş bir ulus-devleti daha çökmüştür.

Bu çöküşle de hem bölgeden Avrupa’ya geçecek olan yolun güvenliğini sağlama, İran’ın alandaki hegemonyasını kırma, giderek kuşatma, bölgenin zengin petrol-gaz kaynaklarını, ticareti üzerindeki hegemonyasını süreklileştirme, Rusya’yı alandan çıkarma, en azından konumunu zayıflatma vb. ilk etapta sayılabilecek konularda kendileri için önemli avantajlar elde etmiştir.

İsrail devleti özellikle Suriye’de Baas rejiminin düşmesiyle birlikte, rejimin tüm askeri noktalarını, silahlarını (kara, hava, deniz) vurarak, Kuneytra’yı işgal ederek, Golan tepelerini kendi siyasi haritasına katarak egemenlik coğrafyasını da genişletmiştir. İsrail stratejisinde diğer bir hedef de İran’ın bölge üzerindeki hegemonyasını kırmak, darbelemek için de Irak’taki İran hegemonyasına yoğunlaşmış bulunmaktadır. İsrail İran devletinin nükleer güç olmasını kabul etmeyeceklerini dile getirmektedir. Donald Trump’ın ikinci iktidar dönemini devraldıktan sonra, İran’ın nükleer bir güç olmasını kabul etmeyeceklerine ilişkin kimi açıklamaları, İsrail stratejisiyle uyumlu ve onu destekleyen niteliktedir.

İsrail stratejisi içinde İran’a yönelik atılacak adımlarda İran merkezi devletine karşı başta Kürtler olmak üzere, Beluci, Arap ve Azeri halkları ve Fars emekçilerini, kadınlar gibi rejimden rahatsız olan potansiyeli harekete geçirme gibi adımlar da söz konusu olabilir. İran devlet sınırları içindeki Azerileri, Azerbaycan devleti üzerinden harekete geçirmek için yıllardır bir hazırlık yapılmaktadır. İsrail’in hazırlıkları, kendisini Azerbaycan-Ermenistan savaşında ele verdi. Öte yandan ABD, İran’a karşı bilimsel-teknik araçlar, ticari, mali, ekonomik, sağlık vb. alanlarda yoğun bir ambargo uygulamaktadır. Bu ambargo savaşıyla adeta, yaşam çekilmez, devlet işlemez hale getirilmek istenmektedir. Belli ki, önümüzdeki yıl veya yıllarda bu çelişki ve çatışma değişik biçimlerde sürecektir.

İsrail, kendi varlığına ve kapitalist modernitenin çıkarlarına zarar veren veya verme potansiyeli taşıyan devletlere karşı da Kürtleri de yanına alma arayışı içindedir. 60’lı yıllarda Başur Kürdistan’la sınırlı olan ilişkilerini, son yıllarda tüm Kürdistan’daki Kürtleri kapsayacak tarzda genişletmek istemektedir. Bunu da öyle gizli saklı değil, basın üzerinden yaptığı açıklamalarla adeta ilan etmektedir. Bu tarz hareket etmesinde iki amaç vardır. Bir taraftan Türk devletine karşı Kürtleri bir tehdit unsuru olarak gündeme getirerek, Türk devletinin daha fazla ileri gitmesini engelleme, öte yandan da yapabiliyorsa Kürtleri yanına alarak hem İran’ı hem de Türk devletini istediği kıvama çekmeyi hedeflemektedir.

Önder Apo’ya karşı gerçekleştirilen Uluslararası Komplo’da İsrail’in aktif bir biçimde yer aldığı bilinmektedir. Ulus-devlet paradigmasını aşarak, demokratik ulus paradigmasını esas alan PKK’ye karşı ulus-devlette ısrar eden İsrail, KDP’ye her türlü desteği sunmaya devam edecektir. Burada amaç, kapitalist moderniteye karşı muhalefetin gelişmesini sınırlama, geriletme ve sistemine entegre etme olduğu çok açıktır.

Bu konuda NATO üyesi olması sebebiyle sömürgeci Türk devletinin de bu stratejide direkt olmasa da dolaylı olarak kullanıldığını da belirtmek gerekir. Sömürgeci Türk devletinin DAİŞ ile ilişkileri, ardından HTŞ ile kurduğu ilişkiler ve son Suriye operasyonunda yer verilmesi nedeniyle, dolaylı olarak İsrail stratejisinde yer almaktadır. Ancak Türk devletinin ikili bir karakteri ortaya çıkmaktadır. Kuruluş mantığı bakımından İsrail devletinin koruyucu ve kollayıcısı iken, bölgedeki-kaosu fırsat bilerek bölgede hegemonyasını yayma, zenginliklerden payını yükseltmek istemesi karşısında, çekirdek hegemonik güç ile karşı karşıya da gelmektedir. Ancak bu karşı karşıya geliş, öyle uzlaştırılamayacak bir düzeyde değildir. Fakat, AKP-MHP hükümeti iktidarda kaldıkça da bölge üzerindeki taleplerinde ısrar ettikçe, bu çelişkinin tırmanma, gerilimin yükselme durumu da gündemdedir.

Öte yandan İsrail özellikle AKP-MHP hükümeti ile de Suriye üzerinde hakimiyet konusu ve Türk devletinin bölgede İsrail’i zorlayacak konularda hegemon güç olma vb. arayışları nedeniyle karşı karşıya gelebilirler. Ancak her iki gücün sistemin temel devletleri olma, PKK karşıtlığı ve İran karşıtlığı konusunda önemli ölçüde yakınlıkları vardır. ABD, her iki gücü İsrail-Türkiye’yi ABD’nin bölge stratejisi bağlamında kimi konularda uzlaşmaya çekebilir.

 

İran’ın demokratikleşmesi bir zorunluluktur

 

Ortadoğu’da gündem olan diğer bir strateji de sömürgeci İran devletinin stratejisidir. İran kendisini Pers, Sasani ve Safavilerin devamı olarak görmektedir. Bu alanları kendi doğal yayılma alanları olarak görmektedir. İran devleti, ABD-Avrupa-İsrail karşısında dünyadaki hegomonya mücadelesinin güçlü aktörleri olan Çin, Rusya, Hindistan ve benzeri güçlerle yoğun ilişkileri geliştirmeyi hayati derecede önemli görmektedir. Şanghay İşbirliği Örgütü’nün üyesi olmanın da ötesinde Rusya ile geçen günlerde 20 yıllık stratejik bir anlaşma yapmıştır. Ukrayna savaşı sürecinde İran aktif olarak Rusya’nın yanında yer almıştır. Çin ile de köklü, on yıllarca geçerli olacak yatırımlar yapmaktadırlar. İdeolojik olarak Şiilik esas alındığı için, bölgede Şiilerin olduğu her alanı kendi doğal alanı olarak görmektedir. Dolayısıyla bu alanları birer Şii devrim merkezi haline getirerek, hegemonyasını örgütlemek istemektedir.

Ortadoğu’nun en büyük petrol-gaz merkezlerinden birisidir. İran, Irak, Suriye ve Lübnan gibi birbiriyle bitişik büyük bir coğrafyada hegemonyasını inşa edebilmiştir. Basra körfezi (ki kendileri buna Pers körfezi demektedirler) gibi bir alanı büyük oranda kontrol eden bir güç konumundadır. İsrail ve ABD, önümüzdeki yıl veya yıllarda İran devletine karşı bir müdahalenin biçimini tartışmaktadırlar. İran rejimi ise, demokratikleşme yerine daha fazla anti-demokratik baskılarını yoğunlaştırmakta, ancak eyaletlere biraz daha inisiyatif vererek, halkların inisiyatif arayışlarını barajlamaya çalışmaktadır. Öte yandan başta kadınlar olmak üzere tüm halkların hak-özgürlük istemlerini baskıyla, idamla karşılamaya devam etmektedir. Ancak İbrahim Reisi ve dışişleri bakanının ölmesi, Hamas liderlerinden İsmail Haniye’nin Tahran’da İsrail tarafından suikast ile öldürülmesi, İran’ın ciddi güvenlik açıklarının olduğunu gözler önüne sermiştir. Özellikle de kendisine bağlı Hizbullah yönetiminin istihbari teknikle tasfiye edilmeleri de bunun bir ifadesi olmuştur.

Elbette İran devleti bir Suriye Baas rejimiyle aynı değildir. Ancak kendisini yansıttığı kadar da askeri-siyasi-toplumsal olarak güçlü olmadığı görülmektedir. Olası bir İsrail-ABD saldırısında ciddi olarak zorlanabilir. Çin veya Rusya’nın ileri düzeyde ilişkileri olmasına rağmen, olası bir saldırıda cepheden karşılama konumunda olmayabilirler. Hele bir de ABD, Rusya ile Ukrayna arasında Rusya lehine bir anlaşma yapıp savaşı durdurabilirse, İran’ın hedeflenmesi sürecinde Rusya’nın çok güçlü bir destek sunması çok zayıf bir olasılık olarak durmaktadır.

ABD ve İsrail, İran’a bağlı güçleri ahtapotun kolları olarak değerlendirmekteydi. Şimdi bu temel kolları önemli oranda ortadan kaldırmak üzere darbelemektedir. Fakat İran devleti elbette sahip olduğu sosyolojik, tarihsel, siyasi ve ideolojik yakınlıkları nedeniyle hala bölgede özellikle Irak da ciddi bir güç durumundadır. Ancak üzerinde uygulanan ambargo nedeniyle ekonomik, mali, hayat pahalılığı ve enflasyon bakımından ciddi bir biçimde zorlanmaktadır.

İran ulus-devletinin, dış saldırıları gerekçe göstererek, halklar ve kadınlar üzerindeki baskıları artık dayanılmaz bir hal almış, patlama noktasına getirmiştir. Eğer İran demokratikleşme yönünde ciddi adımlar atmaz, doğru bildiği çizgisinde diretirse bu çöküşe giden yola kendi ayaklarıyla ve aklıyla girmiş anlamına gelecektir.

Ancak İran Suriye’de, Lübnan’da boş durmayacak, Irak’ta yeni bir sürprizle karşılaşmamak için çok yönlü bir politika izleyecek gibi gözükmektedir. Öte yandan kendi devlet sınırları içinde değil de diğer Kürdistan parçalarındaki Kürtlere karşı daha esnek bir politika içine girebilir.

 

Gelişmeler Türkiye’yi köklü değişimlere zorlayacaktır

 

Üzerinde duracağımız üçüncü strateji ise, Türk sömürgeciliğinin stratejisidir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi kendisini Ortadoğu’nun bütününü, Afrika’nın kuzeyini, Balkanların, Avrupa’nın ve Kafkasların önemli bir bölümünü ele geçiren Osmanlı İmparatorluğu’nun doğal ve tek mirasçısı olarak görmektedir. Özellikle AKP’nin politikası neo-Osmanlıcılıktır. Tümden Osmanlı sınırlarına ulaşamayacak olsalar da hedefleri en azından Başûrê Kurdistan ve Rojava Kürdistan’ı da içine alan misak-ı milli sınırlarına ulaşmaktır. Efrîn, Gerê Spê ve Serêkaniyê’nin işgal edilmesinden sonra, son süreçte Şehba, Til Rifat ve Minbic’i işgal etmişlerdir. Halen de Tişrên, Qereqozax üzerinde yoğunlaşan saldırıları Türk sömürgecilerinin niyetini göstermektedir. Esas olarak da bugün Kuzey ve Doğu Suriye olarak adlandırılan bölgedeki kadın özgürlüğü temelindeki devrim kazanımlarını tümden tasfiye etmeye hedeflenmiştir.

Osmanlı İmparatorluğu’nun enkazı üzerinde kurulan Türk devletinin kuruluş felsefesi ve zihniyetinin esası Kürt halkının inkârı ve yok edilmesi temelinde olmuş ve bu temelde yüzüncü yılını geride bırakmıştır. Lozan Anlaşması ile parçalanan Kürdistan’ın en büyük parçası üzerinde sömürgeciliğini kuran Türk devleti, Kürdistan topraklarını ulusal yayılma, yani Türkleştirme alanı olarak görmüş, gerektiği kadar siyaset, askeri, istihbari, hukuk, ekonomi ve kültürel soykırım politikalarıyla bu stratejisini hayata geçirmeye çalışmıştır. Söz konusu devletin anayasası tümüyle bunun için oluşturulmuştur.

Türk devleti, oluşumu ve gelişimi böyle olan sömürgeci ve soykırımcı bir devlettir. Bu stratejisini hayata geçirmek için ilk önce SSCB’ye dayanmış, ancak daha sonra başta İngiltere olmak üzere, Avrupa’ya dayanmış, 2. Paylaşım Savaşı’ndan sonra NATO’ya girerek ABD ile stratejik işbirliği yapmıştır. Özellikle 2. Dünya Paylaşım Savaşı’ndan sonra tümüyle bölgede İsrail’in korunup-kollanması stratejine eklemlenmiştir.

Turgut Özal dönemiyle birlikte yeni Osmanlıcılık hayalleri depreşse de buna pratik olarak fazla cesaret edilmemiştir. Ancak Önder Apo’nun Uluslararası Komplo’nun sonucu olarak esaret altına alınması ve Kemalist zihniyet ve stratejinin çökmesi, dünyada ve bölgede radikal İslam’ın gelişmesi karşısında zorlanan uluslararası sermayenin, dolayısıyla İsrail’in korunması için “ılımlı İslam” adı altında AKP iktidara getirilmiştir. Bölgedeki büyük alt-üstlerle zemin gelişince hegemonyasını kurmak için harekete geçmiştir. Kürdistan özgürlük hareketini ise bu stratejisinin önünde en büyük engel olarak görmüş ve tümüyle onun tasfiyesi için Çöktürme Eylem Planı temelinde daha kapsamlı bir biçimde harekete geçmiştir.

Son on bir yıl “çöktürme” politikasının uygulanmasıyla geçmiştir.  Önder Apo’nun, Kürdistan Özgürlük Gerillası’nın direnişi, kadının, gençliğin ve toplumun her kesiminin direnişi sonucu Sri Lanka-Tamil modelini esas alan AKP-MHP hükümeti, istediği başarıyı elde etmekten uzak bir duruma gelmiştir.  Dört trilyon dolar harcamış on binlerce kaybı ve birkaç katı yaralısı da işin bir başka zarar ettiği yöndür. Halen de Kürtlerin özgürlüklerine kavuşmasını, kendi topraklarında Türk, Fars, Arap halklarıyla eşit-özgür yaşamaması için ellerinden geleni yapmaktadır.

HTŞ’nin ABD, İngiltere ve İsrail’in oyun planıyla Şam’a yerleşmesi sürecine de dahil edilen Türk devleti, bu durumu kendi lehine çevirmek, Suriye yönetimini istediği gibi biçimlendirmek, Rojava’nın statüsüzleştirilmesi için yoğun bir çabanın içine girmiştir. Dışişleri bakanı ve MİT başkanı, bölge devletleri ve uluslararası güçlerle, “Rojava statüye kavuşmasın da ne olursa olsun” havasında görüşmeler yapmakta, bir taraftan tehdit, bir taraftan da taviz politikasını uygulamaktadır. Tüm bu arayışlarına rağmen bölgenin yeniden düzenlenmesinde, haritaların değiştirilmesi için İtalya’da yapılan hegemon güçlerin toplantısına da katılması engellenmiştir. HTŞ yönetimi Türk devletini dışlamamakla birlikte önceliği Suudi Arabistan’a vermesi, Suriye’nin de kendisi için kolay bir lokma olmayacağını göstermektedir.

Özellikle Rusya’nın Ukrayna savaşı sürecinde hem her iki savaşan güç arasındaki çelişkilerden yararlanmaya çalışmış hem de Türki cumhuriyetleriyle birçok ilişki, toplantı geliştirerek, yayılmacı Turan ülküsünü pratikleştirmeye çalışmıştır. Ayrıca Suriye’de İran’ın tasfiyesinde rol oynadığı kadar, aynı şekilde Rusya’ya da ciddi bir darbe vurmuştur. Fakat bu Rusya’nın içinde bulunduğu savaş konumundan yaralanarak yaptığı bir girişimdir. Savaşın durması veya gevşemesi halinde, bu konumunu da yitireceği, gerileyeceği kesin gibidir. Çünkü Rusya, kendi hegemonya alanına, sömürgeci Türk devletinin girmesini kabul etmeyecektir.

AKP iç siyasette de ciddi bir gerileme ve aşınmayı yaşamaktadır. Yerel yönetim seçimlerinde, iktidar tarihinde ilk kez böyle ciddi bir gerilemeyi yaşamıştır. Ekonomik ve mali sorunların yarattığı istikrarsızlık, artan hayat pahalılığı ciddi toplumsal sorunlara yol açmaktadır. En önemlisi de her türlü eleştiri ve tepki karşısında, gözaltı, tutuklama yaparak, muhalefeti sessizleştirme politikası uygulamaktadır.

Kürdistan’da ve Türkiye metropollerinde Kürt halkının birlik ve örgütlülüğünü dağıtmak için başta sömürgeci kayyım politikası olmak üzere, her türlü saldırıyı gerçekleştirmektedir. En son HDK örgütlülüğünü dağıtmak için yaptığı gözaltı ve tutuklamalar, saldırının hedefinin ve uyguladığı stratejinin niteliğini tüm açıklığıyla gözler önüne sermektedir.

AKP, yeşil sermaye veya Konya-Kayseri sermayesi olarak da adlandırılan bir burjuva kesimi yaratmıştır. Kökü yetmişli Milli Selamet (MSP) sürecine kadar uzanan bu kesim, 12 Eylül askeri faşist rejim döneminde palazlanmış, Turgut Özal-ANAP iktidar sürecinde belli bir güce ulaşmıştır. AKP’nin iktidar sürecinde ise, egemen olmaya başlamıştır. Buna karşı rahatsızlıklar TÜSİAD’ı oluşturan burjuva kesimlerden gelmesi, iktidar bloklarının üzerinde şekillendiği burjuva kesimler arasındaki çatışmanın düzeyini açığa çıkarmıştır. Bunun aynı zamanda bir paylaşım savaşı olduğunu da belirtmek gerekir. Elbette her iki kesimin de dayandığı uluslararası sermaye kesimleri vardır.

Bütün bu durumlar, Türk AKP-MHP stratejisinin kırılmaya ve gerilemeye açık olduğunu ve kazanma şansının olmadığını ortaya koymaktadır. Bunu gördükçe de içerde daha fazla saldırganlaşacakları, dışarda ise, açık bir savaş veya çatışmadan çok uzlaşmayla, tavizler politikasıyla hegemon güçler karşısında iktidarlarını korumak isteyecekleri görülmektedir.

 

Önderlik inisiyatifi Ortadoğu’yu demokratikleştirecek çizgiyi ifade etmektedir

 

Yukarda üç stratejiden söz ettik. Bunlar sömürgeci ve hegemonik güçlerin stratejileridir. Bu stratejilerin yol açtığı sonuç ise, bölgenin içinde bulunduğu içinden çıkılması zor kriz, kaos, kan ve gözyaşıdır. Zamanını doldurmuş stratejilerdir ve bölgeye bir yararları yoktur. Önder Apo’nun stratejisi ise kadının öncülük ettiği demokratik ulus stratejisidir. Bu strateji büyük bir emek, direniş temelinde kuruldu. Sömürgeci Türk devletinin ve diğer ulus-devlet stratejileri son elli iki yılda, Önder Apo’nun tarih sahnesine çıkışıyla birlikte çok köklü olarak sorgulanmaya başlandı. Bu temelde ideolojik gruplaşma, ardından Partileşme ve toplam elli iki yıllık bir mücadelenin sonucunda, Önder Apo’nun mücadeleye başlamasıyla birlikte, karşı harekete geçen güçlerin başında MHP gelmiştir. Alparslan Türkeş ile başlayan bu saldırılar, en uzun süreyle MHP’nin genel başkanlığını yapan Devlet Bahçeli, yaptığı Meclis konuşmasında isim vererek, Önder Apo’ya yönelik direkt bir çağrı yapmıştır. Ardından Tayyip Erdoğan, yaptığı açıklamalarda, Devlet Bahçeli’nin yaptığı çağrının arkasında olduğunu belirtmiştir.

Bu aynı zamanda TC devlet aklının inkar ve imhaya dayanan paradigmasının da iflası ve yenilgisi anlamına gelmektedir. Çünkü sömürgeci soykırımcı politikalar sonuç alamamışlardır. Kürt halkı, tarihin en eski ve en köklü halklarından birisi olarak, Önderliğiyle, özgürlük hareketiyle fedaice direnmiştir.

Elbette tüm bu direnişler, esas olarak Önder Apo’nun özgürlük paradigmasından gücünü alarak başarılmıştır. Bu anlamda düşmanın kuruluş zihniyeti, felsefesi ve Çöktürme Planı çökmüştür. Esas olarak sömürgeci Türk devleti dünyada ve bölgemizde derinleşen Üçüncü Dünya Paylaşım Savaşı koşullarını yedekleyerek, özellikle de jeo-politik konumunu politik-askeri dengelerde kullanarak, sonuç almak istemiştir. Ancak bunda da başarılı olmadığı gibi eski stratejik konumunu da yitirmiştir.

Yarım asrı aşan çok zorlu, bedeli ağır bir mücadele sonucunda, AKP-MHP yönetimi nihayet çok abarttığı gücünün sınırlarını görmüştür. Neyin mümkün, neyin mümkün olmayacağını gördükten sonra “Kürt-Türk kardeşliğini” tekrardan dile getirmeye başlamışlardır. Ancak dillendirilen “Kürt-Türk kardeşliği” ne kadar Kürt inkarını gizleyen, demagojik konumundan çıkarılmıştır, bu henüz yeterince netliğe kavuşmamıştır. Önder Apo’nun sorunun çözümüne ilişkin Ömer Öcalan ve DEM heyeti üzerinden yaptığı açıklamalar karşısında gösterilen tavır-tutumlara bakıldığında, bunun henüz kuşkuları giderecek bir düzey kazanmadığını ortaya koymaktadır.

Sömürgeci Türk devleti, Rojava devrimini kendisi için son derece hayati ve tehlikeli bulmaktadır. SMO çeteleriyle birlikte tüm Rojava alanlarını ateş altına alıp Tişrîn ve Qereqozax hattına saldırmaktadır. Özellikle alt-yapı kurumlarına, elektrik, su, petrol vb. alanlar hedef alınmaktadır. Öte yandan oluşturulan Kürt-Arap kardeşliğini baltalamak için birçok provokasyon geliştirmekte, böylelikle devrimi içten çökertmeye çalışmaktadır. Özellikle Tişrîn Barajı’nı korumak için sivil halkın eylemliliklerini uçaklarla vurması, Türk devletinin niyetini göstermesi bakımından öğreticidir. Basın mensuplarını, sanatçıları hedeflemesi de soykırımdaki ısrarını göstermektedir. Bu saldırılarla, Rojava devrimini tasfiye edemezse de zayıflatılmış, adeta kolu-kanadı kırılmış bir Rojava yaratılarak Barzani artıkları grupların etkisine açık hale getirilmeye çalışılmaktadır. Önder Apo’nun paradigmasıyla hareket eden Kürtleri tasfiye etme konusunda Tayyip Erdoğan-Mesud Barzani ortaktırlar. Behdînan alanındaki Barzani ailesinin Kürdistan Özgürlük Gerillası karşısında yaptıklarına bakıldığında her şey kendiliğinden anlaşılacaktır.

Bir taraftan Kürt-Türk kardeşliğinden söz edilirken, öte yandan Rojava devrimini tasfiye saldırıları kardeşlik edebiyatının tümüyle sahte olduğunu ortaya koyması bakımından öğretici bir örneklik teşkil etmektedir.

Elbette bu gerçeklik sadece Rojava’da ortaya çıkmıyor. Günlük olarak Bakurê Kurdistan ve Türkiye’de de hemen hemen her gün kendisini bir biçimde göstermektedir. Gazeteciler, aydınlar, yurtseverler şu veya bu nedenle gözaltına alınıp tutuklanmaktadır. Birçok belediyenin seçilmiş yönetimleri görevden alınmış, halkın iradesi yerine sömürgeci memurlar kayyum adı altında atanmışlardır. Türkiye alanında, bir basın açıklaması yapan İstanbul Baro Başkanı hakkında soruşturma açılmış, tasfiyenin yolunu göstermiştir. Yine HDK bünyesinde halkların eşit-özgür kardeşliğini savunan bir yapılanmaya yönelik gerçekleştirilen saldırılarla Kürt halkının Türk dostları tasfiye edilerek, aslında Kürt halkı yalnızlaştırılmak istenmektedir. Adına yeni süreç veya adı konulmamış bir başlangıç denilen gündeme rağmen baskı ve zulümdeki sınırsızlık AKP hükümetinin niyetini gözler önüne sermektedir.

Barzani ailesi tıpkı bir kanser uru gibi Kürt ve Kürdistan birliğini kemirmeye, bozmaya devam etmektedir. PKK’ye karşı Türk sömürgeciliği ile geliştirdiği ilişki temelinde varlığını garanti altına alan Barzani ailesinin bu tutumunda ısrarlı olacağı gözükmektedir. Kimi yumuşama vb. ifade ve yaklaşımlar gösterilse de siyasetlerinin özünde bir değişiklik yapmayacakları çok açıktır. Eğer hatırlanırsa Rojava devriminin ilk yıllarında hatta ilk aylarında Semalka sınır kapısını kapatmış, devrimi ambargo altına almış, hendekler kazmış ve bu temelde devrimin kazanımlarını tasfiye etmeye çalışmıştır. Kendisine bağlı olarak hareket eden ENKS adlı yapılanma ve çetevari bir oluşum olan Roj peşmergeleri, Türk sömürgecilerine bağlı hareket eden Suriye muhalefetiyle yakın çalışmışlardır. Her fırsatta, Rojava devrimini bozma, sabote etme ve geriletmeyi hedeflemişlerdir. Bunu DAİŞ saldırıları zamanında yaptıkları gibi, sömürgeci Türk devletinin saldırdığı dönemlerde de yapmışlardır. KDP’ye bağlı “Parastin” adlı istihbarat örgütlenmesi, Rojava’da birçok yurtsever ve devrimci kadronun MİT tarafından katledilmesinde de aktif bir biçimde rol almışlardır. Efrîn’de tümüyle Türk devletine bağlı çetelere hizmet etmişlerdir. Son süreçte Barzani’nin QSD  yönetimiyle görüşmesi, tümüyle ABD ve benzeri güçlerin yönlendirmesi ve teşvikiyle olmuştur. Nasıl ki Kobanê’de Koalisyon Güçleri devreye girdikten sonra bir grup peşmergeyi birkaç saatlik yolu birkaç günde aşarak Kobanê’ye ulaştılarsa ve bundan da Kürt halkı nezdinde puan toplamaya çalıştıysa, şimdi de ayları bulan yoğun çatışmalar karşısında tek bir söz söylemezken, direnişin gelişmesi uluslararası güçlerin devreye girmesi ve hatta HTŞ yönetimiyle ile bizzat heyetler düzeyinde görüşmelerin yapılmasının sonrasında devreye girmesi ucuz politik kazanç hesabından farklı bir şey değildir.

Aynı tarihlerde Barzani ailesi sömürgeci Türk devleti ile Kürdistan Özgürlük Gerillası’na karşı her türlü işbirliğini yürütmeye devam etmiştir. Bir taraftan Bakur devrimine bu kadar düşmanlık yapıp yüzlerce gerillanın şehadetine sebep olurken öte yandan Rojava yönetimi ile yaptığı görüşme tümüyle bunun üstünü örtme, ihanet pratiklerini unutturma hesabından başka bir anlam ifade etmemektedir. Gerçekte ise Barzani ailesi kaderini Kürtlerle veya Kürdistan ile değil, sömürgeci Türk devleti başta olmak üzere İsrail, ABD, İngiltere gibi güçlerle birleştirmiştir.

Sömürgeci soykırımcı Türk devleti 2017-2018 yılından itibaren artık kendi başlarına sonuç alamayacaklarını anladıklarından devreye KDP güçlerini de koymuşlardır. KDP sömürgeci Türk devletine her türlü lojistik, istihbarat ve peşmerge güçleriyle gerillanın rahatça hareket etmesini bizzat engelleme, bölgeler arasında ilişkiyi engelleme, yer yer takviye güçlerini şehit etme gibi haince pratikler sergilemiştir.

KDP’nin ihanetinin de yeterli olmadığı anlaşılınca bu kez bizzat Irak devleti ile üst düzeyde yoğun ilişki ve tartışmalardan sonra ortak hareket etme kararı alınmıştır. Fakat buna rağmen demokratik modernite gerillası başarıyla direnişini sürdürmüştür. Bu saldırılar sadece Medya Savunma Alanları’na dönük olarak yapılmamıştır. Bu saldırıların yöneldiği diğer bir alan da Rojava olmuştur. Rojava devriminin ortaya çıkışından itibaren KDP tarafından zayıflatma, kontrol altına alma ve alana yerleşme politikaları yoğunca sürdürülmüştür. Rojava devrimini Koalisyon Güçleri’nin dış desteği ve esas olarak Arap, Asuri, Süryani, Türkmen ve Çerkes halklarıyla demokratik ulus temelinde örgütlenerek karşı koyması birçok hesabı önemli ölçüde bozmuştur.

Özellikle kadın öncülüğünde gelişen Rojava devrimi, Önder Apo paradigmasının pratikleşmesi bakımından sadece Türk devletini değil, diğer NATO güçlerini de telaşlandırmıştır. Diğer NATO güçleri bir taraftan DAİŞ çetelerine karşı Rojava devrim güçlerini desteklerken öte yandan Önderlik paradigmasından uzaklaştırmak için de sinsi bir planın içinde bulunmuştur.

Sömürgeci Türk devleti 4 yıldan bu yana, en ağır bir biçimde uyguladığı tecridi kendi kanunlarını çiğneme pahasına da olsa sürdürmüştür. Çünkü onlara göre eğer tecritle Önderlik ve hareket arasında bir kopukluk yaratılır ise bundan kendilerinin çok iyi yararlanacakları yönünde bir hesapları vardı. Fakat PKK, Önder Apo üzerindeki tecridin kaldırılması için birçok hamle planlamış ve pratikleştirmiştir. Hiç kuşkusuz bu pratikleşmenin kimi sonuçları olsa da bunlar tecridi kaldırmada yeterli olmamış. Fakat 2024 Ekim ayında Kürt halkının dostları tarafından başlatılan “Önder APO’ya özgürlük, Kürt sorununa siyasal çözüm” hamlesi kapsamında ciddi eylemlikler etkinlikler gösterilmiştir. Ardından halkımızın da Kürdistan’ın her alanından katılım yaptıkları bu hamle, dünyada önemli etkiler ve yankılar yaratmıştır.

Özellikle dünya çapında, her birisi kendi dalında Nobel barış ödülü alan 69 aydının Önder Apo’nun özgürlüğü için, Avrupa Konseyi ve Türk devletine yaptıkları çağrılar, bu hamlenin sonuç alıcılık düzeyini ortaya koymuştur. Yine halkımızın dünyanın her tarafında, özellikle Avrupa’da sergiledikleri eylemlikler ciddi bir kamuoyu yaratmıştır. Kürdistan’ın dört parçasında Önder Apo’nun özgürlüğü ve Kürt sorununun siyasal çözümü hamlesinin daha büyük kitlesel eylemlikler ve bu eylemliliklerdeki istikrar ve süreklilik önemli sonuçlar yaratmıştır.

Bu hamle sürecinde Uluslararası Komplo’dan sonra Önder Apo’nun kitaplarının tercüme edilmesi, paradigma üzerinden konferans ve paneller yapılmasının yanı sıra, hamle kapsamında kitap okumaların yapılması ciddi bir gelişme olmuş, Önderlik paradigmasının anlaşılmasında ciddi bir zemin oluşturmuştur. Özellikle kapitalist modernitenin dünyayı yıkımın eşiğine getirdiği bir süreçte, kadın özgürlüğünü esas alan demokratik ekolojik toplum modeli kapitalist modernitenin gerçek alternatifi olduğunu ortaya koyması, tüm insanlık için bir umut olmuştur. Bu aynı zamanda yeni bir enternasyonalin örgütlenmesinin de güçlü zeminini yaratmıştır.

Elbette bu etkinlikler sömürgeci Türk devletinin uluslararası alanda da engelleme, kimi etkinliklere çeteleri vasıtasıyla saldırma yönünde ciddi diplomatik ve siyasi baskılar geliştirmesine yol açmıştır. Fakat buna rağmen bu etkinliklerin yaygınlaşmasının önüne geçememişlerdir. Özellikle Bakurê Kurdistan ve Türkiye metropollerinde tam bir faşist zihniyetle her türlü etkinliği yasaklama, baskı ve tutuklamalara rağmen eylem ve hamle etkinliklerinin hızından hiçbir şey yitirmeden sürdürülmesi halkımızın Önder Apo’ya ve özgürlüğüne ne kadar bağlı olduğunu bir kez daha ortaya koymuştur. Öyle ki eylemi haberleştiren gazeteciler, eyleme katılanlar, dijital medya adreslerinden konuya ilişkin açıklama yapanlar çoğu zaman gözaltına alınmış, işkenceden geçilmiş, hakarete uğramış ya da tutuklanmışlardır. Bunu sadece Kürdistan’da değil, kimi dost Türk aydınlarına karşı da yapmışlardır. Fakat buna rağmen halkımız ve dostlarımız Önder Apo’yu sahiplenmekten ve Kürt sorununu gündemleştirmekten, çözümünü dayatmaktan geri durmamışlardır.

Kürdistan’da eylem ve etkinlikleri engellemek, katılımı sınırlamak için politik gelişmelere göre ilçe kaymakamları, il valilikleri padişah fermanı gibi etkinlikleri yasaklayan kararlar almış, yayınlamış ve uygulamışlardır. Fakat buna rağmen kimi zaman niceliksel zayıflıklar gösterilse de eylemlilikler halkımızın bir tutumu olarak sergilenmeye devam etmiştir. Hem Önderliğin, hareketin ve halkın örgütlü, direnişçi tutumu hem de, uluslararası alanda ve özellikle bölgemizde yaşanan siyasi askeri gelişmeler neticesinde bir kez daha Önder Apo’nun yanına giderek sorunun çözümünü tartışmak zorunda kalmışlardır.

 

Her şey Önder Apo’nun fiziki özgürlüğüne bağlıdır

 

Önder Apo, Ömer Öcalan ile yaptığı görüşmede, özetle “Tecrit sürüyor. Eğer imkân yaratılırsa, sorunu şiddet ve çatışma zemininden hukuk ve siyasi zemine çekebilirim. Buna gücüm, bilgim ve tecrübem” var demiştir.

DEM heyeti ile yaptığı 28 Aralık 2024 tarihli görüşmede ise, 7 maddede özetlenen manifesto değerinde bir yol haritası ortaya koymuştur.  Önderlik, bu görüşmede, Ortadoğu ve Türkiye’deki son gelişmeleri değerlendirmiş, Türk-Kürt kardeşliğini geliştirmeyi bir sorumluluk ve tüm halklar için kader belirleyici önemde acil bir görev olduğunu, en önemli çözüm zeminlerinden birisinin de Meclis olduğunu, tüm siyasi çevrelerin dar, dönemsel hesaplara takılmadan, özellikle muhalefetin katkı sunmasını, kendisinin yaklaşımının devlete ve siyasi çevrelere iletilmesi ve onların görüşlerinin kendisine iletilmesi temelinde pozitif çağrı yapacağını, çabalarının ülkenin demokratik bir dönüşümü için kıymetli bir kılavuz olacağını, devrin Türkiye ve bölge için barış, demokrasi ve kardeşlik devri olduğunu belirtmiştir.

DEM heyeti, Önder Apo’nun yukarda özetlenen görüşlerini daha ayrıntılı bir biçimde hem muhalefet hem iktidar hem de zindanda bulunan birçok legal siyaset yöneticisine, onların görüş ve önerilerini de Önderliğe iletmişlerdir. Yine bunu özet bir biçimde kamuoyuna da yansıtmışlardır. Umut ve inançlarının yansıra, devletin henüz tam karar verme durumunda olmadığının altını çizmişlerdir.

Parti yönetimimiz her üç görüşmeye ilişkin de Önderlik görüşlerinin arkasında olduklarını, üzerlerine düşen görev ve sorumlulukları yerine getireceklerini ilan etmiş ve altını çizmişlerdir. Ayrıca AKP-MHP hükümetinin yapması gereken düzenlemeleri ve atılması gereken adımları da satır başlarıyla dile getirmişlerdir.

Başta Tayyip Erdoğan olmak üzere iktidar kanadından birçok yetkili, “ya silahlarını bırakırlar teslim ederler ya da silahlarıyla birlikte gömülürler” biçiminde açıklamalarda bulunmuşlardır. Faşist hükümete bağlı televizyon kanallarında topladıkları savaş rantçısı sahte aydın-yazar, gazeteci hemen hemen her gün Önder Apo’ya karşı saygısızca ifadeler eşliğinde özgürlük hareketini kötüleyen, küçümseyen yaklaşımlarını sergilemişlerdir. Sorunu bir halkın varlık ve özgürlük sorunu biçiminde değil de bir terör sorunu olarak tanımlamış ve “terörsüz Türkiye” yaratmak için PKK’yi silahları bırakması gerektiği tekrar tekrar dile getirmiş ve böyle bir algı yaratmaya çalışmışlardır. Hatta, kendi politikalarına uygun sahte kamuoyu araştırma raporları sunarak, yaratmak istedikleri algıyı tümden hâkim kılmak için çok yönlü bir saldırı içinde bulunmuşlardır.

Sorun bir kez yanlış tanımlandı mı çözümü de yanlış konulur.  Faşist hükümet temsilcileri sorunu, yüzyıllık inkâr-imha, soykırım politikası ve Kürt halkının özgürlük sorunu olarak koyma yerine sorunu bir “terör sorunu” olarak ele aldığı için doğal olarak saldırılarını da aralıksız olarak sürdürmektedirler.

Ayrıca konuyla ilgili olarak bir başka yanlış algıya işaret etmek gerekmektedir. Kürdistan’ı sömürgeleştiren, 100 yıldan bu yana bu sömürgeciliği bir soykırımla tamamlamak isteyen, yine Kürdistan’ı bir Türk uluslaşma alanı yapmak isteyen politikalar uygulayan Türk devletinin kendisidir. Eğer gerçekten de sorunu çözmek gibi bir plan ve niyet varsa, öncelikle sorunun kaynağı olarak Önder Apo, PKK ve gerillayı değil, devlet ve hükümet olarak kendilerini görmelidirler. Hem görmeli hem de bunu adına zehir-zıkkım bir şovenizmi, ırkçılığı geliştirdikleri Türk halkına anlatmaya başlamalıdırlar. 1919-1923 yıllarında yakalanan ortaklığı devlet-hükümet olarak nasıl bozduklarını, ihanet ettiklerini anlatmaları, karanlık geçmişleri ile yüzleşmeleri gerekir. Bunlar tarihin gerçekliğidir. Madem Kürt-Türk kardeşliği yeniden inşa edilmek isteniyorsa, o zaman öncelikle buna kim veya kimlerin ihanet ettiğini veya bozduğunu açık yüreklilikle ortaya koymaları gerekir. Ancak bugüne kadar bu yönde ciddi, belge-bilgiye dayanan tek bir gerçeklik ortaya konulmuş değildir. Daha çok, Önder Apo, PKK ve gerillanın suçlanmasına dayanan, “terörist”likle suçlanmanın ön planda olduğu bir zehirli dil kullanılmaktadır.

Dolayısıyla sorunun çözümüne öncelikle zihniyette, dolayısıyla dilde başlamak gerekiyor. Orda başlayan çözüm, kendiliğinden pratiğe de bir biçimde yansıyacaktır. Eğer bunlar olmuyorsa, ortada daha tehlikeli bir sorun vardır. Onun için somut sorun karşısında somut çözüm adımları gereklidir. Adımlar da elbette öncelikle hükümetin kendisinden beklenmelidir. Tayyip Erdoğan’ın elinde padişahların yetkileri mevcuttur. Parlamentoda çoğunluk kendilerinde, yargı-yürütme, açık ve gizli ordu-polis-istihbarat kurumları tümüyle kontrollerindedir. Eğer yasal anayasal bir değişiklik yapılacaksa da yapabilecek durumdadırlar. Eğer kanun hükmünde kararname ile düzeltecekleri yanlışlıklar varsa bunu da yapabilecek durumdadırlar. Zulüm ve baskı için anında çıkarılan kanun hükmünde kararnameler, isterlerse bir günde halklarımızın eşit-özgür-demokratik birliği için de çıkarılabilir. Eğer çıkarılmıyorsa demek ki, niyet başkadır.

Niyetin başka olduğuna dair, saymakla bitmeyecek, bu yazının boyutunu aşacak o kadar olay vardır ki hepsini yazmaya imkân yoktur. Önder Apo’ya yaklaşımları ciddiyet ve samimiyetin ölçüsüdür. Önder Apo’nun hala, kendi kanunlarını da çiğneme pahasına esaret ve tecrit altında tutulmaktadır. Önderliğin özgürlüğü sağlanmadan nasıl bir çözüm geliştirilebilir? Tecridin kaldırılması ve umut hakkı işletilmeden, nasıl bir demokratikleşmeden söz edilebilir? Bir diğer örnek ise pazar günü yani 23 Şubat’ta AKP kongresinde, “ya siyaset ya silah” diye bir söz etti. 24 Şubat sabahına da halkın oylarıyla seçilmiş Kağızman Belediye Eşbaşkanı görevden alınarak yerine kayyım atandı. Bu, Ekim ayından bu yana atanan kaçıncı kayyımdır.  PKK’nin davet edildiği “siyaset” böyle bir siyaset olmaktadır. Bu kadar yalan, dolandırma ve aldatma olabilir mi?

Ancak genel olarak kamuoyu da siyasi partiler de egemen bakış açısına göre koşullanmış ve şekillenmişlerdir. Saldırıyı durdurması gereken sanki Türk devleti değil de gerillaymış gibi bir algıyla hareket edilmektedir. Bu son derece yanlıştır. Çözüme ezilenden değil ezenden başlamak gerekir. Ya da, birbirine inisiyatif tanıyan taraflar olarak, karşılıklı adımlar atılabilir. Öncelikle bu bakış açısının ve algının değiştirilmesi gerekmektedir. Her halkın kendi varlığını kültürünü toprağını ve temel insani değerlerini, onurunu koruması Birleşmiş Milletler tarafından da kabul edilen bir haktır. Bu hakkın çiğnenmesi karşısında direniş de temel bir insani haktır. Kürdistan Özgürlük Gerillası bu hakkı kullanmaktadır. Eğer bir ateşkes olacaksa bu tek taraflı değil karşılıklı olmak durumundadır. Tüm bunlar birer gerçeklik iken Önderlik ile yapılan ikinci görüşmeden sonra Önder Apo gerillaya silah bırakma çağrısı yapmadığı için AKP hükümetinin sözcüsü Ömer Çelik, DEM heyetinin İmralı’ya gidişini durdurduklarını söylemiştir. Fakat bu açıklama daha sonra geri çekilmiştir. Hükümet kanadından süreci muğlaklaştırıcı, geriye çekici tartışmalar yürütülmüştür.

Öte yandan CHP sömürgeci Türk devletinin kurucu partisi olarak henüz kendisini kuruluş kodlarından koparmamıştır. Kelimenin gerçek anlamı ile Kürt sorununun demokratik çözümü ve Türkiye’nin demokratikleşmesine ilişkin ciddi bir program ve strateji henüz sunmuş değildir. Geçmiş yıllarda birçok kez Kürt halkının temel sorunlarının çözümüne ilişkin rapor hazırladıkları bilinmektedir. Ancak bu raporların göstermelik olmaktan öte hiçbir anlamı ve pratik değeri olmamıştır. Şimdi de sürekli bir biçimde AKP’nin olası bir çözümü kendi lehine kullanacağı, Erdoğan’ın yeniden cumhurbaşkanı olacağı, onun için bu oyuna gelmeyeceğini dile getirmektedirler. Bunu söylerken, kendisinin iktidar olması halinde Kürt sorununu nasıl çözeceğine ve programında nelerin olduğuna ilişkin en küçük bir bilgiyi dahi kamuoyuyla paylaşmamaktadırlar.

En sinsi ve tehlikeli yönü ise, Kürdistan Özgürlük Gerillası karşısındaki kayıplarını ve yaralıları kastederek “gazi ve şehit yakınlarının hassasiyetlerini göz önünde bulunduracağız” yönlü ifadeleridir. En ırkçı, en iktidarcı kesimin hassasiyetlerinin neler olabileceğini bilmek için kâhin olmaya gerek yoktur. Yani topu taca atma gibi bir durum ortaya çıkmaktadır. Eğer gerçekten sorunun köklü bir çözümü yönünde hazırlıkları olsa, o zaman daha doğru ve yeterli çözüm için programını açıklar ve sorunun çözümü konusunda daha samimi ve daha hazırlıklı olduğunu da ortaya koyarlardı. Belli ki Kemalist zihniyeti, kendi kişiliklerine çok derinlikli oturtmuşlardır. Ondan kopmaları zor gözükmektedir.

Son zamanlarda sorunun çözümü daha yüksek sesle dillendirilir tartışılır hale gelince faşist partilerin başında gelen İyi Parti ve Zafer Partisi yöneticileri tümüyle sorunun çözümüne karşı çıkmışlar ve engellemek için de ellerinden geleni yapacaklarını dile getirmişlerdir. Bu kesim giderek CHP ile yakınlaşmakta, anti-AKP cephesinde birleşmiş gibi gözükseler de, Önderliğin geliştirmek istediği çözüme karşı da bir hizalanma söz konusudur. Yüz yıl boyunca Türk ulus devletinin Kürt halkının inkârı ve yokluğu temelinde oluşturulması ve bunun için gerçekleştirdikleri soykırım pratiğiyle yüzleşmek dahi istememektedirler. Böylesine insanlıktan çıkmış bir zihniyete sahip bulunmaktadırlar. Eğer bu konuda en ufak bir istem olsaydı, bunu öncelikle Türk halkıyla tartışmaları gerekirdi. Ancak bu yönde en ufak bir hareket dahi yoktur. Kürt sorunu, eşitlik, kardeşlik, kayyım atamaları karşısında gösterilen tepkiler vb. ise Kürtleri avlamak içindir. Önümüzdeki olası erken veya genel seçimde yine Kürtlerin oyunu alarak iktidar olma hesabından başka bir şey değildir.

DEM Parti ile seçim ittifakı yapan birçok sol sosyalist demokrat örgüt güçleri sorunun çözümüne katkı yapmak istemektedirler.  Fakat onlar da Türk halkı ve emekçileri içerisinde henüz fazla örgütlü değildirler. Çalışmalarının merkezine Türk halkını ve emekçileri yeterince aydınlatmayı koymuş değildirler.

Daha çok kazanılmış kitle içerisinde çalışmakla yetinmektedirler.  Var olan örgütlenme düzeyi ise sömürgeci güçlerce yüzyıl boyunca oluşturulan inkâr-imha zihniyetini ve siyasetini aşmaya yetmemektedir. Elbette bu kesimlerin içinden gelip de fedaice Kürt halkının özgürlüğünü savunan Haki Karer, Kemal Pir, Denizler, Mahirler, Orhan Yılmazkaya, Ulaş Bayraktaroğlu gibi şehit düşen yüzlerce yoldaşın emeğini unutmamak gerekir. Onların anısına bağlılığın bir gereği olarak bu zihniyeti aşarak, halkların eşit-özgür ve demokratik birliğini kurmalıyız.

Sonuç olarak Türk devletinin demokratik bir çözüme henüz karar vermediği aksine Rojava başta olmak üzere her alanda Kürt halkına karşı saldırılarını sürdürdüğü, bölge güçleri arasında PKK’yi tasfiye etmek için, çalmadık kapı bırakmamıştır. Önder Apo’nun yapacağı açıklamanın biçimini dahi sorun yapmaktadır. Dolayısıyla hiçbir beklentiye girmeden, geliştirilecek demokratik bir çözümün ve barışın da ancak örgütlü mücadeleyle geliştirileceği asla unutulmadan,  herkes bulunduğu alanda yapabileceklerin en fazlasını yapmaya gayret göstermelidir. Tişrîn’de olduğu gibi tarihin en görkemli direnişlerinin sergilendiği görülmektedir. Gerillanın en amansız koşullarda sömürgeciliği vuran eylemleri gelişmektedir. “Ölümden korkmuyoruz çünkü ölümden daha büyüğüz” diyen Kürt analarının direniş ruhu bu sürece damgasını vurmuştur. Demokratik siyasal çözümün önünü açacak olan işte bu direniş ruhu, kararlılığı ve örgütlülüğüdür.

Gerçek çözümün yolu da Apocu çizgide örgütlenen halk ve halkların ortaklaşan direnişinden ve mücadelesinden geçer.

PaylaşTweet
Önceki Yazı

ÖNDER APO’NUN ÖZGÜRLÜĞÜ TOPLUMSAL MAHKUMİYETİN AŞILMASI VE ÖZGÜRLÜĞÜDÜR

Sonraki Yazı

ULUSLARARASI KOMPLO’YU DOĞRU ANLAMAK KÜRT SORUNUNU DOĞRU ANLAMAKTIR

Sonraki Yazı
ULUSLARARASI KOMPLO’YU DOĞRU ANLAMAK  KÜRT SORUNUNU DOĞRU ANLAMAKTIR

ULUSLARARASI KOMPLO’YU DOĞRU ANLAMAK KÜRT SORUNUNU DOĞRU ANLAMAKTIR

  • İLETİŞİM
  • HAKKIMIZDA

© 2024 Serxwebûn - Tüm Hakları Saklıdır!

Sonuç Bulunamadı
Tüm Sonuçları Gör
  • ANASAYFA
  • TÜM YAZILAR
  • ÖNDERLİK
  • SERXWEBÛN
  • SERXWEBÛN KURDÎ
  • BERXWEDAN
  • ÖZEL SAYILAR
    • BERXWEDAN ÖZEL SAYILAR
    • SERXWEBÛN ÖZEL SAYILAR
  • DOSYALAR
    • ŞEHİTLER ALBÜMÜ
    • KİTAPLAR
    • TAKVİMLER
  • FOTO GALERİ
    • ÖNDERLİK
    • GERİLLA
    • HALK

© 2024 Serxwebûn - Tüm Hakları Saklıdır!