a- Ortadoğu’da Din Gerçeği İslâm’ın Demokratikleştirilme İhtiyacı
Kuşkusuz PKK öncülüğünde Özgürlük Mücadelemizin 40. yılını yaşıyor olmak hepimiz açısından oldukça gurur ve heyecan verici olmaktadır. Çünkü kırk yıllık kesintisiz bir parti öncülüğü, halk önderliği Kürdistan’da ilk defa yaşanmaktadır. Böyle bir öncülüğü yaratan Önderlik yürüyüşünün ise, 46. yılında bulunulmaktadır. Her ne kadar bu kırk altı yılın yirmi yılı, İmralı işkence sistemi altında yaşanmış olsa da Önder Apo büyük dehası, esnek ve yaratıcı zekâsıyla Önderlik yürüyüşünün kesintiye uğramasına izin vermemiştir. Dolayısıyla kırk altı yıllık kesintisiz Önderlik yürüyüşü Kürdistan tarihinde bir ilk olmaktadır. Kürdistan tarihi açısından ilk olduğu kadar tarihsel açıdan, yine bölgemiz ve dünya için de neredeyse yarım yüz yıla yaklaşan bu düzeyde bir Önderlik yürüyüşünün az bulunduğu, adeta ellerin parmak sayılarıyla ifade edildiği bir durumu ifade etmektedir. Yine, bu kırk altı yıllık kesintisiz Önderlik yürüyüşü ve kırk yıllık parti mücadelesi, Önder Apo’nun deyimiyle, “her anı sırat köprüsünden geçercesine, kızıl sac üzerinde yürürcesine gerçekleşmiş bir tarihsel yürüyüş” olmaktadır. Her anının büyük zorluklar, çaba, emek ve mücadeleyle geçtiği ve kazanıldığı tartışma götürmez bir gerçeklik durumundadır. Dolayısıyla söz konusu kırk altı yıllık Önderlik yürüyüşünün ve kırk yıllık parti mücadelesinin Kürdistan ve Kürt halkı açısından biriktirdiği değerler çok fazla ve tarihseldir. Adeta Kürdistan ve Kürt halkının en büyük hazinesi ve en temel güç kaynağı olmaktadır. Bu birikimin içerdiği zengin tecrübe, deneyim ve ders bunları özümseyip bu temelde yürümek isteyenler açısından her türlü mücadeleyi yürütmek ve özgür insanlık yürüyüşünde tarihi başarılar elde etmek açısından, son derece zengin ve yeterlidir.
Önderliksel doğuş ve partileşmeyle başlayan sürecin, Kürdistan ve Kürt halkı açısından bir milat olduğu, genelde kabul görmektedir. 70’lerin başında gerçekleşen Önderliksel doğuş ve bu doğuşun 70’lerin sonuna doğru partileşmesiyle Kürdistan’ın sömürgecilik ve soykırım altında ulusal yok oluşa giden tarihi durdurulmuş, özgürce var olma ve yaşama tarihi başlatılmıştır. Dolayısıyla PKK’nin 40. yılı Kürt halkı açısından 40. özgür yaşam yılı olma özelliği de taşımaktadır. Söz konusu kırk yıllık mücadele içerisinde Önderlik ve PKK’nin yürüttüğü çabalarla Kürt halkının yüzyıllarca özgür yaşaması için gerekli verileri ortaya çıkardığı ve sağlam bir özgür yaşam temeli attığı, inkâr edilemez düzeyde açık bir gerçektir. Burada Önder Apo’nun sıkça ifade ettiği bir gerçekliğin altını daha çizmemiz, konuyu daha anlaşılır bir biçimde ifade edebilmemiz açısından yararlı olacaktır. Bu söz konusu kuralın da, Kürdistani olan her şeyin aynı zamanda evrensel olduğu, evrensel olanın da Kürdistani olduğu gerçeğidir. Dolayısıyla kırk altı yıllık Önderlik yürüyüşü ve kırk yıllık PKK mücadelesiyle Kürdistan’ın ve Kürt halkının yarattığı, sağladığı özgürlükçü kazanımların hepsi, aslında evrensel bir nitelik ve değer de taşımaktadır. Sadece Kürt halkının, kadınlarının ve gençlerinin bir kazanımı değil, aynı zamanda tüm insanlığın, tüm ezilenlerin, tüm halkların, hatta tüm canlıların bir kazanımı olmaktadır.
Önder Apo öncülüğündeki PKK mücadelesiyle Kürdistan’da gerçekleştirilen aydınlanma bölgemiz Ortadoğu’yu, tüm dünyayı ve evreni daha çok aydınlatmakta ve anlaşılır hale getirmektedir. Kürt halkının sömürgeci-soykırımcı saldırılar altında yok oluşunu durdurarak, özgürce var olma ve gelişme sürecini başlatan ve onun sağlam temellerini atan, kırk yıllık PKK mücadelesi, insanlığın özgürlük yürüyüşüne hem düşünsel ve hem de pratik kazanımlar bakımından, tarihi öneme sahip temel katkılarda bulunmuştur. Hiç kuşkusuz bu katkılar çoktur ve de çeşitlidir. Fakat biz burada esası oluşturan hem felsefî hem de politik kuram açısından çözümleyici olup, önümüzdeki süreci aydınlatan birkaç temel husus üzerinde durmak istiyoruz.
Maneviyat ve inanç
Elbette bunlardan bir tanesi ve belki de en önemlisi genelde maneviyat ve inanç, özel olarak ise, din gerçeği oluyor. Çünkü Ortadoğu denildiğinde çok açık bir biçimde din gerçeği akla geliyor ve öne çıkıyor. Tarihsel olarak insanlığın yaratmış olduğu ve inanmış olduğu tüm dinlerin, Ortadoğu’da ortaya çıktığı, derinliğine yaşanıp başka alanlara da yayılmış olduğu biliniyor. Dolayısıyla düşünce gibi, yani yaşama bakış ve onu ele alış yöntemi gibi, yine toplum olma ve iktidar-devlet gerçeğini ortaya çıkartma gibi, devlet ve iktidar gerçeğine karşı demokratik toplum alternatifini ve çözümünü ifade etmek gibi din gerçeği de mutlaka doğru ele alınıp anlaşılmayı ve çözümlenerek doğru yaklaşım gösterilmeyi gerektiriyor. Peki, doğru olarak bu gerçeği nasıl ele alacağız? Din gerçeğine doğru devrimci yaklaşım nasıl olmalıdır? Onu nasıl anlamamız, çözümlememiz ve ona nasıl bir yaklaşım göstermemiz gerekir? Elbette tüm bu sorulara cevap oluşturacak içerikte konuyu aydınlatmaya çalışmamız gerekmektedir.
Bilindiği gibi Avrupa aydınlanmasının doruğu olan Marksizm, ‘din afyondur’ diyerek iki kelimelik bir tanımlamayla işin içinden çıkmak istemiştir. Kuşkusuz bu yaklaşım insan ve toplum gerçeğine son derece tek yanlı, kaba materyalist, maddiyatçı bir yaklaşımı ifade ettiği kadar aynı zamanda son derece dar, kolaycı ve tepkisel bir yaklaşım olma özelliği de taşımaktadır. Daha çok dinin kaderciliğiyle avutularak, kolayca sömürülür hale getirilen insan gerçeğine duyulan bir derin tepkiyi ifade etmektedir. Bu anlamda başta işçiler olmak üzere, tüm ezilenleri sömürüye açık tutan kaderci yapıdan kurtararak, son derece maddi bir güç haline gelmiş bulunan iktidar mücadelesini daha etkili yürütür, kendisini iktidara aday görür kılma anlamında belli bir değer ifade etse de, söz konusu yaklaşımın çok dar ve maddi olduğu, insan ve toplum gerçeğinin en azından yarısını ve belki de çok fazlasını ifade eden maneviyatını dikkate almadığı açık bir gerçektir. Marksist çizgi söz konusu yaklaşımla 19. yüzyılda Avrupa emekçilerini, 20. yüzyılda ise, başta Rusya olmak üzere Asya, Afrika ve dünyanın diğer alanlarındaki emekçi güçleri etkili bir iktidar mücadelesine sevk etmeyi bu temelde eğitip örgütleyerek eylemli kılmayı gerçekleştirmiş ve 1917 yılında gerçekleşen Ekim Rus Devrimiyle başlayan süreçte iktidar sahibi olmayı başarmış bulunsa da, yine 20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren yaşanan gerçeklikler bize çok daha net olarak göstermiştir ki, söz konusu tek yanlılık ve bundan çıkan yarım tanımlamalar sonucunda büyük mücadelelerin ortaya çıkardığı dev kazanımları korumak, sürdürmek ve ilerletmek dahi mümkün olmamış, tersine dış etkenlerden öteye içteki bu çelişkileri nedeniyle ortaya çıkan kazanımlar çözülmek ve çökmek gibi bir durumu yaşamıştır. Yani böyle bir çizgiyi en keskin mücadeleye dönüştürerek büyük başarılar kazanılmış olsa bile, söz konusu başarıları devam ettirmek ve kazanımları korumak mümkün olmamıştır. Bu da daha çok, “Neden?” sorusunu sordurmuş, bu anlamda söz konusu düşünce ve eylem gücünün iç çelişkilerinin daha derinden ve doğru bir biçimde incelenerek, çözümlenmesini gündeme getirmiştir.
Önder Apo’nun reel sosyalizm gerçeğine baştan itibaren eleştirel bakışı ve böylesi gelişmeler ortaya çıktıkça da yoğunlaşarak ortaya çıkardığı çözümlemeler, Marksizm’in iki kelimelik yaklaşımın son derece dar, kolaycı ve yanlış bir yaklaşım olduğunu görüp, 90’ların başından itibaren din konusuna yeni bir yaklaşımı, doğru devrimci yaklaşımı tanımlama ve geliştirme gücünü göstermiştir. Böyle hassas bir konuda cesaretle yeni adımlar atma ve yeni yaklaşımlar geliştirme gücünü göstermiştir. Böylece de ‘din afyondur’ denilip geçilemeyeceği, böyle bir yaklaşımla işin içinden çıkıp sorunun çözümlenemeyeceği, din gerçeğinin egemen güçlerin sömürü aracı olmaktan öteye, insanın ve toplumun manevi varlığıyla ilgili ve ilişkili olduğu, baskı ve sömürü sisteminden çok çok önceki tarihlerde ortaya çıkan ve toplumsal gelişmede yeri olan bir gerçekliği ifade ettiği, insan ve toplumun manevi yapısıyla bağlı bulunduğu gerçeği açığa çıkarılmıştır.
Her şey kökleri üzerinde yeşerir
Şimdi din konusu üzerinde aydınlatıcı olacak birkaç görüş ifade edebilmek için öncelikle din ile Ortadoğu ilişkisi, yine bu temelde Ortadoğu ile toplumsal var olma arasındaki ilişkiyi, dolayısıyla Ortadoğululuk kimliğinin tarihsel bakımdan nasıl var olduğu ve neyi ifade ettiği hususu üzerinde kısaca durmamız gereklidir. Bu noktada öncelikle şunu ifade etmemiz açıklayıcı ve de yararlı olacaktır. İnsan türünün ne zaman, nerede ve nasıl var olduğu ve başlangıç düzeyinde ne tür gelişme evreleri yaşadığı hususlarında farklı görüşler, ifadeler, açıklamalar bulunsa da, bunlar tarihsel bilgilerin artması sonucunda giderek ortaklaşma düzeyinde bir süreç izlese de biz insan türünün toplumsallaşmasında Ortadoğu’nun, özellikle de Dicle ve Fırat havzasının belirleyici ve başat rol oynamış olduğunu bilmekteyiz. Yani insan türünün nerede, ne zaman, nasıl doğuş yaptığı, gelişmeler yaşadığı tartışılır olsa da nasıl ve nerede toplumsallaştığı tartışmasızdır. İnsan türünün toplumsal bir varlık haline geldiği mekânın Ortadoğu olduğu, merkezinde Dicle-Fırat havzasının bulunduğu, Nil havzasından İran’a ve Anadolu’ya doğru yayılan alanların böyle bir gelişmeye beşiklik ettiği, tartışmasız bir tarihsel gerçeklik olmaktadır. Bu bakımdan insan toplumsallaşmasının beşiğinin Ortadoğu olduğunu söylemek ve bunun da merkezinde Dicle-Fırat havzasının bulunduğunu ifade etmek bir gerçeği belirtmek olmaktadır.
Bu nedenle Önder Apo yürüttüğü mücadelenin temeline insanı, insan gerçeğini arama mücadelesini koymuştur. İnsanın köklerinin Ortadoğu’da ve Kürdistan’da saklı olduğu, dolayısıyla gerçek insanlığın ancak Ortadoğu’da aranıp bulunacağını, kendisinin ve PKK’nin de esas amacının böyle bir insanlık gerçeğini açığa çıkartmak ve günümüz dünyasına hakim kılmaya çalışmak olduğunu, net bir biçimde ifade etmiştir. “Her şey kökleri üzerinde yeşerir” demiştir. “Kaybedilen bir şey, kaybedilen yerde aranır ve bulunur” diye eklemiştir. Dolayısıyla özgür insanlığın da insanlık toplumsallaşmasının beşiği olan Ortadoğu’daki kökleri üzerinden yeşereceği ve gelişme sağlayacağını ortaya koymuştur. İktidarcı ve devletçi sistem altında tarihsel olarak kaybedilen insanlık değerlerinin, yine Kürdistan’da ve Ortadoğu’da yürütülecek özgür insanlık mücadelesiyle ortaya çıkartılabileceğini belirlemiştir.
Burada şu hususu eklemek de hatalı değil, hatta daha çok tamamlayıcı olacaktır. Toplumsallaşmanın beşiği Dicle-Fırat havzası, yani Ortadoğu bölgesi olduğu gibi iktidar ve devlet sisteminin doğduğu, geliştiği, kökleştiği, bütün dünyaya yayılım göstermek için kendine merkez yaptığı saha da aynı saha olmuştur. Yani Kürdistan ve Ortadoğu sahası, toplumsallığın beşiği olduğu kadar iktidar ve devlet gerçeğinin de beşiği olmaktadır. Tarihsel bakımdan başat olarak iktidar ve devlet gerçeğinin bu sahada yaşandığı, beş bin yılı aşan bir tarihsel sürece tekabül ettiği artık net bir biçimde bilinen bir gerçeklik olmaktadır. Bu bakımdan dinin toplumla ilişkisini doğru anlamak açısından, Ortadoğu tarihsel gerçeğine bakmak, irdelemek kadar din ile devlet ve iktidar ilişkisinin doğru ve yeterli anlaşılması açısından da Ortadoğu tarihine bakmak, son derece yararlı ve öğretici sonuçlar ortaya çıkarmaktadır.
İnsan sadece maddi bir varlık mıdır? Toplum sadece maddi bir olgu mudur?
Şimdi tam da işte bu noktada din-insan, din-toplum, din-iktidar ve devlet ilişkisi noktasına gelmiş oluyoruz. Bu noktada da öncelikle altını çizerek şunu belirtmemiz gerekiyor; din gerçeğini sadece iktidar ve devlet sistemiyle ilişkilendirmek, sanki onların yarattığı ve kullandığı bir olgu gibi görmek son derece yanılgılı ve yanlış bir görüş olmaktadır. Tam tersine tarihsel olarak iktidar ve devlet sistemi, tarihte var olmadığı dönemlerde bile çok değişik biçimlerde din, yani inanç gerçeği var olmuştur. Bu bakımdan da dini iktidar ve devletle özdeşleştirmek, sanki iktidar ve devlet güçleri ortaya çıkartmış ve kendi çıkarları doğrultusunda kullanmış gibi görmek son derece dar bir yaklaşım olduğu kadar, aynı zamanda hatalı ve yanlış bir yaklaşım da olmaktadır. Tersine din ve inanç gerçeğinin iktidar ve devlet sistemden çok çok önce var olduğu, iktidar ve devletten önce toplum ve insan gerçeğiyle bağlı bulunduğu son derece açık bir husustur. Kısaca, insanın ve toplumun maddi yapısından öteye manevi yapısıyla, varlığıyla, gerçeğiyle bağlı olan bir olgu olmaktadır.
İşte bu noktada insan ve toplum varlığının nasıl doğru tanımlanacağı sorusu ve konusu gündeme gelmektedir. ‘Din afyondur’ diyerek sorunu çözmek isteyen Marksizm’in insan ve toplum gerçeğini son derece kaba ve tek yanlı ele aldığı, sadece maddi yönüne baktığı, doğadaki, evrendeki maddi var oluşların bir benzeri gibi gördüğü, toplumun onun ötesinde farklı şeyler de ifade eden son derece esnek bir zekâya sahip duygusu, düşüncesi olan farklı bir doğayı da kendi içinde taşıdığı gerçeğinden uzak olduğu, tartışma götürmez bir husustur. Burada işte şu soru ortaya çıkmaktadır: İnsan sadece maddi bir varlık mıdır? Toplum sadece maddi bir olgu mudur? Dolayısıyla diğer maddi varlıklar için geçerli olan kurallar birebir ve aynı biçimde insan ve toplum gerçekliği için de geçerli olabilir mi? Nitekim ‘din afyondur’ diyerek sorunu çözmeye çalışan zihniyet insan ve toplumun varoluşu konusunda da böyle bir tek yanlılığı ve darlığı yaşamıştır. Sadece insan ve toplumun maddi yanına bakmış, onları bir maddi varlık olarak görmüş, dolayısıyla tüm maddeler için geçerli olan kuralları olduğu gibi insan ve toplum gerçeği için de uygulamak istemiş, ama insanın onun ötesindeki varlığını ve belki de insanı diğer varlıklardan ayıran temel özelliğini görmemiş, anlamamış ya da görmek ve anlamak istememiştir.
Kuşkusuz insan ve toplum da birer maddi varlıktır. Dolayısıyla tüm maddi varlıklar için geçerli olan kurallar ve özellikler insan ve toplum gerçeği için de bir anlamda geçerli olmaktadır. Fakat insan ve toplum gerçeğini sadece maddi varlık olarak görmek ona dar, tek yanlı ve yetersiz bir yaklaşım olmaktadır. Maddi varlık olduğu kadar ve hatta ondan daha fazla insan ve toplum gerçeğinin manevi varlık olma özelliği taşıdığı açık bir gerçektir. İnsanı ve toplumu manevi dünyasından kopartarak, manevi yanlarını görmeyerek ele almak onu temel varlığından kopartarak son derece daraltıp, tek yanlı ve anlaşılmaz hale getirmek olmaktadır. Bu açıdan da insan ve toplum gerçeğini doğru ve yeterli anlamak ve tanımlamak durumundayız. Yani onun maddi gerçekliğini görmek kadar manevi gerçekliğini de görmek, manevi dünyasını anlamak, diğer maddelerden farklı olarak insan ve toplum gerçeğini maddi ve manevi bütünlük içerisinde ele alıp değerlendirmek gerekmektedir.
Böyle bir değerlendirme insan-toplum-din ilişkisini daha doğru anlamayı, ele alıp değerlendirmeyi ortaya çıkarır. Çünkü sadece maddi varlık açısından bakıldığında gerçekten de din, insan ve toplum açısından çok fazla bir şey ifade etmemektedir. Ancak maneviyat açısından ele alıp baktığımızda insanlık açısından, birey ve toplum açısından dinin, inancın çok önemli olduğu, tarihsel gelişmede çok belirgin bir yere sahip bulunduğu, açıkça görülebilmektedir. İnsan açısından, giderek toplum açısından din, yani bir şeye inanmak, aslında insan ve toplum olarak var olmanın ve kimlik kazanmanın başlangıcı olmaktadır. Dahası böyle bir durum bir şeyleri anlamaya başlamanın, yani düşünür hale gelmenin de başlangıcını ifade etmekte, anlam ve düşünce gücünün gelişmesine çok güçlü bir hizmette bulunmaktadır. Tarihsel bilgiler dikkatle değerlendirilirse, insan toplulukları kendilerini dini inançlarıyla kimlik sahibi kılıp, varlık haline getirmişlerdir. Bir şeylere inanarak kendini ve kendi dışındaki dünyayı daha fazla tanır, anlar ve onlardan yararlanır hale gelmeyi başarmıştır. İnanç olgusu insanın düşünsel yapısını geliştirdiği gibi, onun tüm zorluklar karşısında var olma, yaşama, kendini koruma, sürdürme gücünü kazandırmasında da rol oynamıştır. Yani inanç, birey ve toplumun anlam ve irade gücü kazanmasında temel rol oynayan bir etken olmuştur. Uzun tarihsel süreç içerisinde totemik dinler ya da inançlar olarak ifade edilen yapının insanlık açısından böyle bir değer taşıdığı, insan türünün toplumsallaşmasına ve bu temelde gelişimine hizmet ettiği bilinen bir gerçek olmaktadır.
Benzer durumu tek tanrılı semavî dinler açısından ifade etmek de mümkündür. Evet, tek tanrılı dinler, iktidar ve devlet güçleri tarafından, baskı ve sömürü aracı olarak kullanılmış, bu temelde din gerçeği çarptırılarak, toplum daha kolay sömürülür hale getirilmiştir. İnsanlar kaderci kılınarak uyutulmuş, Marksizm’in ifade ettiği gibi bir biçimde ‘afyonlaşmıştır’. Bunların hepsi tarihsel olarak yaşanan birer gerçekliği ifade etmektedir. Fakat tarihsel gerçeklik sadece bununla sınırlı değildir. Din, toplumlar tarihinde sadece böyle bir rol oynayan gerçeklik olmamaktadır. Aynı zamanda tek tanrılı dinler de insan düşüncesinin gelişiminde, dolayısıyla kültür ve ahlâkının gelişiminde çok önemli bir hamleyi ifade ederek, aslında toplumsal gelişmenin de çok güçlü bir aracı olarak rol oynamışlardır. Kuşkusuz iktidar ve devlet güçleri din zırhı ile de kendilerini donatınca ezilenler, kadınlar, emekçiler, halklar karşısında çok daha büyük bir baskı gücü haline gelmişler, kendilerini ilahi güç gibi göstermişler, tanrının yeryüzüne inmiş gölgesi olarak tanımlamışlardır. Bu durum da köleciliği daha çok geliştirmiş, baskı ve sömürü gerçeğini, tarihsel olarak daha fazla derinleştirmiştir. Bu bir gerçektir ve açık anlaşılır bir husustur. Fakat dini sadece oynadığı ya da kendisine oynattırılan bu rolle anlamak ve tanımlamak tersine insan bilincinin, düşüncesinin, ahlâkının, kültürünün, dolayısıyla manevi dünyasının gelişimindeki çok büyük rolü görmemek insanın yarattığı bir olgu, insan ve toplum ihtiyacından doğan bir gerçeklik ve büyük bir ihtiyacın karşılayıcısı olarak ele almamak, onu son derece daraltmak ve tek yanlı kılmak olmaktadır. Burada şu sonuçları ifade edebiliriz; insan ve toplum manevi bir varlık oldukça inançsız olamaz, güçlü bir inanç olarak ancak var olabilir. Maneviyat demek, son tahlilde inanç demektir. Diğer yandan insanın evreni tanıma konusunda bilinci var olan düzeyde kendisini yeterince anlamak açısından yetmemektedir. Böyle bir yetersizlik yaşandıkça bu durum insan ve toplum açısından ben kimim sorusunu hep gündemde tutacak, bu soru temelindeki arayışlar da din, mezhep olgularını, kısaca inanç gerçeğini hep öne çıkartıp canlı kılacaktır. Hem din ve inanç gerçeğine ve hem de bunun Ortadoğu’yla bağına işte bu temelde yaklaşmak gerekiyor.
Din ve inancı sadece iktidar ve devlet güçleri açısından oynadığı rolle ele alıp tanımlamamak, onun ötesinde de esas olarak insan ve toplumla bağını, ilişkisini görüp o temelde ele alarak tanımlamak ve anlamaya çalışmak da gerekir. Kuşkusuz bu durum iktidar ve devlet güçleri tarafından baskı ve sömürü aracı olarak kullanılması gerçeğini görmemek ya da hafife almak gibi bir sonuç doğurmaz. Bir yanlış anlama bu konuda olmamalıdır. Fakat din ve mezhep gerçeğini, genelde inancı sadece iktidar ve devlet güçlerinin yararlandığı gerçeklikler olarak ele alıp değerlendirmek, onu son derece daraltmak ve sınırlandırmak olmaktadır. Bu da kuşkusuz yanılgılı sonuçlar ortaya çıkartmaktadır. Mezhepleşmeleri de dinlerle birlikte ele alıp değerlendirmek gerekiyor. Aslında eğer bir mezhepleşme var olan din ya da inancın mevcut durumu ifade etmedeki dogmatizmini ve darlığını aşma yönünde gelişiyorsa, dolayısıyla daha kapsayıcı ve genelleşmeyi içeren oluyorsa bu yeni bir gelişmedir, önemsenmelidir. Ama öyle değil de daha çok daraltıcı, sınırlandırıcı konumda kalıyorsa bu noktada daha fazla bölücü, toplumsal bakımdan zayıflatıcı rol oynar ki, böyle bir sonucun toplum yaşamındaki etkisi olumlu değil olumsuz, geliştirici değil geriletici olmaktadır.
Yüz binlerce ve milyonlarca yıla yayılan insan ve toplum gelişiminin tarihsel sürecini işte böyle bir bakış açısıyla ele alıp değerlendirmek, insan ve toplumun manevi yapısının nasıl geliştiğine bu çerçevede bakmak, günümüzdeki din olgusunu da böyle bir tarihsel bakış açısıyla değerlendirip çözümlemek son derece doğru ve gerekli olmaktadır. Bu noktada iktidar ve devlet güçlerinin elinde baskı ve sömürüyü daha fazla geliştirmek için kullanılma durumuna din ve mezheplerin, kısaca inancın bu biçimde rol oynatılmasına karşı çıkmak kadar onu insan ve toplum gerçeğiyle, gelişimiyle bağını görüp anlamak, bu noktada saygılı olup değer biçmek de kesinlikle gereklidir. Özellikle insanlığın inançsız, yani düşüncesiz olamayacağını bilerek bir inanç ve düşünce gerçekliği olan dini cepheden, toptan reddeden, kötüleyen değil de onu insan ve toplum yaşamının doğru anlaşılması ve çözümlenmesinin bir aracına dönüştürmek için çalışmak, büyük önem arz etmektedir. İşte bu noktada günümüzde devrimci-demokratik güçler açısından, demokratik-sosyalist, demokratik-komünist güçler açısından din gerçeğine, mezheplere, genelde inanca nasıl yaklaşılmalı sorusu öne çıkmaktadır. Kuşkusuz iktidar ve devlet güçleri, küresel kapitalist hegemonya dinleri ve mezhepleri baskı ve sömürü aracı olarak çok kötü bir biçimde kullanma çabasını geliştirerek sürdürmektedir. Bu konuda her türlü yalana, dolana, mevcut teknik gelişmeyi de kullanarak başvurmaktadır. Bu gerçekliği doğru ele alıp anlayarak buna karşı etkili bir mücadele yürütmek elbette gereklidir. Fakat öyle bir etkili mücadele, din gerçeğini doğru anlamadan, din-insan, din-toplum ilişkisini doğru çözümlemeden, ‘din afyondur’ gibi kestirmeci bir yaklaşımla ve onu tümden reddederek kesinlikle sürdürülemez. Nitekim böyle bir yaklaşım ile yürütülen mücadele büyük kahramanlıklarla sürdürülüp, tarihi başarılar elde etmiş olsa da kendi içinde doğru bir anlayış düzeyi ortaya çıkaramadığı için de çözülmek ve çökmekten kurtulamamıştır.
Reel sosyalizmin yaşadığı sonuca düşmemek, onu yaşamamak için yaşananlardan ders çıkartarak, en başta da din konusundaki yaklaşımı, anlayışı düzeltmek zorunlu olmaktadır. Nitekim reel sosyalizm çözülürken onun çözülüş nedenlerini çözümleyip, sosyalizmi yenileyerek geliştirme arayışında Önder Apo’nun ilk ele aldığı, değerlendirdiği konulardan birisi ve başta geleni din ve inanç gerçekliği olmuştur. “Din Sorununa Devrimci Yaklaşım” başlıklı değerlendirmesinde bunu kapsamlı bir biçimde ortaya koyarak tüm devrimci sosyalistler açısından, Marksizm’in ‘din afyondur’ yaklaşımını çok çok aşan, düzelten, dolayısıyla evrensel özgürlük düşüncesine çok önemli ve tarihi katkıyı ifade eden bir düşünce gücünü ortaya koymuştur. Bu temelde daha sonraki süreçte geliştirdiği değerlendirmeleri ve en son “Demokratik Toplum Manifestosu”ndaki çözümlemeleriyle aslında sorunu çok büyük ölçüde aydınlatmış ve çözüme kavuşturmuştur. Din gerçeğini, inanç gerçeğine nasıl yaklaşılması gerektiğini, onun insan ve toplum açısından ne anlam ifade ettiğini, baskı ve sömürüye nasıl alet edildiğini, böyle bir alet edilmekten nasıl kurtarılabileceğini, din ve inancın demokratik-komünal toplum gelişimine ve yaşamına nasıl hizmet eder hale getirileceğini tüm yönleriyle ortaya koymuştur. Tüm bu değerlendirmeler de Önder Apo’yu İslâm’ın demokratikleştirilmesi gerektiği sonucuna götürmüş, “Demokratik İslâm” çözümlemelerini ortaya çıkartmıştır.
Dinlerin hepsi iktidar ve devlet güçleri tarafından kullanılmaktadır
Kuşkusuz günümüzde insanlığı etkileyen, iktidar ve devlet güçleri tarafından kullanılan tek din Müslümanlık değildir. Yahudilik ve Hıristiyanlık başta olmak üzere, yine birçok din ve inanç da benzer bir biçimde iktidar ve devlet güçleri tarafında kullanılmaktadır. Yine toplumlar üzerinde şu ya da bu düzeyde etkili olma konumlarını sürdürmektedirler. Bunların hepsi açısından bir demokratik değişim ve dönüşümü yaşama sorunu kesinlikle vardır. Aslında dinde demokratikleşme demek, din ve inancın iktidar ve devlet güçleri elinde baskı ve sömürü aracı olmaktan çıkartılarak, toplumsal gelişmeye ve demokratik komünalizme hizmet eder hale getirilmesi demektir. Böyle bir demokratikleşme sorunu tüm inançlar açısından kuşkusuz vardır. Fakat en çok ve en başta da Müslümanlık açısından var olduğu, özellikle de Ortadoğu ele alındığında İslâm’ın demokratikleştirilmesinin, demokratik toplum ve özgür insanlık gelişimi açısından büyük anlam ifade ettiği açık bir gerçek olmaktadır. Kuşkusuz Yahudiliğin de, yine Hıristiyanlığın da benzer bir demokratikleşmeye ihtiyacı vardır. Nitekim kapitalist modernite sistemi en çok Yahudiliği ve Hıristiyanlığı kullanarak insanlığı baskı altına almakta, küresel düzeyde kendisini bir baskı ve sömürü gücü haline getirmektedir. Bu açıdan Yahudiliğin ve Hıristiyanlığın demokratikleştirilmesi, özellikle küresel kapitalist hegemonyanın aşılmasında emperyalist baskı ve sömürü sisteminin yıkılmasında temel bir rol oynayacaktır.
Elbette benzer durum Müslümanlık açısından da geçerlidir. Özellikle iktidar ve devlet güçleri elinde tekçi, baskı ve sömürü gücü olarak kullanılan bir din olması itibariyle İslâm’ın demokratikleştirilmesi, demokratik İslâm çözümlemelerinin geliştirilmesi, İslâm dininin iktidar ve devlet güçlerinin baskı ve sömürü aracı olmaktan çıkartılarak, tarihsel toplum gerçekliğiyle ve onun gelişimiyle buluşturulması tarihi bir önem arz etmektedir. Günümüzde hem ulus-devlet faşizmi, İslâm dinini baskı ve sömürü aracı olarak çok kötü bir biçimde kullanmakta, hem de bütün iktidarcı ve devletçi güçler, El-Kaide ve DAİŞ örneğinde görüldüğü gibi, ‘radikal İslâm’ diyerek, İslâm dinini güncel planda baskı, sömürü ve çatışmanın temel bir aracı haline getirmektedirler. Bütün bunların aşılması, İslâm dininin bu biçimde toplumlardan kopartılarak baskı ve sömürü aracı olarak toplumlara, ezilenlere karşı kullanılmasının ortadan kaldırılması, kuşkusuz tarihi bir öneme sahip olduğu kadar güncel bir görev olma özelliği de taşımaktadır. Elbette sadece baskı ve sömürü aracı olarak kullanılmasını önlemek değil, doğru bir yaklaşımla demokratik toplum gelişimine hizmet ettirilmesi, demokratik konfederalizm çözümünde rol oynattırılması, İslâm’ın demokratikleştirilmesi, büyük önem arz etmektedir. Çünkü dikkat edilirse 3. Dünya Savaşı, İslâm aleminde odaklanmakta, savaşı yürüten iktidar ve devletçi güçler İslâm dinini, kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaktadırlar.
Mevcut zemin aslında savaşı sona erdirecek alternatif bir çıkışın yapılabileceği zemin de olmaktadır. Dolayısıyla savaşa karşı barışı, kapitalist modernite sömürüsüne karşı demokratik modernite çözümüne, dolayısıyla küresel kapitalist hegemonyaya karşı demokratik özerkliğe dayalı demokratik konfederalizm çözümünü geliştirebilmek için dinin iktidar ve devlet güçleri elinde kullanılmasını önlemek kadar, böyle bir alternatif demokratik toplum çözümünü, demokratik ulus çözümünün geliştirilmesinde de rol oynar kılınması, önem ifade etmektedir. Bu açıdan Demokratik İslâm Kongresi’nin toplanması, bir örgütsel kurumlaşmaya kavuşturulması, bu noktada demokratik tartışmaların geliştirilmesi, tarihi bir adım olmuştur. Özellikle Önder Apo’nun Demokratik İslâm Kongresi’ne sunduğu görüşler gerçekten de İslâm’ın demokratikleştirilmesi açısından, temel ilkeleri kesinlikle ortaya koymaktadır. Tekçi ulus-devlet faşizminin İslâm dinini ve Hanefî mezhebini tekleştirerek tek baskı ve sömürü aracı olarak kılmasına karşı, İslâmi anlayışın toplumsal çoğulculukla birleştirilmesi, mevcut mezheplere saygı duyulur, demokratik ortamda kendilerini rahatça ifade eder, birbirleriyle demokratik çerçevede mücadele yürütür ve demokratik toplum gelişimine hizmet eder kılınması çok önemli olmaktadır.
Aynı zamanda savaşın sona erdirilip barışçıl bir ortamın, demokratik-siyasi mücadeleye dayalı olarak geliştirilmesinde, yine toplumsal ve siyasi sorunların çözümünün demokratik siyaset temelinde sağlanır kılınmasında dinin demokratikleştirilmesi, demokratik İslâm anlayışının geliştirilmesi, Demokratik İslâm Kongresi’nin örgütlü kılınıp sürekli bir rol oynar hale getirilmesi tarihi önem arz etmektedir. Böyle bir durum ulus-devlet faşizminin ve kapitalist modernite güçlerinin İslâm dinini kendi baskı ve sömürü aracı olarak kullanılmasını engelleyeceği gibi, demokratik toplum çözümünün geliştirilmesinde, demokratik konfederalizm sisteminin oluşturulmasında, toplumların zihniyet ve siyaset bakımından yan yana demokratik birlik içerisinde yaşar kılınmasında da önemli rol oynaması, kesinlikle sağlanabilir. Bu anlamda mevcut 3. Dünya Savaşı’nda demokratik modernite çözümü temelinde alternatif bir çıkışı sağlayabilmek açısından İslâm’ın demokratikleştirilmesi, Demokratik İslâm Kongresi’nin zihniyet ve siyaset temelinde geliştirilmesi, iktidarcı ve devletçi İslâm’ın kaldırılarak, ilk çıkışında taşıdığı özellikler temelinde İslâm’ın toplumcu özelliklerinin ve karakterinin hakim kılınması esas olmaktadır. Bu konuda kırk altı yıllık Önderlik yürüyüşü ve kırk yıllık PKK mücadelesi hem düşünsel düzeyde önemli bir çözüm yaratmış, hem de politik pratik olarak güçlü örgütsel çözüm modelleri ortaya çıkartmıştır. Bütün bunlar aslında Kürdistan’daki zihniyet ve politika gelişiminin evrensele en temel katkısı konumundadır.
b- Demokratik Ortadoğu Konfederalizmi Projesi Temelinde Ortadoğu Çözümü
Hem toplumsal tarihin hem de iktidarcı-devletçi sistemin başat olarak yaşandığı tek bölge, dikkat edilirse Ortadoğu bölgesidir. Bu durum kendine özgü bir Ortadoğu yapılanması ve Ortadoğululuk kimliği ortaya çıkarmıştır. Günümüzde iç içe ve en karmaşık bir biçimde bütün farklılıklar, söz konusu Ortadoğu yapılanmasında mevcuttur. Dikkat edilirse bütün dinlerin, inançların doğup geliştiği yer, Ortadoğu’dur. En geniş din ve mezhep zenginliği, farklılığı günümüz Ortadoğu’sunda vardır. Yine diller ve kültürlerin en çok geliştiği, iç içe bir arada var olduğu saha Ortadoğu bölgesidir. Tarihsel olarak yüzlerce dil, kültür iç içe gelişmiş, bir arada var olmuştur. Adeta her türlü dil ve kültüre rastlanılmaktadır. Bir diller ve kültürler mozaiği durumundadır. Yine hiyerarşi, iktidarcı-devletçi sistem, kentleşme, şehirleşme, neolitik tarım-köy devrimi üzerinde onun yarattığı değerleri gasp etme temelinde Ortadoğu bölgesinde gelişmiştir. İktidar ve devlet sisteminin en çok derinleştiği, kökleştiği, sınıflaşmanın en katı bir biçimde ortaya çıkıp yaşandığı alan yine Ortadoğu bölgesi olmuştur. Bunlara son iki yüz yılda bir de Avrupa’nın kapitalist modernite sisteminin yansımaları eklenmiştir ki, adeta bıçakla doğrar gibi Ortadoğu’nun bu iç içe geçmiş dil, kültür, din, mezhep yapılanmaları, ulus devletler halinde doğranmıştır. Gerçekten de günümüz Ortadoğu’sunun ne toplumsal yapısı, ne de iktidar ve devlet yapılanması, dünyanın başka herhangi bir alanına benzememektedir. Bir yanıyla toplumsallık, tarihsel oluşumu temelinde çok derin ve güçlüdür, diğer yanıyla iktidar ve devlet sistemi, başat olarak tüm özelliklerini bu bölgede güçlü bir biçimde ortaya çıkarmıştır.
Ortadoğu’nun üzerine çöken karabasan: Ulus-Devlet
Şimdi bütün bunları hiç dikkate almadan ve gözetmeden Avrupa’daki durumu esas alan bir ideolojik siyasi sistem, yani ulus-devlet yapılanması her bakımdan bu bölgeye dayatılmaktadır. 1. Dünya Savaşıyla bölge, kapitalist modernite sistemi tarafından gasp edilmiş, bu doğrultuda bölgenin tarihsel gerçekliği hiç dikkate alınmadan, bölgenin üzerine bir ulus-devlet karabasanı geçirilmeye çalışılmıştır. Bu temelde tarihsel olarak iç içe var olmuş ve gelişme sağlamış olan her türlü toplumsal değer, dil, kültür, din, mezhep toplulukları bölünüp paramparça edilmiştir. Bu biçimde on binlerce yıl içerisinde oluşmuş olan tüm etnik yapılar, toplumsal değerler, ulus-devlet faşist tekniği temelinde din, dil, kültür, egemenlik, siyasi yapılanma, vatan, millet, devlet bakımından tekleştirilmeye, yüz yıl içerisinde bütün tarihsel değerler vahşi bir soykırım saldırısıyla yok edilmeye, tarihten silinmeye çalışılmaktadır. Tarih boyunca oluşmuş insanlık renkleri birkaç renkte birleştirilerek, yok edilmek istenmektedir. Şimdi sözde iktidarcı ve devletçi sistemin daha önceki yüzyıllarda ortaya çıkardığı sorunları çözme iddiasıyla oluşturulan ve bölgeye dışarıdan dayatılan ulus-devlet faşizmi, sorunları çözmek bir yana tam tersine hem daha çok ağırlaştırmış, hem de daha fazla çoğaltmıştır. İktidarcı ve devletçi sistemin imparatorluk biçimleri, tarihsel geçmiş içerisinde bölgede çeşitli düzeylerde aslında denenmiştir; Sümer, Akad, Babil, Asur İmparatorluklarından Med sistemine, Mısır, Pers, Grek İmparatorluklarından Roma ve Bizans’a, oradan da Osmanlı ve Sasani İmparatorluklarına kadar, yine çeşitli ad altındaki İslami imparatorluk yapılanmalarına kadar geçmiş tarihi içerisinde çok sayıda imparatorluk gelip geçmiş, belli dönemlerde bölge üzerinde bir hakimiyet sürmüşlerse de sorunları çözen, bölgenin toplumsallığıyla uyumlu olan bir yapı arz edememişler, dolayısıyla çökmekten ve tarihin çöp sepetine atılmaktan kurtulamamışlardır.
Şimdi bu denli iç içe geçmiş dil, kültür, inanç yapılanmaları üzerinde söz konusu imparatorlukların egemenlik sürdüremediği, çözüm olamadığı bir ortamda, çözüm diye bölgeye cetvelle sınırlar çizen bir ulus-devlet gabaveti bölgeye dayatılmakta, adeta tavuğu yolduktan sonra Nasrettin Hoca’nın, ‘yeni bir kuşa benzedin’ demesi gibi bir kuşa benzedin denerek, Ortadoğu bölgesi yönetilmek, kapitalist modernite sisteminin bir parçası olarak tutulmak istenmektedir. Çeşitli renklerde ve tonlarda geliştirilen imparatorlukların çözüm olamadığı bir bölgede söz konusu faşist ulus-devlet diktatörlüklerinin çözüm olması, barışı ve demokrasiyi sağlaması elbette ki mümkün değildir. Nitekim dikkat edilirse kapitalist modernite sisteminin zorunlu bir uzlaşmayla kendine bağlı bir biçimde geliştirmeye ve bölgedeki işlerini onunla yürütmeye çalıştığı TC sistemi, kendi sınırları içerisinde ve bölgesel düzeyde toplumlar açısından böyle bir rol oynayamadığı gibi, tersine kendisini var eden ve bugüne getiren kapitalist modernite sisteminin çıkarlarını savunmak açısından da yeterli ve etkili bir duruş sergileyememiş, dolayısıyla bir çözüm gücü haline kendisini getirememiştir. Değil çözüm olmak, bölgesel düzeyde kendini var eden sistem açısından da en temel sorun olmaktan öteye gidememiştir.
Benzer bir biçimde bölgenin doğusunda İran, Pakistan, Afganistan, Kafkasya gibi alanlarda yaşanan gelişmeler de ortadadır. Hepsinin de kendisini var eden kapitalist modernite sistemi açısından ciddi sorunlar yarattığı, ağır bir çelişki ve çatışma etkeni konumu olmaktan öteye gidemediği ortadadır. Kafkasya hep bir savaş ve çatışma alanıdır, Pakistan, Afganistan gibi sahalar iç toplumsal yapıları açısından ciddi sorunlar oluşturduğu gibi oralardaki ulus-devlet diktatörlükleri, kendilerini var eden sistem açısından da ne kadar ciddi sorun oldukları göz önündedir. En istikrarlı gibi görülen ya da gösterilmeye çalışılan İran’ın durumu da ortadadır. Şahlık sistemi altında belli bir çözüm modeli geliştirmeye çalışmışsa da sistem bundan sonuç alamamış, arkasından gelen İran İslâm Devleti sistemi bölge için olduğu kadar küresel kapitalist modernite sistemi açısından en temel sorun oluşturan bir konumu arz etmiştir. Öyle ki yıllardır şer-î eksen diyerek kapitalist modernite sistemini yürüten güçler saldırı yürütmekte, söz konusu sorunu çözmeye çalışmakta, ancak herhangi bir çözüm gücü ortaya çıkartamamaktadır.
Yine 22 ulus-devletçiğe bölünen Arap aleminin durumu gözler önündedir. Krallıklarla sonuç alamayan kapitalist modernite sistemi, Nasırcılık ve BAASçılık ile Arap milliyetçiliğini geliştirip bir kurtarıcı gibi Arap toplumuna dayatmaya çalışmışsa da kısa sürede onların da maskesi düşmüş, Arap toplumu kendisine yabancı olan bu dıştan dayatmalı kapitalist modernite sistemini, onun ortaya çıkardığı bölge gerçeğini, Arap toplumunu ikinci sınıf sayma durumunu ve mevcut ulus-devletçikleri kabul etmemiştir. Şimdi nasıl ki 1. Dünya Savaşının temel bir etkeni Arap sahasının ele geçirilmesi ve bölüşülmesiyse, yüz yıl sonra 3. Dünya Savaşının da temel bir etkeni yine Arap sahasının paylaşılması ve ele geçirilmesi olmaktadır. Demek ki yüz yıl önce başlayan savaş iki yüz yıldır Avrupa kapitalist modernitesinin Arap sahası üzerindeki yönelimi herhangi bir değişiklik ve gelişme ortaya çıkarmamıştır. Aynı çelişki ve çatışma durumu devam etmekte, böyle bir parçalanma ve savaş içerisinde özellikle enerji kaynaklarının sömürüsü temelinde bazı kapitalist tekeller kâr ederken, Arap toplumu, Arabistan’daki halklar, gençler, kadınlar, emekçiler ise ağır bir baskı, sömürü, katliam altında tarihin en zor dönemini yaşamaktadırlar. O nedenle yüz yıldır dayatılmaya çalışılan bu ulus-devlet sistemini ve bölgede ikinci sınıf toplum sayılma durumunu, Arap halkı kabul etmemekte, buna karşı direnmektedir. Günümüzde de en cesur ve fedakâr bir savaş içerisine girmekten geri durmamaktadır.
Günümüz dünyasında dıştan dayatılan mevcut sistemi kabul etmeyen, bunun değiştirilip, değişime-dönüşüme uğratılması için en cesur ve fedakâr mücadeleyi yürüten, bu mücadelenin istediği bedeli ödeme fedakârlığını gösteren en temel güçlerden bir tanesi Arap toplumu, Arap halkı, Arap kabile ve aşiretleri olmaktadır. Tarihin en kadim toplumlarından olan Arap toplumunun mevcut kapitalist modernite sisteminin dayatmalarını kabul etmesi ve onunla uyumlu hale gelmesi mümkün değildir. Ya sonuna kadar direnecek ve bu sistemi yıkacak, değiştirecektir ya da yok olacaktır. Tarihsel olarak oluşmuş Arap toplumsallığı yok edilmeden, küresel kapitalist modernite sisteminin kendisini, Arabistan’a ve Arap toplumuna kabul ettirmesi mümkün değildir.
Arap toplumu gibi son yüzyılda Ortadoğu’ya yönelik kapitalist modernite dayatmalarını kabul etmeyen ve yüz yıldır en büyük cesaret ve fedakârlığı göstererek direnen bir toplum da Kürdistan toplumudur. Nitekim kapitalist modernite sisteminin Kürdistan’a dayatmalarının, Arap sahasına gerçekleştirdiği dayatmalardan çok daha ağır olduğu bilinmektedir. Kürdistan’ın bölünüp parçalanmasından da öteye, Kürt varlığı inkâr edilip, yok sayılarak onu yok edecek bir soykırım sistemi yüz yıldır inşa edilmiş ve uygulanmaya konmuştur. Ancak baştan itibaren Kürt toplumu söz konusu bölünüp parçalanmayı ve inkâr-imha sistemi altına alınmayı reddetmiş, buna karşı dört parça Kürdistan’daki halk çeşitli örgütlenmeler altında geçtiğimiz yüz yıl boyunca, sürekli bir direniş göstermiştir. Hem 1. ve 2. Dünya Savaşları arasında Bakur, Rojhilat, Başur Kurdistan parçaları çok yönlü bir direniş içinde olmuş, hem de 2. Dünya Savaşından günümüze kadar giderek daha fazla bütünleşen, demokratik içerik kazanan, özgürlükçü çizgiyi derinleştiren bir ulusal demokratik özgürlük direnişi haline, kendini getirmeyi başarmıştır. PKK öncülüğü işte söz konusu Kürt direnişinin son kırk-kırk beş yılına damgasını vuran, parça parça olan direnişleri bir parti öncülüğündeki Özgürlük Hareketinde birleştiren, yine amaçta, yöntemde dağınık, parçalı, dar, net olmayan yaklaşımları, bilimsel ifadeye kavuşturup somutlaştırmayı başarmış, günümüzde Kürt özgürlüğünü, bölge ve dünya gündemine tümüyle dayattığı gibi, 3. Dünya Savaşında bölge halklarını ve insanlığı özgürlük ve demokrasi çizgisinde çıkartmayı hedefleyen en iddialı alternatif bir demokratik halk hareketi haline kendini getirmeyi de başarmıştır. Kısaca kapitalist modernite sisteminin, Kürdistan’a dayattığı dört başı mamur soykırımcılığın da sonuç vermediği, başarı elde edemediği, savaş, kan, gözyaşı içerisinde egemen güçler daha çok sömürü sağlamış olsalar da halkların daha çok ezildiği, zarar gördüğü, istikrarsız bir çelişkili ve çatışmalı durum hep süregelmiştir.
Dikkat edilirse, kapitalist modernite sisteminin TC’den sonra, ikinci hamlesi olarak 2. Dünya Savaşı ardından geliştirdiği, Yahudi İsrail Devletçiği de hem bölge gerçeği için, hem de kendisini var eden kapitalist modernite sistemi açısından bir çözüm gücü olmaktan uzaktır. Her ne kadar bölge değerlerini bir yanıyla dikkate almaya ve ona göre kendini var etmeye çalışsa da dar, milliyetçi, hükümran yaklaşımıyla bölge toplumları açısından örnek oluşturan, uyum geliştiren bir güç olmaktan çok, Arap-İsrail çatışmasında da görüldüğü gibi, Hıristiyan-Yahudi-İslâm çatışmalarını da hep canlı tutarak bölgede sürekli bir çelişki ve çatışma etkeni olmaktadır. Diğer yandan kendisini var eden kapitalist modernite sistemi açısından da aslında bir çözüm değildir. Belki bir Truva atı gibi Ortadoğu’nun bağrına sokulmuş, herkesle çelişki ve çatışma içine sokularak, kriz ve kaos içerisinde Ortadoğu bölgesi bu gücün yarattığı ortama dayanılarak yönetilmeye çalışılmıştır. Eğer çözüm bu ise, İsrail Devletçiği TC gibi belli bir rol oynamıştır denebilir. Ancak bunun kalıcı bir çözüm olmadığı, bölgede istikrar yaratmadığı, çelişkili ve çatışmalı durumu giderek daha çok derinleştirdiği, bu durumun da sistemi çöküşe götüreceği açık bir gerçektir. Eğer gerçekten mevcut soykırım ve savaşa yol açan nedenler ve sorunlar çözüme götürülmezse, bunları çözecek bir alternatif geliştirilmezse mevcut kriz ve kaos daha çok derinleşecek, bu da İslâmiyet’in “kıyamet” dediği gibi bir çöküş sürecini gündeme getirebilecektir.
- Dünya Savaşı mevcut kriz, kaos ve soykırımcı saldırıları daha çok artırmaktadır
Aslında yüz yıl önce sosyalist güçlerin, “ya sosyalizm ya barbarlık ve çöküş” biçimindeki tanımlamaları yüz yıl sonra bakıldığında çok da hatalı bir değerlendirme olmadığı görülmektedir. Nitekim Sosyalizmin yeterince başarılı olamama ve alternatif geliştirememesi sonucunda günümüzde yaşanan kriz, kaos ve çatışma durumu ortaya çıkmıştır. Eğer Ekim Rus Devrimi gerçekten iktidarcı-devletçi sistemi aşarak yeni bir alternatif olmayı başarsaydı, kapitalist modernite sistemini aşıp, dünyayı demokratik komünalizm temelinde yeni bir toplumsallığa, ekonomik, sosyal, siyasi, güvenlik bakımından yeni bir demokratik toplum yaşamına, dünya demokratik konfederalizmine götürebilseydi, elbette geçtiğimiz yüz yıl içerisindeki bu savaşlar, bu kadar çelişki-çatışma, soykırımlar, on milyonlarca verilen kayıp, acı, gözyaşı yaşanmayacak, bugünkü 3. Dünya Savaşı ortaya çıkmayacak, insanlık kapitalist modernite kanserinin yok ediciliğini, tehdidini yaşamayacak ve geleceğe bu denli belirsiz bakmayacaktı. Ancak reel sosyalizmin başarısızlıkları ve giderek çözülüşü, kapitalist modernite sistemine kriz, kaos ve çatışma durumunu bu denli derinleştirme, geliştirme, kanserleşmeyi artırma imkanı ve fırsatı verdi. Bu da son otuz yıla yakın süre içerisinde 3. Dünya Savaşı denen bir çatışmalı durumla kendini devam ettiriyor. Dikkat edilirse ne kapitalist modernite öncesi çok çeşitli imparatorluk biçimindeki iktidarcı-devletçi sistemler, Ortadoğu gerçeğine uygun birer siyasi yönetim olabilmişler, ne de son yüz yılın kapitalist modernite dayatması bölgede herhangi bir çözüm yaratabilmiştir. Çözüm yaratamadığı gibi iktidarcı-devletçi sistemin çöküşünü derinleştiren, kapitalist modernite sisteminin kriz ve kaosunu arttırarak çöküşe doğru götüren bir gelişmenin de yaratıcısı olmuştur.
İktidar ve devlet sistemi, onun kapitalist modernite versiyonu çözüm üretemediği için son otuz yıldır yaşadığımız 3. Dünya Savaşı gerçeği ortaya çıkmıştır. Geçen yüz yıl içerisinde Ermeni, Asuri, Rum soykırımları, yine Kürt soykırımı, Arap toplumunun bu kadar aşağılanıp parçalanarak baskı ve sömürü altına alınması, TC ve İran sınırları içerisindeki halkların, emekçilerin bu kadar ağır faşist diktatörlükler altında baskı ve sömürüye tabi tutulması yaşandığı gibi, bunların yol açtığı 3. Dünya Savaşı da bölgeyi bu durumdan çıkartacak herhangi bir çözümü vaat etmemektedir. İktidarcı-devletçi sistemin ve kapitalist modernite sisteminin yol açtığı soykırım ve 3. Dünya Savaşı bir çözüm üretmediği gibi mevcut kriz, kaos ve soykırımcı saldırıları daha çok artırmaktadır. Dikkat edilirse kapitalist modernite sisteminin genel kriz ve kaosunu 1. ve 2. Dünya Savaşları çözememiş, aşamamış, savaş aralarında geliştirilen liberal yaklaşımlar herhangi bir çözüm gücü olmamış, bütün bunlar çözülsün diye, otuz yıldır devam eden 3. Dünya Savaşını ortaya çıkartmıştır. Ancak 3. Dünya Savaşı da kendinden öncekiler gibi kriz-kaos ve çözümsüzlüğü derinleştirmekten öteye bir sonuç vermemektedir. Bu kadar uzun süreye yayılmış olmasına Irak’tan başlayıp, Afganistan’dan Kuzey Afrika’ya, oradan Suriye ve Türkiye’ye kadar yayılmasına rağmen ve yine bazı ulus-devlet diktatörlükleri yıkılmış olmasına rağmen, yerlerine yeniyi inşa etme, kapitalist modernite sisteminin ortaya çıkardığı sorunları çözme, dolayısıyla bölgeyi ve insanlığı mevcut savaştan çıkarma gibi bir sonuç vermemektedir. En fazla yapabildiği krizi, kaosu ve çatışmayı daha çok derinleştirmek, yaymak, kriz ve kaos içerisinde halkların ve enerji kaynaklarının daha fazla sömürüsüne yol açmak olmaktadır. Söz konusu baskı ve sömürünün kriz ve kaos yönetimi yaşanmaktadır. Ya da kriz ve kaos yönetimi altında söz konusu sömürü düzeni daha çok derinleştirilip devam edilmeye çalışılmaktadır.
Demokratik Özerklik ve Demokratik Konfederalizm
İşte Önder Apo’nun Savunmalarda geliştirdiği ve sistemleştirdiği “Demokratik Ortadoğu Konfederalizmi” projesi, tarihsel olarak iktidarcı ve devletçi sistemin ve kapitalist modernite düzeninin ortaya çıkardığı, ama çözüm bulamadığı sorunlara çözüm bulmak, dolayısıyla hem iktidarcı-devletçi sistemin hem de onun son kapitalist modernite versiyonunun alternatifi olmak üzere geliştirilmiş bir çözüm projesi olmaktadır. Söz konusu çözüm projesinin esası demokratik konfederalizm ve demokratik özerklik olarak tanımlanmaktadır. Demokratik özerkliğe dayalı demokratik konfederalizm çözümü olarak da ifade edilebilir. Bunun ulusal düzeyde ifadelendirilmesi demokratik ulus çözümü olmaktadır. Demokratik konfederalizm dar anlamda demokratik ulus çözümünün siyasi bölümü olarak da tanımlanmaktadır. Demokratik özerklik az çok, küçük büyük denilmeden her farklılığı hiçbir engel ve baskıyla karşılaşmadan, kendisini özgürce örgütlemesi ve yönetmesi anlamına gelmektedir. Demokratik konfederalizm ise farklı özerk yapıların demokratik birliği anlamına gelmektedir. Dolayısıyla bu birlik Kürdistan’da oldu mu buna “Kürdistan Demokratik Konfederalizmi” denmektedir. Benzer bir biçimde Ortadoğu bölgesi için olursa “Demokratik Ortadoğu Konfederalizmi”, dünya genelinde şekillendiğinde de “Dünya Demokratik Konfederalizmi” olarak ifadesini bulmaktadır.
Demokratik özerkliğin ve demokratik konfederalizmin olabilmesi için dayanağın devlet değil toplum olması şarttır. Yani demokratik özerklik ve demokratik konfederalizm bir devlet biçimi ya da devletin bir başka adı altında ve farklı bir biçimde şekillendirilmesi kesinlikle değildir. Tersine devletten kopulması, devlet dışında toplumun kendi ölçü ve özelliklerine kendisini örgütlemesi ve yönetmesi anlamına gelmektedir. Dolayısıyla farklılıklardan kasıt, farklı devletler değil, toplum içerisindeki farklı yapılardır. Farklı din ve mezhep yapıları, farklı dil ve kültür yapıları, farklı cins yapıları (kadın-erkek), farklı sınıf yapıları gibi toplumsal farklılıkları içermektedir. Yani demokratik özerklik ve demokratik konfederalizmin, bunlara dayalı demokratik ulus çözümünün, üç temel ilkesi vardır diyebiliriz. Birincisi: devlete değil topluma dayanması. Devlet dışı bir toplumsal örgütlülüğün ifade etmesidir. İkincisi: toplum içindeki tüm farklılıkların hiçbir engelle karşılaşmadan, kendilerini özgürce örgütleyip yönetmesidir. Üçüncüsü: her türlü demokratik özerkliklerin, kendilerini özgürce katıldıkları, demokratik konfederalizm birliğinde temsil edebilmelidirler. Yani farklılıkların kendilerini özgürce örgütlemeleri, toplumsal farklılıkları ayırmaya, bu temelde toplumları daha çok bölüp parçalamaya değil, özgünlüklerini ve farklılıklarını esas almak, korumak, o farklılıklarıyla birlikte katılmak temelinde bir birlik oluşturmalarıdır. Demokratik çerçevede daha üstte bir araya gelip birlikte yaşamayı, öngörmelerini ifade etmektedir.
Dikkat edilirse böyle bir çözüm projesi, Ortadoğu genelinde tarihsel olarak oluşmuş, iktidarcı-devletçi sistem ve kapitalist modernite düzeni tarafından var edilmiş ve daha da derinleştirilmiş olan tüm sorunları çözmek, tüm toplumsal farklılıkların özgür, eşit katıldıkları demokratik bir sistemi yaratmak açısından en temel çözüm olmaktadır. Bir kere devletçi sistemin ne imparatorluklar biçimi ne de kapitalist modernitenin ulus devlet biçimi çözüm üretmemiştir. Dahası sorun yaratmış ve var olan sorunları daha çok ağırlaştırmıştır. Kısaca, devlet çözüm üreten değil tam tersine sorun yaratan ve derinleştiren olmaktadır. Bu en somut bir biçimde Kürt sorununun çözüm mücadelesinde kendisini ortaya çıkartmıştır. Önder Apo ve PKK ulus-devlet çözümü yönünde her türlü çabayı harcayıp, mücadeleyi geliştirmesine rağmen, dikkat edilirse, Kürt sorununun ulus-devlet çözümü gerçekleşmemiştir. Zaten PKK dışında KDP-YNK gibi önderliklerin esasında böyle bir çözüm duruşları da söz konusu değildir. Onlar mevcut düzenin, iktidar ve devlet düzeninin, kapitalist modernite sisteminin kendilerine ne veriyorsa onları esas alıp o temelde yaşamaktan öteye herhangi bir anlamları ve değerleri, yine arayışları zaten söz konusu değildir. Bu konuda dünyanın diğer alanlarında geçtiğimiz yüzyıl içerisinde yaşanmış ulus-devlet çözüm modellerine benzer bir çözümü en çok örgütleyen, mücadeleye dönüştüren ve geliştiren güç olarak PKK ortaya çıkmış, ama her türlü cesaret ve fedakârlık göstermesine, politik esnekliğe başvurmasına, sistemin çözümünün önünü açmasına rağmen dikkat edilirse çözüm değil tersine PKK’ye yirmi yıldır sürdürülen uluslararası komplo dayatılmıştır.
Uluslararası komplo PKK’nin Kürt sorununun çözümü dayatmasına karşı çözümsüzlüğün ve ona saldırısı olmaktadır. O halde Kürt ulusal sorununda ulus-devlet çözümünün önü kapalıdır. Kürdistan gerçeğinde bu net bir biçimde ortaya çıkmıştır. Peki, ulus-devlet projesinin çözüm üretmediği sadece Kürdistan’da mı ortaya çıkmıştır? Kürdistan dışındaki alanlarda gerçekten de ulus-devlet çözümleri sonuç vermiş midir? Hayır, kısmi ve geçici bir süre sonuç veriyormuş gibi görünse de, aslında 20. yüzyılda yaşanan ulusal kurtuluş hareketlerinin bugün ulaştıkları sonuçlara baktığımızda hiç birisi de çözüm üretmemiştir. Aslında hepsi de iktidarcı-devletçi sistemin ve kapitalist modernite düzeninin bir parçası ve ucu konumundadır. Ulus-devlet diktatörlüğünün altında toplumlar inim inim inlemektedirler. Ortada ne ciddi ve dikkate alınacak bir özgürlük vardır, ne bağımsızlık vardır, ne de farklılıkların özgürce kendilerini örgütleyip, eşitçe katıldıkları bir demokrasi vardır. Tam tersine ulus-devlet diktatörlükleri her yerde hüküm sürmektedir ki, aslında hepsi de faşizm demektir. Yani bazılarının baskı ve terör uygulaması öne çıkıyor, bunların gözle görülen faşist diktatörlükleri oluyorlar, bazıları çelişkileri az olduğu için ya da bazı dönemlerde o denli baskı, terör uygulamayabiliyorlar. Buna bakılarak orada da faşizm yoktur denilemez. Ulus-devlet diktatörlüğü demek özünde faşist diktatörlük demektir. Hepsinin karakteri öz olarak aynıdır. Dolayısıyla Kürt sorunundaki çözümsüzlük, bütün sorunlardaki çözümsüzlüktür. Kürt sorununa çözüm üretmeyen ulus-devletçilik hiçbir yerde çözüm olamamıştır. Kürdistani olan evrenseldir de! Bir kere daha Kürt sorununun çözümü için aranan çözüm modellerinin aslında sadece Kürt sorunu için değil, başta kadın özgürlük sorunu olmak üzere diğer bütün sorunlar için de bir çözüm modeli olduğu, sadece Kürdistan’da değil Ortadoğu’nun ve dünyanın diğer alanları açısından da gerçek anlamda sorunların çözüm projesi olduğu açığa çıkmaktadır.
Nitekim Önder Apo’nun geliştirdiği demokratik özerklik, demokratik konfederalizm ve demokratik ulus çözüm projeleri bugün başta Arap sahası olmak üzere Ortadoğu’nun farklı alanlarında tartışıldığı gibi, başta Latin Amerika ve Avrupa olmak üzere, dünyanın dört bir yanında da incelenen, değer verilen, tartışılan bir çözüm modeli olmaktadır. Demokratik ulus çözümünü ifade eden demokratik özerklik ve demokratik konfederalizm dikkat edilirse, Ortadoğu’daki tüm sorunlara çözüm getiren bir model olabilmektedir. Bir defa sorunları var eden ve ağırlaştıran iktidarcı-devletçi sistem ve kapitalist modernite düzeni olmaktadır ki, onlardan kopuk topluma dayalı bir sistem geliştirmek sorunların kaynağından kopmuş olmak, dolayısıyla kendisini çözüm alanına taşımış olmak anlamına gelmektedir. Diğer yandan bu kadar dinsel, mezhepsel, etnik, din, kültür farklılıklarının iç içe yaşandığı, yine toplumsal farklılıkların, cins çelişkisinin, gençlik, emekçi kesimlerin bu denli ayrıştığı, sınıf ve kesim farklılıkların oluştuğu bir yapıda en gerçekçi çözüm her farklılığın kendisini özgürce örgütleyip yönetebildiği bir çözümdür. Yani demokratik özerkliktir. Dolayısıyla demokratik özerklik herkese özgürlük getirmektedir. Demokratik konfederalizm ise mevcut ulus devletlerin bıçakla keser gibi aynı yapıları ortadan bölmesine karşın, ulus-devlet sınırları içine alarak, iç içe geçmiş toplumsal yapıları bölmek yerine, demokratik konfederalizm birliği içerisinde birleştirmeyi ifade etmektedir.
Ortadoğululuk kimliği
Ortadoğu’da tarihsel olarak oluşmuş bir toplumsal kimlik vardır. Her ne kadar Ortadoğu toplumunun içerisinde yüzlerce dil, kültür, din, mezhep, etnik farklılıklar iç içe geçmiş olarak yaşıyorlarsa da, bunların tarih içerisinde oluşturdukları bir Ortadoğululuk kimliği söz konusudur. Söz konusu farklılıklar her düzeyde bölge genelinde iç içe bulunmaktadır. Bazı alanlarda bazı farklılıklar yoğunlaşmış olsa da genelde her farklılık bölge düzeyinde bir yaygınlığı, dolayısıyla dil, kültür, din, mezhep, toplumsal ayrılıkların iç içe yaşama durumu söz konusudur. Bu nedenle bölge düzeyinde birlik oluşturmayan, tam tersine kapitalist modernite sisteminin dayattığı ulus-devlet çözümü gibi bölge gücünü parçalayıcı olan anlayış ve modeller çözüm üreten değil, tam tersine var olan farklılıkları da kendi içinde parçalayarak daha çok bölen, çelişki ve çatışma yaratarak sorun doğuran bir özellik taşımaktadır. Dikkat edilirse Ortadoğu’daki çözüm gerçekten de yerel değildir, bölgeseldir. Yerele dayalı her türlü çözüm, ister devlet adına ister toplum adına olsun sonuç vermez, tam tersine daha çok çelişki, çatışma ve sorun yaratır.
Diğer yandan her farklılığın kendisini özgürce örgütleyip yönetemediği bir sistemde kesinlikle devlet doğar, baskı ve sömürü ortaya çıkar, orada özgürlük ve demokrasi olmaz. O halde net bir biçimde ortaya çıkıyor ki çözüm demokratik ulusun demokratik özerkliğe dayalı demokratik konfederalizm sistemidir. Bu devlete değil topluma dayanır, yerel değil bölge düzeyinde birliği esas alır, inkârcı, baskıcı, egemen olan, asimilasyoncu ve soykırımcı değil tam tersine her farklılığın özgürce kendisini örgütleyip, kendi kendini yönettiği, demokratik konfederalizm yönetimine özgürce katıldığı bir sistemi ifade eder. Böyle bir zihniyet ve siyaset dikkat edilirse Ortadoğu’nun tüm sorunlarına bir anda olmasa bile, yine önemli bir çaba ve mücadele istese de giderek çözüm getirecek düzeydedir. Dinsel ve mezhepsel sorunları hızla çözüme götürebilir. Tarihsel olarak oluşmuş kaygılar, korkular, endişeler söz konusudur. Çünkü ağır katliamlar, imha fetvalarına dayalı saldırılar yaşanmıştır. Çeşitli güvensizlikler oluşmuştur. Onların aşılması belli bir zaman alsa da olumlu anlayışın örnek düzeyinde geliştirilmesi her türlü tarihsel kaygıyı, endişeyi ortadan kaldırarak doğru bir anlayışta birliği ve yakınlaşmayı ortaya çıkarabilecektir. Yine tüm dillerin, kültürlerin kendilerini özgürce örgütleyip var edebilmeleri gelişebilecektir. Bölgenin tarihsel toplum gerçekliği zaten buna yakındır. Kabile-aşiret örgütlülüğü Kürtlerde de, Araplarda da, diğer birçok toplumda da fazlasıyla vardır. Böyle bir topluluk örgütlülüğü dil, kültür gelişimini rahatlıkla örgütlendirilip yürütülmesine imkân ve fırsat vermektedir. Sınıflaşmanın ortadan kaldırılması, baskı ve sömürüye dayalı egemen sınıfların aşılması açısından da devletin aşılarak, toplumun kendini yönetmesi, bu temelde demokrasinin inşa edilmesi ile çözüm bulunabilir.
Kuşkusuz en ağırı ve derin olanı kadın özgürlük sorunudur. Kadın üzerinde hiyerarşinin, egemenlikçi-iktidarcı-devletçi sistemin ve kapitalist modernite düzeninin bin yıllara dayalı geliştirdiği baskı, sömürü, eşitsizlik, buna dayalı katliam, taciz ve egemenlik durumudur ki, bunun da zihniyet ve siyaset bakımından adım adım çözüm duruşunun geliştirilmesi hem diğer sorunların çözümünü hızlandıracak, hem de diğer sorunlar bu temelde çözüldükçe kadın özgürlük sorunu çözümünün de zeminini daha çok güçlendirmiş olacaktır. Kuşkusuz tüm sorunların çözümünün temelinde kadın sorununun çözümünü, tüm özgürleşmelerin temelinde kadın özgürlüğüne dayalı toplumsal özgürlüğün geliştirilmesi yatmaktadır. Demokratik özerkliğe dayalı demokratik konfederalizm çözümü eğer felsefe, teori ve siyasi çözüm modeli olarak doğru ele alınır yürütülürse, kadın sorununu zihniyet ve vicdan devrimi temelinde çözümünün gerçekleştirilmesi açısından en gerçekleşebilir çözüm teorisi ve projesi olmaktadır. Kürt sorununun çözümüne dayanarak geliştirilen, günümüzde Ortadoğu’nun sorunlarının çözümü için önerilen demokratik özerkliğe dayalı Demokratik Ortadoğu Konfederalizmi çözümü dikkat edilirse yerelden bölgesele, oradan da evrensele doğru giden bir çözüm modeli olmaktadır. Reel sosyalizme kadar devletçi paradigma temelinde sorunlara özgürlükçü çözüm aramanın içerdiği çözümsüzlüğü aşmada Kürt sorununun demokratik ulus çözümü, demokratik özerklik ve demokratik konfederalizm çözümü temel bir çözüm modeli olarak ortaya çıkmıştır. Kürt sorununun çözüm arayışının doğurduğu söz konusu çözüm modelleri tüm etnik ve dinsel sorunları ve kadın özgürlüğü sorununu çözen bir çözüm modeli haline kendisini getirmiştir. Yine Kürt sorununun çözümü için geliştirilen çözüm projesi Ortadoğu’nun ve dünyanın tüm toplumsal sorunları için çözüm içeren bir model olarak kendisini ortaya koymuştur. Kürt sorununun çözüm modeli diğer bütün sorunların çözümünün de önünü aydınlatmış, onlar için de çözüm modeli yaratmayı bilmiştir.