2016 darbe girişiminden sonra Tayyip Erdoğan sözde darbe için ‘Allah’ın lütfu’ demesinden sonra, kafasındaki soykırım planlarını suç ortağı devlet Bahçeli ile birlikte nasıl harekete geçirdiği bilinmektedir. Her iki yaklaşım ve ifadeler birbirine ne kadar da çok benziyor değil mi?
Sömürgeci-soykırımcı Türk devletinin kurucu kadroları ve yöneticileri ve devamındaki yönetimler ve sistemin partileri Kürtlerin katli ve soykırımı söz konusu olunca hepsi aynı refleksi gösteriyorlar.
Faşist şef Tayyip Erdoğan, kendisine karşı yapılan ve ‘başarısız darbe girişimi’ olarak tarihe geçen 15 Temmuz 2016 sürecini, ‘Allah’ın lütfu’ olarak tanımlamıştır. Aslında 17-25 Aralık 2014 sürecinde suçüstü yakalanmış olarak ağır bir biçimde yargılanmayla yüz yüze kalmışken, 15 Temmuz 2016 darbe girişimini fırsat bilerek, Takrir-i Sükun Yasası’nı güncelleyerek, tüm Bakurê Kurdistan ve Türkiye’de olağanüstü hal yasası adı altında faşist diktatörlüğü kurumsallaştırmak için ilk adımı atmış ve yoğun tutuklamalara girişmiştir. Kurdistan’daki şehir direnişlerinden sonra halkı örgütsüz bırakmak, korkutmak ve halka en ağır cezalar vermek için gerekli olan yasa ve ceza yasaları bir bir çıkararak, Kurdistan’da korkunç bir terör estirmeye başlamıştır. Sokağa çıkıp-çıkmama artık şehir yöneticilerinin iki dudağı arasındadır. Her şehir yöneticisi adeta bir tiran, firavun veya nemrut kesilmiştir. İstedikleri zaman ve sürede köy-kasaba, şehirlerde sokağa çıkma yasağı, yayla yasağı, toplantı, gösteri ve yürüyüş yasağı, yerleşim yerlerine giriş-çıkış yasakları vb çıkarabilmişlerdir. Bununla halkımız üzerinde tam bir denetim kurma imkanını yakalamaya çalışmışlardır. İstedikleri zaman, kimsenin sorgulamayacağı bir biçimde belirledikleri yasaklarla, toplum adeta kıpırdayamaz hale getirilmeye çalışılmıştır. Öyle ki, olağanüstü hal yasaları, giderek olağanlaşmıştır. Özellikle Bakurê Kurdistan’da gün yoktur ki, bir ilin sömürgeci valisi veya bir ilçenin sömürgeci kaymakamı, ‘şu kadar gün boyunca falan mıntıkaya giriş-çıkışlar yasaktır’ ilanı yapmasın. Bununla, sömürgeciliğin kendi soykırım sistemini kurması, kurumlaşması ve denetimi mutlaklaştırmayı hedeflemektedir. Buna bir de geliştirdiği teknik istihbarat imkanlarını da devreye koyarak, adeta insanları yerlerinden kıpırdayamaz duruma getirmek istemektedir. Önemli olan halkımızın korkutulması, sindirilmesi, örgütsüz bırakılmasıdır. Böyle bir amacı gerçekleştirmek için, sömürgeci-soykırımcı Türk devleti ve hükümeti, kendi hukukuna dahi bağlı kalma gereğini görmemektedir.
Sömürgeci soykırımcı Türk devleti kendi yasalarında seçme-seçilme özgürlüğünü çokça dillendirmesine rağmen, Bakur’da buna hiçbir zaman uymamıştır. Yerel seçimlerde Kurdistan halkının kazandığı belediye eşbaşkanlıkları sudan gerekçelerle lağvedilmiş, eşbaşkanlar görevden alınmış yerlerine, geçen yüzyılda ve sıkıyönetim süreçlerinde olduğu gibi işgalci belediye başkanları atanmış, belediye başkanlarını tümüyle bir ideolojik meşrulaştırma maskesiyle kayyum olarak tanımlamışlardır. Atanan sömürgeci memurlar ise, hiçbir ciddi hizmet sunmadıkları gibi, belediyeleri büyük ve altından kalkılması güç borçların altına koyarak, büyük vurgunlar yapmışlardır.
Belediye eşbaşkanlarını tasfiye etmek demek, Kürtlere en büyük hakaret ve aşağılamadır. ‘Siz kendinizi yönetemezsiniz, sizi ancak biz Türkler yönetiriz. Siz kim kendini yönetmek kim?!’ Bu kölelere uygulanan bir muameledir. Nitekim M. Esat Bozkurt denilen ırkçı faşist bunu açıkça söylemekten çekinmemiştir. Faşist M. Esat Bozkurt, hem de Adalet Bakanı sıfatı ile, ‘Türk bu ülkenin yegane efendisi, yegane sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette bir tek hakları vardır. Türklere hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı! Dost ve düşman ve hatta dağlar bu hakikati böyle bilsin’ demiştir.
Bakurê Kurdistan’da ve Türkiye metropollerinde seçilen yurtsever milletvekilleri sudan bahanelerle yasal dokunulmazlıkları, aynı hakaret ve aşağılama zihniyetiyle kaldırılarak, tutuklanmakta, yıllarca cezaevinde tutulmakta ve bu milletvekillerine ağır cezalar verilebilmektedir. Bugüne kadar sistem partilerinin milletvekillerinin, ancak suçüstü, kuvvetli delil vb durumlarında dokunulmazlıkları istisna olarak kaldırılırken, Kürt halkının seçtiği parlamenterlerin, tümüyle soykırım politikasına bağlı olarak basit gerekçelerle dokunulmazlıklarının kaldırılması, artık olağanlaştırılmıştır. Böylelikle halkın hiçbir biçimde kendisini ifade etme imkanı bırakılmamaktadır. Bununla amaç, nasıl ki, soykırımcı M. Kemal, kendisine muhalefet eden milletvekillerinden arındırmak ve kendi istediği gibi bir meclis oluşturmak için seçim yaparak bunu sağladıysa, bugün de faşist şef Tayyip Erdoğan ve Bahçeli hükümeti, partileri kapatıp, siyasi yasaklar getirerek, milletvekillerinin dokunulmazlıklarını kaldırmakta veya milletvekillerine siyaset yasağı getirilerek, seçme-seçilme haklarını ellerinden almaktadır.
Var olan bu OHAL yasası diğer bir amacı ile de Bakurê Kurdistan’ı tümüyle talana açarak, yeraltı zenginliklerini gasp etmek, bununla da büyük ekolojik yıkımlar yaparak, Kurdistan’da yaşanmaz hale getirmektir. Böylelikle de soykırım amacını gerçekleştirmek için Kurdistan’da demografik değişiminin ekonomik, ekolojik zeminini yaratmaktadırlar. Zengin ve bir cennet gibi olan anayurdumuz Kurdistan, kalmakta, yaşamakta ısrar edilen bir vatan değil, adeta kaçılan, viraneye dönmüş bir alan haline getirilmeye çalışılmaktadır. Kurdistan Özgürlük Gerillası karşısında kendisini savunmak ve bazı hainlere maddi imkan sağlamak için yüz binlerce ağaç kesilmekte, Kurdistan talan edilmektedir. Bazı alanların eski ve yeni görüntüleri karşılaştırıldığında bu gerçeklik tüm açıklığıyla ortaya çıkmaktadır.
Aynı şekilde, baraj yapımı ve maden arama adı altında, üzerinde doğup-büyüdüğü toprak parçalarından halk zorla çıkarılmaktadır. Elbette bu tür uygulamaları rahatça yapabilmesi için, her türlü örgütlenmenin, basının, kitle eylemliliğinin, toplantıların vb yasaklanması, sözüm ona yasanın ihlal edilmesi halinde de eylemcilere ağır cezaları öngören uygulanmalar geliştirilmektedir. Her türlü pasif veya aktif eylem içinde bulunan insanların katledilmesi vb durumlarda ise, faillerin hiçbir biçimde tutuklanmaması, tutuklansa da cezalandırılmaması devlet tarafından güvence altına alınmaktadır. Bütün bunlar birer iddia değildir, Çöktürme Planı ile ilgili belgelerde açıkça dile getirilmiştir.
Ayrıca öteden beri Osmanlı sömürgecilerinden başlayarak, ittihatçılar tarafından da devam ettirilen ve sömürgeci-soykırımcı Türk devletinin kuruluş yıllarından sonra da daha planlı uygulamaya konulan demografik değişim gündemdeki yerini korumaktadır. 2012 yılından itibaren Arapları Bakurê Kurdistan’ın çeşitli yerlerine, Ahıska Türklerini Bedlîs alanına yerleştirerek, Kurdistan’ın demografik yapısını bozmakta, böylelikle 21. yüzyılını Türk ırkının yüzyılı haline getirmek istemektedirler. Bedlîs’in seçilmesi tesadüf değildir. Kürt soykırımcısı İsmet İnönü, Dersim’e yönelik hazırlıklar bakımından bir rapor hazırlamak üzere Kurdistan’a gittiğinde, Bedlîs’e ilişkin şunları söylemektedir: ‘Bitlis, Hizan ve Mutki arasında sunî olarak daima devlet kuvveti ile vücuda getirilmiş bir Türk şehri ve merkezidir. Yine ancak devlet tedbiri ile bir Türk merkezi olarak durabilir. (…) Bitlis olmasaydı, bizim onu yaratmamız icap edecek idi. Bu mülâhazanın neticesi şudur: Bitlis’i kuvvetli bir merkez olarak bir Türk yuvası ve kalesi halinde tutmalıyız. Bitlis halkı, etrafındaki Kürt mıntıkaya hulûl etmeğe alışkındır. Onların bu hassası Türk kültürü için bize bulunmaz bir yardımcıdır.’
Tayyip Erdoğan ile Devlet Bahçeli isimli faşist şefler, 2015 Kasım seçimlerinden sonra 2017 Nisan referandumuyla, anayasada değişiklik yaparak, başkanlık sistemini geliştirip, Tayyip Erdoğan’ı Türkiye’yi içte-dışta ilgilendiren her konuda tek karar verici konumuna getirdiler. Bunun işlemesi için de sistem buna göre yeniden oluşturulmuş ve pratiğe geçirilmiştir.
Faşist şef, sistemi tümüyle kendi amaçları doğrultusunda örgütlemek için ilk günden itibaren, devlet ve iktidarların temel ideolojik aygıtlarının başında gelen medyayı denetim altına almak istemiştir. Bu baskıların yanı sıra, şantaj ve çeşitli mali-ekonomik politikalarla medya üzerinde bir denetim, hatta tekel kurmuşlardır. Bu temelde oluşturulan medya organizasyonu tam bir özel savaş medyası olarak Kurdistan Özgürlük Mücadelesi’ne, halka, kadınlara, gençlere, emekçilere ve tüm muhalif kesimlere karşı çalışmaktadır. Öte yandan ırkçılık, milliyetçilik, kadın düşmanlığı ve iktidar İslam’ını geliştirip örgütlemek için onlarca ajan-provokatör, gazeteci, güvenlik uzmanı, siyaset bilimci, ekonomist vb. farklı akademik unvanlarla, özünde birer MİT elamanı olan bu sahibinin sesi unsurlar yaratmışlardır. Bunlar da gündem çarpıtma, algı oluşturma, dezenformasyon, manipülasyon konusunda aldıkları büyük maaşlar karşılığında 24 saat durmadan çalışmaktadırlar. Faşist iktidarın denetimi altında yüzlerce televizyon kanalı, radyo, onlarca gazete-dergi ve binlerce kişinin istihdam edilmiştir. Dijital medya alanında büyük bir denetim sağlamışlardır. İstedikleri gündemi hakim kılmışlar, her türlü alternatif gündemi etkisizleştirmede, boğmada ahtapot gibi bu adı medya kuruluşu olan kurumlarını harekete geçirilmişlerdir. Tüm bunları da yasal bir düzenlemeye tabi tutulmuşlardır.
Yandaş basın yaratmayı Kürt soykırımcısı ve Takrir-i Sükûn Yasası’nın sahibi M. Kemal de yapmıştır. Bir taraftan Kurdistan’da her türlü zulüm, baskı, işkence, idam ve katliam ile fiziki soykırım uygularken, Türkiye’de muhalif gazeteleri kapatmış ya da yöneticilerini tutuklamış veya tehdit ederek susturmuştur. Buna karşılık, kendisinin propagandasını yapacak gazete ve gazetecileri de adeta paraya boğmuştur. Göbels’e ilham kaynağı teşkil edecek propagandacılar için nemalanacakları bir ortam yaratılmıştır.
Özcesi, siyaset bilimci Dr. Lawrence Britt, faşizmin karakteristik özelliklerinden birisini ‘kitle iletişim araçlarının kontrol altına alınması’ olarak belirtir. Ayrıca, ‘kimi zaman medya hükümet tarafından doğrudan kontrol edilirken, diğer durumlarda dolaylı olarak diğer genelgeler, mevzuatlar, sempatik medya temsilcileri ya da yöneticileri tarafından kontrol edilir. Sansür, özellikle savaş dönemlerinde oldukça yaygındır’ biçiminde bazı örneklerle de bu özelliği açımlamaya çalışır. Sömürgeci-soykırımcı Türk devletinin yaptıklarının tüm bunların daha ötesi olduğu ortadadır.
Önder Apo’nun İmralı’da, gerillanın Zap, Metîna, Avaşîn ve Xakurkê’de, hayatın her alanında kadın ve gençliğin direnişi, faşist hükümetin stratejik planını tümüyle kırmamış olsa da önemli oranda durdurmuş ve geriletmiştir. Rojava devriminin ekonomik hedeflere yönelik ağır bombardımanlara rağmen ayakta durması, AKP-MHP faşist iktidarını önemli oranda geriletmiş, baş aşağıya gidiş sürecini belirgin bir biçimde başlatmıştır.
En önemlisi de Çiyager, Xebat, Soro ve Zinarîn yoldaşların şehir direnişleriyle başlayan fedai duruşları, Zinar ve Doğa ile yükselmiş, Sara-Rûken, Rojhat-Erdal yoldaşların eylemleriyle zirveleşmiştir. Özellikle Rojhat ve Erdal yoldaşların sömürgeci zulmün başkentinin en merkezi yerine kadar girmeleri ve eylem yapmaları, yaratılmak istenen pasifikasyon havasını önemli ölçüde dağıtmıştır. Bu durum Türkiyeli devrimci-demokrasi güçlerini de etkilemiş yer yer harekete geçirmiştir. Sınırlı da olsa sömürgeci-soykırımcı rejim karşısında kimi ittifaklar geliştirmiştir. Bazı burjuva kliklerini dahi etkilemiştir. Bunun karşısında sömürgeci-soykırımcı Türk devletinin faşist hükümeti, 2022 Ekim’inde kamuoyunda Dezenformasyon Yasası olarak bilinen, ‘Basın Kanunu’, ‘İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanunu’nu çıkarmış ve bu kanunların ihlali durumunda, Türk ceza kanununda hangi cezaların verileceği belirtilerek, işler kitabına uydurulmuştur. Çıkarılan bu yasalarla, sömürgeci-soykırımcı hükümete yönelik en küçük bir eleştiri, dijital medyada bir mesaj, haber, analiz vb gözaltına alınma, kontrollü serbestlik, tutuklama, hesapların kapatılması, TV, radyo, gazete ve dergilerin kapatılması, ağır para cezalarıyla cezalandırılmasına neden olmaktadır. Gazetecilerin tutuklanmasıyla muhalif kesimler susturulmaya çalışılmıştır. Ancak öte yandan, faşist rejimin medya kuruluşları ve kadrolarının önü sonuna kadar açılmıştır. Meşhur halk deyimiyle; taşlar bağlanmış, kudurmuş köpekler sürüler halinde ortaya salınmıştır.
Seçim yenilgisine cevap: Soykırım politikalarına devam!
Ancak 31 Mart yerel seçimlerinde AKP-MHP hükümetine, Önder Apo üzerinde yürütülen tecride, gerilla karşısında kullanılan her türlü yasak patlayıcı ve kimyasal silahlara, tüm seçim hilelerine, her türlü baskı, yasak, tutuklama, katletme, başta kendi anayasaları ve yasaları olmak üzere hiçbir yazılı hukuk kuralına uymama, tam bir keyfiyetle istediği gibi hareket etmesine rağmen, ağır bir yaşatılmıştır. AKP-MHP hükümeti Kürt soykırımını hayata geçirmenin önündeki tüm engelleri aşmaya dayanan stratejik planlamasını yeniden hayata geçirmek için durum değerlendirmesi yapmış ve ona göre pratik bir planlama çıkarmıştır. Güncel olarak bunları birer birer hayata geçirmeye çalışmaktadır. Onun için de, bu yeniden geliştirilen imha ve kültürel kırım politikalara karşı yapılması gerekeni iyi anlamak gerekmektedir.
Şimdi karşı karşıya olduğumuz gerçeklik şudur: AKP-MHP faşist hükümeti tarafından yapılan stratejik planlamayı pekiştirme, uygulama olanaklarına kavuşturma yönündeki planlamayı doğru anlamak ve bu planlamayı nasıl harekete geçirmek istediklerini doğru anlamak gerekir. Önemle üzerinde durulması gereken bu planlamaları iyi görme ve bu planlamaları boşa çıkarmayı başarmanın gücünü ortaya çıkarmaktır.
Devletin stratejik planlaması
Geçen yüzyılda, 29 Ekim 1923’te ilan ettikleri sömürgeci TC’nin, kuruluş felsefesi ve zihniyetini, 21. yüzyılda daha da geliştirip büyütmek derin planlamaların eksenini oluşturmaktadır. Bu planlama, derin dehlizlerden, plazalara ve saraylara kadar üzerinde iyice düşünülmüş bir stratejidir. Üçüncü dünya paylaşım savaşı ortamında geliştirilen soykırımcı-sömürgeci zihniyet ve felsefeye dayanan bu stratejik planlamanın, öncelikli olarak Kurdistan, Türkiye ve bölgede yaşama geçirilmesi hedeflenmektedir.
Sömürgeci-soykırımcı Türk devletini oluşturanların kök düşüncesi, ‘Türklük eşittir Türkiye’dir. Ya da Türkiye eşittir Türklüktür.’ Faşist TC Devleti’nin açıklanan tarihi belgelerine-özellikle de 1923-30’lı yıllara ait belgelere- göz atılırsa, bu devletin kurucu kadrolarının faşist zihniyetlerinden süzülen düşüncelerinin bu anlama gelecek kendi kalemleriyle yazılmış onlarca ifadesini bulmak mümkündür. Faşist şef Tayyip Erdoğan da, 2006 Mart’ında, ‘kadın da olsa, çocukta olsa güvenlik güçleri gerekenleri yapacaklardır.’ Ardından da önceki yaptıklarından fazlasını yapmışlar ve daha da yapmaya devam etmektedirler. Onun için de bunun zeminini tüm kurumlarıyla güçlü oluşturmaya çalışmaktadırlar.
Kürtlerin ve diğer halkların yok edilmesi temelinde kurulan sömürgeci Türk devletinin, ikinci yüzyılda nasıl olması gerektiği üzerinde de bir tartışma yürütülmüştür. Kararı verilecek olan şudur; bu ikinci yüzyılda da inkar ve soykırıma devam mı, yoksa gerçek bir demokratikleşme temelinde başta Kürtler olmak üzere, bu coğrafyanın tüm halklarıyla yüz yıl gecikmeli de olsa, hep birlikte baharlaşma ve çiçeklenme mi?
Önder Apo, Kürt sorununun çözümüne ilişkin siyasi, hukuki, tarihsel, toplumsal, kültürel, güncel gerçeklere ve olası gelişmelere dayanan bir çözüm geliştirmiştir. Bu çözümü ‘Demokratik Türkiye, Özgür Kurdistan’ biçiminde formüle etmiştir. En amansız İmralı zindan koşullarında dahi böyle bir çözümü geliştirmek için büyük bir çabanın sahibi olmuştur. Yürütülen diyalogların eksenine de bunu yerleştirmeye çalışmıştır. Ancak görünüşte ve yüz yüze görüşmelerde bu konuda ‘demokratik çözüm’ sözlerini ağzından düşürmeyen sömürgeci-soykırımcı Türk devletinin temsilcilerinin, öte yandan ‘Çöktürme Planı’ için özel çalışmalarını da yürüttükleri ortaya çıkmıştır.
Belli ki bir zihniyet ve bu zihniyetin stratejik bir planlaması gerçekleştirilmiştir. Gerçekten de aynı süreçte bir taraftan Önderlikle ve Oslo’da PKK heyetiyle görüşme yaptıran faşist şef Tayyip Erdoğan, öte yandan da deyim yerindeyse görüşme odasından çıkar çıkmaz, diğer bir odaya geçerek, görüşmelerin sonuçlarından da yararlanarak ‘Çöktürme Planı’ yaptırıyormuş. Ya da önce Çöktürme Planı görüşmeleri yapıyorlar, öte yandan da görüşmelere katılıyorlarmış. Ortaya çıkan ise Çöktürme Planı’dır. Bütün bunların özel ve tek anlamında ise, soykırımcı Türk devletinin Kürtlere uyguladığı soykırımı tamamlamak, Türkiye devleti sınırları içindeki Bakurê Kurdistan’da ve metropollere dağıtılmış bulunan Kürtleri, Türk uluslaşması içinde eritip yok etmek için, Takrir-i Sükûn, ihaneti vataniye, İstiklal Mahkemeleri, Şark Islahat Planı, 141. madde ve benzerleri, Çöktürme Planı’yla güncellenmek istenmektedir.
22 Mayıs tarihinde kamuoyuna açıklanan ‘Seferberlik ve Savaş Hali Yönetmeliği’ uzunca bir değerlendirmeyi hak ediyor. Ancak biz burada uzun uzadıya konu üzerinde durmayacağız. Özetle şunu belirtmekle yetineceğiz. Söz konusu yönetmelik, zaten pratik olarak Kurdistan’da uygulanıyordu. Faşist şef zaten yeterince Kanun Hükmünde Kararnamelerle bunu yapıyordu. Kurdistan’da bunları uygulamak için, sömürgeci soykırımcı Türk devletinin ve hükümetinin herhangi bir yasaya ihtiyacı yoktur. Devletin kuruluş felsefesi ve zihniyeti ve bu zihniyet ile yetiştirilen devlet yönetim çekirdeği ve kadrosu, zaten burada belirtilen hükümleri uygulamak üzerine eğitilmişlerdir. Ancak bu yönetmeliğin görülmesi gereken diğer bir sivri ucu da Türk devrimci, demokratik sol güçlere, emekçilere yönelik olan kısmıdır. Bunun da iyi görülüp anlaşılması gerekmektedir. Burada farklı olan tek şey, daha önce bakanlar kuruluna ait olan bu yetkilerin, tümüyle faşist şefin eline verilmesidir.
Bunun anlamı, TC Devleti Üçüncü Dünya Savaşı koşullarında; Önder Apo’nun İmralı’da, gerillanın Kurdistan’ın dört bir yanında ve Kürt halkının legal-siyasal alandaki direnişlerini bastırmak için, artık herhangi bir olay veya tepkiyi son derece keyfi olarak bir savaş hali olarak ilan edebilir. Bunun pratikleşmesi için gerekli tüm yönetmelik kurallarını bir bir harekete geçirebilir. Sözde hukuk, kanun ve anayasayı da ortadan kaldırabilir. Zaten pratikte yaptığı da budur. Kürtlerle şu veya bu biçimde direkt veya dolaylı ilişki, ittifak içinde olan parti, dernek, sendika, belediye başkanları, milletvekilleri, kadın, genç vb. herkesi Kürtlere karşı ilan ettiği savaşın kapsamı içine alabilirler. Bununla da esas olarak 21. yüzyılı Türk asrı ve Türkleştirme asrı yapmak istemektedirler. Esas strateji budur.
Takrir-i Sükûn ve Şark Islahat Planı’nın güncellenmiş halidir
AKP-MHP hükümeti belirtilen planlamalarını uygulayabilmek için Önder Apo’nun işaret ettiği gibi, anayasayı tümüyle buna göre düzenlemek ve sonra da herkesi bu anayasaya zorla uydurmaya çalışmayı hedeflemektedirler. Kurdistan ve Türkiye halklarını bekleyen böyle bir gerçekliktir. Faşist şeflerin anayasayı gündeme koymaları ile, sadece bir gündem oluşturmak değil, gerçekten de anayasayı yeşil faşizmin kurumlaşmasına olanak veren, var olan sınırlı engelleri de aşmak istedikleri çok açıktır. Aslında pratikte yaptıklarını anayasa ile güvence altına almak, her türlü ceza ve yargılanmalardan kendilerini muaf kılmak ve tüm yaptıklarını meşrulaştırmak için böyle bir anayasaya ihtiyaçlarının olduğu görülmektedir. Zaten Erdoğan-Bahçeli faşist şeflerinin kiralık katili Süleyman Soylu çok açıkça ‘siz yapın hukuk arkanızdan gelir’ anlamında şeyler söylemişti. Yani istediklerini yapacaklar, sonra da bunu deyim yerindeyse kitabına, yasal kılıfına uyduracaklar.
Ekonomik ve mali krizin hangi boyutlara ulaştığı ortadadır. Buna neden olan elbette Kurdistan Özgürlük Gerillası’na karşı yürüttükleri savaşın giderleridir. Nitekim geçen yıllarda, yoksulluktan, hayat pahalılığından, enflasyondan, doların sürekli yükselmesinden ve Türk Lirası’nın pula dönüşmesinden rahatsız olan halkın eleştirileri karşısında faşist şefler, halka yaptıkları konuşmalarda, ‘siz bir merminin kaç lira olduğunu biliyor musunuz’ diye sormuşlardı. Kendileri verdikleri cevapla Kurdistan ve Türkiye’nin zenginliklerinin, uçağa, tanka, topa, İHA-SİHA’ya, savaş gemisine, askeri lojistiğe, koruculara, çetelere, SADAT’a, sözleşmeli uzmanlara, milyonu bulan polis, özel tim, ordu, bekçi Kuzey Suriye’deki ve Başur’daki çetelere ve benzerlerine gitmektedir. Peki bundan halkların, emekçilerin kazancı nedir? Kocaman bir hiç! Devrimci-demokratik mücadele bileşenleri ise bu gerçekliği dile getirmekte yetersiz kalmaktadırlar. Faşist şefler muhalefetin güçsüzlüğünden faydalanarak, ekonomi ve maliyeyi düzeltmek, enflasyonu düşürmek ve hayat pahalılığını ortadan kaldırmak için, ‘tasarruf tedbirleri’ adı altında göstermelik ve uyduruk bir karar aldılar. Bununla da esas olarak, Kurdistan’da ve bölgede, hatta kimi Afrika ülkelerinde yürüttükleri haksız sömürgeci ve emperyalist savaşı gizlemek istemektedirler. Tasarruf tedbirleriyle halkı savaş koşullarına alıştırmak, buna göre halkı hazırlamayı planlarken, olası karşı çıkışları da bastırmak için savaş hali yönetmeliğini çıkarmışlardır. Ancak, Kurdistan’a yönelik soykırım savaşına akıtılan harcamalarda ve Saray’daki bol kese harcamalardan en küçük bir kısıntı yapma niyetleri dahi yoktur.
Faşist şef Erdoğan’ın gerek son bir yıl içinde Irak sömürgeci devleti ve ihanetçi Barzani ailesiyle yürüttüğü diplomatik ilişkiler ve gerekse de Mısır, İran, ABD-Avrupa ve Rusya ekseninde yürüttüğü diplomasi tümüyle Kurdistan özgürlük mücadelesini bastırmaya dönük olmuştur. Açıktan yürüttüğü bu ilişkilere bir de Suriye vb. güçlerle yürüttüğü gizli diplomasiyi, yani istihbaratlar arasında yürütülen görüşmeleri de eklemek gerekir. Bunların hepsi de, aynı stratejik planlamanın diplomatik parçalarıdır.
Oluşturdukları eğitim programına kabaca bir göz atıldığında, oluşturmak istedikleri yeşillenmiş Türk faşizmine göre bir birey ve toplum yaratmayı hedefledikleri çok açıktır. Kürt ve Kurdistan’a ait, Alevilerin kimlik ve özgürlüğüne, kadınların temel hak ve özgürlüklerine dair tek bir sözcük yoktur bu eğitim programında. Tam da yeşil faşizmi çocukların, gençlerin beyninde, yüreğinde yaratmayı hedefleyen bir eğitim programıdır. Eğitim sistemini sadece laik-anti laik kıskacında tartışmak yetersiz bir yaklaşımdır. Bütünlüklü ele alınması gereken bir konu olduğu açıktır. Bir devletin eğitim programı, var olan tüm programlardan daha önemli ve daha esastır. Onun için de geleceğe ilişkin birey ve toplumu biçimlendirecek, zihniyet, ruh, ahlak ve davranış kazandıracak olan bir eğitim, AKP-MHP faşizmine ve holdingleşen tarikatlara bırakılmayacak kadar ciddi ve önemli bir iştir. Çünkü hangi ideoloji ve felsefeyle eğitim yapılıyorsa, sonuçta kazanan o olacaktır. Çünkü toplumsal ilişkiler, oluşturulan ilişkilerdir. Toplumsal ilişkilerin özü de eğitimdir.
Kurdistan halkı, kendi varlıklarını tanımayan, hiçbir hak ve hukukuna yer vermeyen, çocuklarını tümüyle yeşillenmiş Türk faşizmine göre şekillendirmeyi hedefleyen bu eğitim programına karşı mutlaka tartışılarak boykot kararı almalı ve her evin okula dönüştürülmesi sağlanmalıdır. Belediye eşbaşkanlarının yerine atanan faşist sömürgeci kayyumlardan daha tehlikeli olan bu kültürel soykırımı ifade eden bu eğitim programına karşı, en az kayyumlara karşı gösterilen tepki kadar tepki gösterilebilinmelidir. Kürt halkı, kadınlar ve gençler bu konuda öncülük yapabilmelidir.
Etki Ajanlığı Yasası toplumu sindirmenin ve ajanlaştırmanın adımıdır
Son zamanlarda gündemleştirilen konulardan bir tanesi de Etki Ajanlığı Yasası’dır. Bir insanın herhangi bir söz veya davranışını rahatlıkla bir başka devletin veyahut devlet dışındaki muhalif kesimlere yakın veya paralel görüş belirttiklerinde söz konusu devlet veya muhalif örgütle ilişkilendirilerek ona hizmet ettiği yönünde kanaate ulaşılabilir. Bu kanaat, herhangi bir kanaat değildir. O herhangi devlet veya örgüte bağlı bir istihbarat elemanı olduğu belirtilerek izlenebilir, gözaltına alınabilir, gerektiğinde de tutuklanıp ona ceza verilebilir. Basında tartışıldığı kadarıyla cezası da 3 yıldan başlamaktadır. Bir tür bir dönem ABD’nin Mc Cartyciliği gibi bir şey. Mc Carty döneminde ABD’de her insanı Sovyet ajanı olarak değerlendirmek ve gözaltına almak hatta yargılamak mümkün hale gelmişti.
Şimdi AKP-MHP faşist hükümetinin 31 Mart Yerel Seçimleri’nde aldığı yenilgiden sonra, Kurdistan’da başlayan serhildanlar ve Türkiye’de yavaş yavaş kendini gösteren rejimi cepheden sorgulamalar, AKP hükümetinde paranoya geliştirmiştir. Hükümet, herkesten şüphelenen, herkesi farklı farklı devletlerin veya örgütlerin ajanı olmakla itham etme gibi bir paranoyaya girmiştir. Bununla 2022 yılında çıkarılan Dezenformasyon Yasası’yla birlikte düşündüğümüzde, AKP-MHP faşist hükümeti, başta Kurdistan Özgürlük Mücadelesi olmak üzere Türkiye’deki her türlü muhalif sesi, eleştiriyi veya sorgulamayı rahatlıkla PKK ile ilişkilendirerek izleme, dinleme, gözaltına alıp tutuklamaya gidebilir. Örneğin, Şebnem Korur Fincancı Hoca, Kurdistan Özgürlük Gerillası’na karşı kullanılan kimyasal silahlardan etkilenen gerillaların görüntüleri yayınlandıktan sonra; izlediği görüntülerden hareketle, ‘İncelenmesi gerekir, sinir gazı kullanılmış olabilir’ demesi dahi, onun tutuklanmasına ve PKK ile ilişkilendirilmesine kadar vardırılmıştır. Yine Tele 1 Genel Yayın Yönetmeni Merdan Yanardağ, Önder Apo için, ‘tecrit uygulandığını, filozof olduğunu’ belirtmesi üzerine apar topar tutuklanarak cezaevine konulabilmiştir. Her iki örnek başta Türk halkından emekçilerinin, aydınlarının Kurdistan Özgürlük Hareketi’ni açıktan veya dolaylı sahiplenmesini engellemek için yapılmıştır. Bu temelde eskiden de yaptıkları gibi bu iletişim çağında, iletişimsizliğin mümkün olmadığı, iletişimin sınırlandırılmasının mümkün olmadığı koşullarda dahi, böyle yasalarla herkesi ya ajanlık yapma ya da işbirliği yapma, üye olmamakla birlikte, yardım etme gibi uydurma ceza yasalarıyla Takrir-i Sükun Yasası güncellenmek istenmektedir.
Sonuç olarak; AKP’nin şefi Tayyip Erdoğan, cumhuriyetin ikinci yüzyılının hemen başında 2002’den beri Kürtleri tarihten silme stratejisini uygulamak için artık beyaz ve siyah faşizmlerin iş görmediğini, tıkandığını ve dönemlerini tamamladıklarını, bu yarım bırakılmış soykırım sürecini ancak yeşil faşizmle tamamlayabileceğini düşünüp hedeflemektedir. Bunun için de daha önce yaptığı anayasal değişiklikleri yeterli görmeyerek yeni bir anayasa yaparak bu süreci ‘ikinci bir Atatürk’ olarak tamamlayarak tarihe geçmek istemektedir. Bunun için Ergenekoncularla kol koladır. Bunun anlamı serbest bırakılan faşist generalleri ile bu ilişkiyi güncellemekten ve CHP’yi de kafalama girişiminden başka bir şey değildir.
Bunun için de öncelikli olarak faşist şef Erdoğan ‘Çöktürme Planı’nı anayasal bir çerçeveye kavuşturmak istiyor. Yumuşama, normalleşme vb. kavramları da, CHP’yi, cumhuriyetin ilk 8 yılında yaptıklarının sorumlusu olarak yeni dönemde de kendi yedeğine almak amacıyla, sarf etmektedir. Dolayısıyla özellikle son iki yıl içerisinde verilen mesajlar, çıkarılan kanunların hepsi, bunu hazırlamaya yöneliktir. Bunun diğer bir ayağı olarak da Kürt ihanetinin sembolü olmakta adeta can atan Barzanileri de yanına alıp bu sürece aktif olarak katmak istemektedir. Devlet Bahçeli denilen soykırımcı faşistin, Kürt-Kurdistan denilince tansiyonu yükselen bu zatın, Hizbulkontra’nın şefiyle kucaklaşması ve yine Rojava seçimlerini boykot ettiği için ENKS denilen uluslararası ihanet şebekesinin şeflerini kutlaması, bu stratejide ne kadar ısrarlı olduklarını ortaya koymaktadır. Tüm bunlardan hareketle Önder Apo üzerindeki tecridi daha da sıkılaştırmak için Önder Apo’ya peş peşe verilen cezalar, gerillaya yönelik kimyasal da dahil her türlü silahın kullanılması, Dezenformasyon Yasası’ndan sonra Etki Ajanlığı Yasası’nın çıkarılması ve en son Colemêrg Belediye Eşbaşkanlığı’na darbe yapmaları, CHP ile görüşmeleri, tümüyle böyle bir stratejinin hayata geçirilmesinin pratik adımlarıdır. Buna karşı çokça dile getirilen fakat uygulanmada hala ciddi yetersizlikleri olan halklar birlikteliği güçlü bir şekilde örgütlendirilmelidir. Siyasal ve toplumsal alanda oluşturulacak bu örgütlenmenin yanı sıra dağlarda, ovalarda, şehirlerde, Türkiye metropollerinde güçlü gerilla birimlerinin oluşturulması ertelenmemesi gereken bir görev olarak önümüzde durmaktadır.
Kendimizi yanıltmadan, yeşil faşizmin 22 yıllık tırmanışını ve kurumlaşmasını göz önüne alarak, küçümsemeyerek, basite almadan bunu boşa çıkarmak için güçlü hazırlık yapılmalıdır. Evet, düşman plan yapıyor, ancak tam da baş aşağıya gittiği bir süreçte stratejik planlamasını pratikleştirmeye çalışıyor. Böylesi bir süreçte Kurdistan ve Türkiye halklarının süreç hakkında doğru ve güçlü bilinçlendirilmesi, dönemin gereklerine göre örgütlendirilmesi ve mücadelesiyle beyaz faşizmi tarihe gömdüğümüz gibi, yeşil faşizmi de tarihin çöp sepetine atabiliriz.
– BİTTİ-