Tarihi 15 Ağustos Devrimci Atılımımızın 40’ıncı yıldönümü yaşıyoruz. Başta Büyük Atılımın Mimarı Önder Apo’yu saygıyla selamlıyor, 15 Ağustos Ulusal Diriliş ve Gerilla Bayramını kutluyoruz. Yine tüm yoldaşların, kahraman gerilla güçlerimizin, kadınların ve gençlerin, yurtsever halkımızın ve dostlarımızın 15 Ağustos Diriliş ve Gerilla Bayramlarını kutluyoruz. Tarihi Atılımın ölümsüz komutanları Egîd ve Zîlan yoldaşlar şahsında tüm kahraman şehitlerimizi saygı, sevgi ve minnetle anıyoruz. Amaçlarını başarma ve anılarını yaşatma sözümüzü yineliyoruz.
Kuşkusuz bir halkın, özgürlük uğruna 40 yıl kesintisiz savaş yürütmesi büyük bir öneme sahiptir. Hele hele bu halk, Kürt halkı gibi devletçi uygarlık tarafından yok sayılıp yok edilmek istenen ve tarih boyunca özgürlük uğruna savaşma gücünü, iradesini, iddiasını gösterebilmiş ve bunu başarabilmiş bir halk ise bu çok daha önemli oluyor. Kuşkusuz 10 yılı bulan bir ideolojik-örgütsel-siyasi hazırlık sürecinden sonra 15 Ağustos Atılımı hayat buldu. Dolayısıyla elli yıllık kesintisiz bir özgürlük mücadelesinden ve bu mücadeleyi yürüten Kürt halkından bahsediyoruz. Kurdistan tarihinde böyle bir şey ilk defa Önder Apo öncülüğünde gerçekleşmiştir. Tarihte böyle örgütlü, bilinçli, kendi öz gücüne dayalı kesintisiz bir özgürlük savaşı olmamıştır. Bütün zorluklara, acılara, imkânsızlıklara rağmen, Önder Apo, böyle bir gücü gösterebilmiştir. Kuşkusuz tüm bu gelişmeleri ve bunları ortaya çıkartan özgürlük yürüyüşünü, Önderliğin dehası, iradesi, yaratıcı emeği ortaya çıkartmıştır. Bu temelde Önder Apo’nun düşünsel ve pratik doğrularıyla Kürt halkının, gençlerinin ve kadınlarının özgürlük tutkusu, talebi, cesaret ve fedakârlığı birleşince söz konusu gelişmeleri yaratan özgürlük mücadelesi ortaya çıkartıldı.
Kuşkusuz bunları böyle ifade etmek bir yanıyla kolaydır. Fakat bu elli yıl hiç de öyle kolay yaşanmadı. Önder Apo, her zaman bu yürüyüşün her anının büyük zorluk ve engellere karşı mücadeleyle geçtiğini ifade etti. Yine yaşanan süreci doğru anlayabilmemiz, yaratılan gelişmelere doğru sahip çıkabilmemiz, bu sürecin derslerini yeterince özümseyebilmemiz için bize bunu hep hatırlattı. Çünkü Kürt toplumunun elli yılı aşan bu büyük özgürlük mücadelesinin zengin dersleri dışında başka bir dayanağı yok. Yarattığı somut kazanımlardan çok bu zengin derslerle dolu tecrübeyi önemsemek lazım. Bu tecrübe birikimini doğru ele alabilmek ve derslerini doğru çıkartabilmek gerekli. İnsan rahatlıkla Kürt toplumunun altın değerindeki yegane hazinesinin bu olduğunu söyleyebilir. Bundan sonraki yürüyüşünün bu hazineyi doğru değerlendirmeye ve kullanmaya bağlı olduğu açık. Bu bakımdan öncelikle bu gerçekliğe dikkat çekmek önemli oluyor.
40 yıldır en çok tartışılan konu 15 Ağustos Gerilla Atılımı oldu
Çok açık ki bu geçen 40 yıl boyunca Kurdistan’da, bölge ve dünyada en çok tartışılan konu 15 Ağustos Gerilla Atılımı oldu. Bu temelde gelişen gerilla savaşı sürekli tartışıldı. Herkes, bu tarihi hamleye kendi anlayışı ve çıkarı doğrultusunda yaklaştı, anlamak, anlamlandırmak istedi. Böyle bir gelişmeden kendisi için yararlı dersler çıkartmak istedi. Yine bu tarihi atılım Önder Apo ve parti tarafından değerlendirildi. Kürt halkı, aydın ve sanatçıları tarafından ele alındı. Dost-düşman herkes atılıma dair her şeyi söyledi. Kurdistan’da en çok konuşulan konuların başında geldi. En çok söz 15 Ağustos Atılımı ve Kurdistan’daki gerilla savaşı üzerine söylendi. En güzel şiirler bu atılım üzerine yazıldı. En güzel türküler 15 Ağustos Atılımı ve onun kahramanları üzerine söylendi. En yeni, anlamlı, coşku ve heyecan veren duygular bu temelde gelişti. Önder Apo bu hamleyi, “İnsan olarak kalmakta ısrar” diye tanımladı. Dolayısıyla 15 Ağustos Atılımı’nı, bir insanlık atılımı olarak ifade etti. Buna “bir ısrarın, inadın, inancın atılımı” dedi.
Kuşkusuz inanç, zaferi görebilmekti. Israr, kendini çok abartan, çok büyük gören ve yenilmez sanan faşist-sömürgeci-soykırımcı düşmanı yenebilmek içindi. İnat da, mücadele yürütenlerin zayıflıklarına karşı mücadele içerisinde zaman zaman ortaya çıkan “olmaz” yaklaşımının yenilebilmesi, aşılabilmesi içindi. Gerçekten de başlangıcından günümüze kadar atılımın her adımında Önder Apo’nun böyle bir ısrarı, tutkulu inancı, inatçı mücadelesi olmasaydı, mevcut koşullarda böyle uzun süreli bir savaşın başarıyla yürütülebilmesi kesinlikle mümkün olmazdı. Bunu bu biçimde net olarak görüp ifade edebilmemiz lazım. Çünkü ortalama insan aklına göre gerçekleşebilecek bir durum değildi. Bu iktidar ve devlet düzeninin anlayış ölçüleri bunun olabileceğine kesinlikle ihtimal vermiyordu. Böyle bir şeyi dillendirmeyi bile en büyük tehlike olarak görüyordu. Böyle bir işe yönelimi felaket olarak değerlendiriyordu. Yeni katliamların kapısını açma olarak anlıyordu. Kürt halkını felakete sürüklemek olarak tanımlıyorlardı. Bu yüzden bu sürecin ilk adımlarını oluşturan PKK gruplarına “ipini koparmışlar, yandım Allah çeteleri” gibi yakıştırmalarda bulunuyorlardı. Özellikle sömürgeci-soykırımcı-faşist rejime bağlı kılınmış küçük burjuva mantığı, böyle bir şeyin olabileceğini kesinlikle düşünmediği gibi, dile getirilmesinden bile vebadan korkar gibi korkuyordu.
Zaten sömürgeci-soykırımcı güçler, bu işi çoktan bitirdiklerine inanıyordu. Ağrı direnişinin ezilmesinin ardından “Hayali Kurdistan burada meftundur” diye gazetelere karikatür çizdiler, ilan verdiler. Yani “yok ettik ve toprağa gömdük” diyorlardı. Kendilerine göre öyle bir sonuca ulaşmışlar, bu amacı başarmışlardı. Buna rağmen yine de bir korku yaşıyorlardı. Ama tarihsel olarak soykırımı tamamladıklarına inanıyor, bu temelde kendilerine güveniyorlardı. Çünkü Kürt toplumuna dayatılan bu soykırımcı saldırılar, aynı zamanda bir dünya sistemiydi. O yüzden bu soykırımcı güçler bu sisteme umut bağlıyor, güven duyuyorlardı, bu sistemin gücüyle her türlü özgürlükçü gelişmeyi rahatlıkla bertaraf edebileceklerini hesap ediyorlardı.
İşte Önder Apo, böyle bir ortamda, bütün bu düşünülen, söylenilen ve öngörülenlerin tersine, yeni bir düşünce, ruh ve yaşam anlayışı olarak ortaya çıktı. Önderliksel çıkış bunu ifade ediyor. Çünkü yaşamı buna göre değerlendirdi, inceledi. Sadece Kurdistan’da değil, Türkiye ve dünyada, var olana aykırı bir düşünme, söz söyleme ve tutum geliştirme gücü ve iradesi olarak ortaya çıktı. Tabii bunun ne anlama geldiğini daha doğru ve yeterli bir biçimde bilince çıkarmalıyız. Böyle bir güç, irade, iddia ve inanç nasıl oluşuyor, nasıl ortaya çıkıyor, herkese ters, aykırı bir duruş nasıl olabiliyor? Bunu anlayabilmemiz lazım. Önderliksel duruş, Önderlik gerçeği bunu ifade ediyor.
Kuşkusuz bu da bilinç işidir. Eğer bu bir anlam gücüne, bilince dayanmazsa, geleceğe dair bir şeyler görülemezse böyle bir çıkış yapılamaz. Böyle bir söz ve tutum geliştirilemez. Bunun gücü gösterilemez. Dahası anlaşılır, ikna edilir bir özelliği olmazsa, böyle çıkışlar yandaş, taraftar bulamaz. Kimseyi etkileyemez. Dolayısıyla yeni güç ve gelişme ortaya çıkartamaz.
15 Ağustos Atılımı büyük bir aydınlanma işlevi görüyor
Demek ki Önder Apo bu kadar zor koşullara rağmen, elli yılı aşan bir özgürlük yürüyüşünü bu dünyaya karşı yürütebilmişse ve bunu Kurdistan’ı tümden etkileyen ve giderek bölgeye, dünyaya yayılan bir yürüyüşe dönüştürebilmişse bunun dayandığı bilinci, aydınlık düşünce düzeyini iyi görmemiz, anlamamız gerekli. Çünkü bu durum, ancak böyle bir şeyle gerçekleşebilir. Bu nedenle birçok arkadaş, yine bazı çevreler bu 40’ıncı yıldönümü vesilesiyle 15 Ağustos Atılımı’nın büyük bir aydınlanma hareketi olduğunu söylüyor.
Gerçekten de Önderliksel çıkış, partileşme, zindan direnişi birer oluşum adımıysa, hazırlıksa, bütün bunların birleşerek toplumsal yaşama dönüştüğü, siyasi ve askeri bir olay haline geldiği yer de 15 Ağustos Gerilla Atılımı oluyor. Bütün bu hazırlık döneminin bilinci, kendisini 15 Ağustos Gerilla Atılımı’yla hayata geçiriyor, örgüte ve eyleme dönüştürüyor. Dolayısıyla o aydınlatıcı deha etkisini 15 Ağustos Atılımı temelinde gelişen gerilla savaşında gösteriyor. Atılım ve onu sürdüren özgürlük savaşı, sadece Kürtler, Kurdistan açısından da değil, başta Türkiye olmak üzere tüm Ortadoğu ve dünya açısından da büyük bir aydınlanma işlevi görüyor.
Peki, bunu nasıl yapıyor? Bunu, Kürt gerçeğini ortaya çıkartarak yapıyor. “Yok ettik, tarihe gömdük” denilen gerçekliği, yeniden dirilterek yapıyor. O yüzden bu çıkışa “Dirilişin Adımı” deniyor. Demek ki diriliş kavramı, bir yakıştırma değil, sadece övmek için söylenen bir söz değil, tam tersine atılımın Kurdistan’da ilk elden yarattığı sonuç oluyor. Soykırıma uğratılmış, yok edilmiş ya da yok edilmek istenmiş, tarihe gömüldüğü iddia edilen bir toplumu özgürlük mücadelesinde yeniden var etmeyi, ayağa kaldırmayı, yani diriltmeyi ifade ediyor.
Kürt tarihini, 15 Ağustos öncesi ve sonrası diye ayırmak mümkün
Kürt tarihini, 15 Ağustos öncesi ve sonrası diye ayırmak mümkün. Çünkü bu atılım, bir milat oluyor. Kurdistan’daki umutsuzluğa, karamsarlığa, teslimiyete, ihanete, gaflete, çürümeye öldürücü bir darbe vuruyor. Teslimiyete, ihanete, gaflete, umutsuzluğa, karamsarlığa, örgütsüzlüğe, iradesizliğe savaş açıyor, halk olarak var olma ve özgür yaşamaya ters düşen her şeyi yargılıyor, mahkûm ediyor. Sadece bir sorgulama, yargılama düzeyinde de bırakmıyor, onun da ötesine geçerek açıkça mahkûm ediyor ve insanca var olmanın, yurtsever olmanın ne anlama geldiğini, nasıl olması gerektiğini, ölçü ve ilkelerinin neler olduğunu yeniden ortaya çıkartıyor. İnsanı yeniden tanımlıyor, yaratıyor. İnsan ilişkilerine yeniden hayat veriyor. İnsanın kendisiyle insanca, özgür bir yaşam temelinde yeniden barışık olmasını, yine insan ilişkilerinin, toplumsal oluşumun özgürce bir var oluşa dönüşmesini temsil ediyor. Bu kadar büyük bir değişimin, yenilenmenin, yaratmanın başlangıcı oluyor. Her şeyi sorgulayıp kendi ölçü ve özelliklerine göre yeniden yapılandırıyor, tanımlıyor, şekillendiriyor. Böylece hem büyük bir bilinçlenme, aydınlanma, gerçeğin, hakikatin ortaya çıkartılması adımı, hareketi oluyor hem de bu aydınlanma temelinde gerçeğin, hakikatin hâkim kılındığı bir değişimi-dönüşümü, devrimi var ediyor, yaratıyor. Birey ve toplum açısından çok büyük bir devrimci hamle ve yaşam oluyor. Devrimci değişim ve dönüşümün gerçekleşmesi oluyor.
Dikkat edelim atılımdan önceki söylem, dil, duygu, şiir, türkü hep ağıttır. Ezilmenin, yenilmenin yarattığı acıları, ezikliği ifade eder. Ortaya çıkardığı karamsarlığı, umutsuzluğu dile getirir. Bunun ötesinde zafere ve umuda ilişkin, kazanmaya, özgürce yaşama ve var olmaya ilişkin bütün iddialı sözler hep 15 Ağustos Atılımı’yla ortaya çıkmıştır. Hem özgürce yaşama umudu hem de bunu gerçekleştirecek kahramanlık ve yiğitlik ölçüleri 15 Ağustos Atılımı ve onun kahraman gerillası temelinde yaratılmıştır. Bu sömürgeci-soykırımcı saldırıların Kürt toplumunda yarattığı bütün olumsuz etkileri bu anlamda kırarak köklü bir değişimi Kürt bireyinde ve toplumunda ortaya çıkartmış, aslında tarihle toplumu yeniden özgürlük arayışı temelinde birleştirmiştir. İnsan bunu var olan gerçeklikte net olarak görüp anlayabilir.
Diğer yandan Türkiye, Ortadoğu ve dünyada birçok şeyi açığa çıkarıp aydınlattı. Özellikle her şeyin yalan üzerine kurulu olduğu Türkiye’de büyük bir aydınlanmaya neden oldu. Peki, hala bu yalanı sürdürmeye çalışanlar var mı? Evet, var. Hala aynı zihniyette olup aynı yalanı, hileyi sürdürmek için hiçbir ahlaki-hukuki ölçü tanımadan hareket eden bir faşist-sömürgeci güruh var. Bunların temsil ettiği bir zihniyet, yürütmeye çalıştığı bir siyaset söz konusu. Ama faşizm için artık işler eskisi gibi yürümüyor, yalanı sürdüreyim derken birçok şeyi ele veriyor. Bu mücadele karşısında kendi yalanlarını kendileri ele vermek zorunda kalıyorlar. İşte bir iki gündür düşman karargâhı ile Merkez Karargâhımız savaşın bilançosu, sonuçları üzerine tartışıyor. Düşman karargâhı ocak ayından bu yana “1652 teröristi!” öldürdüğünü iddia ediyor. Hâlbuki kendilerinden önce bu işi yapanlar “artık 30-40 kişi kaldılar” deyip sürekli propaganda yapıyor, üç ay içinde de hepsinin ortadan kaldırılacağını belirtiyordu. Şimdi altı ayda 1600 kişiyi öldürmüşler. Peki, sağ kalanları da hesaba katarsak bilanço ne oluyor? Dolayısıyla iki düşman söyleminden biri, bir diğerini yalanlamak zorunda kalıyor. İşte özel savaş, böyle bir savaştır. Eğer çok dikkatli ve duyarlı olmazsan kurşunu gelip seni bulur. Yani düşmana vurayım derken kendine vurursun. Fakat bu işin sadece bir yanı.
Diğeri PKK ve 15 Ağustos Atılımı’ndan önceki Türkiye gerçeğini anlama, bilince çıkarmayla ilgili. Bunu araştırmak gerekli. Gerçekten de her şeyin yalan üzerine kurulduğu, hakikatin bu kadar yok edildiği bir alan, sistem, dönem var mı? Kuşkusuz yok. İşte TC’nin kuruluşu ile PKK’nin ortaya çıkışı arasındaki Türkiye tarihi tam da bunu ifade ediyor. Çünkü her şeyi yalan üzerine kurulmuştu.
Kürt gerçeğini yok edebilmek, sözden, duygudan, düşünceden, bilinçten, yaşamdan çıkarabilmek için yapmadıkları hile, söylemedikleri yalan kalmamıştır. Öyle ki Kürt gerçeğini inkâr edebilmek için kendilerini bile inkâr eder bir hale geldiler. Kürtler kazanmasın diye her şeyi yaptılar. Bu temelde elli yıldır Türkiye’yi felaketten felakete sürüklediler. Kürt Özgürlük Savaşı’na karşı saldırı yürütebilmek ve diğer güçlerin, Kürtlerle ilişkilenmemesi için Türkiye’nin her şeyini pazara sürüp sattılar. Bu gün de aynı şeyi yürütüyorlar.
Şimdi bazı çevreler bu gerçeği gördüler. Acı da olsa, zor da olsa, mücadele bu yalan ve hile ile dolu beyinlere vura vura gerçekleri bazılarına kabul ettirdi. Bazıları da hala bu yalan havuzunda yüzmeye devam ediyor. Ama artık Kürtlere dönük bu inkâr ve imha siyasetini, onun zihniyetini sürdüremiyorlar. Kürt toplumunu ve dünya kamuoyunu özel psikolojik savaş kapsamında aldatmak için her türlü yalana başvuruyorlar. Kuşkusuz kendi içlerinde, yine müttefikleriyle görüşmelerde her şeyi aleni konuşuyorlar. Çünkü her şeyi Kürt Özgürlük Savaşı’na karşı, onu ezip yok edebilmek için seferber ediyorlar. Bunun için yalan düşünce uyduruyor, tarihi çarpıtıyor, sanatı, edebiyatı, siyaseti, ekonomiyi, sporu, askerliği kullanıyorlar. Bilim ve tekniğin geliştirdiği her şeyi buraya seferber etmeye çalışıyorlar. Bütün planları, politikaları, programları bu temelde. Dolayısıyla bütün ilişki ve ittifakları bu çerçevede gelişiyor.
Artık herkes bunu görüyor. dünyadan gizleyecek durumları yok. Bu açıdan da özellikle TC’nin kuruluşuyla birlikte ortaya çıkartılan Kürt soykırımı ve bu yalana dayanan zihniyet ve siyaset çok büyük darbe yemiş, parçalanmış bulunuyor. Her ne kadar Türkiye toplumuna gerçekler tümden egemen kılınabilmiş olmasa da, en azından yalanın egemenliği önemli ölçüde kırılmış, parçalanmış, Türkiye toplumu bu bakımdan çelişkili, karmaşık bir hale getirilmiş durumda.
Küresel kapitalist sistem, Kürt soykırımı üzerine inşa edilmiş sistemdir
Benzer şeyler Ortadoğu ve dünya için de geçerli. Ortadoğu’da Arap Âlemi ikircikli bir konumdaydı. Öncesinde de Kürtlerle ilişkileri TC gibi inkârcı ve soykırımcı bir konumda değildi. Ama sistemin TC üzerinden Ortadoğu’ya dayattığı ulus devlet temelinde onlar da Kürt’ü yok sayan ve yok etmek isteyen bu sisteme dâhil oldular. Özellikle Barzaniler gibi bu işbirlikçi-gerici önderlikler, halkların ve bölgenin çıkarlarıyla uyuşmayan, sömürgeci-soykırımcı çıkarlarla bütünleşen siyasetleri Kürtler adına geliştirmiş, bölgesel hakikatleri açığa çıkartmak yerine, daha fazla karartmışlardır. Önder Apo’nun çizgisi, PKK mücadelesi ve kahramanca gelişen gerilla mücadelesi bütün bu olumsuzlukları 15 Ağustos Atılımı temelinde önemli oranda aştı. Kürt hakikatini, Ortadoğu halklarına, Arap ve İrani toplumlara, yine Ortadoğu’nun diğer toplumları olan Ermenilere, Asuri-Süryanilere, Yahudilere ve benzeri halk topluluklarına daha doğru ve anlaşılır bir biçimde götürdü, tanıttı. Kürt gerçeğinin doğru anlaşılmasını ortaya çıkardı.
Peki, bu Ortadoğu halklarına neyi gösterdi? Birinci Dünya Savaşı ardından TC’nin model öncülüğü temelinde Ortadoğu’ya dayatılanın, Ortadoğu tarihi ve halklarının gerçekliğiyle, Ortadoğu’nun çıkarlarıyla bir ilişkisinin olmadığını, her şeyin tamamen kapitalist, emperyalist dış güçlerin çıkarları temelinde, onların isteği doğrultusunda ve onlar tarafından oluşturulmuş olduğunu, yerli değil, hepsinin yabancı olduğunu, özgürlükçü değil, sömürücü-emperyalist olduğunu gösterdi. Şimdi bunları herkes tartışıyor, daha fazla anlamaya çalışıyor. Bu yönlü çeşitli kesimlerde arayışlar, tartışmalar da vardı. O yüzden her şey PKK ile oldu, her şeyi biz yarattık demek de çok doğru ve gerçekçi değil. Arap toplumu içerisinde de bu tür arayışları olanlar, tartışanlar, bu gerçekleri açığa çıkartmaya çalışanlar vardı. İrani topluluklar içerisinde de vardı. Ama sistemli, bütünlüklü değildi. Tümüyle aydınlatıcı, yeterli değildi. Dahası alternatifini ortaya koyan bir güce sahip değildi. Önder Apo ve PKK bütün bu yetersiz, yarım, sonuca gitmeyen arayışları sonuca götürdü. Onları yeterli kıldı, alternatifini verdi. Bütün arayışları daha bütünlüklü ve sistemli kıldı, anlama gücü, yöntem kazandırdı. Dolayısıyla Ortadoğu aydınlanması, 15 Ağustos Atılımı ve onun kırk yıllık özgürlük savaşı temelinde yaratıldı. Herkes bunu çıplak gözle bile görebilir, kimse inkâr edemez.
Dünya açısından da hakikat ortada. Kendini özgürlük ve demokrasi sistemi olarak sunan bu kapitalist modernite düzeninin nasıl faşist, sömürgeci ve soykırımcı olduğunu en açık, anlaşılır ve kabul edilir bir biçimde Kurdistan gerçeği açığa çıkardı. Kurdistan’daki özgürlük mücadelesi, Önder Apo’nun değerlendirmeleri ve bu temelde gelişen Kürt özgürlük savaşı açığa çıkardı. Ortada bir özgürlüğün ve demokrasinin olmadığını, tam tersine soykırımcı-sömürgeci bir yaklaşımın olduğunu deşifre etti.
Zaten insanlık bunu sömürgecilik, emperyalizm olarak tanımlıyordu. Ama Kürt gerçeği, bunun sadece faşist ve sömürgeci olmadığını, aynı zamanda soykırımcı olduğunu da açığa çıkardı. O zamana kadar soykırım en ağır suçtu. İnsanlık suçu sayılıyordu. “Soykırım” kavramı üzerinde fırtınalar kopartılıyordu. Fakat Kurdistan’daki mücadelenin gelişmesiyle birlikte Kürt toplumuna dayatılan soykırım gerçeğinin açığa çıkması, bu alanda da gerilemeye, soykırıma dönük önceki duyarlılığın ortadan kalkmasına neden oldu.
Niye? Çünkü Kurdistan Özgürlük Mücadelesi, küresel kapitalist sistemin, Kürt soykırımı üzerine inşa edilmiş, yapılandırılmış bir sistem olduğunu açığa çıkardı. Dolayısıyla bu sistem içinde yer alan herkes bir biçimde Kürt soykırımından sorumlu. Kurdistan’da uygulanan soykırım suçunun ortağı. Bundan kurtulabilmek için soykırıma dönük yaklaşım ve değerlendirmeleri değiştiriyor, soykırımı suç sayma, yargılama tutumlarını hafifletiyorlar. Bu gerçeği bilinçlerden uzaklaştırmaya çalışıyorlar. Bu temelde kurulmuş kurumları pasifize ediyorlar.
Bu yarım asırlık Kurdistan Özgürlük Mücadelesi ve savaşı, beş bin yıllık iktidar ve devlet sisteminin, yine beş yüz yıllık kapitalist modernite sisteminin nasıl bir soykırım düzeni olduğunu ortaya çıkardı. Bunun nasıl bir kültür, halk, insanlık ve kadın katliamı olduğunu, erkek-egemen zihniyet ve siyasetin nasıl sömürgeci-soykırımcı-faşist bir karaktere sahip olduğunu herkese gösterdi.
Sadece bunları açığa çıkartmakla kalmadı. Alternatifini de ortaya çıkardı. Önder Apo, bütün bu süreci paradigma değişimi ile zirveye taşıdı. Kürt’e soykırımı dayatan bu sistemin bir alternatifinin olduğunu, bu alternatifi yaratmanın mümkün olduğunu, bunun hangi temelde olabileceğini, öncü güçlerinin, mücadele tarzının, programının, stratejisinin, taktiklerinin nasıl şekilleneceğini demokratik-ekolojik-kadın özgürlükçü paradigmayla ortaya koydu. Bu bakımdan sadece var olanı eleştirmedi, olması gerekeni de bir alternatif olarak ortaya koydu.
Şimdi bu hususlar önemli. Bizim de bu gerçekleri çok daha iyi görmemiz ve anlamamız lazım. Bunu daha da derinleştirip sonuca götürmek için çok yönlü mücadele edebilmemiz gerekli. Gerçekten de bu kırk yılda siyasi, askeri, ideolojik, örgütsel, sosyal, kültürel açıdan yaratılan çok sayıda gelişme var. 40 yıldır Kurdistan’da özgürlük ve demokrasi adına yaratılan tüm bu gelişmeler, yine bölge ve dünyada yaşananlar 15 Ağustos Atılımı temelinde süren gerilla savaşının yaratımı oldular. Dolayısıyla bu savaşı doğru anlamalıyız, iyi bilince çıkartmalıyız. Kurdistan’daki gerilla savaşının askeri boyutları yanında ideolojik, felsefi, kültürel, siyasi, sosyal, duyusal boyutlarını da iyi ortaya koyabilmeli, görebilmeliyiz. Bunun, bütünlüklü bir toplumsal devrim hareketi olduğunu, bu temelde Kürt toplumunu etkileyip değiştirdiğini görüp anlayabilmeliyiz. Kuşkusuz bu tür sonuçlar da gerilla savaşıyla ortaya çıkmıştır. O yüzden savaşı muğlaklaştırmamak lazım. Bu noktada bir tehlikenin olduğunu söyleyebiliriz.
Savaş zor bir olay. Hiçbir zaman Önder Apo ve PKK’nin tercih ettiği bir mücadele tarzı olmadı. Önder Apo ve PKK işe savaşla başlamadı. Kesinlikle sözle, eğitimle, düşünceyle başladı, propagandayla işlerini yürüttü. İnsanları eğitip örgütleyerek güç yaratmaya çalıştı. Önder Apo “En büyük silahım dilimdir” dedi. Düşünce ve dil gücünü kullandı. Bununla siyaset yapmak istedi. Sorunların demokratik siyasetle çözülmesini istedi ve bunu geliştirmeye çalıştı. Kendisini bir parti hareketi, bir cephe hareketi olarak örgütleyip yürütmek istedi. Fakat Kurdistan’a dayatılan soykırım öyle bir-iki devletin soykırımı altında değil, tüm hegemonik-küresel kapitalist modernite sisteminin soykırımı altında bulunuyor. Dolayısıyla Kurdistan’da her şey askeri zırhla örtülü. Bu temelde NATO’ya girilmiş. Aslında ortada bir devlet yok. Ordu, askeri güç var. O yüzden bütün propaganda ve sözler, her türlü düşünce ve siyaset sonuçsuz kalıyor.
Bu devleti en çok yönetenlerden biri olan Süleyman Demirel, her zaman “Devlet ve Hükümet” diyordu. Bu yüzden bir gün gazeteciler “Bu hükümetle devlet aynı değil mi, hükümeti anladık da devlet kimdir?” diye soruyor. O da tereddütsüz bir şekilde “ordudur” diye cevaplıyor. TC Devleti denen güç budur. Çıplak bir askeri güçtür. Ordudur.
15 Ağustos Atılımı, gerçekleşirken de ortada çıplak bir askeri yönetim vardı. Ordu komutanlığı bir cuntaydı. Kendisini devlet başkanı, devlet konseyi ilan etmişti. Her tarafı ordu yönetiyordu. Ama darbe öncesinde de yüzde doksan oranında bir ordu hâkimiyeti, denetimi vardı. Mevcut siyaset ve kurumları bu gerçeği örten elbise rolündeydi. Kurdistan’da o elbise de yoktu. Çırılçıplak bir askeri güç vardı. Dolayısıyla bu askeri gücü, böyle bir soykırımcı dayatmayı sözle, siyasetle, propaganda ile aşmak, yenilgiye uğratmak, ona karşı kurtuluşu sağlamak öyle kolay değildi. Bu bakımdan savaş, bir tercih değil, alternatifi olmayan tekil bir zorunluluk olarak ortaya çıktı. Önder Apo ve PKK de bu zorunlu adımı atma gücünü ve cesaretini gösterdi. Niye? Amacını gerçekleştirebilmek, tutarlı olabilmek için. Önder Apo, “İnsan olarak kalabilmek için bu şart” dedi. Böyle bir adımı atıp bu temelde var olan yalan düzenini değiştirmedikçe insan olarak kalmanın, kendini insan olarak yaşatmanın, ifade etmenin koşulları yoktu. O bakımdan da devrimci savaşı, dolayısıyla öz savunmayı doğru anlamak lazım. PKK bu anlamda felsefesi, düşüncesi, ruhu, duygusu, örgütü, sanatı, edebiyatı ve askerliğiyle bir öz savunma gücü oldu, topyekûn soykırımcı saldırı karşısında kendini var etme ve mümkünse özgür yaşatma arayışı ve hareketi oldu. Bütün bunların hepsi savaş ve direnişle var oluyor. Kesinlikle sonucu gerilla direnişi belirliyor.
Eğer PKK, gerillayla böyle bir çıkış yapmasaydı, Kurdistan’da PKK’den çok daha kuvvetli çıkış yapmış diğer grupların akıbetini yaşamaktan kurtulamazdı. 12 Eylül faşist-askeri rejimi karşısında yok olur giderdi. Nasıl şimdi Kuzey Kurdistan’da diğer örgütlerin esamesi bile okunmuyorsa, PKK de aynı duruma düşerdi. PKK’yi o gruplardan farklı kılan yön öz savunma bilinci, anlayışı ve bunu askeri boyutla birleştirmesiydi. İşte PKK, bunu gerilla da somutlaştırdı. Hepsini gerilla tarzı ve örgütlülüğüyle bir ifadeye kavuşturdu. Ne kadar doğru yaptığını, ne kadar anlamlı olduğunu, bunun ne kadar sonuç verici olduğunu geçen 40 yıllık mücadelenin sonuçları defalarca kanıtladı, ortaya çıkarttı. Sözde, Kürt özgürlüğünü arayan diğer düşüncelerin hepsi ortadan kalktılar, geride kalan, hayat bulan, toplumsallaşan, siyasallaşan ve çözümü dayatan tek düşünce Önder Apo’nun düşüncesi oldu. O da kendisini 15 Ağustos 1984 Atılımı’nda somutlaştırdı. O halde öz savunmayı doğru anlamak lazım.
Evet, mücadelenin bilinç, örgüt işi olduğunu, felsefesi olduğunu, sanat ve siyasetle, kültürel boyutta direnmeyi gerektirdiğini biliyoruz. Ama bütün bunların sonuç verdiği yerin de gerektiğinde silahlı savunma yapabilmekten geçtiği tartışma götürmez bir gerçektir. PKK ile Kuzey Kurdistan’da var olan diğer örgütler arasındaki en önemli fark buydu. Bu anlayışı savunuyor diye diğer bütün gruplar 1979’da birleşerek PKK’ye savaş açtılar. Dikkat edin, düşmana karşı savaş açamadılar ama PKK’ye karşı açtılar. “PKK böyle bir savaş geliştirirse bizim maskemiz düşer, yalanlarımız ortaya çıkar. Dolayısıyla kimse bize inanmaz” diyorlardı. İşte bunun korkusuyla daha PKK kendisini topluma taşıyacak adımlar atmadan onu boğmak için birlik oluşturup saldırı yürüttüler. Bu temelde “ulusal demokratik güç birliği” adıyla geliştirilen bu saldırıları unutmayalım, ne anlama geldiğini bilelim. O bakımdan da silahlı direnişten kaçmamak, korkmamak gerekli. Tüm ezilenler ve halklar eğer gerçekten özgürce var olmak ve yaşamak istiyorlarsa öz savunma bilincine sahip olmalılar. Gerektiğinde bunun silahlı direnişe götürülmesi gerektiğini bilmeliler. Ancak o zaman mevcut iktidar ve devlet düzeni karşısında özgürce var olma, özgürce yaşama iddiasını gerçekleştirebilirler. Bu iktidarcı-devletçi erkek-egemen zihniyet ve sistem var oldukça başka türlü var olmanın ve özgür yaşamanın imkânı yoktur.
15 Ağustos’un gelişmesine en büyük katkıyı zindan direnişi verdi
Hayri Durmuş yoldaş, 14 Temmuz Ölüm Orucu Direnişi’ni başlatırken bu gerçekliğe dikkat çekti, bu ilkeyi hatırlattı ve daha mücadelenin tam olarak nereye evirileceğinin belli olmadığı bir dönemde PKK’nin önüne temel ilkeyi koydu. O kadar işkence ve ona karşı verilen mücadele içerisinde “Kürt özgürlüğü için mücadele etmek isteyen herkesin mutlaka silahlı mücadeleyi esas alması gerektiğini” söylemesi boşuna ve anlamsız değildi. Geçen 40 yıllık tarih de bu düşüncenin doğruluğunu binlerce kez kanıtladı. Bu gerçekliğe rağmen bugün kalkıp da tekrar o küçük-burjuva ruh hallerini, düşüncelerini Kurdistan’a taşımaya, hele hele PKK’nin içine taşımaya hiç gerek yok. Biraz savaştan dolayı yıpranınca, savaşma gücü zayıflayınca o anlayışı, çizgiyi saptırmanın hiçbir anlamı yoktur. Bu yaklaşımlar mücadele açısından büyük bir tehlike yaratmaktadır.
Günümüzde PKK açısından en temel tehlike budur. Çünkü bu kendi örgütlülüğünü zayıflatıyor. Eylem gücünü azaltıyor. Bu kadar gücü varken onu pratikleştiremiyor. Önder Apo onun için “sadece yüzde bir pratikleşebiliyorsunuz” dedi. Kesinlikle bu anlayıştan dolayı böyle bir pratik ortaya çıkıyor. Bu topluma yanlış bilinç veriyor. Toplumu, küçük-burjuva etkilerine açık hale getiriyor. Kaldı ki bunun farklı düzeyde yansımalarını Kuzey başta olmak üzere çeşitli alanlarımızda gördük. Bu öz savunmayı, onun silahlı direniş boyutunu doğru anlamamaktan, onun silahlı direniş boyutunu reddetmekten, ondan uzaklaşmaktan kaynaklanıyor. Başka hiçbir şeyden değil. O yüzden öyle çeşitli gerekçelere sığınmayalım. Hele hele bir 15 Ağustos gerçeğini yaşadığımız bu süreçte böyle uyduruk şeylerle kendimizi kandırmaktan, gerçekleri sağa-sola saptırarak üzerini karartmaktan, örtmekten kesinlikle uzak durmalıyız. Böyle rastgele tartışmalarla sonucu bulamayız. 15 Ağustos aydınlatıcılığı buna izin vermez.
Şimdi herkes 15 Ağustos’tan söz ediyor. Bazıları 15 Ağustos’u değerlendirirken gerillanın öncülüğünü, bir halkın, bütün toplumsal kesimlerin ve ezilenlerin özgürce var olmak için silahlı öz savunma yapmak zorunda olduğunu kabul etmiyor. Kuşkusuz 15 Ağustos’u öyle tanımlayan her türlü değerlendirme yanlış ve eksiktir. Dikkat etmemiz gerekli. Topluma bilinci doğru götürmeliyiz. Önderlik çizgisini doğru temsil etmeliyiz. 40 yıllık savaşın yarattığı tecrübeye doğru sahip çıkabilmeliyiz.
Şimdi PKK’yi, 15 Ağustos Atılımı’na bu bilinç götürdü. Apocu bilinç budur. Önder Apo’yu, Kürt toplumunun önderi olacağım iddiasıyla ortaya çıkan onlarca kişiden ayıran temel özellik buydu. Dolayısıyla da 15 Ağustos Atılımının Önder Apo ve PKK tarafından geliştirilmesi bir tesadüf ve rastlantı olmadı. Tamamen böyle bir bilincin, bu temelde yürütülen çabanın, yaratıcı emeğin bir sonucu olarak hayat buldu.
Kuşkusuz gerilla hazırlıklarının yurt dışında, Lübnan-Filistin sahasında yapılması, özellikle Filistin Direniş Hareketi’yle dayanışma içerisinde hayat bulması ulaşılan sonuca önemli katkılarda bulundu. O yüzden 15 Ağustos Atılımından söz ederken her zaman Filistin Direnişinin katkılarını şükranla dile getirmeliyiz. Kurdistan ve Filistin halklarının kardeşliği, dayanışması, birliği, böyle bir devrimci-demokratik silah arkadaşlığı temelinde oldu. Ortak düşmana karşı aynı cephede savaşarak, birlikte şehit verilerek oldu. PKK, Filistin halkının direnişine emek verdi, ter döktü, kan ve şehit verdi. Hiçbir şey öyle basit, ucuz olmadı, gerçekleşmedi.
Diğer yandan zindan direnişinin de bundaki etkisini her zaman ele almalı, değerlendirmeliyiz. Dile getirdim; Lübnan-Filistin sahasında Önder Apo öncülüğünde PKK toparlanıyor, gerilla eğitimi görüyor, 12 Eylül faşist-askeri rejimine karşı gerilla savaşı yürütmeye hazırlanıyordu. Buna en büyük desteği, veren, bunun mutlak doğru olduğu gerçeğini ortaya koyan, 1982 Büyük Zindan Direnişi oldu. Newroz’da Mazlum Doğan’ın direnişiyle, yine 17 Mayıs’ta Ferhat Kurtay ve arkadaşlarının direnişiyle gelişen, 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Direnişi’yle zafer kazanan direniş oldu. Bu direniş, direnme kararını verdi, onu hayata geçirdi. O anlamda çizgiyi belirledi. Bir de bu direnişle silahlı mücadeleyi birleştirdi. Böylece Apocu Fedai Ruh ve Çizgisi’nin yaratılması temelinde 15 Ağustos’un gelişmesine en büyük katkıyı zindan direnişi verdi.
Bölgede yaşanan gelişmelerin etkisi
Yine bölgede yaşanan gelişmelerin de etkisini görmemiz lazım. İran’daki İslami devrim hareketinin sonuçlarını, o sonuçların bir parçası olarak ortaya çıkan İran-Irak savaşının yarattığı siyasi-askeri durum bunun başında geliyor. Kurdistan’da varlık ve özgürlük için gerilla savaşı başlatmak demek, Kurdistan’ı yok sayan ve yok etmek isteyen sisteme karşı mücadeleye girmek, başkaldırmak, kafa tutmak, eyleme geçmek demektir. Bu sistem de bir dünya sistemiydi. Böyle bir sisteme karşı çıkarken elbette ki bazı dayanakların olması gerekli.
Bu anlamda Sovyet-ABD bloklaşmasının cüzi bir etkisi vardı ama bu bloklaşmanın Kurdistan’a, Kürt özgürlüğüne öyle olumlu bir yansıması olmadı. Ekim Devrimi’nden itibaren Sovyetler Birliği’nin güvenliği gerekçesiyle Kürt varlık ve özgürlük arayışını her zaman yok saydı, reddetti. Fakat yine de ideolojik olarak bir etkisi vardı. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesi temelinde bir destekleri oldu. Bu temelde bir çelişki ve çatışmaya vücut veriyordu. O anlaşılır bir durumdu. Dolayısıyla bu bloklaşmadan daha çok İran-Irak savaşının, ona yol açan İran İslam Devrimi’nin yarattığı siyasi-askeri ortamın olumlu etkisi oldu. Siyaseten bu durum Kurdistan üzerindeki ortak soykırımcı yönetimi parçaladı. Sadabat, Sento ve Bağdat Paktı gibi anlaşmalarla Kurdistan’ı sömürgecilik altında tutan devletlerle küresel kapitalist sistemin oluşturduğu devletlerin Kürt soykırımını yöneten ortak bir yönetimi vardı. İran-Irak savaşı bu yönetimi parçaladı.
İran ile Irak bu yönetimin temel iki üyesiydi. Onlar öyle sert bir savaşa girdiler ki o savaş ortamında bu yönetimin bir bütünlüğü kalmadı. Bu yönetim bütünlüğüne göre hiçbir devletin diğer devletlerin sınırındaki Kürtlere destek vermemesi gerekiyordu. Savaş gereği hem İran hem de Irak savaşta başarılı olmak için bu ilkeyi çiğnediler. Askeri olarak da Kurdistan’ı parçalayan sınırlar üzerindeki İran ve Irak askeri etkisi zayıfladı. Dolayısıyla İran ve Irak’ın Türkiye sınırlarına yakın alanlarında askeri etkisi zayıfladı. Askeri boşluklar oluştu. Gerilla çıkışı pratik ve askeri olarak hem bu boşluklardan yararlandı, hem de ortak siyasi yönetimin dağılmış, parçalanmış olmasından yararlandı. 15 Ağustos çıkışı biraz da bu pratik zeminden güç alarak Botan-Zagros hattında bütün Kürt varlığını inkâr eden, imha etmek isteyen zihniyet ve siyasete karşı bir varlık ve özgürlük çıkışı olabildi.
15 Ağustos nasıl gelişti, etkileri neler oldu, nasıl değerlendirildi? Bu soruların cevapları biliniyor. Çokça tartışılıyor. Tarih derslerinde de işleniyor. Önder Apo da hep ifade etti; koşullar daha doğru değerlendirilebilse, güç iyi örgütlendirilip çizginin doğru uygulanması temelinde yürütülebilseydi, 1983 Ağustos’undan sonra da böyle bir sürece girilebilirdi. Fakat koşulları doğru değerlendirememe, çizgiyi yeterince uygulamama, yine Mehmet Karasungur yoldaşın şehadeti böyle bir adımın zamanında atılamamasına neden oldu. Daha sonra Önderlik müdahaleleriyle durumun değerlendirilmesi, tartışılması, yeniden kararlaşma ve planlamaların geliştirilmesi sonucunda 1984 baharından itibaren yeni adımlar, arayışlar oldu. Bu temelde 15 Ağustos’ta Eruh ve Şemdinli eylemleriyle böyle bir süreç başlatıldı.
15 Ağustos bir gerilla çıkışı oldu. Böyle bir çıkış düşmanın bütün beklentilerini boşa çıkardı. TC, eski Kürt direnişlerine benzer bir isyan bekliyordu. Başka bir şeye çok ihtimal vermiyordu. İlk elden “isyan var” biçiminde bir değerlendirmeye gittiler ve kendi ordularının da temel sistemi olan “ayaklanmaya karşı koyma sistemini” hayata geçirdiler. Sonra gördüler ki karşı karşıya kaldıkları durum öyle değildir. Bir gerilla hareketinin çıkışı söz konusu. Onun üzerine gayri nizami harp dedikleri kontrgerilla bölümünü geliştirmeye ve harekete geçirmeye çalıştılar.
Düşman, 15 Ağustos Atılımı’na bir-iki günlük ömür biçti. Peş peşe imha operasyonları geliştirdi. Kenan Evren Şemdinli’ye kadar geldi. Darbe yiyen orduya moral vermek, onları savaş cephesinde tutabilmek için bütün Kurdistan’ı gezdi. Fakat bunların hiçbirisi sonuç vermedi. Elbette ki zorluklar çıkardı, engeller yarattı. Bedel ödemeyi getirdi ama Önder Apo’nun ısrarlı yürüyüşü, aydınlatıcılığı, eğiticiliği, yönlendiriciliği temelinde gerilla, tüm bu engelleri aşmayı, zorlukları yenmeyi, gerekli cesaret, fedakârlık ve yaratıcılığı göstererek düşman yönelimlerini boşa çıkartmayı bildi.
15 Ağustos Atılımı’ndan önce Bucaklara karşı verilen mücadele başarıya götürülebilseydi, Siverek direnişi, böyle bir atılım sürecinin başlangıcı olabilirdi. Orada başarılı olamamak beş yıl sonra Botan’da yeni koşullarda yeni tarz bir eylemlilikle süreci başlatma arayışını getirdi. Askeri bakımdan değerlendiriyoruz. Bucak eylemi gerçekten başarısız oldu. Zaten o başarısızlık bir süreç geliştirilememesine yol açtı.
15 Ağustos Atılımı, askeri bakımından üçte iki başarılıydı. Tümden, tamı tamına başarılı, tüm planlarını uygulayan, çizginin gereklerini tüm boyutlarda hayata geçiren değildi. Eksiklikleri, yetmezlikleri vardı ama özgürlük için yeni bir direniş sürecini başlatabilme yeterliliğine sahipti. Çünkü askeri olarak başarı kazanmış bir atılımdı ve nihayetinde günümüze kadar da öyle sürdü. Kesintisiz bir biçimde 12 Eylül faşist-askeri rejimine, o rejimi ifade eden askeri güce karşı Kurdistan özgürlük savaşını başlattı. Bu çıkışın Türkiye, Ortadoğu, Kürt toplumu üzerinde, yine küresel düzeyde siyasi etkileri oldu. Örneğin 12 Eylül darbesinden dolayı Türkiye’nin Avrupa Konseyi üyeliğinin dondurulması için başvuru yapan devletler, 15 Ağustos Atılımı olduktan hemen sonra o önerilerini geri çekip Türkiye’ye destek verdiler. TC Devletinin, gelişen gerilla direnişi karşısında zorlanmaması için bu şekilde hareket ettiler.
Hamlenin toplumlar, halklar ve dünya kamuoyu üzerinde etkileri
Diğer yandan bu hamlenin toplumlar, halklar nezdinde, yine dünya kamuoyu üzerinde etkileri oldu. Hamle öncelikle Avrupa ve Rojava’daki Kürtler üzerinde ciddi bir etki düzeyi ortaya çıkardı. Çünkü o alanlarda nispi olarak baskılar daha azdı. Toplum böyle bir çıkışı büyük bir coşku ile karşıladı.
Bu dünya siyaseti açısından beklenen bir durumdu. 12 Mart 1971 askeri darbesine karşı anında silahlı karşı koyuşlar olmuş hepsi ezilmişti. 12 Eylül darbesi ardından böylesi bir şey Türkiye’de gelişmedi. Üstelik Kürt özgürlük mücadelesinin başladığı, geliştiği, yine Lübnan-Filistin sahasında Kürt gerillasının eğitim gördüğü yönünde bilgiler her tarafa yayılmıştı. Siyasi kamuoyunda 12 Eylül rejimine karşı gerilla çıkışlarının olacağı yönünde beklenti çoktu. Süreç uzayıp böyle bir çıkışın olmaması bu beklentileri daha fazla arttırmıştı. 15 Ağustos Eruh ve Şemdinli eylemleri bu beklentilere cevap verdi. Birçok çevre “beklenen gerçekleşti” dedi. Çeşitli basın çevreleri öyle yazdı.
Kürt siyaseti ve toplum üzerindeki etkisi önemli oldu. Mültecileşen, teslimiyetçi Türkiye solculuğu ve Kürtçülük ağır bir darbe yedi. 15 Ağustos Atılımı, bunların maskelerini düşürerek devrimci çizgiyi ortaya koydu. Dolayısıyla başka çizgiler, artık kendilerini savunamaz duruma düştüler. Hızla tabanlarını kaybettiler. Devrimci-demokratik güçler, yurtsever çevreler bu tür örgütlerden ayrıldılar. Kendi örgütlerine, 15 Ağustos Atılımı temelinde devrimci çizgiyi gösterdiler. Niye öyle yapmadıklarını sordular? Bu yüzden en çok da bu çizgi sahipleri, bu tasfiyeci zihniyet ve siyaset, 15 Ağustos Atılımı’na saldırdı. Avrupa’da bildiriler yayınladılar. Kenan Evren’e çağrılar yaptılar, “Apocuları biz sizden iyi tanırız. Fırsat verin, imkân tanıyın onlara karşı nasıl mücadele edilir size gösterelim” dediler.
İşte 15 Ağustos’a böyle karşı çıkanlar da oldu. Ama o biçimde kendi kendilerini de tükettiler. Gerillanın devamlılığı her türlü küçük-burjuva anlayışa, tasfiyeci yaklaşıma öldürücü darbe vurdu. Tasfiyeciliği tasfiye etti. Devrimci çizgiyi geliştirdi, hâkim kıldı. Kurdistan’da her şeyi değiştirdi. Bireyi, insanı kendi içinde onurlu, tutarlı hale getirdi. Tutarlı, bütünlüklü bir kişilik ortaya çıkardı. Her türlü sahteliğe son verdi. Onurluca yaşamın yolunu gösterdiği gibi, onurluca ölümün yolunu da gösterdi. Eruh isyanına katılmış eski bir isyancı 15 Ağustos bildirisini duyduktan sonra “Allaha şükür bugünü de gördüm” diyor ve hemen oracıkta can veriyor. Öncesinde can bile veremiyordu. Çünkü isyana kalkmış, başarısız olmuştu. O biçimde ölüm bile haramdı. İşte 15 Ağustos Atılımı, bütün bunların hepsini giderdi. Onur-şeref verdi. Kişilik kazandırdı, kişilik devrimi geliştirdi, yurtseverlik ölçülerini yükseltti ve yaydı. Bunun tarihsel olarak ne kadar köklü olduğunu açığa çıkardığı gibi bu sömürgeci-soykırımcı saldırı ve katliamların Dersim’de olduğu gibi birey ve toplum psikoloji üstünde ne kadar yıkıcı etki yapmış olduğunu da net bir biçimde açığa çıkardı, gösterdi.
15 Ağustos Atılımı’nın adımları altı yılda serhildanları ortaya çıkardı. 1990 başında Cizîr ve Nisêbîn’den başlayan halk serhildanları, giderek Kuzey Kurdistan’ın bütün kent ve kasabalarına yayıldı. Bu şekilde toplum sömürgeci-soykırımcı sistemden koptu. Kendisini özgür ve iradeli kılıyor, kendi kimliğiyle yeniden yaşamaya adım attı. İşte buna “Ulusal Diriliş Devrimi” dedik.
Bu gelişmede kadın çok güçlü bir şekilde yerini aldı. Hem nicelik olarak güçlüydü, hem de nitelik olarak kadın katılımı öncü bir düzeyde seyretti. Kürt özgürlüğüyle birlikte Kürt kadını da, kadın özgürlüğü temelinde devrime kalktı. Kadın Özgürlük Devrimi’ni başlattı, geliştirdi. Bütün bunların hepsi gerilla direnişi sayesinde oldu. Doksan başında bu serhildanlar ortaya çıkınca bazı küçük-burjuva çevreler sanki bütün bunlar kendiliğinden olmuş gibi hemen balıklama üzerine atlamak istediler. Ama hiçbir etkileri olmadı. Çünkü Kurdistan’da hiçbir şey kendiliğinden olmamıştı. Önder Apo “parti olmadan Kurdistan’da yaprak bile kıpırdamaz” dedi. Her şey gerillanın kahramanca mücadelesiyle hazırlanmıştı. Onun eğiticiliği, dönüştürücülüğü ve yaratıcılığıyla gelişmişti. Dolayısıyla da gerilla etrafında büyük bir ulusal diriliş, ulusal yapılanma, örgütlenme, demokratik uluslaşma hareketi başladı ve gelişti.
Yine bu gelişmeler, diğer parçalara yayıldı. Bu değişim ve dönüşüm, Körfez savaşı ve onun Irak üzerindeki etkileriyle de birleşince Kürt özgürlüğü adına Başûr’da önemli bir gelişme zemini ortaya çıktı. İyi değerlendirilseydi Botan-Behdînan alanı, gerilla mücadelesiyle kurtarılmış alan haline getirilebilirdi. O güce dayanılarak Kürt sorunun siyasi çözümü daha güçlü bir şekilde TC’ye, Ortadoğu ve dünyaya dayatılabilirdi. Eğer böyle bir alan elde edilebilseydi, Önder Apo’nun daha sonra gerçekleştirmeye çalıştığı siyasi çözüm arayışları daha güçlü bir siyasi ve askeri zemine dayanır ve başarı elde etme şansı artardı.
Fakat pratik olarak bazı şeyler yeterli bir düzeye taşırılamadı. 1993’teki ateşkes ilanı ve böyle bir siyasi çözüm arayışı, kurtarılmış alan örgütlülüğüne dayanmadığı için başarılı olamadı. Tersine çeteci-soykırımcı yönetim, bunu kendisi için bir avantaja çevirerek gerillayı ezme saldırısı başlattı. Kendisi açısından bir oyuna dönüştürdü. Bir yandan bunu isteyen devlet içi güçleri, Özal kliğini etkisizleştirmek, diğer yandan gerillayı ezmek üzere 1993 yazından itibaren topyekûn faşist-soykırımcı bir saldırı başlattı. Bu, TC tarihinin en büyük savaşıdır. Düşman, Dumlupınar’da Yunanlılara karşı verdikleri savaşı çok ön plana çıkartıyor ama bu savaş, Dumlupınar’daki savaşı, kat be kat aşan bir savaştır. TC’nin en büyük savaşı, Kurdistan’da Kürt gerillasına karşı ’93-’98 yılları arasında yürüttüğü soykırım savaşı ve saldırısıdır.
ARGK olarak örgütlenen gerilla, Önder Apo öncülüğünde bu topyekûn faşist-soykırımcı imha saldırılarına karşı kahramanca direndi. Gerilla savaşımızın da askeri boyutta en çok yoğunlaştığı, geliştiği, nicel ve nitel gelişme sağladığı dönem, bu dönemdir. Her yıl binlerce gerilla eylemi, çatışma oldu. Binlerce şehit verildi. Düşmanın kayıpları oldu.
Eğer o zaman Önder Apo’nun 1993’teki (ateşkes) siyasi çözüm arayışına uygun adımlar atılsaydı durum çok farklı gelişebilirdi. Savaşın bedeli henüz azdı. Gerçekler de ortaya çıkartılmıştı ama bu olmadı. Çünkü TC yönetimi, sömürgeci-soykırımcı-faşist bir zihniyet ve siyasete sahipti. O yüzden bu devleti oluşturan zihniyet iyice kırılmadıkça öyle siyasi çözüm olmaz. Kürt sorunu diğer sorunlar gibi siyasetten kolayca çözülmez. Kendimizi kandırmamalıyız. 1993’teki durum bu gerçeği yalın bir şekilde gösterdi.
Eğer o zaman “Kürt realitesini tanıdığını” söyleyen Süleyman Demirel, gerçekten aldatmak için değil de, gerçek bağlamda bu sözleri söylemiş olsaydı çözümün önünde hiçbir engel yoktu. En makul çözüm süreci olma özelliği taşıyordu. Demokratik siyaset gelişme göstermişti. Fazla kan dökülmemişti. Taraflar açısından rahatlıkla barışçıl, siyasi çözümün gerçekleşeceği bir durum vardı. Ama bunu ellerinin tersiyle ittiler. Peki, ortaya ne çıktı? Böyle bir gücün öyle kolay kolay siyasi çözüme gelmeyeceği sonucu çıktı. İlk manifestoda Önderlik ne demişti; “Beyinlere zehir şırınga edilmiş. O zehir beyinlerden çıkarılmadıkça ya da o beyinler parçalanmadıkça çözüm olmaz.”
Demek ki yürütülen mücadele, o soykırımcı zehrin beyinlerden çıkartılmasına yetmemişti, beyinler kırılamamıştı. O yüzden bugün de TC Devleti, hala aynı çizgide devam ediyor. AKP-MHP faşizmi bunu sürdürüyor. Ama bu zihniyet ve siyaset, 30 yıl öncesine göre çok fazla darbe yemiş ve zayıflatılmıştır.
Sonuç olarak PKK, gerillayla tek başına bir çözüm geliştiremedi. Türkiye Devrimi ve Sovyetler Birliği gibi stratejik müttefiklerini de kaybedince öyle desteksiz kaldı. O da mücadelesini çeşitli biçimlerde sürdürebilmek için, siyasetle silahlı mücadeleyi desteklemek istedi. Sömürgeci-soykırımcı güçler bu durumu kendileri için bir avantaj olarak gördü. 1993-1998 arasında gerillayı ezerek sonuca gitmek istediler. Ama gerilla gelişen tüm saldırıları kırınca uluslararası komplo saldırısını devreye koydular. Uluslararası komplo tamamen bu temelde ortaya çıktı.
Önceki saldırı biçimleri Kürt gerillasını, onun özgürlük düşüncesi ve hareketini ezemediği için Önder Apo’yu imha etmeyi hedefleyen uluslararası komplo saldırısını, 9 Ekim 1998 tarihinden itibaren harekete geçirdiler. Bu dünyada Önder Apo’ya kalacağı küçük bir yer bile vermek istemediler. 15 Şubat komplosuyla İmralı tecrit, işkence ve soykırım sistemini yarattılar. Komplonun imha saldırıları boşa çıkartıldı ama 15 Şubat ve İmralı sistemine giden süreç engellenemedi. İmralı’da idamı geliştirmek istediler. Ona karşı direnildi ve boşa çıkartıldı. Çürütme politikasıyla imha etmek istediler ama Önder Apo ona karşı demokratik çözüm çizgisini geliştirerek boşa çıkardı. Bu süreci, AKP’yi kurarak, onun üzerinden sonuca götürmek istediler. Bu temelde İslam Kardeşliği hilesi ve içten tasfiyeci dayatmalarla Önder Apo’yu örgütsüz ve halk desteğinden yoksun bırakıp imha etmek istediler. Ama hem tasfiyeciliğe hem de AKP hilelerine karşı direnildi. Tasfiyeci saldırılardan dolayı Örgüt ve halk desteği belli darbeler yemiş olsa da birliğini ve yürüyüşünü korudu. Diğer yandan Önder Apo da bütün bu saldırılara karşı paradigma değişimiyle karşılık verince uluslararası komployu çözümleme, mahkûm etme, dolayısıyla ona karşı mücadeleyi örgütleme ve geliştirmenin imkânları ve koşulları ortaya çıktı. 26 senedir de buna karşı mücadele ediliyor. Bu mücadele çeşitli dönemlerden geçti. Gerillanın yine bu mücadele içerisinde hep öncü ve belirleyici konumu oldu. Kadın ve gençlik hareketleri değişik biçimlerde bu dönemde geliştirilen mücadelenin içinde yer aldı. Halk hareketi, demokratik siyasi mücadele, serhildanlar çeşitli dönemlerde belirleyici etkilerde bulundu.
İşgal ve ilhaka karşı direniliyor
Bu 26 yılın da çok farklı dönemleri oldu. 15 Ağustos Atılımı’ndan 20 yıl sonra 1 Haziran 2004’te tasfiyecilik yenilgiye uğratılarak paradigma değişimi temelinde PKK kendisini yenileyip yeniden yapılandırdı. Bu çerçevede uluslararası komploya ve onu yürüten güçlere karşı yeni bir çıkış ve başlangıç yapıldı. Bu önemli bir çıkıştı. İdeolojik-örgütsel-siyasi boyutları çok daha önde olan bir hamleydi. Diğer taraftan gerilla siyasetin önünü açmak, ona destek vermek için ateşkese son vererek düşük yoğunluklu bir savaşa girdi.
Burada ikinci bir dönemeç de 1 Haziran 2010 hamlesidir. 2009’daki bütün taktik savaşımlara rağmen demokratik siyasetle sonuç alınamayacağı ortaya çıktı. Bunun üzerine Önder Apo, artık rol oynayamayacağını belirterek 31 Mayıs 2010’da siyasi mücadeleden çekildiğini duyurdu. 1 Haziran’dan itibaren PKK, Dördüncü Stratejik Döneme geçtiğini, devrimci halk savaşıyla mücadele edeceğini ilan etti. O da önemli bir çıkıştı. 2011-2012’de dalgalı bir savaş süreci oldu. Hem Hareket hem de AKP zorlandı. Sonuçta 2013-2014’te çözüm süreci denen ama esasında bir hile ve savaşa hazırlık biçiminde planlandığı artık net ve somut olarak açığa çıkmış olan bir süreç yaşandı. O çeşitli taktik savaşımların geliştiği bir ara dönemdi. Sonuçta soykırımcı sistem, “Çöktürme Eylem Planı” adıyla AKP, MHP ve KDP işbirliğiyle gerillayı ezme, PKK’yi tasfiye etme planını, 24 Temmuz 2015 tarihinden itibaren uygulamaya koydu. Özellikle Kobanê’de DAİŞ’in yenilgisi kesinleştikten sonra TC, artık DAİŞ gibi çete güçleri üzerinden PKK’yi durduramayacağını, tasfiye edemeyeceğini, yine 19 Temmuz 2012’de gelişen Rojava Devrimi’ni ortadan kaldıramayacağını anladı. O yüzden, sömürgeci-faşist-soykırımcı saldırıyı doğrudan AKP-MHP-KDP işbirliği temelinde harekete geçirdiler. On yıldır da bu temelde mücadele ediliyor. Bu on yıllık savaşın iki yılı geniş bir alanda büyük mücadelelerle yürütüldü. 26 Ağustos 2016’dan bu yana da sömürgeci-soykırımcı saldırılar Rojava ve Başûrê Kurdistan üzerinden yürütülüyor. Bu saldırılarla Rojava Devrimi tümden tasfiye edilmek isteniyor. Yine Medya Savunma Alanları’nı işgal ederek buralardaki gerilla üslenmesini ezmek, PKK örgütlülüğünü, yönetimini tasfiye etmeyi hedefliyor. Bu temelde “Çöktürme Eylem Planı” içte ezme, Başûr ve Rojava’ya dönük de işgal saldırıları biçiminde harekete geçirildi. 8 yıldır böyle bir işgale karşı çeşitli biçimlerde direniliyor. Medya Savunma Alanları direniyor, Rojava direniyor. Êfrîn, Girê Spi ve Serêkaniyê savaşları oldu. Önemli direnişler yaşandı. Fakat çokça hata ve eksiklikte yaşandı. Düşman saldırılarıyla belli sonuçlar aldı.
Diğer yandan Türk Ordusu, özel savaş güçleri ve çeteleriyle birlikte ABD ve KDP’nin desteğinde Heftanîn’den Xakurkê’ye kadar Metîna, Zap ve Avaşîn merkez olmak üzere Medya Savunma Alanları’nı işgal etmek amacıyla planlı, örgütlü, düzenli bir işgal saldırısı sürdürüyor. Bunu 3 Temmuz’dan itibaren yeni bir planlamaya kavuşturdular. Buna Irak Yönetimi de destek verir, katılır hale geldi. Kuzey’den TC işgal saldırıları sonuç alamayınca zırhlı birlikleriyle Batufa’dan Amediyê’ye, Şeladizê’ye kadar olan hatta TC’nin üslenmesine ve Güney’den de Metîna, Zap, Avaşîn hattını kuşatmasına izin verdiler. 40 günü aşkın süredir bu temelde yürütülen bir saldırı var. Bunlara karşı gerilla direniyor. Bu güçler, Heftanin, Metîna, Avaşîn ve Xakurkê’nin tampon bölge adıyla TC egemenliğine verilmesi için elbirliğiyle çalışıyorlar. Bunun için Türkiye, Irak ve KDP ortak bir operasyon odası oluşturmuşlar. Yani bu süreci birlikte yönetiyorlar. KDP ve Irak, Türk ordusunun saldırıları için her türlü desteği veriyor. AKP-MHP sürüleri de arazi yakmaktan, köyleri yakıp yıkıp boşaltmaktan, dağı-taşı bombalayıp yok etmekten tutalım, kimyasal silah, taktik nükleer silah, çeşitli yasak bombalar kullanmaya kadar tüm gücüyle saldırı halinde.
Şimdi, 15 Ağustos 1984’te, Eruh ve Şemdinli eylemleriyle başlayan savaş, bugün 40’ıncı yıldönümünde bu düzeye gelmiş durumda.
Xakurkê-Avaşîn-Zap-Metîna-Heftanîn alanları, tampon bölge adıyla TC yönetimine bırakılmış. Bu alanlar Irak-KDP tarafından TC’ye satılmış ve ABD-NATO tarafından da onaylanmış durumda. Şimdi el birliğiyle bu işgali ve ilhakı gerçekleştirmeye, bu alandaki gerilla direnişini ezerek bu topraklarda TC hâkimiyetini sağlamaya çalışıyorlar. Tabii Tayyip Erdoğan daha önce bunu BM’de ilan etmişti. Tüm Rojava ve Başûr’u işgal ve ilhak etmek istediklerini açıkça dile getirmişti.
Şimdi “Kalkınma Yolu Projesi” adıyla Irak ve Türkiye bir anlaşma imzaladı. Güney Kurdistan’ın sınırından Türkiye’ye vardırılıyor. TC, o sınıra kadar olan bütün sahayı işgal ve ilhak etmek istiyor. Musul’a, Kerkük’e kadar uzanma çabası var. Zaten Kerkük çevresinde bazı faşist-gerici Türkmen çevreleri üzerinden böyle bir örgütlenmeyi içeriden geliştirip sonuç almak istiyor. Daha önce Kürt yurdu olarak tanımlanan toprakları şimdi “Misak-ı Milli” diye tanımlayarak Kürt soykırımı temelinde işgal ve ilhak etmek istiyor. Anlaşılıyor ki KDP de buna destek veriyor. Artık Güney Kurdistan’ı Irak’ın değil, Türkiye’nin bir vilayeti haline getirmeye karar vermişler. Elektrik-su gibi çeşitli çıkarlar gereği zaten devlet olamamış, kendini yönetim haline getirememiş Irak yönetimi de buna katılıyor, destek veriyor.
Ne dünya siyasetinden ne de Irak siyasetinden buna karşı bir tepki yok. O halde bu ne anlama geliyor? Bunun, NATO ve BM tarafından onayladığı anlamına geliyor. Halihazırda buraların TC’nin eline geçmesine, Rojava ve Başûr’un TC tarafından işgal ve ilhak etmesine karşı çıkan bir siyaset yok. Bunu NATO ve BM siyaseti onaylıyor. Yoksa Arap âlemi böyle durmazdı. Geçici bir askeri giriş-çıkış yaptığında bile TC’yi kınıyorlardı.
41’inci atılım yılına girerken savaşın durumu nedir?
Peki, mevcut durum nasıl gelişecek? Büyük atılımın 41’inci atılım yılına girerken ya da Kürt Özgürlük Mücadelesi yılına girerken mevcut savaşın durumu nedir? Şuan ki boyutları belirttiğimiz çerçevedir. Önü de açık. Öyle mevcut haliyle TC saldırılarına çok karşı çıkan bir güç yok. Gerçekten buraları TC’ye verdiler mi? Yoksa TC’yi buralara çekip sonunda yaptıklarına pişman edecek bir tuzağa mı çekiyorlar? Tabii orası ayrı, farklı bir değerlendirme konusu oluyor. 3’üncü Dünya Savaşı kapsamında Ortadoğu’nun yeniden yapılandırılması çerçevesinde yaşanacak, gelişebilecek bir durum.
Mevcut işgal saldırılarını TC Yönetimi, herkesin desteğiyle rahat bir şekilde sürdürüyor. Ama buraları gerçekten TC’ye verirler mi? 21’inci yüzyılda yeniden bir Osmanlı İmparatorluğu kurulur mu? Önder Apo, bütün bunların tuzak olduğunu söyledi. TC Devleti’ni, onun yöneticilerini defalarca uyardı. “Sizi tuzağa çekecekler, sonunda Sevr’de içine düştüğünüz durumdan daha kötü hale getirecekler” dedi. Artık gelişmeler nasıl olacak onu 3’üncü Dünya Savaşının seyri belirleyecek.
Yakın dönemde birçok alanda seçimlere gidildi. Avrupa, İran seçimleri oldu. Yine ABD’de seçimler olacak. Bu seçimlerin sonucunda oluşan yönetimlerin izleyeceği siyasetler önümüzdeki süreçte bu savaşın seyrini belirleyecek. TC’nin, Irak ve Suriye’ye dönük Kurdistan’ın Güney ve Batı parçalarını işgal ve ilhak etmeyi amaçlayan saldırıları karşısında durum ne olacak? Irak ve Suriye’deki durum nereye gidecek? Her halde o yönlü bazı gelişmeler olacak. Türkiye’nin bütün çabası öyle bir duruma gelinmeden tampon bölge adıyla Medya Savunma Alanları’ndaki işgali ve ilhakı tamamlamak, Esad Yönetimi’yle de anlaşarak Kuzey Doğu Suriye Yönetimi’ne ve Suriye’deki Kürt etkinliğine karşı bir ittifaka ulaşmak.
Şimdi TC Yönetimi, AKP-MHP faşist diktatörlüğü, bu hedeflerine 2024 yılı içerisinde ulaşmak için tüm gücünü seferber ediyor. Bunlara ulaşırsa her halde 2025’te gelişecek siyasi-askeri mücadeleler içerisinde kendisini etkili hale getirmiş, daha güçlendirmiş olacağını düşünüyor. Böyle bir hesapla hareket ettiği açık. O yüzden şuanda gelişebilecek yeni gelişmelerden korkuyor. ABD ve Avrupa siyasetinin nasıl hareket edeceği ve bunun Irak’a-Suriye’ye yansımaları, bu temelde Kuzey Doğu Suriye’nin durumu, Şam Yönetimi’nin nasıl şekilleneceği gibi konuların değişim temelinde gündeme gelmesi durumunda TC, artık ipin ucunu kaçırır, olası gelişmelere karşı duramaz. Kürt karşıtı, Kürtlüğü yok etmek isteyen soykırımcı siyasette gedik açılır diye korkuyor. Tüm gücüyle öyle bir ihtimalin önünü kapatmaya çalışıyor. Kürt kazanmasın da ne olursa olsun diye yaklaşıyor. Tek siyaseti odur. Suriye’de de Irak’ta da Kürt kazanımına dönük olacak herhangi bir somut gelişmenin oluşmaması için çaba harcıyor. Kendisine dönük en büyük tehlikeyi bu alanda görüyor.
Şuanda Suriye’de çok yoğun bir siyasi mücadele var. Bu çeşitli biçimlerde çatışmalara da dönüşüyor. Hem TC açıktan sınır üzerinden saldırıyor hem de Dêrazor’da görüldüğü gibi Suriye Yönetimi’yle ya da TC’nin de yönlendirdiği çeşitli çete gruplarıyla saldırılar, provokasyonlar geliştiriyorlar. Mevcut durumu bozmak, Kuzey Doğu Suriye Yönetimi’ni etkisiz kılmak, zayıflatmak için çaba harcıyorlar. Zaten seçim yapmasını engellemek için de tüm güçleriyle elbirliği etmişler, çaba harcıyorlar. Bu yönlü ABD, NATO ve Rusya’dan da onay almış durumdalar. Öyle bir şey oldu ki sanki her şey 2025’te gelişecek siyasetlere bağlı gibi. AKP-MHP faşizmi o zamana kadar mevcut olan imkânları değerlendirmek, boşluklardan yararlanmak ve bazı kendini güçlendirici adımlar atmak istiyor.
Bu çerçevede TC, en azından Heftanîn, Zap, Avaşîn, Metîna ve Xakurkê’deki işgal ve ilhakı tamamlamak istiyor. Henüz yeni TC sınırı tam net olmasa da bir ucu Qesrê-Çoman’a kadar da uzanabilir. Xinêrê’ye dönük saldırılar biraz onu gösteriyor. Sınır fiilen buraya kaymış oluyor. Türkiye, onun kuzeyini tümden ele geçirmek istiyor. “Kilidi kapatmak istiyoruz” demeleri bu nedenledir. Böylesi bir sonucu kendisi için bir güvence olarak görüyor. Irak ve Suriye’deki olası bir değişimden korkuyor. Özellikle Suriye hattından çok korkuyor.
Türkiye’yi korkutan diğer bir nokta ise bu enerji yolu meselesidir. Biden Yönetimi, İsrail-Arap ittifakı temelinde yeni bir Ortadoğu şekillendirmek istedi. Bu özellikle AKP-MHP’nin yürüttüğü Kürt karşıtı politika nedeniyle TC karşıtı bir yola dönüştü. Türkiye’de buna karşı Azerbaycan üzerinden bir yol denemek istedi, onu engellediler. Gazze üzerinden bu yolu sabote etmek istedi, üzerine sert gittiler. Şimdi de Irak’la anlaşarak bu “Kalkınma Yolu Projesi” adıyla alternatif bir enerji yolu oluşturmaya çalışıyor. Bazıları bunun bir ABD yönlendirmesi olduğunu söylüyor. Fakat öyle olsa Gazze’de o kadar savaşmazlardı. Doğu Akdeniz’de egemenlik kurmak için bu kadar çaba harcamazlardı.
Şuanda Ortadoğu üzerinde büyük bir çatışma var. Bunu görmek lazım. İsrail bu çatışmada en etkili konuma ulaşmak, Ortadoğu’nun yönlendiricisi olmak istiyor. Sermaye düzeni de buna destek veriyor. 1948’den bu yana oluşturdukları İsrail Devleti’nin artık güç kazandığını, yeni bir Ortadoğu’yu inşa edebileceklerini düşünüyorlar. Yahudi-İsrail-Arap ittifakını bu temelde geliştirmeye çalıştılar. Yine bu çerçevede Arap-İran ittifakını oluşturmaya yöneldiler. Suudi Arabistan ve Mısır üzerinden İran ile ittifaklar oluşturmaya çalıştılar.
Tabii bütün bu gelişmeler olurken TC de Kürtlerin bu süreçten kazançlı çıkma ihtimaline karşı bütün kapılarını böyle bir projeye kapattı. Böyle olunca Doğu Akdeniz üzerinden Türkiye’nin dışarıda bırakıldığı bu yol projesini oluşturdular. Bu da Türkiye’nin aleyhine oldu. Bu yol projesi Türkiye’yi tümüyle dışlıyor. Çünkü Türkiye, enerji yollarının merkezi olmak istiyor. Türkiye, geçmişten bu yana hep İpek Yolu’nun merkezinde yer aldı. Güney’den Kuzey’e, Doğu’dan Batı’ya olan yolların hep kavşak noktasında yer aldı. Hep oradan kazandı. Şimdi onları kaybetmekle yüz yüze. Türkiye Yönetimi böyle olmamak için hem Kürtleri ezmek hem de sistemi kendi yol projesine mecbur bırakmak istiyor. Kürtleri ezmek için yürüttüğü saldırılara mevcut sistem ABD ve NATO şimdi destek veriyor. Fakat enerji yolu noktasında bir görüş birliği içinde değiller, çelişkileri var.
Aslında bir çatışma durumundan da bahsedilebilir. Bu temelde Türkiye’nin Hamas’ı kullandığını görüyoruz. Yine Hizbullah’ı kullanmak istiyor. Tabii daha çok da İran’ı devreye koyarak İsrail üzerinden geliştirilmek istenen bu enerji yolu projesini sabote etmek istiyor. İsmail Haniye’yi de bunun için öldürdüler. Yoksa durup dururken niye İran’da bulunduğu zaman öldürülsün? Türkiye ve Katar’da kalıyordu. Niye oralarda öldürmediler de özel olarak İran’da bulunduğunda öldürüldü? Kuşkusuz bir İran-İsrail savaşı yaratmak için böyle bir saldırıyı gerçekleştirdiler. Bunu da en çok TC Devleti ve İsrail içindeki bazı güçler istiyor.
Kuşkusuz böyle bir saldırıyı İsrail yapmış olabilir. Kimse yapmamıştır demez. Fakat nasıl Hamas, İsrail ile savaşa sokuldu ve Gazze bu duruma getirildiyse, aynı şekilde İsmail Haniye’nin öldürülmesiyle de İran’ı, İsrail ile savaşa sokmak isteyen Türkiye’nin, Tayyip Erdoğan ve Hakan Fidan’ın buradaki parmağını görmek lazım. Onlar olmadan bu yapılamazdı. Bir de sonuç itibariyle bu en fazla Türkiye’nin İsrail ile İran’ı savaştırma politikasına hizmet ediyor. TC, bu şekilde dokuz-on aydır Gazze Savaşı üzerinden sürekli bir biçimde tahrikte bulunuyor. İran ile İsrail arasında bir savaş çıkartmak için her türlü tahriki yapıyor. Bunu Lübnan’a da taşırmak istiyor. Ama bu savaşın Lübnan’a sıçraması durumunda Suriye’yi de etkisi altına alır diye korkuyor. Çünkü böyle bir durumda Kuzey Doğu Suriye’nin durumu da gündeme gelecek. O zaman TC’nin istemediği politikalar, ittifaklar gelişebilir. Siyasi olarak Kuzey Doğu Suriye’nin önü açılabilir. Bu tür gelişmelerin önünü kapatmak için şimdiden Esad Yönetimi’yle görüşüyor. Bir yandan kendi dışında gelişen enerji yolunu sabote edebilmek için İran’ı, Hizbullah’ı, Lübnan’ı devreye koymaya çalışıyor. Diğer yandan bunların Suriye’yi etkilemesinden korkarak daha o düzeye gelmeden Esad Yönetimi’yle Kürt karşıtı anlaşma yapıp kendisini sağlama almaya çalışıyor.
Böyle bir sonuca ulaşması zordur. Çok çelişkili politikalar var. Bir cambaz bile bu kadar ipte birden oynayamaz. Dolayısıyla biraz direniş olursa birçok şey Türkiye’nin aleyhine olacak gibi. Bunu görebilmeliyiz. İsrail o kadar zayıf değildir. İsrail’i boşuna oraya yerleştirmediler. Kendi başına gelmedi. O devlet, oraya gidenler tarafından kurulmadı. Kimlerin kurduğunu, kimlerin temsilcisi olduğunu iyi biliyoruz.
Şimdi de yüz otuz, hatta yüz elli yıla varan bu Hindistan-Avrupa enerji yolu kavgası İsrail üzerinden bir çözüme kavuşturulmaya çalışılırken Türkiye’nin bunun önüne engel koymasına izin vermezler. Önderlik “eğer bu kafayla giderse Türkiye’nin paramparça edileceğini” söyledi. Uyarılarda bulundu. Şimdi onun farkına biraz vardılar. Biz de Türkiye toplumunu uyaralım diye değerlendirmeler yaptık. Onun korkusu içindeler. Bir yandan Kuzey Doğu Suriye’de gelişmeler olabilir diye korkuyorlar, diğer yandan da çelişki ve çatışmanın hızlıca gelip Kıbrıs’a dayanmasından korkuyorlar. Böyle bir şey gelip kapılarına dayanmadan bir an önce İran-İsrail savaşı çıkartmak için her türlü tahriki yapıyorlar. Çünkü Kıbrıs’ı da bu yol güzergâhında ikinci bir merkez şeklinde tasarlıyorlar. Biri İsrail, diğeri Kıbrıs’tır. Öyle olursa Kuzey Kıbrıs, Güney ile birleşir.
Böyle olursa Türkiye tümüyle yoldan dışlanmış olur. Yüz yıllardır, hatta bin yıllardan beridir İpek Yolu’yla kervan ticaretine merkezlik yaptı, onunla kazandı. Konjonktürel olarak bu siyasi konumundan sürekli yararlanıyordu. Hep siyasi-stratejik konumumuz diyordu. Avrupa-Asya arasında köprü olmakla övünüyordu. Oraya dayanarak kendisini yaşatıyordu. Hem Asya’nın hem Avrupa’nın desteğini alıyordu. Şimdi bütün bunlardan mahrum hale gelecek. Bu durumda ne olacak? Ya iyice teslim olacak, çökecek. Ya da kafa tutarsa bu sefer Lozan’ı sona erdirecekler, Sevr’e benzer bir durumu yaratarak Türkiye’yi parçalayacaklar.
Şimdi TC’nin, Rojava’ya, Başû’ra, Kuzey Doğu Suriye ve Medya Savunma Alanları’na dönük saldırılarına PKK’nin imhası temelinde destek veriyorlar. Fakat bu destek dile getirdiğimiz ihtimali ortadan kaldırmıyor. Bu şekilde PKK’yi zayıflatmak istiyorlar. ABD’nin ve küresel kapitalist sistemin Türkiye’ye karşı her hangi bir politika değişikliğine gidebilmesi için PKK’nin çok zayıflaması ya da tasfiye olması gerekiyor. PKK varken Türkiye’de değişimin önünü açmaya korkuyorlar. PKK hâkim olur diye korkuyorlar. Nasıl ki PKK Güney Kurdistan ve Irak’ta etkili hale gelir diye Irak’a müdahale etmeden önce uluslararası komployu geliştirdiler ise, şimdi de mevcut NATO ve kapitalist modernite sistemi, PKK varken Türkiye’de öyle köklü bir siyasi değişiklik istemiyor. Çünkü böyle bir değişimden PKK yararlanır ve alternatif bir güç olur diye çekiniyorlar. Onun için iş o noktaya gelmeden daha önceden PKK’nin zayıflatılması, darbelenmesi gerekiyor. Bu çerçevede de TC’ye destek verip yönlendiriyorlar. Böylece PKK iyice zayıflarsa onların eli de rahatlamış olacak. Türkiye’de istedikleri gibi ameliyat yapabilecekler. Siyasi değişime yönelebilecekler.
Dış müdahaleyi, Türkiye’ye dönük işgali PKK’nin varlığı, onun Demokratik Konfederalizm çizgisi engelliyor. Bu sadece Türkiye için de değil, tüm Ortadoğu için geçerli. Çünkü Önder Apo’nun paradigması, PKK çizgisi, alternatif bir çizgiye sahip. Alternatiften kurtularak, alternatifi zayıflatarak kendi çizgilerini hâkim kılacakları bir ortam yaratmak istiyorlar.
Şimdilik belli bir imkân ve fırsat var. Tayyip Erdoğan Yönetimi, bunu sonuna kadar değerlendirmeye çalışıyor. Sonrasında başlarına ne geleceğini bilemiyorlar. Alternatifler çoktur. Birçok ihtimal var. Mevcut politikalar temelinde TC için bu ihtimaller hayra alamet görülmüyor. Onları boşa çıkartmak, kendilerini sağlama almak açısından mevcut saldırıları yürütüyorlar. Bu temelde Şam Yönetimi ile anlaşmaya çalışacaklar. Onun için çeşitli provokasyonlar yapacaklar. Kuzey Doğu Suriye Yönetimi’ni zayıflatıcı adımlar atacaklar. O açıdan süreç tehlikeli. Tabii Medya Savunma Alanları’na dönük saldırılar da sürüyor ve sürecek. Fırsat bulurlarsa Garê ve Qendîl’e saldırabilirler. Onların hepsi gündemlerinde. Ama gelişmelere göre bunu değerlendirecekler.
Öncelikle Türkiye sınır boyu olan bu alanları kendi egemenlikleri altına almak, buradaki gerillayı ezmek istiyor. Buna karşı direnen tek güç gerilladır. HPG ve YJA-Star güçleri gerçekten 8 yıldır her türlü saldırı ve bombardımana karşı binlerce şehit verme pahasına kahramanca direndi. Hem KDP ihanetine karşı hem de NATO’nun, ABD, Rusya’nın desteğine karşı direnildi. Kimyasal silahtan yasaklı taktik nükleer bombaya kadar birçok bomba kullanıldı. İşte böyle bir işgal ve ilhak saldırısına karşı direnen tek güç Kurdistan Özgürlük Gerillası oldu.
15 Ağustos çizgisi, ruhu, direnişi, Medya Savunma Alanları’nda yaşıyor
Şimdi 15 Ağustos Atılımının 40’ıncı yıldönümünde savaş böyle bir direniş temelinde sürüyor. 15 Ağustos çizgisi, ruhu, direnişi, şimdi Zap’ta, Metîna’da, Medya Savunma Alanları’nda yaşanıyor. Eruh ve Şemdinli eylemleriyle başlayan gerilla savaşı, bütün Kurdistan’a yayıldı, çok değişik aşamalardan geçti. Şimdi bu süreç Medya Savunma Alanları’nda koordineli tim-tünel savaşlarına odaklanmış durumda. Kendini eğiterek, yenileyerek, demokratik modernite çizgisinde yeniden yapılandırarak tarz ve taktik bakımından geliştirerek bu sürece cevap olmaya çalışıyor. Özellikle gerilla yıllardır coğrafyaya dayalı olarak geliştirdiği yer altı hazırlıklarıyla tam sekiz yıldır böyle topyekûn bir saldırıya karşı direndi ve işgale izin vermedi.
Çeşitli dönemlerde operasyonel saldırılar oldu. TC, 1992’de de işgal etmek için saldırdı. O zaman savaş en fazla iki ay sürdü. Şimdi bu mevcut savaş, tam 8 yıldır sürüyor. Saldıranlar da dâhil hiç kimse bu düzeyde bir direnişin gelişebileceğine ihtimal vermiyordu.
Zaten da önce Kuzey’den yol açarak indirmelerle yaptıkları işgal saldırılarıyla sonuç alacaklarını sandılar. Yıllardır geliştirdikleri saldırılarda başarılı olmayınca şimdi ABD-Rusya gibi bütün dış güçleri devreye koydular, yine Irak Yönetimi’ni ikna ettiler. Irak ve KDP ile birlikte Güney’den kuşatan bir saldırı tarzını ortaya çıkartmayı gerçekleştirdiler. AKP-MHP Yönetimi, yapabilseydi, Zaxo’dan Süleymaniye’ye kadar bir müşterek güç örgütlemek istiyordu. Geçen kış ve bu baharda yaptıkları görüşmelerin esas amacı buydu. Bunu başaramadılar. Yani kuşatma sadece bu alanda değil, Garê’nin de güneyinde; Musul-Kerkük ovalarından Süleymaniye’ye gelecekti. TC Devleti, tanklarla, zırhlı birliklerle sınırı oradan oluşturacaktı. İstemi buydu, planı böyleydi. Bunu şimdilik gerçekleştiremedi. Ama dış güçler ve Irak Yönetimi de Batufa’dan Amediyê ve Şeladizê’ye uzanan hatta bir sınır oluşturmasına onay verdiler. Ama hali hazırda gerilla direnişini aşamıyor. Her gün direniş var.
Gerilla 15 Ağustos’un 40’ıncı yıldönümünü de büyük eylemlerle karşıladı. Nasıl bir güçte olduğunu, yeni tarz ve taktiklerle arazi savunması yapabildiğini ortaya koydu. Yer altı sistemine dayanma önemli ölçüde gelişti. Gerilla tim savaşında önemli bir gelişmeyi sağladı. Teknik kullanımında da önemli bir düzeye ulaştı. Bu temelde düşmanın hava tekniğine, özel keşif uçaklarına karşı ciddi bir vuruş gücüne kavuştu.
Şimdi gerilla en üst düzeyde 15 Ağustos Çizgisini koruyor. Eruh ve Şemdinli’de başlayan eylemlerle Zap ve Metîna’daki Tepe Bahar, Tepe Cudi, Tepe Amediye’deki direnişin ne bağı olabilir denilebilir? 15 Ağustos Atılımı, bir özgürlük arayışıydı, ilanıydı. Zap ve Metîna’daki direniş de işgalci, ilhakçı sömürgeci ve soykırımcı siyasetleri, saldırıları kırmak, Kürt özgürlüğünü sağlamak için gelişen bir mücadele oluyor. Kurdistan özgürlük ruhu, direnişi Medya Savunma Alanların’daki o gerillanın tim-tünel direnişinde kendisini temsil ediyor, ifadeye kavuşturuyor.
Sömürgeci-soykırımcı saldırı gücü orada kırılırsa bütün Kurdistan’ın özgürlüğünün önü açılır. Savaş bu kadar kilitlenmiş, odaklanmış durumda. Bu bakımdan gerçekten de Medya Savunma Alanları’ndaki bu yeraltına dayalı, koordineli tim-tünel savaşıyla ortaya çıkan direnişi her zaman selamlamak lazım. Doğru anlamak gerekiyor. Oradaki ruhu, cesareti, yaratıcılığı, saldırı gücünü anlamak lazım. Yeraltı sistemi güç dengesizliğini ortadan kaldırıyor. Gerillaya kendini koruma imkânı veriyor ki saldırı yapabilsin. Geçen kış ve ondan bu yana da büyük saldırı eylemleri yaptı. Şimdi Zap sendromu yaşandığı söyleniyor. O alanlardan kaçmak için kendilerini vuran, istifa eden çok sayıda asker var. Zaten bir ordu ile gelemiyor. DAİŞ’ten tutalım El-Kaide’ye kadar birçok çete gücü bu savaşın içinde. Yine çeşitli azgın korucularla bu savaşı yürütmeye çalışıyorlar.
Evet, 41’inci yıla girerken 15 Ağustos Atılımı’yla başlayan savaşın nabzı şimdi bu zeminde atıyor. Bu zemin, zaten önemli bir zemindi. 15 Ağustos Atılımı’nın planlandığı, kararlaştırıldığı zemindi. Ondan kopuk değildir. Eruh ve Şemdinli eylemleriyle Metîna’da, Zap’ta, Xakurkê’deki direnişler birbirlerinden kesinlikle kopuk ve uzak değiller. Aynı zeminin, aynı ortamın direnişleri oluyorlar. Bu vesileyle bir kere daha bu gerilla direnişini selamlıyoruz, şehitlerini saygıyla anıyoruz. Başarılarını kutluyoruz.
Apocu özgürlük çizgisi bu direnişlerle ve mücadeleyle hayat buluyor. Geçen kış toplantılarımızda çizginin İmralı ve Zap direniş çizgisi olduğunu belirttik. Yönetimimiz bunu karar haline de getirdi. Her türlü eleştirel ve özeleştirel sorgulama bu direnişler temelinde olmalı. Kendimizi buna göre değerlendirmeli, özeleştirel sorgulamadan geçirmeli, yenilemeliyiz. Önderlik ve parti çizgisine böyle bir özeleştirel sorgulama temelinde ulaşmalıyız. Yoksa başka ölçüler, yaklaşım ve değerlendirmeler doğru değildir.
15 Ağustos Atılımı’nı selamlamak, o çizgiyi özümsemekten geçiyor
Bugün 41’inci yılda daha büyük başarılar elde ederek siyasi kazanımlara ulaşabilmek yürütülen bu savaşın anlamına doğru varmakla olur. Onun için de bu çizgiyi doğru anlamak, Zap ve Metîna’da yaşanan devrimci savaş çizgisini, oradaki fedai ruhu, iradeyi, bilinci doğru görmek lazım. Bu Apocu ruhtur, bilinçtir. 15 Ağustos Atılım ruhu ve bilincidir. Zindan direniş ruhu ve bilincidir. O halde her yıldönümü bizim için bir ders çıkarma, bir özeleştirel sorgulama, çizgiyi doğru anlama ve onu başarıyla uygulamak üzere kendini yenileme, değiştirme, yeniden kararlaştırma rolü oynuyor.
15 Ağustos Atılımı’nı selamlamak, o atılımcı ruhu edinmekten, o çizgiyi özümsemekten geçiyor. Yoksa başka türlü selamlanamaz, başarılar kutlanamaz. Eğer bu çizgi doğru anlaşılamaz, özümsenemez, bu temelde kendini yenileme gerçekleşmezse selamlamanın da, kutlamanın da, onun coşkusunu yaşamanın da gerçek bir anlamı olmaz. O halde bu büyük atılımın kırkıncı yıldönümünü yaşarken özeleştiri sorgulamasını, bu çizgiyi anlama ve özümseme sorgulamasını daha doğru ve güçlü, derin geliştirmeliyiz. Sürecin siyasi-askeri olaylarını doğru anlayıp başarılı mücadele etmek, zaferler kazanmak, Önder Apo’nun fiziki özgürlüğünü hedefleyen küresel özgürlük hamlemizi başarıya götürecek bir devrimci pratiğin sahibi olabilmek, kesinlikle bu çizgiyi doğru anlamaktan, özümsemekten ve onu başarıyla uygular hale gelmekten geçiyor.
O halde böyle ezik, karamsar, umutsuz, yorgun yaklaşımları aşalım. 15 Ağustos’tan, atılımdan, zaferden söz ediyoruz. O atılım ve zafer ruhunu özümseyelim. Bilinmeli ki bu çizgi karşısında “Bu benim düşüncem, bu senin düşüncen” şeklindeki tartışmalar boş laflardır. 15 Ağustos Atılım Çizgisi bütün bunların bir küçük-burjuva kendini kandırma durumundan başka bir şey olmadığını net bir biçimde ortaya çıkartıyor. Söz 15 Ağustos’ta söylendi. Doğru çizgi, 15 Ağustos Atılımıyla belirlendi. O halde daha neyi tartışıyoruz. Daha hangi doğru düşünceden, sözden söz edilebilir. Bu büyüklük karşısında kimin düşüncesi olabilir. Kimin doğrusu olabilir? Gerçekçi olmalıyız. Bu noktada kendini kandıran bu küçük-burjuva ruh hallerini, bireycilikleri, anlayışları aşalım. Onlara çakılıp kalmayalım. İkide bir onları gündeme getirip tekrarlamayalım. Sürekli “Ben” deyip kendimizi bu temelde gündemleştirmeyelim. Önder Apo “Ben yok, biz varız” dedi. O halde benim görüşüm yok, Parti’nin görüşleri var, Önder Apo’nun görüşleri var. 40 yıllık özgürlük savaşının çizgisi var. Hangi doğrudan söz edeceğiz. Doğruyu nerede arayacağız? Önderlik, 3’üncü Kongre’de 15 Ağustos Atılımı’nı ve Egîd yoldaşı değerlendirirken “hak-adalet nerededir. Doğruyu kim teslim ediyor? Bunun bilincine doğru varalım. Herkes kendine göre doğru arayışından vazgeçmelidir” dedi. Doğru sözü söyleyenler, doğru eylemi geliştirenler oldular ve kendilerini bir çizgi haline getirdiler. O halde gerçekten de bu 40’ıncı yıldönümünde artık şikayetçiliği, sızlanmayı kafa karışıklıklarını, bireycilikleri bir tarafa itelim. Bunların 15 Ağustos Atılım çizgisiyle, gerilla ve A Egîd çizgisiyle ne alakası var. Peki, biz o tür sızlanmalar içinde olursak neyin temsiliyetini yapabiliriz? Böyle bir çizginin uygulayıcısı olduğumuzu nasıl söyleyebiliriz? Nasıl Egîd komutasında savaşan bir özgürlük savaşçısı, militanı olduğumuzu, doğru katıldığımızı ifade edebiliriz, hatta bizim de doğru düşüncelerimiz var diyebiliriz? Bunların hepsi bir hayaldir, kendini kandırmadır.
O halde gerçekten artık kendimize gelmenin zamanıdır. Bu bireyciliklere öldürücü darbeyi vurmanın zamanıdır. Çok uzatmak tehlikelidir. Ufak şeyler böyle mesele yapıldıkça, kendine görelikler gerçeklerin önüne konuldukça hastalık derinleşiyor, kangrenleşiyor. Onarılmaz duruma geliyoruz, zarar veriyoruz. 15 Ağustos’un bu 40’ıncı yıldönümü en çok da burayı aydınlatıyor. Bilinmeli ki 15 Ağustos Atılımı bir aydınlanma hareketi olarak en çok da Parti’nin içini aydınlatmıştır. Bu temelde devrimci çizginin ne olduğunu herkesin önüne koydu. Atılımdan önce de bu şekilde “benim düşüncem” diyenler, muğlaklık yaşayanlar, karamsarlık, umutsuzluk içinde olanlar çoktu. 15 Ağustos Atılımı herkesten çok ve en önce bu tür anlayışlara, tutumlara, ruh hallerine, davranışlarına darbeyi vurdu. Hem anlayış olarak hem de eylem olarak doğru çizgiyi gösterdi. Böyle bir gerilla savaşı varken senin şu sözünden, bu doğrundan, can sıkıntından, mide ağrından ne sonuç çıkar? Bunların ne anlamı olabilir? Hiçbir anlamı ve değeri olmaz.
Zaten 15 Ağustos Atılım Ruhu, bu gerçeği herkese gösterdi. Bu temelde darbeyi en çok tasfiyeciliğe, bireyciliğe, orta yolculuğa vurdu. Kafa karışıklığına, pasifizme, teslimiyetçiliğe, savaş kaçkınlığına vurdu. Neyi geliştirdi? Yiğitliği, kahramanlığı geliştirdi. Gerilla, halk ve kadın kahramanlığını yarattı. Şimdi gerçekler bu düzeyde ortadayken ve 40 yıllık direnişle kendisini bu kadar somutlaştırmış, pratiğe geçirmiş ve bu kadar kazanıma dönüştürmüşken, hala o küçük-burjuva bireyci sızlanmalardan söz etmenin, orada kalmanın, onu yaşamanın bir değeri, anlamı olabilir mi? Kuşkusuz olamaz. O halde herkesten önce bizim bu 15 Ağustos Atılımı’nın 40’ıncı yıldönümünü doğru anlamamız lazım. 15 Ağustos Atılım ruhunu, çizgisini, fedailiğini doğru anlayalım. 40 yıllık özgürlük savaşının derslerini doğru çıkaralım.
Gerçekten de Egîd ve Zîlan yiğitliğini böyle bir söz, övgü değil de her bakımdan kişiliğimiz haline getirelim. Önderlik çizgisine ve özgürlük savaşına katılımımız bu temelde olsun. Böyle olan kesinlikle kazanır. 41’inci yılın partileşmesi, gerillalaşması, devrimcileşmesi kesinlikle bu temeldedir. Böyle olursak her cephede, her mücadelede kesinlikle kazanacağız. Olursak diye bir kayıt yok. Öyle olacağız. Bunun dışındaki bir ölçüyü, bir yaklaşımı, bir tutumu, bir arayışı kesinlikle kabul etmeyeceğiz, meşru görmeyeceğiz, ortamımızda, içimizde tutmayacağız, yaşamayacağız. İç mücadeleyi, sınıf ve cins mücadelesini, katılım ve devrimcileşme mücadelesini böyle geliştireceğiz. Her türlü erkek egemen zihniyete, siyasete, sisteme karşı, yine her türlü küçük-burjuva bireyciliğine karşı Apocu fedai çizgide daha güçlü militanlaşacağız. Egîdlerin, Zîlanların çizgisine daha doğru ve tam katılacağız. Gerçekten de devrimci yiğitliği, militanlığı eksiksiz temsil edeceğiz. Çizgi budur. PKK ve PAJK bu çizgi demektir. HPG ve YJA-Star bunun vurucu gücü, keskin kılıcı oluyor. 40 yıllık mücadeleyle somutlaşmış, kanıtlanmış bu gerçekleri, bu yıldönümünde doğru anlayalım. 15 Ağustos Atılımı’yla somutlaşan Apocu fedai çizgiye doğru katılalım ve bunu 41’inci yılda başarıyla uygulayalım. Bunlar temelinde bir kere daha Önder Apo’nun, tüm yoldaşların, gerilla güçlerimizin, halkımızın ve dostlarımızın 15 Ağustos Ulusal Diriliş ve Gerilla Bayramlarını kutluyor, 41’inci atılım yılında özgürlük ve demokrasi mücadelesi yürüten herkese üstün başarılar diliyoruz.
– Yaşasın 15 Ağustos Atılım ve Zafer Ruhu
– Bijî Rêber APO