Kapitalist Batı uygarlığının ideolojik bir hegemonya ve yayılma aracı olarak kurguladığı modernleşme tezine göre; insanlık, tarihte ilk kez modernleşme ile kapitalist Batı’nın yükselişinde ve başatlığında tanışmıştır. İnsanlık ilk kez bu dönemde geleneksel toplumu aşarak, yeni ve üst bir toplumsal evreye geçmek suretiyle kaçınılmaz ilerleyişini sürdürmüştür. Buradaki “kaçınılmazlık” kapitalist Batı değerlerinin yokluğunda da oluşacak bir gerçeklik değil, onun öncülüğünün ve yaratımlarının kaçınılmazlığı olarak okunmalıdır. Çünkü kendisini insanlık tarihinin ilk “modernleşmesi” olarak kodlayan kapitalist modernleşme, toplumun bu oluşum halinde kendisini “biricik aktör” olarak görmektedir. Nitekim bundandır ki, modernleşmeyi kendisinin yokluğunda asla gerçekleşemeyecek/ulaşılamayacak bir “toplumsal aşama” olarak kurgulamaktadır.
Kapitalist modernleşme tezinin dayanak bulduğu tarihsel ve düşünsel zemin, insanlık tarihinin iki aşamadan oluştuğu gerçekliğidir. Başka bir ifade ile insanlık tarihi, modernleşme öncesi ve modernleşme sonrası olarak ayrıştırılmıştır. İronik bir biçimde modernleşme=milat kodlanması hafızalara kazınmıştır. Buna göre, kapitalist Batı değerlerinin itirazsız üstünlüğünün vücut bulduğu modern toplum öncesi toplumlar, “geleneksel toplumlar” olarak tanımlanmıştır. Bu toplumların başat özellikleri de; otorite, itaat ve inanç gibi çok da ayırt edici ve ilerletici/geliştirici yanları olmayan geleneksel değerlerdir. Oysa kapitalist modernite, insanlık için pranga olan bu değerleri aşarak, yeni bir toplumsal aşıyı denemiş ve başarmıştır. Hatta denerken bile, aşının tutup tutmayacağı kaygısı olmamıştır. Çünkü başarısından emindir!
Bundan dolayıdır ki, Batı’nın ferasetinde “biz ve onlar” biçimindeki ötekileştirme (her ne kadar bu iktidar ve egemenlik hastalığı tüm uygarlık çağlarında mündemiç olsa da, hiçbir zaman Batı uygarlığının düzeyine varmamıştır.) yaklaşımı çok derindir. “Biricik” ve “üstün olma” dürtüsü, bu feraseti perçinlemiş ve adeta bir zihniyet koduna dönüşmüştür. Bu açıdan bakıldığında, faşizmi doğuran toplumsal ve zihinsel zeminin Batı oluşuna çok da şaşırmamak gerekir. Çünkü kapitalist modernleşme, kendisini öncülerinden kesinlikle koparmakta ve her şeyi kendisiyle başlatmaktadır. Yahudilerin Tevratı’ndaki “seçilmiş halk” olgusu, adeta kapitalist Batı için yeniden tekrarlanmaktadır. İdeolojik ve düşünsel söylemin/savununun arka planında bu “seçilmişlik” ruh hali yatmaktadır. Tarihi kendisi ile başlatma iddiası ve bunun üzerinden kurgulanan ütopyalar, aynı zamanda söz konusu iddialı olma halini yerle bir edecek zehri de bağrında taşımaktadır. Nasıl ki her ütopya, karşı ütopyayı bağrında taşıyorsa; kibirli olma düzeyindeki iddialı olma hali de, kendisini krize sürükleyen zayıflığı içinde taşıyor.
Aydınlanmacı felsefe kapitalist modernitenin hem şansı hem şanssızlığıdır
Genelde tüm Batı uygarlığının, özelde ise kapitalist uygarlığın kendisi dışındaki her türlü toplumsal ve kültürel oluşumları dışlayarak gerici ve gereksiz görmesi, hatta bir çırpıda atılmaları gereken gereksiz uzuv muamelesi yapması, belki de (hatta belki demek de fazlasıyla mütevazi bir söylemdir) bugünkü kriz halini anlaşılır kılacak tahlillerin anahtarlarıdır.
“Geleneksel toplum” olarak tanımladığı kendisinden önceki toplumsal yapıları pek de kaale almayan, hatta kaale almayı bile fazladan bir yük olarak gören kapitalist modernite, bu toplumsal yapıları modernleştirmeyi önüne görev olarak koymuştur. Bu da, elbette kapitalist modernite değerlerinin aşılması olarak tezahür edecektir. Samuel Hungtington’un; “Batı uygarlığı, modern kültüre geçen ilk uygarlık olmuştur” söyleminde kristalleşen bu marazi ferasetin hegemonik yayılmasına en çok eşlik eden söylem; “biz, onlara uygarlığı (siz bunu ‘modernlik’ olarak okuyun) götürüyoruz” repliği olmuştur. Geçmişte klasik sömürgeleştirmeyi, şimdilerde ise kültürel ve düşünsel sömürgeleştirmeyi maskelemek için kullanılan “modernleştirme” iddiası tüm zamanlarda kendisini yeniden yeniden üreten hegemonik yayılmanın tam kendisi olmuştur/olmaktadır.
Kapitalist Batı, modernite dışı toplumlara kendisinin yarattığı en ileri insanlık değerlerini taşıma ve onları içerisinde bulundukları en geri durumdan “kurtarma misyonu” ile hareket etmektedir. Çünkü onlara göre, bu toplumlar Batı’nın modern değerlerine muhtaçtırlar. Eğer kapitalist Batı değerleri ile donanırlarsa, modernleşeceklerdir. Modernleşmenin yolu ‘Batılılaşmak’tan geçer! Bu, sıradan bir algı değildir. Son iki yüz yılın, en fazla da 20. yüzyılın temel sloganı olmuştur. Modernleşme algısı, bu slogan üzerinde vücut bulmuştur. Bunu bir sloganın çok ötesine taşırdıkları gerçekliği, 20. yüzyılda yaşananlardan sabittir. Kapitalist modernite güçleri, her şeyden önce bu kalıplaşmış algıyı “geri” diye kodladıkları Batı dışındaki toplumların yönetici elitlerinin ve aydınlarının zihniyet yapılarının değişmez/sabit algısına dönüştürmüşlerdir. 20. yüzyıldaki hegemonik yayılmalarını en çok bu etkili ve sonuç alıcı yol üzerinden yürütmüşlerdir. Kazanılan/oluşturulan zihniyet yapıları üzerinden hegemonik yayılmalarını “kurtarıcılık” maskesi ile örtmeyi başarmışlardır. O nedenledir ki, kapitalist Batı, dışındaki toplumlarda “gelişmenin” ve “modernleşmenin” ölçüsü, kapitalist Batı değerlerini içselleştirme olmuştur.
S. Hungtington’un örnek bir bakış açısı olarak alıntılanan söylemi, aslında kapitalist modernitenin üstünlüğüne, başatlığına ve hatta kaçınılmazlığına vurgu yapmaktadır. Çok yaygın bir söylemdir. Orijini kapitalist modernitenin ideolojik oluşturması olsa da, Batı ile sınırlı değildir. Batı dışındaki toplumların “aydınlanmacı” zihniyetlerinin de ortak savunusudur.
Peki, S. Hungtington gibilerinde kristalleşen ve yaygın bir doğru olarak kabul edilen bu tespitin doğruluk payı nedir? Gerçekten de tarihteki ilk modernleşmeyi Batı uygarlığı mı gerçekleştirmiştir?
Kapitalist modernleşme, yadsınamaz ve görmezden gelinemez bir gerçekliktir. 1500’lerden itibaren yükselen Batı uygarlığının kapitalizm ile birlikte vardığı insanlık değerlerini ifade ediyor. Aydınlanma çağı/felsefesi ile temelleri atılan kapitalist modernite; özgürlük, hümanizm, insan hakları, kültürel haklar, demokrasi gibi çağın yüksek değerleri ile donanmış ve insanlığın hakikat algısında ve/veya hakikatın daha da görünür kılınmasında kayda değer bir rol oynamıştır. Özcesi, çağın gelişmiş değerlerinin temsilini yapmıştır. Söz konusu değerler sistematiği, günümüzde ulaştığı teknolojik gelişme düzeyi ile “yenilmezlik” iddiasında bulunur gibidir.
Ardındaki aydınlanmacı felsefe, kapitalist modernleşmenin hem şansı, hem de şansızlığıdır. Aydınlanmacı felsefe, Batı modernitesi için güçlü bir düşünsel temel yaratmış ve bu donanımla insanlığın çağı itibarı ile vardığı gelişmişlik düzeyini yakalamıştır. Aydınlanma çağının yarattığı felsefik, ideolojik, düşünsel, kültürel ve teknolojik atılımlar olmasaydı, kapitalist çağ modernleşmesinden bahsediyor olamazdık.
Ancak aydınlanmacı felsefenin pozitivist tezahürü ve bunun sebep olduğu marazi düşünsel durum, söz konusu modernleşme halinin neden çarpık geliştiğini ve dolayısıyla krizsel bir hal aldığını ziyadesi ile açıklıyor. Bu zihni arka planı, protestanlığı doğuran etki ve tepkilere kadar uzatmak mümkündür. Kapitalist moderniteyi var eden zaman silsilesini bu zamanlara dayandırmakta hiçbir beis yoktur. Denilen odur ki, zihinsel olarak yanlış oluşan/oluşturulan her yapı gibi, kapitalist modernitenin de eninde sonunda kendisini var eden gerçeklikle/dinamikle yüzleşmesi kaçınılmazdı. Günümüzde bu yüzleşme hali, sorunlar yumağı ve sonuçları üzerinden ete kemiğe bürünmüştür.
Her şey birey üzerinden kurgulanmıştır
Kapitalist modernite, en derininden hegemonik karakterlidir. İktidarizm tüm argümanlarıyla yayılmacıdır. O nedenle iktidarist modernleşme tarihi, üstünlük algısının dışa vurumundan başka bir şey değildir. Modernleşmeyi var eden ileri değerler (özgürlük, hümanizm, insan hakları, kültürel haklar, demokrasi vs) tam da söz konusu bu gerçeklik nedeni ile kapitalist Batı dışındaki dünyaya çoğunlukla egemenlik, sömürü, iradesizleşme ve öz değerlerine yabancılaşma olarak yansımıştır. ‘Üstün beyaz insan’ın işgali ve yürüttüğü savaşlar bile, ‘modernleşmiş toplumlar’ın iyiliği için yapılmış büyük ve eşsiz fedekarlıklar olarak lanse edilmiştir. Kısacası, modern değerler, Batı dışındaki toplumların gelişimine kimi katkılar sunmuştur. Çağın gelişmiş değerleri ile tanıştırmış ve dinamizm kazandırmıştır. Ancak özkültürel değerleri ile değil de, söz konusu toplumları tümü ile savunmasız bırakmıştır. Hatta modern değerlerin taşınma biçimi ve amacı “reddiye ve benzeştirme” temelinde olduğu için, toplumsal yarılmalar kaçınılmaz sonuç olarak yaşanmıştır. Kapitalist modernitenin, ideolojik ve felsefik olarak birey temellidir. Bireyin üstünlüğüne, özgünlük ve özgürlüğüne dayanan bu modernleşme hali, topluma ve toplumsallığa ait olanın inkarını başardığı oranda gelişmiştir. Bunda büyük oranda başarılı olduğunu biliyoruz. Toplumsallığa karşı bireyselliği bir çözüm modeli olarak sunmuştur. Tüm felsefik, ideolojik, kültürel ve politik yaratımlar bireye dayanmış, dayandırılmıştır. Tüm toplumsal prangalarından büyük oranda azade edilen bireyin önünün açılması, modernleşme projesine dinamizm kazandırmış ve bireysel yaratıcılığın tahrik eden çekiciliği, modernist projenin sonuç almasında adeta belirleyici rol oynamıştır. Bu bağlamda denilebilir ki, kapitalist modernite, bireyin ve bireyciliğin modernleşmesidir. Her şey birey üzerinden kurgulanmıştır. Örneğin hümanizm, bireysel haklar, kültürel haklar, özgürlük ve demokrasi gibi değerler birey üzerinden vücut bulmuşlardır. “Toplumun bireyi” değil, “kendi kendinin yaratıcısı birey” baz alınmıştır. Bu nedenle bireyi yüceltmiştir ve ideolojik olarak “tek doğru” babında felsefik/paradigmatik bir bağlama oturtmuştur.
Topluma karşı bireyi referans alan modernleşme tezi, o ana kadar var olan devlet tarzının modern alternatifi olarak ulus devleti geliştirmiş ve bunu ulus örgütlenmesi/milliyetçilik üzerinden hegemonik beklentilerine uygun olarak tasarlamıştır. Ulus ve ulus devlet oluşturması, modern iktidar örgütlemesi için de uygun bir tasavvurdur. Birey üzerinden toplum, ulus üzerinden her türlü toplumsal farklılığın ve ulus devlet üzerinden alternatif toplumsal örgütlülüğün etkisizleştirildiği bu modernleşme projesi, toplumu iktidarizmin felç eden ve teslim alan etkilerine açık hale getirmiştir. Öyle ki, modern iktidar hallerinin sirayet etmediği toplumsal gözenek yok gibidir. Bu nedenle de, kapitalist modernite en saf hali ile bir iktidarist projedir. Günümüzde teknolojinin ulaştığı devasa boyut, en çok da iktidarın derinleştirilmesinde işlevsel bir rol oynuyor. Dahası, ulus devlet iktidarizmi, teknolojiyi iktidarist ilişkileri yeniden yeniden üretmek için kullanmaktadır. Yücelttikleri ve iktidarı üzerinden inşa ettikleri birey, tam da temellik ettiği iktidar olgusu altında çaresizce ezilmektedir. Ulus devlet iktidarizmi, modernleşme projesinin alternatifsizliğinden o kadar emin görünmektedirler ki, varoluşsal krizinin altlarını oyduklarından bihaberdirler.
Kapitalist modernleşme, sanayi devrimi sonrasına ait bir tezahürüdür. Dolayısıyla kapitalist modernleşmenin motoru/dinamik öğesi, endüstriyalizmdir. Bireyin sınırsız girişimciliğinin ve kar hırsının tetiklediği endüstriyalizmin sağladığı zemin üzerinden gelişen ulus-devlet gerçekliği, aynı zamanda bunun fikri ve örgütsel alandaki tasavvurudur. Birey, endüstriyalizm ve ulus devlet, ideolojik olarak milliyetçiliğin öncülüğünde bu çizgide buluşmakta ve bunun üzerinden modernizmin atlısı olmaktadırlar.
Kapitalist modernleşme zihniyeti, serbest bıraktığı bir şeyi merkeze alan faydacılık/çıkarcılık ile kendisini var eden hakikatın (özgürlük, hümanizm, insan hakları, kültürel haklar, demokrasi vb ) altını oymuştur. Modernleşme algısını; bireyin paragmatizmi üzerinden geliştirerek kendisini var eden değerleri içten içe çürüterek hakikat karşıtlığına savrulmuştur. Her şey endüstriyalizm parantezine alınmıştır: Ne kadar kar (fayda/çıkar), o kadar modernleşme veya tersi!
Bir döneme damgasını vuran ve sonrasını da belirleyen aydınlanma felsefesi, pozitivizme dönüştüğü oranda dogmatikleşerek endüstriyalizmin bir kolu haline gelmiştir.
İnsan hakları ve kültürel haklar; bireysel haklar babında ele alınarak toplumsallık reddedilmiştir. Toplum ile var olma, toplumun bir parçası olma hali yadsınmıştır. Dolayısıyla topluma ait olan ve/veya toplumu ayakta tutan her değer, itibarsızlaştırılıp reddedilmekle kalmamış, çürütülmüştür. Bireye dayanan bu modernleşme projesi, belki 200 yıl önce (başlangıçta) yeni bir dinamik olarak insanlığın gelişimine katkı sunmuştur, ama bunun tek seçenek olarak sürdürülmesi ve paradigmal özne haline getirilmesi, günümüzde krizin nedeni durumundadır. Varoluşsal dinamiği olan toplumdan kopartılan bireyin, pek de toplumsal hakikatin öznesi olamayacağı gerçeği kapitalist modernitenin vardığı düzey itibariyle daha iyi anlaşılmaktadır. İnsan hakları, hümanizm ve kültürel haklar bağlamı hala önemli olsa da, kapitalist modernite için anlamı, hegemonik yayılımına hizmet etme gücü ile ölçülmektedir. Bu nedenle kapitalist modernitenin hümanizm, insan hakları, ve kültürel haklar savunusu, iktidarizmin ve hegemonik yayılmanın bir argumanına dönüşmüştür. Hakeza bilimciliğin kullanılma tarzı da bu minvaldedir. Özellikle 1945’lerden sonra modernleşme tezi, bu amaçla popülerleştirilmiştir.
Tarih devam ediyor,ama kapitalist modernitenin lehinde değil
Demokrasi savunusu, bahsi geçen tarihten sonra dünya çapında bir heyecan ve gelişme yaratmıştır. Ulaşabildiği yerlerde toplumsal beklentilere cevap verebildiği oranda bir toplumsal dinamiğe dönüşebildiği gerçeği yaşananlardan bilinmektedir. Bunun öncülüğünü ve ideolojik, felsefik, düşünsel zeminini Batı Avrupa kendi içerisinde başardıkça, Batı dışındaki toplumlar için de ulaşılması gereken hedef haline gelmiştir. Bireye dayansa da, bu demokrasi projesi tüm yetersizliklerine rağmen toplumun gelişimine ket vuran otoriter, baskıcı ve toplumu güçten düşüren ilişkilerin çözülmesine katkıda bulunmuş, birçok toplumda da bu yönlü beklentiler yaratmıştır.
Ancak bireye dayanan ve bireysel haklar dışında pek bir açılım geliştir(e)meyen bu liberal demokrasi tezahürü, tam da bu özelliğinden dolayı çok geçmeden tıkanmış ve/veya tıkatıcı konuma gelmiştir. Bireyde ve bireysel haklarda ısrar etmesi, toplumsallığa ait alana girmeme de inat etmesi, liberal demokrasinin bir iktidar ve hegemonik yayılma projesi olduğunu gösteriyor. Geliştirilmesinin bir nedeni, savaşlardan bitap düşen Batı Avrupa’nın kendi iç ilişkilerini yeniden düzenleyerek, enerjisini savaştan ekonomik kalkınmaya sevk etmesi iken; diğer nedeni ise, reel sosyalist bloku bloke etme ve iç ilişkilerine sirayet etme istemidir. Özellikle de II. Dünya Savaşı’ndan sonraki soğuk savaş döneminde insan hakları, demokrasi, özgürlük, hümanizm ve kültürel haklar argümanı, bir dış politika argümanı olarak reel sosyalist bloku etkisizleştirmek, sınırlamak ve mümkünse sirayet edip çözmek için kullanılmıştır. Batı Avrupa ve reel sosyalist blok dışındaki geri kalan toplumları da kendi yayılma alanı içerisine alarak, yeni sömürge ilişkileri içerisinde eklemlemek için bu argümana sarılmıştır. Nitekim bunlarda önemli oranda başarılı olduğu da söylenebilir. Bundandır ki reel sosyalist blok çöktükten sonra kapitalist modernleşme tezinin zaferi ilan edilmiştir. Bu bağlamda kendisini tarih ile özdeşleştiren kapitalist modernite, yeni dönemi Fukuyama’nın ağzından “tarihin sonu” olarak ilan etmiştir. Yani artık tüm tarih kendisi olacaktı ve kendisi tek başına tarihi yazmaya devam edecekti. Ancak bunun öyle olmadığı, gücün kibirinin yol açtığı aceleci bir yanılsama olduğu ve tarihin gidişatının bunu doğrulamadığı gerçeği gelinen aşamada ayan beyan ortaya çıkmıştır. Öngörüsüzlüğünden midir(!) yoksa iddiasının çuvala sığmadığını gördüğünden midir bilinmez, ama “tarihin sonu” tezini ilk elden revize etme ihtiyacını duyan kişi, Fukuyama’nın kendisi olmuştur. Tarih devam ediyor, ama kapitalist modernitenin lehinde değil!..
Liberal ve iktidarist demokrasi tasavvuru, başlangıçtaki tüm olumlu ve geliştirici yanlarına rağmen, günümüzde kapitalist modernitenin hegemonik yayılmasını örten asma yaprağına dönüşmüştür. Batı’da halen belli bir işlerliği olan liberal demokrasi, Batı liberal demokrasi, Batı dışındaki geniş coğrafyada ‘seçim’e indirgenmiş durumdadır. Yapısal krizinin dünya hegemonluğunu tehlikeye düşürdüğünü fark ettikçe, kapitalist Batı seçim ile iş başına gelen/getirilen rejimler üzerinden bu konuma sıkıca yapışmaya çalışmaktadır. Uluslararası sermaye hegemonluğunu, “çıplak” bireyin seçici/seçmen olduğu “seçim demokrasisi” ile meşrulaştırarak vazgeçilmez ve/veya halen sürdürülebilir seçenek olduğunu ispatlamaya çalışarak yoluna devam etmek istemektedir. Hümanizm, insan hakları, kültürel haklar, özgürlük gibi modern değerlerin en azına (o da, neoliberal ekonominin engelsiz yoluna devam etmesi babında) fit olmayı çoktan kabul etmiş ve biçimsel seçimleri demokrasi için yeterli gören bir kapitalist modernite var karşımızda. Bugün Ortadoğu coğrafyasında yaşanan alt üst oluşlar/yeniden oluşturmalar, her şeyi çok net bir şekilde gösteriyor. Liberal sıfatlı da olsa demokrasiyi ve demokratik değerleri sistemin temeli yapan kapitalist modernite güçleri, Ortadoğu’da diktatörleri “seçim tiyatrosu” ile meşrulaştırarak Ortadoğu’da tutunmaya çalışıyor. Özcesi, iki yüz yıllık modernleşme ve başat olma değerlerinden vazgeçecek duruma gelmek, kapitalist modernitenin iflas belgesidir. Yapısal krizini reform ve restorasyonlarla geciktirme gücünün de artık sonuna geldiğini gösteriyor. Elbette çok iyimser bir ifade ile bugünden yarına ‘tarihin sonu’nu yaşayacağı iddia edilmiyor, ama “sonun başlangıcı” denilen kritik eşiğin çoktan aşıldığı ifade ediliyor. Varlığını, sürdürebilirliğini, kendisini var eden ideolojik, felsefi ve düşünsel değerlerle ters düşme ve/veya onları araçsallaştırma pahasına kanıtlamaya çalışan her sistem meşruiyetini yitirmiş demektir.
Bu nedenle denilebilir ki, ‘seçim demokrasisi’nin krizsel hali ya görülmemekte, ya da görülmek istenmemektedir. Liberal demokrasinin anavatanı olan Avrupa ve ABD’de ırkçılık ve ötekileştirme, iki dünya savaşı arasındaki dönemi çağrıştırmaktadır. İnsan hakları, hümanizm ve demokrasi, endüstriyalizm sosuna bandırılarak kapitalist modernitenin dünya hegemonluğunun derinleştirilmesi için araçsallaştırılmıştır. Artık bu ayırt edici normlar/değerler, insanlığın gelişimine hizmet etmekten çıkmış ve kapitalist modernleşmenin paragmatizmine kurban edilmişlerdir. Blokaj işlerini yüklenmişlerdir.
Yabancılaştırma ve benzeştirme, kapitalist Batı modernleşmesinin özünde baki olsa da, II. Dünya Savaşı sonrasında, özellikle de son 30 yılda modernleşme projesi bu özsel yanını derinleştirerek daha dar bir içerik ile tanımlanmaya başlanmıştır. Batı uygarlığı, kapitalizm öncesi toplumu “geleneksel toplum” parantezine almak suretiyle kendi biricikliğini ve üstünlüğünü ilan etmiştir. Binlerce yıllık insanlık değerleri “geleneksel” tanımlaması ile “gerici” diye yaftalanmış, birkaç yüzyıllık Batı uygarlığı ve onun iki yüz yıllık modernleşme gerçekliği ise, “ilerici” tanımlaması ile örnek olarak sunulmuştur. Çözüm, kalkınma, uygarlaşma ve yükselmenin yolu olarak “modernleşme” gösterilmiştir. Ancak gerçekte “modernleşme”, Batılaşma olarak kodlanmıştır. Başka bir ifade ile; kendi kültürel değerlerine yabancılaşarak, kapitalist modernitenin kültürel değerleri ile bütünleşmek ve söz konusu hegemonik değerler skalasına (kültürel, düşünsel, ideolojik) teslim olmaktadır. Bu bir bakıma köksüzlüğün kabulü ve yabancılaşarak benzeşmenin tezahürüdür. Haliyle modernleşme/çağdaşlaşma, kapitalist modernitenin evrensel hegemonya olma arzusunun stratejik bir kavramı, hatta varoluş modeli olarak kullanılmıştır.
Denilebilir ki, modernleşme hedefi bir sosyal mühendislik projesi halini almıştır. Kapitalist modernitenin “istismaliği” bireye dayanan ve tüm değerler skalasını bu meyanda oluşturan bir modernleşme projesi olmasıdır. Batının modernleşme tasavvuru, jakobenik tarz ile toplumlara/insanlığa empoze edilmektedir. Bu amaç için her yol mübah görülmüştür. Pozitivist bilimcilik, milliyetçilik endüstriyalizm, ulus devlet, insan hakları, demokrasi ve hümanizm, iktidarizmin tesisi için araçsallaştırılmışlardır. Belki de bu bağlam dahilinde, kapitalist modernitenin kazandırdıklarından daha çok kaybettirdikleri üzerinde derinleşme daha anlamlı gibi duruyor. Kazandırdıklarını popülerleştirip, kaybettiklerini örtme konusunda kapitalist modernite başarılı bir maskeleme yapmaktadır. En çok da, kendisini tarihin ilk modernleşmesi olarak yansıtarak meşruiyetini oluşturmaktadır.
Her uygarlığın bir modernleşmesi vardır
Tabii burada sorulması gereken temel soru; gerçekten de tarihin ilk modernleşmesini Batı uygarlığı mı gerçekleştirmiştir?
Modernite, uygarlıkların en gelişmiş ve çağcıl değerlerinin zirveleştiği süreçleri ifade eder. Dolayısıyla her uygarlık çağının bir modernleşmesi vardır. Sümer, Mısır, Babil, Asur, Med-Pers, Grek, Roma, İslam uygarlıklarının da yarattıkları değerlerin zirveleştiği, insanlık tarafından kabul gördükleri bir modernleşmeleri söz konusudur. Her uygarlığın yarattığı evrensel değerler, o uygarlık çağının modernitesidir. Dönemin ideolojik, düşünsel, felsefik, kültürel, bilimsel (dönemin gelişmişlik düzeyinin olanaklı kıldığı ölçüde) ve tekniki yaratıcılığının yoğunlaşmasıdır. Aynı zamanda uygarlık merkezinin dışındaki dünyanın yüzünü döndüğü, yaratımlarından faydalanmak istediği ve/veya özenip onun gibi olmak istediği gelişmişlik düzeyini ifade eder. Dolayısıyla her uygarlık çağının modernleşmesi, söz konusu uygarlığın karekteristik özelliklerinin cisimleşmiş halidir. Bu nedenle en çok yayıldıkları veya yayılmalarının bu eksen üzerinden geliştiği süreçler olması tesadüfi değildir. Çünkü her iktidarist uygarlık hegemoniktir. Özü gereği yayılmak durumundadır. Yayıldıkça gelişir, geliştikçe yayılır veya tersi de doğrudur. Dolayısıyla her uygarlık gücü, modernleşme süreçlerini hegemonik yayılmaları için araçsallaştırmışlardır. Fiziki yayılma ve egemenlik, kaçınılmaz olarak bir süre sonra etkisini yitirdi, ama kültürel egemenlik daha uzun erimlidir. Hatta Sümer-Akad, Grek-Roma, Avrupa-Amerika (İngiltere-ABD) örneklerinde görüldüğü üzere uygarlık merkezleri el değiştirse dahi, etkisi bir süre daha devam eder. Eski kültürel değerler, yeni kültürel değerlerle sentez oluşturarak yoluna devam eder. Son tahlilde, modernleşme süreçleri, projeleri kültürel oluşturmalardır. Ona rengini veren de zihniyet/ideolojik yapısıdır. Çağına, çağın zihniyet yapısının gelişmişlik düzeyine göre bu mitoloji, din, felsefe ve bilim olmaktadır. Çağın hakikat değerlerine yakınlaştıkları oranda ömürleri uzamaktadır.
Her çağın modernitesi, çağın uygarlığının zirvesini ifade eder. Modernleşme süreci ne kadar sürerse sürsün zirveden sonrası düşüştür. Zirveden sonra da kabul görmeye devam etmeleri, bu gerçeği yadsımaz, aksine pekiştirir. Alternatifleri oluşuncaya kadar yarattıkları/yaşadıkları krizlerle birlikte bir biçimde kabul görmeye devam ederler. Uygarlıklar ise, ancak güçlü dönüşümlerle düşüşlerini/krizlerini geciktirebilirler, ancak kaçınılmaz sonu engelleyemezler. Dönüşüm süreçleri de, ancak kendileri dışındaki kültürel ve düşünsel değerlere açık olabildikleri ölçüde mümkün olabilir. Hiçbir uygarlık, sadece kendisinin yarattığı değerlerle krizlerini aşamaz, düşünü engelleyemez. Bir senteze yönelmek zorundadır. O zaman da giderek kendileri olmaktan çıkma pahasına ontolojik gerçekliklerini bir süre daha sürdürürler.
Tıpkı kapitalist Avrupa uygarlığında görüldüğü üzere, her uygarlığın kendisini “tarihin sonu” olarak nitelendirmesi genel bir zihniyet olmakla birlikte, en çok da modernleşme süreçlerindeki kibirlilikten aldıkları güç ile bu kanıya varmaktadırlar. “Biricik” ve “tek” olma algısı, sonsuza kadar yaşama arzusunun bilinçte yarattığı yanılsamadır. Açıkçası, hastalıklı bir zihniyet yapısıdır. Bu gerçeklik, tüm uygarlıkların hastalığı olmakla birlikte, kapitalist Batı uygarlığında takıntı düzeyinde yaşanmaktadır. Beş bin yıllık merkezi hegemonik uygarlığın tüm yaratımlarının mirasçısı olması (kendisi her ne kadar bunu reddedip, sadece Grek ve Roma uygarlıklarına dayandığını iddia etse de, hakikat değişmez olarak budur), her türlü zihni ve pratik yaratımlarından faydalanması, kısacası uygarlık ana gelinceye kadar çok büyümüş olması; onu, her şeyin yaratıcısının kendisi olduğu yanılsamasına götürmüştür. Buna, yarattığı çağdaş değerlerin güçlü etkisi de (ki, yarattığı modern değerler yoktan var edilmiş değil ve öncesi insanlığın kazanımlarının sonucudur) eklenince, “sonsuz” ve “tek” olma hali, adeta bir takıntıya dönüşmüştür. Tarihi kendisi ile başlatıp, kendisi ile bitirme ruh hali; yaşadığı/yaşattığı krizlerin neden derin ve sarsıcı olduğunu da gösteriyor. Hegemonyasının devamı için olağanüstü çaba göstermesi, son yüzyıldaki savaşlar örneğinde görüldüğü gibi ne kadar çılgınlaşabileceğini de gösteriyor. “Çılgınlık” tanımlaması, duygusal bir tepkinin ifade ediliş tarzı değil, yaşatılanların tasviridir. Bu tespit, salt şiddet/savaş sarmalının yarattığı kaos bağlamı üzerinden kurulmuyor, bilimin kullanılış tarzındaki sınırsızlık ve ölçüsüzlüğün, insan ve toplumun üzerine müdahaleleri de göz önünde bulundurularak kuruyor. Endüstriyalizmin emrine girmiş/verilmiş bilim(cilik)in kar hırsıyla, çıkarcılık fantezisiyle neler yapmaya muktedir olduğu gözler önündedir.
Yeniden vurgalanırsa, elbette kapitalizmin bir modernite gerçekliği vardır. Ancak kendisinin modernite bağlamı, kendi uygarlıksal çağı ile alakalıdır. Bu nedenle gelmiş geçmiş tüm insanlık tarihinin ilk ve tek modernleşmesi değildir. Elbette kapitalist uygarlığın son 200 yıla tekabül eden modernleşme hamlesi, ürettikleri ve yarattıkları (olumlu olumsuz) ile iz bırakmıştır. Bu açıdan objektif bir analiz için hakkını teslim etmek gerekir.
Batı’nın, oluşturulmuş (ki, tüm ideolojik ve kültürel olgular oluşturulmuştur) kapitalist modernite gerçekliğini “kaçınılmaz” ve “mutlak” bir hakikat olarak karşımıza çıkarması, hatta dayatması hakikat algısında da derin yarılmalara yol açmıştır. Hakikatın izafiliği (zaman ve mekan ile olgu ve algı bağlamında) karşısında, mutlak hakikat algısı ile kendisini varılacak son kale, ulaşılacak son nokta ve ezel ebed olarak sunma yanıltması, kapitalist modernitenin hem gücü, hem de güçsüzlüğüdür. Gücüdür; çünkü kendisini tek, kaçınılmaz ve istisnai olarak sunması, herkesi varlığından vazgeçme pahasına kendisine teslimiyete zorluyor. Bunu mutlak bir algı olarak yeniden yeniden üretiyor ve her defasında kendisini bunun üzerinden var etme becerisini gösteriyor. Güçsüzlüğüdür; çünkü kendisini mutlak, kaçınılmaz ve istisnai olarak sunan her olgu gibi hakikate yabancı olduğunun farkındadır. En azından bu bilinçaltının yarattığı huzursuzluğu sürekli yaşamaktadır. O nedenle varlığını sürdürülebilir kılmak ve huzursuzluğunu yatıştırmak için daha fazla gerçekliklerle oynayarak hakikat yanılsamasına düşmektedir. Dolayısıyla hakikatını kaybeden her olgu gibi aşılmaya daha yakın durmaktadır. Bu nedenle kapitalist modernitenin dayandığı, varlığını üzerinde inşa ettiği paradigma, kriz üreten bir konumda olmuştur, olmaktadır.
Kapitalist modernleşme projesi bir sınır değildir. Ötesi vardır. (Postmodernizm değil!) Dayattığı gibi Batılılaşma/kapitalist modernite nihai hedef, amaç değildir. Bir dönem için hedef olarak konulması, ulaşılmasının amaçlanması anlaşılırdı. Bugün ise, alternatifinin inşası zorunlu bir gerekliliktir. Nitekim aşılma sürecine girmiş olması da bunu gösteriyor.