Oradan silsile boyunca devam ederek tarihi Zêrebar gölünün olduğu Meriwan taraflarına, yine 46 yılında kurulan Cumhuriyete başkentlik yapan ve ardından darağaçlarının kurulduğu Mahabat’a kadar uzanabilecektim. Ve Hawraman’ın kalbi gibi duran Şaho dağına çıkıp oradan Hawramanların yaşadıkları doğal toplumu görüp, bizlerin de bu toplumsal özü yeniden diriltmek için mücadele yürüttüğümüzü söyleyecektim. Çünkü oradaki halkımızın hala devletle hiçbir bağının olmadığı, A’dan Z’ye her şeylerini kendilerinin ürettikleri söylenirdi. Ki bunlardan bazılarını da gördüm. Yine dilimizin şivelerinin hemen hemen birçoğunun konuşulduğu, atadan, dededen kalma kültürel yapılarını koruduğu, gelenekleriyle yaşadıkları bir parça olan Doğu Kürdistan’a gidip orada gerillacılık yapmak büyük bir şanstı. İskender’in ordularına geçit vermeyen yerlere gidecektik. Adı gibi Gaddar bir vadi olduğu söyleniyor. Ancak biz özgürlük hareketi gerillalarına ise vız gelir. Çünkü daha önce arkadaşlarımızın çokça geçtiği ve kaldığı bir alan olduğu eski arkadaşlar tarafında bize anlatılıyordu. Demek, Şehidan’dan başlayıp Kelareş’e kadar ülkenin Kuzeyi ile Doğusunu birbirinden ayıran suni sınır çizgilerine basıp, dikilen sınır taşlarını tekmeleyerek geçebilecektim artık. Evet, artık bir hayal değil gerçeğin kendisiydi Doğu Kürdistan’a gidişim. Tarihi ve kültürel zenginlikleriyle iç içe ama bir gerilla olarak yaşayacaktım. Bizden önce de o dağlarda dolaşan, kavgaya tutuşan Kürtler varmış. Az Kürt kanı dökülmemiş Doğu topraklarında. Az yiğitlikler yaşanmamış. Ancak öncü ve ideolojik sorunlarından kaynaklı Kürtler, sadece kanlarını dökmekle kalmıştı o kavgalarda. Şimdi ise Rêber Apo’nun özgürlük ideolojisi ve bu ideolojiyi esas alan gerilla olarak gidecektik. Birer Peşmerge olarak değil, halkının malını, canını, namusunu, kültürünü, tarihini, kimliğini korumak için, onu özgürlüğe götürecek ideolojiyle donatılmış gerilla olarak gidecektik. Zaten Ferhat da bu topraklarda Şirin’e olan aşkı için dağları delmemiş miydi? Biz de özgürlüğe olan aşkımız için o toprakların dağlarında yaşamaya, özgürlüğe bu denli bağlı olduğumuzu göstermek için gerekirse dağlarını delmeye gidecektik. Biz ve bizden sonra gelecekler gerillacılıkla bu dağları delerek, halkımızı özgürleştirmek inancıyla bu yollarda yürümeye devam edeceğiz. Rojhilat’a gidiyorsun Bana, ‘Doğu’ya gidecek grubun içinde sen de varsın’ denildiğinde, böyle yoğun duygulu günler yaşadım. Heyecanlı, yerinde duramaz bir bekleyişle gideceğimiz günü iple çekmeye başlamıştık. Grubumuz 8 arkadaştan oluşuyordu. Grup ve alan sorumlusu Metin(Palulu) arkadaştı. Yardımcısı da Tajdin arkadaştı. Metin arkadaş ’99 yılında Önderliğe karşı geliştirilen uluslararası komplodan sonra Avrupa’dan gerillaya katılmıştı. Metin arkadaş daha önce de Asos, Kandil ve Doğu Kürdistan’ın yani Rojhılat’ın farklı alanlarında kalmıştı. Adeta Rojhılat coğrafyasının kurdu olmuştu. Her yeri avucunun içi gibi tanıyordu. Metin arkadaş, bölük komutanı ve gideceğimiz bölgenin bölge komutanıydı. Hazırlıklarımızı tamamladık ve 2006 yılının bir bahar gününde, güneşin ilk ışıklarının yüzümüze vurduğu bir anda yönümüzü güneşin doğduğu yöne dönerek yola çıktık. Gideceğimiz alan Serdeşt alanıydı. Bu alan Kürtlük mücadelesine yabancı bir alan değildi. Bizden çok önceleri buralarda İKDP ile Komala’nın peşmergeleri hareket etmiş, yıllarca buraları üs alanı olarak kullanmış, büyük mücadeleler de vermişlerdi. Ancak onlar peşmerge biz ise gerillaydık. Zaten halk açısından belki en çok zorlanacağımız nokta buydu. Onlar bize peşmergeymişiz gibi yaklaşacaktı biz de onlara gerillacılık ile peşmergelik arasındaki farkı gösterecektik. Böylelikle ideolojik farkımızı da koymuş olacaktık. Bir de biz alana sadece askeri güç olarak da gitmiyorduk. Askeri güç olmanın yanı sıra halkla ilişkileri geliştirmek, örgütleme yapmak, savaşçı çıkarmak vb gibi birçok görev de bizi bekliyordu. Görev ve sorumluluklarımız ağırdı. İki günlük yolculuktan sonra alana vardık. Gittiğimiz yeni alan, adını Doğu Kürdistan’ın Güney sınırına yakın kentinden alıyordu. Serdeşt’in kendisi küçük, şirin bir sınır kentidir. Güney ile Doğu arasındaki dağlık bölgede kurulmuş bu küçük şehrin dört bir yanı sık ormanlıklar ve dağlarla çevrilmişti. Arazi yapısını görünce sanki bizim için yapılmış demekten alamadım kendimi. Engebeli bir araziydi. Tepeleri sanki kalemle, eşit boyutta çizilmiş gibiydi. Her ne kadar Metin arkadaş araziyi avucunun içi gibi bilse de yine de biz tedbirli hareket ediyor, adım adım araziyi, halkı tanıyarak içlere doğru ilerliyorduk. Sadece gece hareket ediyorduk. Zaten gerillanın temel kuralı da buydu. Kaldı ki isteseydik de gündüz hareket edemezdik. Çünkü İran devletinin karakol kurmadığı köy neredeyse kalmamıştı. İran devleti askeri güç olarak Kürdistan’a girmenin yanı sıra, özelde Kürdistan’da genelde ise İran’ın her yerinde korkunç bir istihbarat ağı oluşturmuştu. Böylelikle yediden yetmişe herkesi devletin hizmetine sokmuştu. Tarihten bu yana komplocu özelliğiyle bilinen bir devletti. O yüzden çok dikkatli olmamız gerekiyordu. Küçücük bir tedbirsizlik, alana dönük bütün planlarımızı alt üst edebilirdi. O yüzden noktalara giriş çıkışımızdan, sesimize, kullandığımız ve tükettiğimiz yiyeceklerin çöplerinin saklanmasına kadar her şeyimize dikkat ediyorduk. Öyle ki içtiğimiz sigaraların izmaritlerini bile toplayıp saklıyorduk. Hiç kimse ne zaman noktaya girip çıktığımızı görmemeliydi. Nerelerde üslendiğimiz bilinmemeliydi. Çünkü biz yeni bir alana gelmiştik ve o alanda ne olup bittiğini çok fazla bilmiyorduk. Ekim ayının sonuna kadar araziyi ve halkı tanımak için çok dikkatli, tedbirli bir şekilde hareket ettik. Doğu halkı oldukça sıcak ve ilgili yaklaşıyordu. Destek vermeye, yardımcı olmaya çalışıyordu. Halk alanda olmamızdan çok memnun görünüyordu. Ne de olsa onlar için oradaydık, onların özgürlüğü için mücadele ediyorduk. Sürekli duyarlı davranmamızdan ötürü sonbahara kadar grubumuza çok fazla ciddi yönelimler de olmadı. Bunun bir de şöyle bir nedeni vardı. Henüz hareket tarzımız çok fazla çözülmemişti. Düşman, grubumuza ilişkin çok ciddi bilgiler elde etmemiş ve bu yüzden de bir yönelim içine girmemişti. Bazı operasyonlar yapıldı. Ancak sadece bazı tepelerin geçici bir süreyle tutulması, kısmi düzeyde arazi arama taraması şeklinde oluyordu. Bundan da sonuç almaları mümkün değildi. Çünkü biz gerçekten işi baştan çok ciddi ele aldık ve ona göre davrandık, hareket ettik. Ekim ayından sonra yağışlar başladı. Günlerce süren yağmurlar yağmaya başladı. Yağışların süreklileşmesi ve çok uzun süre devam etmesi biz de kendini bırakmayı getirmişti. Zaten kendimize güvenimiz de tamdı. ‘Şimdiye kadar devlet bize yönelmeye cesaret edemedi’ diyorduk kendi kendimize. Onun için de, bundan sonra da bir şey olmaz, ciddi bir yönelime cesaret etmezler… Tabii bu ciddi bir yanılgıydı. Meğer İran devleti bunu bilinçli bir şekilde yapmış. Amacı da grubumuzu denetimine almakmış. Farkında olmadan denetime alınmıştık, ama yaşadığımız rehavetten dolayı bunun farkına varamamıştık. O yıl, Rojhılat’a gidip sadece bir süre kalıp, tekrar geri dönme gibi bir görev önümüze konulmamıştı. Önümüze konan görev oldukça önemli bir görevdi. Bu önemli görev de, Rojhılatta üslenme göreviydi. Yani ilkbaharda gidip, sonbaharda dönme gibi bir pratik süreç için gitmemiştik. O yüzden üslenme çalışmalarımıza da başlamıştık. Ekim ayının sonlarına kadar üslenme çalışmalarımızı yürüttük. Yani bir kış üslenmeye yetecek erzakımızı hazırlayıp çektik. Arazinin çeşitli yerlerinde gömdük. Ayrıca kamp yerimizi de yaptık. Üstlenme çalışmalarımızı tamamladıktan sonra güvenlik amaçlı dört beş gün kadar o noktadan uzaklaştık. Bunu üslenme yerimiz deşifre olmasın diye yapacaktık. Böyle bir taktiği öngörmüştük. Daha sonra bir gece gelip kampımıza girecektik. Dokuzuncu ayın 25’nde üslenme yerimizden ayrıldık. Yağmurlar da durmadan aralıksız bir şekilde yağmaya devam ediyordu. Sicim gibi damlalar, birbirinden kopmayacak şekilde yağıyordu. O yüzden bazen nöbetçimizi bile çıkarmaz oluyorduk. Yağmur yağıyor, çok yorulduk gibi gerekçelerle dönem dönem nöbet tutmadığımız günler oluyordu. Bazen de; işte, arkadaşlar yağmurluklarının altında nöbet tutsunlar bir şey olmaz, anlayışıyla yaklaşıyorduk. Durmadan yağan yağışların, beraberinde getirdiği zorlu hava koşulları düşmanı hafife almamıza ve böylelikle kendimizi rehavete yatırmamıza neden olmuştu. 2 Kasım günü yine korkunç bir yağmur yağmaya başladı. İliklerimize kadar ıslandık. Ancak daha fazla ıslanmamak için kendimizi yakınımızda bulunan köyün bağlarına attık. Bağ evlerinden birine girerek yağmurdan korunmaya çalıştık. Akşama doğru yağmur durunca kurulanmak için kendimize bir ateş yaktık. Saat üç gibiydi. Mevsim değişmiş günler kısalmıştı. O yüzden de saat dört oldu mu hava kararırdı. Saat üç buçuğa doğru gidiş hazırlıklarımızı yapmaya başladık. Gece kalacağımız bir yer bulmak için hareket edecektik. Gece yağmur yağarsa ıslanmayacağımız ve sabaha kadar dinlenebileceğimiz bir yer arıyorduk. Metin arkadaş gruba hazır olun yola çıkacağız dedi. Metin arkadaş, daha yağmur yağarken gidip kendimize bir yer bulmamızı istiyordu. O yüzden erken hareket etmemiz talimatı verilmişti. Hızlı bir şekilde toparlanıp mesafeli bir şekilde kaldığımız yerden çıkmaya başladık. İçinde bulunduğumuz rehavet psikolojisi devam ediyordu. Biri MP3 dinliyordu, biri radyosunu açmıştı. Yani yolda, böyle gerilla kurallarına uymayan birçok şey yapılıyordu. Noktadan yüz iki yüz metre uzaklaşmıştık. Sanırım grubun sonu, hala noktaya yakın bir yerdeydi. Daha bazı arkadaşlar kaldığımız yerdeyken, kurşunlar yağmur gibi üzerimize yağmaya başladı. Gökyüzünden yağan yağmur, yerini düşmanın bize yağdırmaya başladığı mermi yağmuruna bırakmıştı. Önde Şahin diye bir arkadaş vardı, onun arkasında da Metin arkadaş vardı. Tarama sesi geldiğinde hepimiz adeta şok olduk. Ayakta durup bu sesin nereden geldiğini anlamaya çalıştık. İçimizden biri yanlışlıkla silahının tetiğine basmış ve yanlışlıkla tarama olmuş gibi birbirimizden cevap bekleyen bakışlarla bakıyorduk. Düşmana hiç ihtimal vermiyorduk. O nedenle bir duyarsızlığı yaşıyorduk. On metre mesafeyle yürüyor, taramadan sonra hala birbirimize bakıyor ne olduğunu anlamaya çalışıyorduk. İşin kötü yanı biz hala ayakta birbirimize bakıp duruyorduk. Bunların hepsi birkaç saniyelik sürede yaşanmıştı. İlk taramadan sonra peş peşe taramalar başlayınca artık bunun yanlışlıkla bir arkadaş tarafından yapılan bir şey olmadığını, düşmanın saldırısı olduğunu anladık. Düşman konusunda netleşince bu kez mermilerin hangi taraftan geldiğini anlamaya çalıştık. Bende BKC vardı. Yanımdaki Çayan arkadaşla birlikte kendimizi ön tarafımızda yirmi metre kadar uzaklıktaki bir vadiciğe bıraktık. Tabii bu arada her arkadaş kendisini bir yere bırakmıştı. Yani bir dağılma yaşanmıştı. Meğer ilk taramada Metin arkadaş vurulmuş. Ama ben kendim görmedim. Ben girdiğim vadicikten düşmana cevap vermeye başladım. Çayan arkadaş da kleşiyle vurmaya başladı. Bir süre sonra iki üç arkadaş bize doğru gelmeye başladılar. Silahlarımız çalışınca arkadaşlar yerimizi de öğrenmiş oldular. O sırada bize doğru gelen arkadaşlara seslendim. Onlara “diğer arkadaşlara bu tarafa gelmelerini söyleyin, Çayan arkadaşla ikimiz sizi savunuruz” dedim. Savunma yaparak arkadaşların oradan çıkmalarını sağladık. Ancak hala düşmanın denetimi altındaydık. Arkadaşlara “biz savunmaya devam edeceğiz, siz buradan da çıkın. Siz çıktıktan sonra bu sefer bizim çıkmamız için siz savunma yaparsınız” dedik. Ancak bu arada son gelen arkadaş bize Metin arkadaşın şehit düştüğünü söyledi. Arkadaşlar geçtikten sonra yanıma gelen Tajdin arkadaşa gidip Metin arkadaşın cenazesini getirmemiz gerektiğini söyledim. Eskiden arkadaşların bir yaralı arkadaşı kurtarmak için beş, altı hatta yedi şehit verdiklerini, bir arkadaşın cenazesini almak için yine bir o kadar riski göze aldıklarını okumuştum. O yüzden de sonucu ne olursa olsun arkadaşın cenazesini getirmemiz gerektiğini söyledim. Tajdin arkadaş da çok tecrübeli bir arkadaş değildi. Yani çok fazla savaş ortamında kalmamıştı. Bir de Metin arkadaş şehit düştükten sora bütün sorumluluk onun omuzlarının üzerine yüklendiği için fazla göze alamadı. Tecrübesizlikten bir de bizleri korumak istemesinden ötürü hemen yapamayacağımızı, kendimizi biraz sağlama aldıktan sonra gidip cenazeyi alabileceğimizi söyledi. Benim PKK hareketinden öğrendiğim hiçbir arkadaş ne yaralısını ne de şehidini arkasında bırakmaz. Hepimiz bir araya gelince ayaküstü bir tekmil aldık. Artık grup komutanımız Tajdin arkadaştı. Tekmilde arkadaşlara, pusuya düştüğümüzü ve bir de şehit verdiğimizi, cenazesinin de düşmanın içinde kaldığını ve ne yapalım diye sorduktan sonra söz hakkını arkadaşlara verdi. Söz hakkı istedim ve sonucu ne olursa olsun gidip arkadaşın cenazesini almamız gerektiğini söyledim. Hatta daha ileri giderek “arkadaşların gelmemesi durumunda tek başıma bile gidip cenazeyi getirmeyi düşünüyorum” gibisinden çok duygusal ve arkadaşları töhmet altında bırakan bir şeyler de söyledim. Benden sonra söz hakkı alan arkadaşlar cenazenin düşman içinde kaldığını, düşman gücünün ne kadar olduğunu bilmediğimizi, şu an pusuya girdiğimiz yerde ne olduğunu bilmediğimizi, onlar cenazelerimizi bırakmayacağımızdan hareketle cenazenin etrafını çembere alıp o şekilde pusulara devam etmiş olabileceklerini söylediler. Bu durumda gitmenin, daha fazla kaybı göze almak olduğunu da eklediler. Kayıp verme ihtimalimiz vardı. Biraz da şaşkınlık vardı. Yani sorumlu arkadaş şehit düşmüş, geri kalanlar, çok fazla ne yapacağımızı bilmiyorduk. Böylesi bir durum yaşıyorduk. Çayan arkadaş çok duygusal düşündüğümü, bu durumda yapmamız gereken temel şeyin kendimizi pusu alanının dışına atmak olduğunu söyledi. Hava da giderek kararıyordu. Pusuya düştüğümüz yerden hala zaman zaman mermi sesi geliyordu. Mermi sesleri arkadaşların söylediklerini haklı çıkarıyordu. Düşman cenazenin etrafında pusu atmış olabilirdi. Çünkü mermi sesleri de o taraftan geliyordu. Sonunda alandan uzaklaşma kararı aldık. Yer değiştirmek için ve hangi noktaya gitmemizin daha iyi olacağına ilişkin arkadaşların görüşü alındı. Şehit Ozan arkadaşın Çarçela adını koyduğu noktaya gitmeye karar verdik. Pusu yerinden uzak bir yerdi. Ayrıca arazisi de çok güzeldi. Orada kendimizi koruyabileceğimizi düşündük. Yani orada çatışmaya bile girilse, kayıp verilmeyecek bir yerdi. Güzel ve stratejik bir yerdi, üstelik suyu da vardı. Oraya gitmeye karar vererek tekmili bitirip yola çıktık. Hepimizin ruh hali o pusu ve ardından dönüştüğü çatışmadan sonra kötü olmuştu. Zaten ekim yağmurları bizi çok yormuştu, ardından bu şehadetin yaşanması da bizi oldukça etkilemişti. O noktaya ulaşmak için iki gün iki gece yürüdük. Arada bir kısa süreli molalar veriyorduk. Onun dışında hiç durmadan yol aldık. Yol boyunca hiç konuşmadık. Zorunlu şeyler dışında konuşacak bir şey bulamıyor gibi olmuştuk. Çünkü arkamızda grup komutanımızı bırakmıştık. İki gün iki gecenin sonunda kendimizi koruyabileceğimizi düşündüğümüz noktaya geldik. Zaten pusu ve çatışma alanının dışına çoktan çıkmıştık. Noktaya vardıktan sonra yapmamız gereken ilk iş düştüğümüz pusuyu ve pusuda grup komutanımızın şehit düştüğünü karargaha bildirmekti. Arkadaşların ilk sorduğu şey cenazeyi alıp almadığımız oldu. Biz de durumu biraz izah ederek alamadığımızı söyledik. Ardından kendimizi sağlam bir yere aldığımızı da ekledik. Arkadaşlar kendimizi korumamızı ve bize bir bölge ve grup komutanı göndereceklerini söylediler. O noktada da erzakımız vardı. Gidip bir gömme açtık. Orada üslendik. Noktada oturmuş bize gelecek takviyeyi beklerken bir olay daha yaşadık. Gidip bir gömme daha açtık. Kendimize biraz un, biraz şeker ve biraz da çay çıkardık. Hamurumuzu yoğurduk. Ama sac sorunumuz vardı. Çevreyi aradık daha önce kullandığımız bir yağ tenekesini bulduk. Onu getirdik. Ondan bir sac yaptık ve ekmeğimizi yapmaya başladık. Ekmek yapımını bitirdikten sonra kendimize bir de helva yaptık. Hepimiz közün başında toplanmış sıcak ekmekle helva yiyorduk. Nöbette de Şahin adında bir arkadaş vardı. 2005 yılında katılmıştı. Metin arkadaş girdiğimiz pusuda onun önünde şehit düşmüştü. O da bu şehadetten çok etkilenmişti. Bu durumunu bildiğimiz için o etkiden kurtulmasına yardımcı olmaya çalışıyorduk. Çünkü henüz çok yeniydi. Sıcak ekmekle helva yemesi için onu da çağırdık. Yanımıza geldi. Silahı ıslanmasın diyerek silahını da naylonun altına getirmişti. Fakat silahı bir yere takılmıştı, onu kurtarmak için çekmesiyle ateşlenmesi bir oldu. Otomatik silahtan iki kurşun çıkmıştı. Birisi kendisine, diğeri de Çayan arkadaşın baldırına isabet etmişti. Neyse ki, yaraları hafifti. Tekrar karargahla bağlantıya geçtik ve durumu aktardık. Arkadaşlar başımıza başka bir şey daha gelmeden tedbirlerimizi almamızı söylediler. Yağmur yine azmıştı. Çok fazla yağıyordu. İki tane de yaralımız vardı. O yüzden o gün noktamızı değiştiremedik. Ertesi gün büyük telsiz muhaberesine çıktık. Biz hala geri dönüp üstlenmemizi yapacağımızı düşünüyorduk. Ancak karargah komutanı yaralılarınızı alıp gelin diye talimat verdi. Yaralıları alandan çıkarmak için arkadaşlardan yardım istedik. Şehit Hamza arkadaş iki at alıp sivil elbiseler giyerek kaçakçılarla bir gece yol aldıktan sonra yanımıza ulaştı. Yaralılarımızı alarak iki günlük bir yolculuktan sonra karargaha ulaştık. Büyük umut, hayal ve heyecanla gittiğim Doğu Kürdistan’dan arkamda çok sevdiğim grup komutanımı şehit vererek dönmüştük. Hala aynı büyük umut ve hayalleri taşıyorum. Zaten bizden sonra arkadaşlar orada üslenme de yaptılar. Daha sonra da tüm Doğu Kürdistan’da üstlenilmiş, halka ulaşılmıştı.