Bu bakımdan içinde bulunduğumuz süreçte Kürdistan özgürlük mücadelesinin nerede, nasıl, hangi yöntemlerle doğru ve yeterli bir biçimde yürütülmesi gerektiği sorusunu kendimize sorduğumuzda, öncelikle Suriye’de yaşanan mücadeleyi doğru ve yeterli bir biçimde anlamamız gerektiği görülür.
Suriye üzerindeki mücadelenin tek boyutlu olmadığı, küresel, bölgesel ve yerel olmak üzere çok boyutlu bir mücadele olduğu bilinmektedir. Bazıları iç savaş yaşanıyor dese de, bu görüş yetersiz ve eksiktir. Suriye’deki mücadele iç mücadele olduğu kadar, daha çok da bir küresel ve bölgesel mücadele, savaş olma özelliği taşımaktadır. Bu konuda Önder Apo’nun savunmalarda ortaya koyduğu teorik değerlendirmeler tarihsel ve güncel olarak gerçekliği aydınlattığı gibi, pratik mücadele olarak da Suriye üzerinde çarpışan politikalara bakıldığında bu değerlendirmeler doğrulanmaktadır. Suriye’deki siyasal gelişmelerin bu boyutunun 2013 yılında da süreceği anlaşılmaktadır.
Diğer yandan 2012 yılında uluslararası güçler açısından Suriye üzerindeki mücadelede bir vasat duruşun, hamle yapamamanın yaşandığı görülmüştür. Aslında daha yılın başında, 2012 yılının Suriye üzerindeki olası mücadelelerin nasıl olacağına dair yürütülen tartışmalarda, değerlendirmelerde hareketimiz muhtemel mücadele sürecinin bu biçimde gelişeceğini tespit etmişti. Bu bakımdan hem 2012 yılında Suriye’deki mücadeleyi baştan doğruya yakın bir biçimde değerlendirme, tespit etme gücüne sahip olmuş, hem de kendisini buna göre hazırlayarak mücadeleye etkin katmış bir güç konumuna kavuşmuştur. Böyle bir değerlendirme gücünü, avantajını Önder Apo’nun teorik değerlendirmeleriyle bizzat mücadelenin somut içinde olma gerçeğimizden alıyoruz. Bu anlamda da doğruya en yakın değerlendiren, olası gelişmeleri kestiren, kendi politikalarını bu anlamda somutlaştıran ve aktif katılan bir güç olma özelliği taşıyoruz. 2012 yılında hareketimizin Suriye üzerindeki mücadele karşısındaki duruşu böyle oldu. Önceden olguyu gerçeğine en uygun bir biçimde değerlendirebilmesi, doğruya en yakın görüşleri, dolayısıyla kararları ortaya çıkarabilmiş olması hareketimizin istikrarlı bir politika izlemesine, gerektiği yerde gereken adımları atarak elde edilmesi gereken sonuçları başarıyla almasına yol açmıştır.
Suriye’de 2012 yılında yaşanan mücadeleye Kürt halkı geçmişte olduğundan çok daha etkin ve aktif biçimde katılmış ve alınabilecek sonuçları başarılı bir biçimde ileri düzeyde almış bulunmaktadır. Bununla birlikte karşı taraf olarak da aynı aktivitede bu mücadeleye katılan gücün TC devleti olduğunu gördük. Tabii Kürt halkının başarması, kazanması Kürtler üzerinde inkar ve imha siyaseti uygulayan gücün, yani TC devleti ve AKP hükümetinin de kaybetmiş olması anlamına gelmektedir. Genel siyasal değerlendirme yapmadan önce Suriye’deki 2012 yılı mücadelesinde Kürt halkının en çok kazanan, TC’nin yürüttüğü Kürt soykırım sisteminin de en çok kaybeden güç olduğunu ifade etmek gerekmektedir.
Suriye üzerinde yaşanan bir küresel mücadeledir
Diğer güçler açısından 2012 yılı başında yaptığımız vasat duruşu sürdürme, düşük yoğunluklu savaşla birlikte siyasi, diplomatik mücadeleyi esas alma, öne çıkartma tespitimiz pratikte yaşanmış ve doğrulanmıştır. Uluslararası güçlerin politikaları biraz daha somutluk kazanmış olsa da herhangi bir sonuç alıcı aktivitede bulunmaları söz konusu olmamıştır. Daha çok kendi pozisyonlarını güçlendirme ve geleceğe hazırlanma süreci olmuştur. Dolayısıyla Suriye mücadelesi herhangi kalıcı bir çözüme ulaşmadan 2013 yılına devredilmiş durumdadır. Genel görüş açısı itibariyle 2013 yılının daha çok çözüm aranan bir yıl olacağı değerlendirilmektedir. Hareket olarak bizim görüşümüz de 2013 yılında ilgili güçlerin, çevrelerin 2012 yılının aksine daha girişken, atak olacakları, aktif siyaset izlemeye çalışacakları, tam sonuca ulaşamasa bile Suriye’de kalıcı politik çözüm arayışlarının giderek yoğunlaşacağı ve derinleşeceği doğrultusundadır. Bu bakımdan 2013 yılı Suriye mücadelesinde daha aktif, daha yoğun bir mücadele yılı olacaktır. Yöntem bakımından da netleşmiş, somutlaşmış bir durum henüz söz konusu değildir. Hangi yöntem sonuç veriyorsa, çıkarlarını geliştiriyorsa ilgili güçler o yönteme ağırlık verecekler.
Suriye üzerinde 2012 yılı mücadelesinin ortaya çıkardığı, daha da somutlaştırdığı bazı temel hususları şöyle belirtmek mümkündür: Suriye üzerinde yaşanan mücadele bir küresel mücadeledir. Aslında bölgesel ve yerel karakterinden daha çok bu mücadelenin küresel karakteri öndedir. Eskinin aynısı olmasa bile bir kere daha Doğu ve Batı çatışması diyebileceğimiz bir çelişki ve çatışma durumu Suriye üzerinde 2012 yılında yaşanan mücadeleyle ortaya çıktı. Kendi aralarında farklılıklar olsa da ABD ve Avrupa’nın genel olarak birlikte Suriye’yi daha çok kendi çıkarlarına hizmet eden bir yapıya kavuşturma, bu temelde Ortadoğu’yu Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde denetim altına alma yaklaşımına karşı, Rusya ve Çin’in itirazlarını, mücadelelerini 2012 yılında çok daha açık ve somut bir biçimde ortaya koydukları görülmüştür. Rusya Suriye üzerinden Akdeniz’deki siyasi ve askeri varlığını, dolayısıyla çıkarlarını korumakta kararlı olduğunu ortaya koyduğu gibi, Ortadoğu’yu son yıllarda en büyük pazarı haline getiren Çin’in de bu pazarı kaybetmek istemediği, pazarı elde tutmak üzere mücadele etme, direnme çabası, yaklaşımı içinde olduğu net bir biçimde anlaşılmıştır. Aslında siyasi ve askeri çatışmaların arkasında böyle bir ekonomik, ticari, çıkar çatışması vardır. Batı’yla Doğu sermaye güçleri çatışıyor da denilebilir.
Bu çatışmada çok somutlaşmış, bloklaşmış bir ayrım olmasa da, sistem içi iki bloka ayrılmış gibi bir durum belli bir düzeyde gerçekleşmiş bulunmaktadır. Kendi aralarında belli farklılıklar olsa da ABD, Avrupa çözüm yöntemlerinde birbirlerine daha yakın olurken, onların Suriye’de egemenlik kurma, etkili olma arayışlarına karşı Rusya ve Çin’in de belli bir işbirliği dahilinde hareket ettikleri açıktır. Bu durum son yirmi yılın önemli bir siyasi-askeri olayı olarak değerlendirilebilir. Sovyetler Birliğinin çözülüşü sonrasında dünya genelinde böyle bir karşı karşıya gelme bu düzeyde ilk defa ortaya çıkıyor. Bunu görmek ve değerlendirmek, anlamak, dolayısıyla ne tür sonuçlar yaratacağını bilerek hareket etmek şarttır. Bu durum, Ortadoğu bölgesinde çıkar mücadelesi yürüten herkes için geçerlidir. Tabii hareketimiz açısından da, Kürt halkının özgürlük ve demokrasi mücadelesi açısından da bu gerçeği bütün boyutları ve ayrıntılarıyla görmek ve ona göre politikalar geliştirmek gerekmektedir. Bu gerçekliği görmeden, böyle değerlendirmeden ileri gidemeyiz. Kuşkusuz mevcut durumuyla ortaya çıkan bloklaşmayı 20.yüzyılın bloklaşması gibi değerlendirmek biraz abartma ve zorlama olur. Öyle benzetmek, onun gibi algılamak, değerlendirmek doğru olmaz. Mevcut haliyle belli bir esnekliği içinde de barındıran, ama herkesin kendine göre politikalarının varlığını görmek ve bu çerçevede böyle bir bloklaşmanın oluştuğunu değerlendirmek de doğru politikalar izlemek açısından şarttır.
ABD ve Avrupa Birliği, politikalarını biraz daha netleştirmeye, somutlaştırmaya çalıştıkları gibi, Rusya kendi çıkarlarını korumakta kararlı olduğunu net bir biçimde ortaya koydu. Benzer bir yaklaşım Çin tarafında da görüldü. Ortadoğu’nun diğer alanlarında yaşanan mücadelelerde, Irak ve Afganistan’dan başlayıp Tunus’tan Mısır’a kadar gelişen olaylarda böyle bir durum ortaya çıkmamıştı. En azından bu düzeyde görülmemişti. Suriye üzerindeki mücadele diğer alanlardaki mücadelelerden bu bakımdan farklılık arz ediyor ve ilk oluyor. Nasıl olsa Afganistan’da savaş oldu, Irak’ta da oldu; Tunus’ta isyan başladı Mısır’a, Libya’ya kadar yayıldı, savaş haline geldi, Suriye de bunların bir benzeridir, aynı şeyler oluyor demek çok yuvarlak ve genellemeci, dolayısıyla somutu yeterince ifade etmeyen, ayrıntıları görmeyen bir bakış açısı olur. Evet, onlarla bağı var, bir devamı halinde Suriye mücadelesi yaşanıyor, ama Suriye’deki mücadelenin kendine has özellikleri var, ayrıntıları var, bunları da görmek gerekiyor. Bunları görerek o mücadeleyi anlamak, sonuçlar çıkartmak, yaklaşmak şarttır. Bu bakımdan genel süreçle bağı kadar Suriye mücadelesinin kendine has özelliklerini, özgünlüklerini de görmek, anlamak, onların derslerini çıkartmak da önemlidir.
Eski aynı biçimde devam edemez
2012 yılında çok yoğun olmayan, düşük yoğunluklu bir çatışma üzerinde yoğun bir hazırlık ve diplomatik mücadeleyi sürdüren bir durum söz konusuydu. Bu anlamda Suriye üzerinde yoğun bir mücadele, ideolojik, siyasi, askeri boyutlarıyla yaşandı, ama askeri düzey düşük yoğunluklu kaldı. Daha ağırlıklı olan siyasi ve diplomatik düzeydi. Bu ikili ilişkilerde olduğu kadar, BM’de, Güvenlik Konseylerinde yaşanan tartışmalarda da net bir biçimde görüldü. Bu durum tarafların politik duruşlarını belli ölçüde somutlaştırdı, netleştirdi. Tam bir sonuca gitmedi, ama şimdi küresel düzeyde politika yürüten güçler kendi politikalarını daha çok somutlaştırmış, birbirlerinin politikalarını daha fazla anlar hale gelmiş durumdalar. Henüz politik bir somutluk ortaya çıkmadığı gibi, yürütülen diplomatik çalışmalar bir uzlaşmayla sonuçlanmış olmaktan uzaktır. Sert çatışmaya dönüşme durumuna gelme konumu da şimdilik görülmüyor. Siyasi diplomatik mücadele hem ikili görüşmeler düzeyinde hem de BM düzeyinde bütün hızıyla ve yoğunluğuyla devam ediyor.
Eğer mevcut siyasal görüşmelerden yakın zamanda bir sonuç çıkmazsa 2013 yılı Suriye üzerindeki küresel mücadele açısından 2012 yılından farklılıklar arz edeceği benziyor. Daha şimdiden Filistin-İsrail çatışmasından Irak gerginliğine, Türkiye’deki silahlanmaya, patriot füzeleri yerleştirmeye kadar ortaya çıkan olaylar, hızlanan diplomasi trafiği Suriye üzerinde mücadelenin küresel düzeyde, 2013 yılında daha yoğun bir biçimde yürütüleceğini gösteriyor. Bunu da temel bir tespit, 2012 yılından farklı bir durum olarak ele almak lazım. Yoksa eskinin aynı biçimde devam edeceğini değerlendirmek gerçekçi olmaz ve bu yönlü politikalar da sonuç vermez.
Mevcut durumu böyle ifade etmekle birlikte, kısa sürede hızlı sonuç ortaya çıkabileceğini değerlendirmek de çok gerçekçi değildir. Evet, 2013 yılında 2012’deki gibi olmayacak, taraflar daha girişken, aktif hale gelecekler, ama bu 2013’te kısa sürede sonuca gidileceği anlamına gelmemektedir. Böyle bir ortam da yoktur. Henüz taraflar son sözlerini söylemiş, net politik tutumlarını ortaya koymuş olmaktan uzaktırlar. Yine diplomasi çalışmaları sonuca gitmiş, artık bu alanda yapılacak bir şey kalmamış demek de söz konusu değildir. Politik arayış ve diplomatik mücadeleler devam ediyor. Suriye üzerindeki mücadelenin hangi yöntemle derinleşeceği ve sonuç vereceği henüz netleşmiş değildir. Bu konuda birçok yöntem gündemdedir. Silahlı çözüm arayışı bir olasılık olarak gündemde olduğu gibi, siyasi uzlaşma, diplomatik çalışmalarla çözüm arayışı daha ağırlıklı, önde gelen bir yöntem olarak gündemdedir.
2012 yılının ortaya çıkardığı çok önemli bir sonuç da, tarafların Suriye üzerinde çıkarlarını hakim kılmak üzere hamle yapmaları için gerekli mücadele yöntemi bulmada da netleşemedikleri ve tam sonuca gidemedikleridir. Çıkarları kolay bir biçimde uzlaştırmak, dolayısıyla küresel güçleri bir politik programda birleştirmek mümkün olmadığı gibi kestirmeci bir temelde derhal çatışmaya yöneltmek de mümkün olmuyor. Öyle görülüyor ki bir silahlı çatışma durumu ilgili taraflar açısından daha korkutucu ve ürkütücü oluyor. Hiçbir taraf silahlı çözüm olasılığını gündem dışı tutmadığı gibi, hızlı, öncelikli bir olgu olarak da buna yönelmek istemiyor. Çünkü Suriye üzerinde Libya benzeri bir dış müdahale gündeme gelirse bunun Libya’daki gibi tek taraflı olmayacağı, tersine 20. yüzyılda yaşanan dünya savaşlarına benzer bir biçimde küresel güçlerin bir hesaplaşma ve hakimiyet savaşına dönüşeceği net bir biçimde görülüyor. Suriye mücadelesinin Libya’dan, Irak’tan, Afganistan’dan farkı buradadır.
Böyle bir hesaplaşmadan da herkes korkuyor, çekiniyor. Çünkü sonucu kestirilemiyor. Böyle bir askeri çatışmaya yöneldiğinde, onu gündeme getiren gücün sonuç alıp alamayacağı, başarılı olup olamayacağı belli değildir. Başarısız kalma ihtimali de çoktur. Bu da bütün küresel güçleri savaşı derinleştirme konusunda daha ihtiyatlı, dikkatli davranmaya yöneltiyor, götürüyor. Dolayısıyla 2013 başında da Suriye üzerindeki mücadelenin dış askeri müdahalelerle büyük bir savaşa dönüşme olasılığından çok, siyasi ve diplomatik mücadeleyle sonuç alma yönünün, yönteminin ağırlıkta olduğu, tarafların bir uzlaşma yaratarak çıkarlarını siyasi çözümde temsil etmeye çaba harcadıkları görülecektir. Bu da daha karmaşık, çok yönlü bir mücadele süreci yaşanacağını gösteriyor. En azından bir müddet daha bu yönlü çekişme ve çatışmalar sürecektir. Küresel güçler birbirlerinin iradelerini kırmayı öngören düzeyde savaş yapmaktan korkuyor, çekiniyorlar, ama bir uzlaşma da kendi aralarında kolay yaratamıyorlar. Diğer yandan buna bağlı olarak mevcut Suriye yönetimine, Esad yönetimine alternatif bir yönetim düzeyi ortaya çıkartılmış değildir. Bölgesel ve yerel güçlerin de çok dağınık, parçalı olması, yeni bir yönetim alternatifi haline gelememe durumunu yaşatıyor. Aslında küresel düzeydeki çatışmada sonuca gitmemenin önemli bir boyutu da budur. Halihazırda küresel mücadele yürüten güçler kendilerinin çıkarlarını ifade edecek bir alternatif yönetim düzeyinin gelişmiş olduğunu göremiyorlar. Öte yandan Suriye içindeki kimi muhalif güçlerin durumu uluslararası güçleri kaygılandırıyor. Bu durumda Suriye üzerindeki politikaların netleşmesinde gecikmeler yaratmaktadır.
Türkiye Suriye savaşını en çok kışkırtan, provoke eden güç konumunda oldu
2012’de yaşanan mücadele içinde Rusya, Çin politikalarını biraz somutlaştırdılar. Yani Esad yönetimi değişebilir, ama bu çatışmayla olmamalı ve herkesin çıkarlarını da gözetmeli noktasına geldiler. ABD ise bu konuda çok daha ağır baskı altındadır. ABD üzerinde baskı yapan güç odakları içinde Türkiye var, İsrail var, Arap Birliği var. Bunların çıkarları da her zaman uyuşmuyor. Ancak ABD hiçbirini yok sayamıyor, görmezden gelemiyor. Bu güçlerin uzlaşamaması ABD’nin de henüz bir alternatif gücün, yeni yönetimin nasıl olması gerektiği konusunda karara varamamış olduğunu da gösterir. Bu anlamda bölgesel güçler arasında Suriye üzerindeki mücadele küresel mücadeleden az değildir. Dış görünüş, sanki bölgesel düzeyde ikiye bölünmüş durum arz ediyor. Bir taraf İran, diğer taraf Türkiye cephesi. Düz ve genel bakıldığında sünni-şii çatışması, kutuplaşması da denilebilir. Hatta bölgesel mücadele ve kutuplaşma daha da derin gözüküyor. ABD, Avrupa cephesinde yer alan, onlarla müttefik konumda bulunan bölgesel güçler kendi içlerinde çok daha çelişkililer. Suriye üzerinde mücadele İran-Türkiye arasında sürdüğünden daha çok ABD-Avrupa müttefiklerinin kendi aralarında, özellikle Türkiye, İsrail ve Arap Birliği arasında da sürmektedir.
Türkiye kendi çıkarlarını temsil edecek bir gücün Suriye’de iktidara gelmesini istedi. Suriye savaşını en çok kışkırtan, provoke eden güç konumunda oldu. Avrupa’yı, ABD’yi, hatta Rusya ve Çin’i Suriye’ye dönük savaşa teşvik etti, etmeye çalıştı. Esad yönetimine karşıt güçlerin bayraktarlığına oynadı. Sözde Suriye’de yönetime en çok karşıt olan, dolayısıyla kendisini diktatörlük karşıtı gibi göstermeye çalışsa da bu duruşu kimseyi inandırmadı. Söylediği gibi esasında yönetim karşıtı değildi. Türkiye’nin bütün çabası bu süreç uzamadan, Suriye’deki mevcut yönetim parçalanmadan Esad yönetimi gitsin, yerine aynı sistemi sürdürecek başka bir yönetim gelsin yönündeydi. Çünkü sistem parçalanırsa Kürt iradesi, Kürt statüsü ortaya çıkar; Batı Kürdistan’da yeni bir Kürt iradesi gelişir, bu da Türkiye’nin yürüttüğü Kürt inkarı ve imhası politikasının tümüyle yıkımı, ölümü olurdu. Kürt inkarı ve imhası politikasını sürdürme, kültürel soykırım stratejisini sonuca götürme zihniyeti Türkiye’yi böyle bir politika izlemeye yöneltti.
İkincisi, ilişkide olduğu İhvan-ı Müslim ve benzeri siyasal islamcı gruplarla Suriye’de yeni iktidar oluşumunu sağlayarak Suriye üzerinden Ortadoğu’ya, Arap alemine açılmak istedi. Araplar üzerindeki etkisini Suriye savaşı üzerinden geliştirmeye çalıştı. ABD’nin Irak’a müdahale sürecinde bu fırsatı değerlendiremediğini düşündüğünden Libya savaşını kullanarak böyle bir düzeye ulaşabilir miyim diye bir çaba harcadı. Ama Libya Türkiye’nin Arap alemine açılması, ele geçirmesi açısından adım atılacak bir ülke pozisyonunda değildi. Eğer yapabilirse Suriye Türkiye’ye bu şansı verebilirdi. Recep Tayyip Erdoğan’a yeni Sultan Selim olma şansı doğuyordu. 16. yüzyılın başında yaşanana benzer bir biçimde Suriye’de etkinlik kurarak, Suriye’de savaşı kazanarak bütün Arabistan’ı ele geçirebilir miyim hesabı yaptı. Ancak Türkiye’nin iki hesabı da tutmadı. Buna bir boyutuyla İran ve Şii toplumu muhalefet etti, diğer boyutuyla Kürtler, halklar muhalefet ettiler. Zaten Suriye alevileri şiddetli karşı koyuş içindeler. Tüm bu güçler artık 16. yüzyılda olduğu gibi yeni bir Osmanlı hegemonyası altına girmek istemiyorlar. Bu anlamda genel olarak Araplar da Türkiye’nin bu politikasına muhalefet ettiler.
Türkiye’nin bu yönlü politikasına İsrail de muhalefet etti. Türkiye’nin bu politikası İsrail’in güvenlik çıkarları açısından da uygun görülmedi. İsrail, bütün Ortadoğu’da etkisini arttırmış sünni siyasal islam eksenli Türkiye’yi kendi güvenliği açısından tehlikeli buluyor. Bu çerçevede Şam’da Esad yönetiminin yerine aşırı dinci bir yönetimin gelmesini kendi güvenliği açısından Baas yönetiminden daha tehlikeli görüyor. Lübnan hıristiyanları ve arkasındaki güçler de bu yönlü bir Suriye konusunda kaygılıdırlar. Bu bakımdan Türkiye’nin çabaları en çok da kendisiyle müttefik gibi görünen güçler tarafından reddedildi, boşa çıkartıldı. Tabii karşıt güçler de direndiler. Sonuçta bir yandan İsrail’in yaklaşımları, diğer yandan Arap Birliği’nin politik duruşu Türkiye’nin bu politik amaçlarıyla çatışmaya girdi. Bütün bu güçler ABD ve AB politikaları üzerinde etkilidirler. Bu nedenle Batı sistemi denen kapitalist modernite güçleri Suriye’de nasıl bir sistem geliştirecekleri konusunda hala anlaşmış, uzlaşmış değiller. Kendi içinde çekişme ve çatışma içindeler. Onun için mücadelede sonuca gidemiyorlar. Süreci ve mücadeleyi uzatan önemli etkenlerden biri de bu gerçekliktir.
Suriye’deki hesaplaşma daha karmaşık hala geldi
Böyle bir durumu gördüğü için Suriye yönetimi de dışta Rusya ve Çin’in tutumuna dayanarak, bölgede de İran, Irak ve Hizbullah’tan güç alarak, yani şii bloku’na dayanarak kendi direncini daha çok geliştirdi. 2012 başındaki o zorlanma durumunu yıl boyu yaşanan savaş içerisinde belli düzeyde aştı. Bu durum karşıtlarını bastırdığı, hakim olduğu anlamına gelmiyor. Günbegün eriyor, ama bazılarının hesap ettiği gibi bir anda yıkılacak konumu da belli oranda aştı. Gidişinin sürece yayılacağı anlaşılmaktadır. Bu durum Suriye içindeki hesaplaşmayı çok daha karmaşık hale getirmiş bulunmaktadır. Muhalefet denen gücün kendi içindeki çelişki ve çatışmaları en az iktidar muhalefet çatışması kadar yoğun sürmektedir. Yine Kürdistan örneğinde görüldüğü gibi halkların, demokratik güçlerin mücadelesi ve yeni Suriye içinde yer alma çabaları da önemli boyutlara ulaşmış bulunmaktadır.
Mısır, Tunus örneklerinin ortaya koyduğu gibi öne çıkan siyasi güçler elit islami akımlar olmakla birilikte mevcut ulus devlet diktatörlüklerine karşı mücadele eden, direnen kesimlerin içerisinde çok farklı siyasi ideolojik eğilimler bulunmaktadır. Şimdi aynı eğilimler hala devrimi sürdürüyorlar. Diktatörlükleri yıkan, devrimin ortaya çıkardığı islami yönetimlere karşı da ikinci devrim denen bir süreci yürütüyorlar. Yani öyle tek boyutlu, bütünlüklü bir muhalefet yok. Sanıldığı gibi Arap toplumları bilinçsiz, örgütsüz bir kitle de değil. Yıllarca Filistin mücadelesi etrafında Arapların sorunlarına ve politik mücadelelere ilgileri olan bir topluluktur. Öte yandan Mısır ve Tunus örnekleri gösteriyor ki ulus devlet milliyetçilikleri, demokratik toplumu eritme, tasfiye etme yönünde bazı gelişmeler sağlamış olsalar da Arap aleminde hala politik ahlaki toplum değerleri varlığını sürdürmektedir. Önemli bir güç olarak demokratik toplum yaşıyor, direniyor. Varlığını ve örgütlülüğünü koruyor, sürdürüyor. Bu anlamda bir Arap toplumsallığı yaşayan bir olgu olarak vardır. Ulus devlet toplum kırımı Arap dünyasında Türkiye ve İran’daki kadar sonuç almış değildir. Böyle olunca Suriye içindeki mücadelenin çok yönlü, çok karmaşık geçeceği anlaşılmaktadır.
Suriye üzerinde mücadele yürüten güçler büyük çoğunlukla mevcut Esad yönetiminin değişmesinde hemfikirdir. Bu yönetimle işbirliği içinde olan, destek veren güçler bile yönetimin kalıcı olmadığını düşünüyorlar. Örneğin Rusya, Çin, İran politikaları 2012 yılında böyle bir yaklaşım içinde olduğunu gösterdiler. Hiçbirisi Esad yönetiminin olduğu gibi devam etmesini, savunamıyor. Fakat değişim yöntemi bakımından, içeriği bakımından farklı görüşleri bulunmaktadır. Kendi çıkarlarını sağlayacak, temsil edecek bir yapılanma istiyorlar. Mevcut haliyle 2012 yılında yaşanan mücadele sonucunda Suriye’de eski sistem önemli ölçüde parçalanmış durumdadır. Ancak yıkılıp aşılarak yerine yeni sistem inşası da ortaya çıkmadı. Henüz sistemi yıkma ve yenisinin ne olacağını arama süreci yaşanıyor. Fakat yaklaşık iki yıldır yaşanan mücadele sonucunda da eski o ulus devletçi merkezi sistemin önemli oranda parçalandığı, kırıldığı, yeni birçok gücün ortaya çıktığı açıktır. Şimdi karmaşık, çok farklı yönetimlerin birlikte, iç içe bulunduğu bir Suriye gerçeği söz konusudur. Mevcut rejimin belli düzeyde hakimiyeti olduğu gibi, Suriye’nin değişik alanlarında farklı yönetim güçleri de ortaya çıkmış durumdadır.
Bunlar içerisinde en çok da Batı Kürdistan’da Kürt halkının geliştirmeye çalıştığı demokratik toplum yönetimi, Demokratik Özerklik yönetimi öne çıkmış bulunmaktadır. Fakat farklı halk kesimleri, değişik yörelerdeki farklı eğilimler kendi yönetim güçlerini, siyasi ve askeri güçlerini ortaya çıkartmış durumdalar, daha çok geliştirmeye de çalışıyorlar. Yeni sistem arayışları pratikte farklı alanlarda, farklı ideolojik politik yapılarda yoğun biçimde sürmektedir. Bu belli bir ideolojik, politik mücadele kadar silahlı, askeri çatışmaya da yol açmaktadır. Eskiye dönüş artık mümkün değildir. Sadece Esad yönetiminin devam etmesi artık imkansız hale gelmiş değil; ondan öte Suriye’de geçen kırk elli yılda olduğu gibi merkezi ulus devlet sistemini yeniden kurmak ve sürdürmek de mümkün değildir. Yeni Suriye birçok toplumsal gücün etkinliğinin olacağı biçimde yapılanmak zorundadır. Ancak sisteme karşı mücadele hala devam etmektedir. Eski sistemin hangi düzeyde parçalanacağı da henüz belli değildir. Belki daha da kapsamlı parçalanacak, parçalanma derinleşecek, dolayısıyla yeniden yapılanma güçleri çok daha farklı biçimde ortaya çıkacaktır. Bu da yeni Suriye’nin çok daha farklı siyasi özellikler taşıyacağı anlamına gelir.
Son iki yılda Suriye rejiminin parçalanması ve ortaya çıkan yeni güçler dikkate alındığında mevcut haliyle de bir yeniden yapılanmaya gidildiğinde yeni Suriye eskisinden daha demokratik olacaktır. Kuşkusuz eskinin parçalanması ne kadar derin ve fazla olursa yeniden yapılanmanın demokratik niteliği, içeriği o kadar çok gelişecektir. Bu bakımdan tarafların birbiri üzerinde hakimiyeti hızlı bir biçimde kuramamaları, Libya’da olduğu gibi ya da 20. yüzyıl dünya savaşlarında olduğu gibi yoğun bir askeri çatışma ya da hızlı bir siyasi uzlaşmanın olmaması, mevcut mücadele durumunun eski sistemi parçalayan karakterde devam etmesi Ortadoğu’nun demokratik devrimi ve halklar açısından olumluluk ifade eden ve önemli değerler yaratan bir durum arz edecektir.
Devrim sürecinin zamana yayılması ve eski iktidar odaklarının büyük oranda dağılması bazı çevreler açısından, iktidar güçleri açısından tehlikeli olsa da, demokratik güçler açısından, halk güçleri açısından kesinlikle tehlikeden ziyade bir olumluluğu ve demokratik devrimi geliştirme imkanı vermektedir. Bunu görerek Suriye’deki mücadeleye yaklaşmak, böyle bir değerlendirme temelinde doğru politikaların neler olacağını demokratik Ortadoğu devrimi açısından ortaya çıkartmak gerekmektedir. Sosyalist ve devrimci tutum kesinlikle böyle olur. Demokratik devrim ancak böyle bir tutumla gelişebilir. Bu açıdan 2012’deki gelişmelerin sonuçlarını önemsemek kadar, bu gidişi daha da derinleştirmek, demokrasi açısından daha çok sonuç alıcı kılmaya çalışmak demokratik güçlere, devrimci sosyalist güçlere düşen görevdir. Bu temelde Kürdistan özgürlük hareketinin, Kürt halkının özgürlük ve demokrasi arayışının temel hedefi de böyle olmak durumundadır.
Suriye’nin mevcut durumu 2012’de olduğu gibi 2013’te de Batı Kürdistan’daki Özgürlük mücadelesini geliştirmeye, devrimi Kürdistan’da daha da derinleştirip ilerleterek Ortadoğu’ya yaymaya, Kürt-Arap demokratik birliğini, ilişkisini, devrim arkadaşlığını kurarak demokratik Ortadoğu devriminin gelişmesini, gerçekleşmesini ilerletmeye imkan vermektedir. Bunları görerek Suriye mücadelesine yaklaşmak önemlidir. Gerçek dışı, hayalci, sadece slogancı, dar ideolojik yaklaşım içinde olmamak kadar, dar politikalara, yerel milliyetçi durumlara düşmemek de böyle bir süreci demokratik devrim açısından doğru değerlendirebilmek için önem taşımaktadır. Bu açıdan ideolojik-politik duruşun doğru tespiti çok çok önemlidir. Bu duruşun nasıl olması gerektiği Önderlik savunmalarında ortaya konmuştur. Yine güncel politikaların nasıl yürütülmesi gerektiği konusunda Önder Apo’nun çarpıcı uyarıları olmuştur. Şimdiye kadar izlenen doğru ve sonuç verici politikalar var. Bu politikaların doğru anlaşılıp ders çıkarılması temelinde çabalar artırılır ve mücadele o alanda yoğunlaştırılırsa daha kapsamlı sonuçlar ortaya çıkar. 2012’de Batı Kürdistan’da belli düzeyde gelişmiş olan özgür, demokratik halk iradesini, demokratik devrimi bütün Suriye’ye yaymaya çalışmak, Suriye üzerinden Arap alemini etkilemeye çalışmak çok önemli bir devrimci demokratik görev olarak Kürt halkının ve o alandaki özgürlük güçlerinin önünde durmaktadır. Bunu görmezden gelir, gerekli çaba ve çalışmalardan uzak kalınırsa kör ve oportünist olunur. Tarihsel fırsatları değerlendiremeyen, kaçıran duruma düşülür. Bunu da tarih affetmez, Önderlik çizgisi kabul etmez. Bu bakımdan Batı Kürdistan’daki demokratik devrimi daha da geliştirerek savunup sağlam kılmak kadar, Suriye’de demokratik devrim mücadelesini geliştirerek bütün Suriye’ye yayan bir politik duruş izlemek önemlidir.
Bunun için demokratik toplum örgütlülüğünü, demokratik öz yönetim ve özsavunma temelinde geliştirme, sağlam ve yenilmez kılma birinci görev durumundadır. Bunu sadece dar örgütsel yaklaşımla değil, bir ulusal demokratik yaklaşımla tüm Kürt toplumunu zengini fakiriyle, farklı ideolojik eğilimde olanlarıyla içine alan ulusal birlik dahilinde yürütmek çok çok önemlidir. Demokratik ulus inşası ve onun kendini yaşatması, saldırılar karşısında savunması, var etmesi öncelikle bu iki hususa, bu temelde doğru politika izlemeye etle tırnak kadar bağlıdır. Üçüncü olarak tabii bunu Suriye genelinde de yaymak, Suriye’den kopuk, Suriye’deki diğer topluluklardan kopuk ele almamak gerekmektedir. Önder Apo bu konuda uyarılarını vurgulayarak yapmıştır. Bu bakımdan öncelikle Kürdistan’da yaşayan diğer azınlıklar ve toplumların demokratik örgütlülüklerini geliştirme, onlarla kardeşleşme, birleşme kadar, Suriye’deki halk topluluklarıyla, dini ve etnik toplumlarla, onların ulusal demokratik güçleriyle ilişki ve ittifak içinde olmak, yeni demokratik Suriye’yi onlarla birlikte örgütlemeye çalışmak da başarı için olmazsa olmaz kabilindendir. Çünkü Batı Kürdistan’da gerçek bir özgürlük devrimi, Demokratik Özerklik yapılanması ancak böyle bir demokratik Suriye ile gerçekleşebilir. Demokratik Suriye devrimine dayanarak var olabilir, gelecek kazanabilir. Bu konuda hiç yanılmamak lazım. O nedenle Suriye’nin demokratik güçleriyle etnik halk güçleriyle ilişkiye, ittifaka en az Kürt toplumunu örgütlemek, Kürt ulusal birliğini yaratmak kadar önem ve değer vermek öncelikli bir görev olarak görülmelidir.
Suriye’de en çok kazanan Kürt halkıdır
Devrimci demokratik güçler şimdiye kadar çatışmaların yoğunlaştığı son iki yılda böyle bir politika izlemeye çalıştı. Özellikle Kürdistan’da örgütlenmeyi, Suriye ile birlik içinde bunu yapmayı esas aldı. Şu veya bu gücün ya da çizginin kuyruğuna takılmadı. Küresel ya da bölgesel düzeyde ortaya çıkan kutuplaşmalara taraf olmadı. Aynı biçimde Suriye’deki iktidar muhalefet çatışmasına da taraf olmadı. Üçüncü bir taraf olarak, üçüncü çizgi olarak özgür ve demokratik Suriye çizgisini ifade eden bir politik çizgi olarak durdu, hareket etti. Bu politika doğruydu, gelişme yarattı, kazandırdı. Şimdi 2012 yılı sonunda yılın Suriye’de en çok kazananı Kürt halkıdır deyimini rahatlıkla kullanabilmemiz bu politik duruş sayesindedir. Bu doğrultuda pratik yapmış olmak kazandırdı. O bakımdan da bu politikayı daha doğru ve yeterli anlamaya, daha derinlikli, yerinde, zamanında, hızlı bir biçimde uygulamaya ihtiyaç vardır. Bu anlamda bağımsız bir demokratik halk çizgisi olma özelliği ve karakteri hiçbir biçimde unutulmamalıdır, bu doğrultudan uzaklaşılmamalıdır. Bütün politik duruşlara, taktiklere, diplomatik ilişki ve ittifaklara böyle bir anlayış ve stratejik duruş yön vermelidir.
Bu da şunu ortaya çıkartıyor; Suriye içerisinde iki iktidar blok’u biçiminde ortaya çıkan mevcut yönetim ve muhalefet ayrımını çok yapmamak lazım. Yani onlar arasında taraf olunmamalıdır. Temel duruş; stratejik ittifak, demokratik Suriye birliğini öngören çizgidir. Kim halkların özgür, kardeşçe bir demokratik sistem içerisinde var olup yaşamasını öngörüyor ve istiyorsa onlarla stratejik ittifak halinde olmak, böyle bir stratejiyi Suriye genelinde hakim kılmaya çalışmak esas alınmalıdır. Kürt halkının Batı Kürdistan’daki Suriye’ye dönük stratejik duruşu budur. Bu stratejinin taktik uygulama çerçevesi de şöyle oluyor; hiç kimseyle peşinen ne dost olmak ne de düşman! Herkesin politik duruşuna göre değerlendirme yapmak, demokratik Suriye stratejisine hizmet eden taktik duruşlarla ilişki ve ittifak halinde olurken, ona zarar verenlerle de karşıt olmak, uygun bir mücadele konumunda bulunmaktır. Kuşkusuz kendine yönelen saldırılar karşısında özsavunmasını kararlılıkla yaparken, hiç kimseyle öyle ucuz, gereksiz bir çatışma içerisine girmemek, düşmanlık içinde bulunmamak biçimindeki bu politik duruş mevcut çatışan güçler ortamında en doğru tutumdur. Şimdiye kadar da gelişme sağlatan bu duruş olmuştur. Bu süreçte de dikkatle uygulanması gereken bu oluyor. Birçok güçle bu anlamda hem ilişki var hem de bu ilişkiler mesafelidir. Yani politik mücadele yürüten güçler böyle konumda olmalılar. Halkın duruşu, Kürt duruşu, Kürt demokratik duruşu böyle olmalıdır.
Aynı duruş bölgedeki güçler açısından, bölge bloklaşması açısından da geçerlidir. Bölge daha da parçalıdır. İçteki parçalılık aynı düzeyde bölgede de sürüyor. Bu bakımdan tehlikeli, faşist, milliyetçi, diktatoryal olana karşı çıkarken, demokratik birliğe açık olanlarla ya da o diktatörlük gücüne karşı mücadele edenlerle taktik ilişki ve ittifak arayışı içinde olmak, olabildiği kadar böyle bir yaklaşımı sürdürmek önemlidir. Bölgedeki çok yönlü çekişme ve çatışma dikkate alınırsa böyle bir politika yürütmek mümkündür. Bu anlamda Arap Birliği’nin duruşu da, İran, Irak şii duruşu da değerlendirilebilecek konumdadır. İsrail-Türkiye ittifak ve çelişkilerinden de yararlanmayı bilmek lazımdır. Çünkü onların hem birliği hem de çelişkileri bulunmaktadır. İkisini de gören yaklaşımla yararlanmayı becermek gerekiyor. Küresel bakımdan da mevcut politik güç odaklarına angaje olmamak, kutuplaşmaların içinde yer almamak kadar, hiçbirisinden kopuk, uzak olmamak da bu dönemde gösterilmesi gereken doğru yaklaşımdır. Hem Kürdistan devriminin gelişimi açısından hem de demokratik Suriye’nin yaratılması açısından bu duruş önem arz etmektedir. Rusya, Çin’in muhalif duruşunun taktik anlamda, politik ilişkiler geliştirmek için bazı fırsatlar yarattığı kadar ABD ve AB’nin bölgede Türkiye, İsrail, Arap Birliği çelişki ve çatışmasından etkilenen durumuyla ve bunun etkisiyle oluşturdukları politikalardan yararlanmayı bilmek, onlarla da bu anlamda ilişkiye açık olmak önem taşımaktadır.
Küresel güçler yaşadıkları ilişki ve çatışma nedeniyle yeni politikalar geliştirmek zorunda kalıyorlar, yeni güçlerle ilişkilere açık duruyorlar. Ortadoğu’nun karmaşık yapısı ve ilişkileri onları böyle bir politik duruş içinde olmaya zorluyor. Bu hem Rusya-Çin için geçerli hem de ABD-AB açısından geçerlidir. ABD bile politika oluştururken birçok gücün dayatması karşısında kalıyor ve kendisini hepsine göre ayarlıyor. Bu konuda bir ortaklık, birlik yoktur. Dolayısıyla tek başına ve rahatlıkla oluşturulmuş bir ABD politikası yoktur. Müttefiklerinin bölgesel ve iç düzeydeki çatışmaları ABD’yi daha dikkatli politikalar izleme zorunda bırakıyor. Bu da giderek Suriye’nin halk güçlerini, demokratik siyasi güçlerini daha gerçekçi görmeye, değerlendirmeye, onları da dikkate alan bir yeni Suriye arayışına yöneltmeye götürüyor. Bu bakımdan küresel güçlerin hemen hepsi Suriye’de artık eski güçlerin etkileri olmayacağında hemfikirdirler. Bu anlamda yeni ve daha demokratik bir Suriye’yi kabul etmek zorundalar. Bunun için bu yönlü yeni politikalar üretme yaklaşımı içindeler. Bu da Suriye’yi Şam’dan yönetilen tek bir ulus devlet merkezi olarak görmenin aşılmasını ifade ediyor. Suriye’nin çeşitli dinamiklerini, halk güçlerini, etnik güçleri Araplar kadar Kürtler, Dürziler, Süryaniler, Ermeniler benzeri halk gruplarını, yönetimde olan aleviler kadar, sünnileri, hıristiyanları, diğer etnik dinsel grupları dikkate almayı gerektiriyor. Bu anlamda daha geniş bir politikaya yönelmek durumda kalıyorlar. Bu da Suriye’deki bütün güçlerin etnik, dini grupların politika yapma imkanı bulmaları anlamına geliyor. Dolayısıyla kendi güçlerini örgütleyip yeni sistemde yer alma hakkı ve fırsatını yakalamış durumdadırlar.
Bu durum Kürtler açısından da fazlasıyla geçerlidir. Dolayısıyla Kürtler için içeride olduğu kadar küresel düzeyde de politika yapmanın, diplomatik çalışmaya yönelmenin, ilişki ve ittifak kurmanın önü açılıyor. Kürtlerin bu anlamda ilişkiler kurmasının önü kapalı değildir. Kürt kapanı, Kürt soykırımı Güney Kürdistan’da kısmen parçalanmıştır. İran-Irak savaşı ve Sovyetler Birliği’nin çözülüşü ardından ABD’nin Ortadoğu’ya yönelimiyle ve bunların PKK’nin Kuzey’de geliştirdiği özgürlük devriminin üzerindeki etkileşimiyle kısmen parçalanan Kürt kapanı şimdi Rojava’da bunu aşan bir düzeyde parçalanmaya uğramış bulunmaktadır. Her ne kadar çok küçük de olsa, nüfusu az da olsa, coğrafyası parçalı da olsa Kürtleri yok sayan ve yok etmek isteyen, bunu birlikte yürütmeyi öngören kapitalist modernitenin küresel sisteminin Ortadoğu politikaları Batı Kürdistan’daki, Suriye’deki gelişmelerle çok daha fazla parçalanmıştır. Artık Kürt’ü yok sayma ve yok etmeye çalışma politikasının sonunun geldiği, küresel güçlerin öyle bir politika oluşturmak ve yürütmek yerine kendilerini daha çok yeni arayışlara, Kürt’ü kabul eden ve mümkünse kendi çıkarlarına hizmet ettiren bir Kürt siyasetini ortaya çıkartan, egemen kılan politikalara yönelmeleri durumu ortaya çıkmıştır. Güney’de KDP-YNK hakimiyeti bu temelde oluştu, 20 yıla aşkın süredir devam ediyor. Batı Kürdistan’a dönük KDP savaşını ve yönelimini de bu çerçevede ele almak lazım. KDP’nin kendisini Kürdistan’a hakim milliyetçi bir güç olarak görmesi kadar, küresel sistemin, ABD politikalarının da bir gereği, bir yönlendirmesi olduğunu bilmek, anlamak ve bu politikalar karşısında doğru politikalar üretmek açısından önemlidir. KDP’nin izlemeye çalıştığı politikaları daha doğru anlamanın yöntemi budur. Ne sadece onu küresel güçlere bağlayarak doğru anlayabiliriz ne de sadece dar ilkel milliyetçiliğiyle izah edebiliriz. Ama her ikisi birlikte KDP’nin neden Batı Kürdistan’daki gelişmelerden yana değil de karşıt duruma düştüğünü anlaşılır kılar.
AKP hükümetinin yönelimlerini iyi anlamak gerekmektedir
Kuşkusuz en az, hatta ondan daha fazla önemi ve etkisi olan Türkiye üzerinden Kürdistan’da yürütülen mücadele vardır. Sıcak ve yakıcı etkileri bakımından Suriye ve Rojava’daki gelişmeleri öncelikle irdelemiş olsak da Kuzey Kürdistan’da Devrimci Halk Savaşı stratejisi çerçevesinde yürüttüğümüz büyük bir direniş de siyasal gelişmeleri derinden ve kapsamlı etkilemektedir. Aslında Suriye’deki gelişmeler, Batı Kürdistan’daki sonuçlar bu mücadeleden bağımsız değil, birbiriyle ilişkili, etkilidir. Suriye ve Batı Kürdistan’daki gelişmeler bir bütünlüğün belirli bir zaman içinde bazı yerlerinin öne çıkması, patlaması gibi gündeme girmiştir. Kesinlikle bölgedeki mücadeleden, özellikle Kuzey Kürdistan’daki mücadeleden kopuk değildir. Dolayısıyla onunla birlikte anlamak, o cepheyi de değerlendirmek, böylece politikalarımıza yön vermek, anlamaya çalışmak çok daha önemlidir.
Kuzey Kürdistan’da AKP hükümetiyle yürüttüğümüz mücadele ve bunun Irak, İran’a, Güney ve Doğu Kürdistan’a etkileri de değerlendirilmiştir. 2012 yılının en kapsamlı mücadelesi Kuzey Kürdistan’da Devrimci Halk Savaşı temelinde yaşanan mücadele olmuştur. Özellikle Suriye üzerinde küresel ve bölgesel güçlerin, onlara dayalı oluşan yerel güçlerin vasat ve hamle yapamaz durumları 2012 yılında bizi Devrimci Halk Savaşı hamlesini geliştirerek Kürt sorununun demokratik çözümünü Türkiye’ye dayatma, Kürdistan Devrimini bölgeyi etkileyen bir devrim hareketi olarak geliştirme fırsatı ve imkanını bize vermiştir. Bu durumu 2012 başındaki tartışmalarda, toplantılarda net bir biçimde tanımlayıp, değerlendirmiştik. Gerçekten de Kürt sorununun çözümünü kendi gücümüzle ve mücadelemizle gerçekleştirme imkanını ve fırsatını veren bir dönemdi. Bu durumu değerlendirerek hem Kürt sorununun çözümünü gerçekleştirmek hem de bölgede yaşanan savaş sürecini, demokrasi çizgisinde halklar lehine etkilemek, yönlendirmek, mevcut çelişki ve çatışmalardan Ortadoğu demokratik devrimini başarıyla çıkartmak istedik. Önder Apo’nun kırk yıllık değerlendirmeleri, çabası ve mücadelesi de bunun içindi. Hep böyle bir devrimin hayalini gördü, teorisini yarattı, stratejisini ve taktiğini geliştirdi. Örgütünü ortaya çıkardı, eylemini gerçekleştirdi. Süreç itibariyle yaptığı politik değerlendirme ve İmralı’da içine girdiği duruş, tutum da tamamen böyle bir devrimci süreci geliştirmeyi, yönlendirmeyi ifade ediyordu. Bunu da görerek, anlayarak bu teorik politik gerçekliği pratiğe dönüştürmek üzere hareket olarak bir irade, inisiyatif kullanmak, kendimizi bu düzeyde etkin hale getirmek istedik. Bu tabii sürecin bizden yana boyutudur. Bunun bir de Kürdistan’da kültürel soykırım sistemini yürüten gücün, inkar ve imha rejiminin boyutu ve yaklaşımları vardır. Devlet ve hükümet önemli ölçüde bütünleşmiş; AKP hükümet olmaktan iktidar olmaya, devleti yöneten, ele geçiren bir güç haline gelme konumuna ulaşmıştı. Bir de böyle bütünleşmiş bir karşıt gücün yaklaşımı vardı. Bunu da daha doğru, gerçekçi anlamımız gerekmektedir. Bizim 2012’de yaptığımız Devrimci Halk Savaşı hamlesinin Suriye üzerinden bölgede yaşanan savaşla bağı olduğu gibi, bir de Türkiye’de AKP hükümetinin ve TC devletinin geliştirmeye çalıştığı, yeni politikaların, daha sinsi ve örtülü bir Kürt inkar ve imha sistemini inşa etme çabalarının, bu temelde uygulamaya koyduğu topyekun özel savaş konsepti temelindeki saldırıların büyük payı vardı. Bizim stratejik ve taktik duruşumuz Ortadoğu’daki gelişmeleri karşılamayı hedeflediği gibi, esas olarak Türkiye’den yönelen saldırıları karşılamayı, boşa çıkartmayı, ona karşı Demokratik Özerklik devrimini başarmayı hedefliyordu.
Bu anlamda Türkiye’deki gelişmeleri, AKP hükümetinin yönelimlerini de iyi anlamak gerekmektedir. AKP, İmralı’daki çürütme politikasını yürüten Ecevit hükümetinin Önder Apo’nun çabaları karşısında başarısız kaldığı ve ortaya çıkan boşluğu sol demokratik güçlerin dolduramadığı bir ortamda boşluktan yararlanarak iktidar olan, hükümete gelen bir güçtür. Fakat AKP iktidarı, sadece böyle boşluğun yarattığı, yine dış güçlerin yönlendirdiği bir yapı olarak, parti olarak görülmemelidir. Tarihsel temelleri ve 12 Eylül rejimiyle bağlantıları vardır. Önder Apo “Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü” başlıklı savunmada bu durumu kapsamlıca çok iyi izah etmektedir. Aslında darbeyi yaratan güçler ve 12 Eylül rejimi terbiye edilmiş işbirlikçi siyasal islamcı bir sistemi ortaya çıkartmayı, Türkiye’yi AKP’nin yürüttüğü gibi bir siyaset temelinde şekillendirmeyi öngörüyorlardı. Darbenin, darbecilerin temel hedefi buydu. Fakat 15 Ağustos 1984’ten itibaren gelişen Kürt direnişinin zorlaması karşısında 12 Eylül rejimi böyle bir sistemi tam geliştiremedi. Böyle bir sistemin oluşması zamana yayıldı. Bu sistemin Özal yönetimi altında temelleri atıldı, kısmen oluşturuldu, ama tam şekillendirilemedi. 1990’lı yıllarda hemen bütün güçler denendi. Demirel, Erbakan, Ecevit iktidara getirildiler. Böyle bir darbenin öngördüğü rejimi yaratıp yaratamayacakları, ona güç katıp katamayacakları değerlendirildi. Kısmen güç kattılar, fakat sonuç alıcı olamadılar.
AKP aslında bütün bu güçlerin yapamadığını, yani 12 Eylül darbesiyle Türkiye’de rejimin yenilenmesini, yeniden yapılandırılmasını, ikinci cumhuriyet denen bir yapılanmayı siyasi islam temelinde gerçekleştirmeyi öngören bir parti ve iktidar sistemi olarak iş başına getirildi. Savunmada Önder Apo bu durumu çok net ifade etmektedir. AKP hükümetlerini 12 Eylül rejiminin politik yapıya, sisteme kavuşturulması, zafere götürülme çabası olarak tanımlıyor. Hatta şimdi yapmak istediği anayasanın da 12 Eylül Anayasası’nın liberal versiyonuyla öngörülen sistemin kurumlaştırılması anlamına geleceğini vurguluyor. AKP’nin esas varoluşunu bu temelde değerlendirmek önemlidir. Tabii tarihsel geçmişi de var. İttihat Terakkiye kadar, Osmanlı düzenine, padişahlık sistemine kadar uzatılabilecek, dayatılabilecek bir siyasi dayanağı da söz konusudur. Siyasal islamcı politika açısından Emevilere kadar dayanan bir geçmişe kadar da götürülebilir. Öyle yeni doğmuş bir grubun geliştirdiği, sadece boşluktan yararlanan bir güç demek AKP’yi doğru anlamamak olur. Dolayısıyla da ona karşı doğru politikalar üretme ve etkili uygulama mümkün olmaz.
Başlangıçta hükümet olsa da iktidar olması öyle kolay olmadı. O bir adımdı ve mücadele gerektiriyordu. İlk denemesini 2002-2004 arasında PKK’ye karşı içten tasfiyeyi dayatarak gerçekleştirdi. PKK karşısında uluslararası komployu yürütme, başarıya götürme gücüne ne kadar sahip olup olmadığı ilk burada denendi. AKP üzerinden bu politikayı örgütleyip yürüten güçler yarı yarıya başarılı olduklarını söylediler. Yarı başarılı olmak da AKP açısından az bir sonuç değildi. Tasfiye harekatındaki rolü üzerinden 2005’ten itibaren AKP’nin iktidar olma, devlet olma mücadelesi daha çok gelişti. Türkiye’de devleti yeniden yapılandırmak isteyen güçlerin AKP’ye güvenleri, umutları daha çok arttı ve destekleri daha da fazlalaştı. 2005-2007 döneminde bir iç çatışmanın yaşandığı anlaşılmaktadır. Özellikle Ergenekoncu denen ve genelkurmay tarafından yönlendirilen ulusalcı milliyetçi çevrelerle bir mücadele oldu. Bu mücadelede sonuç alıcılığın direnci görüldükçe eski CHP tarafından temsil edilen katı ulus devletçi ve Kürt inkarcısı sistemin yerine ikame edilecek ve bu konuda başarılı olacağı düşünülen AKP’ye verilen destek daha da arttı. 2007’den itibaren bir yandan PKK’ye karşı, diğer yandan da bu katı kemalist ulus devletçi çizgiye karşı bir mücadele ortaya çıkartıldı. Mevcut davalar, tutuklamalar, Ergenekoncu yapının kısmen iktidardan uzaklaştırılarak AKP’nin iktidara ve devlete yerleştirilme süreci böylece gelişti.
AKP PKK’yi bitirebilirim umuduna girdi
12 Haziran 2011 seçimleri AKP açısından önemli bir güç gösterisi ve dönemeç oldu. 12 Haziran seçimlerinde de yüzde 50’ye yakın oy alarak üçüncü defa tek başına iktidara gelmiş olması AKP açısından önemli bir güç gösterisiydi. Kendine güvenin artmasını ifade ediyordu. AKP üzerinden kendi çıkarlarını sağlamak isteyen güçler de bunu kendi çıkarları açısından daha fazla değerlendirmek istediler. Bu anlamda AKP’yi pohpohladılar, devlete daha çok hakim olmayı, muhalefeti, karşıtlarını daha çok bastırmayı hedeflediler. AKP yönetimi de bu yönlendirme ve desteğe kendini çok kaptırarak devlete tümden hakim olabileceği hesabını yaptı ve buna göre bir politik yönelim içine girdi. Bu yönelimin esası aslında siyasi muhalefeti tümden bastırmak, etkisiz kılmak, onun üzerinden yeni bir anayasa ortaya çıkartarak, daha doğrusu 12 Eylül darbesinin yaratmadığı sistemi sivil maskeli olarak tesis etmekti. Bunun için de en başta PKK’nin imha ve tasfiye edilmesi gerekiyordu. Artık PKK’nin siyasi gündemi etkileyemez, devletin AKP elinde yeniden yapılanmasına engel olamaz, muhalefet edemez bir konuma ulaştırılması öngörüldü. AKP 12 Haziran 2011 seçimleri ardından böyle bir politikaya yöneldi. CHP, MHP ve BDP’ye dönük en ağır siyasi hakaret ve saldırılar içine girerken esas olarak ‘terörü bitirme!’ hedefi doğrultusunda Kürdistan özgürlük hareketine karşı topyekun özel savaş konsepti temelindeki saldırıları tüm boyutlarıyla harekete geçirdi. Hesabı, umudu gerillanın darbelenmesi temelinde İmralı’da Önder Apo üzerinde de baskı oluşturarak 2011-2012 kışında PKK’nin, Kürdistan özgürlük hareketinin siyasi iradesini kırmaktı. Artık savaşı yürütemez hale getirip bir tür teslim alma anlamına gelen ateşkes sürecine sokmaktı. AKP’yi yönlendiren çevrelerin planlarının, hedeflerinin bu olduğu kesindi ve bunu basında açıkça ifade ediyorlardı. Kışa doğru PKK’nin kışın ateşkes ilan edeceği propagandasını yaymaya yöneldiler. Bu gerçekleşmeyince AKP’yi operasyonlara yöneltip eğer askeri ve siyasi operasyonlarda ısrar edilirse bahara kadar PKK’nin belinin kırılacağı, savaş gücünün etkisiz hale geleceği propagandasını yaptılar. 2012 yazına kadar PKK’yi imha ve tasfiye etme planında sonuca gitmeyi hedeflediler.
AKP hükümeti eliyle hareketimize dönük, Kürt halkına dönük 2011 yazından itibaren geliştirilen politikalar, saldırılar bu temelde oldu. Bunun dışındaki tüm değerlendirme ve söylemler demagoji ve bu gerçekliği örtmeye yöneliktir. Silvan’da çatışma oldu da süreç bozuldu, Demokratik Özerklik ilan edildi de süreç bozuldu, PKK savaşa yöneldi süreç bozuldu söylemlerinin hepsi hikayedir. AKP’nin ve devletin gerçek politikalarını gördüğü için Önder Apo ve parti yönetimimiz buna uygun bir politik duruş içine girdi. Taktik planlamasını, örgütsel mevzilenmesini, günlük yürütmesini, böyle bir imha ve tasfiye saldırısını karşılamak üzere şekillendirdi. Başka türlü de zaten var olamazdı. Ama esas olan AKP’nin planları ve saldırılarıydı. Kendinden önceki hükümetlerin yapamayacağını ben yaparım hevesine, umuduna kapıldı. Birçok çevre buna gücünün olduğunu, yapabileceğini söyleyerek AKP’yi böyle bir saldırıya yönelttiler. AKP de umutlandı, böyle bir hesap içine girdi. 2011 yazından itibaren, 2011-2012 kışına kadar, 2012 yazına kadar aslında bu temelde imha ve tasfiyeyi öngören AKP saldırı planına karşı Özgürlük hareketimiz, halkımız, hareketimiz direniş içinde oldu. Devrimci halk hamlesi diye tanımladığımız, ifade ettiğimiz direniş, bu düzeyde bir topyekun imha ve tasfiye saldırısına karşı bir varlık ve özgürlük direnişiydi. Bunu Önder Apo da bu biçimde tanımladı. Yönetimimiz de Devrimci Halk Savaşı direnişinin tamamen bir varlık ve özgürlük direnişi olduğunu ifade etti ve planlamasını, yürütmesini böyle bir anlayışla geliştirdi.
Çeşitli aşamalardan geçse, bedelleri ağır olsa, hareket ve halk olarak mücadele tarihimizin en zor dönemlerinden birini yaşasak da özellikle 2012 Haziran ortasından itibaren gerillanın Oramar’da, Şemzinan’da, Çelê’de, Beytüşşebap’ta geliştirdiği devrimci operasyonlar, bunların giderek Amed’e, Erzurum’a, Dersim’e yayılması böyle bir saldırı planını kırıp boşa çıkarttı. Önder Apo’nun direnişçi tutumunu kırsal alanda, gerillada belli düzeyde pratiğe geçirilmesi AKP siyasetine ağır darbe vurdu. Önderlik tutumunun gerillada direniş hamlesine dönüşmesi, halkın süreklileşen serhildanını daha anlamlı kılarak, zindanlardaki özgürlük tutsaklarını bu direniş içine çekerek aslında yaz sonunda önemli bir sonuca ulaştı. 12 Haziran 2011 seçimi ardından PKK’yi bitireceğim adı altında PKK’yi imha ve tasfiye etmek üzere AKP’nin geliştirdiği saldırı planı ve uygulaması 2012 Eylülü’nde gerillanın devrimci hamlesinin bütün Kuzey Kürdistan alanlarına yayılmasıyla yenilgiye uğratıldı; tümüyle boşa çıkartılıp başarısız kılındı.
Bu sonucu AKP yöneticileri de, AKP üzerinden politika yürüten, çıkar sağlayan güçler de gördüler. Artık aynı yaklaşımlarla politik üslup ve yöntemlerle sonuç alamayacaklarını değerlendirerek 2012 Eylülü’nden itibaren yeni bir mücadele stratejisine yöneldiler. Bunun adına entegre strateji diyorlar. Böyle bir stratejinin uygulanması için belli bir üslup, söylem değişikliğine gittiler. Gerillaya karşı yürüttükleri savaş tarzında ve taktiklerinde değişiklikler yaptılar. En önemlisi de böyle bir stratejik mücadeleyi hayata geçirmenin bir yönelimi olarak Önder Apo’yla diyalog kapısını yeniden aralama arayışına girdiler. Önder Apo’nun sağlığı ve yaşamıyla ilgili bazı söylentiler çıkartarak aileyle görüşme sağlatıp ortamı yumuşatmaya çalıştılar. Özellikle de cezaevlerinde 12 Eylül 2012’den itibaren geliştirilen açlık grevi direnişlerinin durdurulup sona erdirilmesi sürecinden yararlanarak Önder Apo’yla diyalogu yeniden sağladılar. Böylece eylül sonundan itibaren topyekun özel savaş konseptini entegre strateji adı altında daha kapsamlı, daha bütünlüklü, daha çok boyutlu bir imha ve tasfiye saldırısına dönüştürdüler. AKP’nin geliştirdiği ve uygulamaya çalıştığı mevcut politikaların esası budur. Entegre strateji; savaşı daha da büyüten, genişleten, ona yeni boyutlar ekleyen topyekun bir saldırıyı ifade etmektedir.
TC’nin yürüttüğü özel savaşın birçok boyutu olduğu bilinmektedir. Bunu Kürt özgürlük hareketi de anlıyor, değerlendiriyor. Eskiden Genelkurmay Başkanıyken İlker Başbuğ bu konular üzerinde çok duruyordu. Hareketimize karşı yürütülen savaş içinde başbakan olarak Tayyip Erdoğan da bu meseleleri epeyce öğrendi, ifade eder hale geldi. Özel savaşın tek boyutlu ya da birkaç boyutlu değil, toplum yaşamının bütün alanlarını içine alan çok boyutlu olması gerektiğini değerlendirdiler, tanımladılar. Ekonomik, sosyal, kültürel, siyasi, psikolojik, diplomatik boyut gibi boyutları askeri boyuta eklediler. Şimdi entegre stratejiyle bu özel savaş boyutlarına hem görüşme hem savaşma konumunu da eklemeye çalışıyorlar. Başbakan’ın “terörle mücadele, siyasetle müzakere” sözü bunu ifade etmektedir. Diyalogsuz, müzakeresiz tümüyle saldırıya, mücadeleye endekslenmiş, kilitlenmiş bir politika ve yönelimle PKK’nin imha ve tasfiye edilemeyeceğini anlamış durumdalar. Kuşkusuz kendinden önceki hükümetlerin izlediği politikalardı bunlar. Evrenlerin, Çillerlerin politikalarıydı bunlar. Aslında bu yönlü psikolojik savaş araçları çok kez denenmiş ve başarısız kılınmıştı. Fakat AKP ve Tayyip Erdoğan’a, onların zayıflıkları vardı, özel savaşı, psikolojik savaşı etkili uygulayamadılar, ondan başarısız oldular, sen başarırsın dediler.
2012 güzüne gelindiğinde AKP 2011 yazında devreye koyduğu topyekun savaşın başarılı olamayacağını gördü. Kürdistan’daki özgürlük direnişi AKP’ye de Kürt özgürlük hareketinin saldırılarla, savaşla imha ve tasfiye edilemeyeceğini öğretti, gösterdi. Bunun üzerine yeni yöntemler, üslup, imha amaçlı saldırılara yeni boyutlar eklemek durumunda kaldılar. Entegre strateji şimdiye kadar uygulanan tasfiye politikalarına bu yeni boyutları eklemeyi ifade ediyor. Bu boyutların bir boyutu üslup değişikliğidir. Psikolojik savaşı daha çok derinleştirmektir. Demagoji gerçekten de yalana, hileye dayalı olarak hiçbir ölçü tanımadan uygulamaktadır. Nitekim eylülden bu yana uygulanıyor; sanal bir ortam yaratılıyor. Özellikle medya üzerinde kurulan hakimiyete dayanılarak yalana ve hileye dayalı psikolojik savaş hiçbir ahlaki kural ve ölçü tanımadan dizginsiz yürütülüyor. PKK adına açıklamalar yapılıyor, PKK’nin görüşleri tartışılıyor, PKK adına kararlar açıklanıyor. Önder Apo üzerinde her türlü tecrit uygulanmaya çalışılarak onlar adına da açıklamalar yapılıp kamuoyunda farklı bir PKK ve önderlik algısı oluşturulmaya çalışılıyor. Bu temelde kamuoyunun, Kürt toplumunun, demokratik çevrelerin bilinci çarpıtılmaya, tutumları değiştirilmeye, toplumda sanki çözüm oluyormuş gibi bir hava ve beklenti yaratılarak mevcut sisteme karşı direnme, mücadele etme eğilimi zayıflatılmaya, kırılmaya, direnişten, mücadeleden uzaklaştırılmaya çalışılıyor. Bu, çok önemli bir boyuttur ve çok etkili bir biçimde uygulandığını görüyoruz. Bunlar günlük olarak yaşadığımız durumlardır.
Yönetim kadememiz hedefleniyor
AKP Türk özel savaşının kırk elli yıldır psikolojik savaş bakımından ortaya çıkardığı tecrübeyi tümüyle esas alıp bu yönlü uygulamaları zirveleştirmiş bulunmaktadır. ABD’nin, diğer güçlerin bu konudaki tecrübelerinden de ustaca ve ileri düzeyde yararlanmaktadır. AKP’nin bu tutumunu doğru anlamamız, bu tarzını, yöntemini iyi bilince çıkartmamız gereklidir. Gerçekten de çok tehlikeli olan bu psikolojik saldırılar, zamanında devrimci propagandayla kırılmaz, boşa çıkartılmazsa devrimci hareketin ve halkın direnme ruhunu, psikolojisini kıracak, örgütlülüğünü zayıflatacak, mücadele gücünü düşürecek bir özellik taşımaktadır. Tasfiye saldırısının bir boyutu bu yeni entegre strateji temelinde geliştirdiği saldırı politikasının var olan psikolojik savaşını çok daha ileri boyuta çıkartmakken, ikinci boyutu ise hem görüşmeleri hem de saldırıyı birlikte yürütmektir. Şimdiye kadar görüşme eğilimleri hep gizli tutulurken, bu sefer Önderliğe bir merhaba dendi mi başta Tayyip Erdoğan olmak üzere tüm AKP yönetimi tarafından stüdyo stüdyo dolaşılarak görüşme yapıyoruz, çözüm olacak algısı insanların beynine yerleştirilecek şekilde propaganda ediliyor. Bir yandan görüşme yapıyoruz, çözüm olacak propagandası yapılırken, aynı zamanda gerillaya dönük imha ve tasfiye operasyonlarıyla demokratik siyasete dönük siyasi soykırım operasyonları sürdürülüyor. İnsanlar, Kürt toplumu, kamuoyu bu duruma alıştırılmaya çalışılıyor. AKP çözüm üreten güçtür, Önderliği muhatap alan güçtür algısı yaratılmak hedefleniyor. Bilindiği gibi AKP Kemal Burkay ve benzerlerini muhatap almaya çalıştı. Sonra KDP yönetimi, Barzani ailesiyle ilişkileri sıklaştırdı. Tüm bu ilişkilerle imha ve tasfiye planını başarıya götüremeyince bu sefer Önderliği muhatap alıyor, çözüm üretmeye çalışıyor görünerek imha ve tasfiye operasyonlarını örtme, maskeleme ve gizlemeyi esas almış bulunmaktadır. AKP çözmeye çalışıyor, Kürt sorununu çözecek, görüntüsü altında devrimci hareketi, halk direnişini çözmeye çalışıyor. Bu ortamda yaptığı siyasi soykırım operasyonlarını da bazı suçluların tutuklanıp yargılanması gibi göstermeye çalışıyorlar.
Nasıl ki 29 Mart 2009 seçimlerinde DTP’nin kazandığı başarı sonucunda Kürt sorununun siyasi çözümünün zemini hazırlanınca, bu zemini kurutmak üzere 14 Nisan 2009 siyasi soykırım operasyonlarını ortaya çıkardılarsa, şimdi bu biçimde diyalog, müzakere, görüşme yöntemiyle 2012’nin sonuna doğru kendini dayatan Kürt sorununun çözüm zeminini de ortadan kaldırmak istemektedirler. Görüşmelerle çözüm bulmak değil de, görüşmelerle çözüm bulma olasılığını yok etmek, rezervini tüketmek, görüşmeleri siyasi ve askeri operasyonların üstünü örten bir maske haline getirmeyi amaçlıyorlar. Özcesi çok hileli, çok tehlikeli bir yöntemi devreye koymuşlardır.
Entegre stratejinin ve konseptin bir de yönetimimize saldırı boyutu bulunmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki bir süreden beri yönetimin imha ve tasfiyesine karar vermişler. Nasıl ki siyasi soykırım operasyonlarıyla demokratik siyasetin, demokratik toplumun çok çeşitli kesimlerini zaman zaman tutuklama dalgalarıyla zindanlara koydularsa, şimdi benzer bir biçimde tutuklanamayan yönetimi de çeşitli komplo ve saldırılarla imha ederek etkisiz kılmayı hedefliyorlar. Çiller hükümeti döneminde benzer politikalar izleniyordu. Çeşitli yurtsever, toplumsal kesimlere dönük planlı saldırılar yaparak sonuç almak istiyorlardı. AKP de aynı saldırıları yürütüyor. Bu konuda çeşitli teoriler de var; akıl hocalığı yapan güçler de var. Halk ve örgütle niye savaşacaksın, bu işi örgütleyenlerle, yönetenlerle savaş, onları etkisiz kıl, zaten kendiliğinden dağılır diyorlar. Aslında 9 Ekim 1998 komplosu da bu temelde örgütlendirilmiş, uygulamaya konmuştu. Önderliğe dönük saldırı olarak ortaya çıkan komplonun şimdi hareketin yönetimine dönük saldırı biçiminde şekillendirilerek devam ettirilmesi planlanmış durumdadır. Komplo böyle bir biçimde devam ettirilmeye çalışılıyor. Bunun için gerilla yönetimine dönük istihbarata dayalı keşifler ve katletme hesapları var. Yine çeşitli ajan sızdırma, benzeri tutumlarla katletme, imha etme çabaları var. Öyle anlaşılıyor ki dağda gerillada var olan yönetim gücü bu biçimde hedeflenirken, bunun dışında da genel bütün yönetim gücü çeşitli ajan, provokatör faaliyetleriyle darbelenmek, etkisiz kılınmak istenmiş. Mevcut keşif istihbarat çalışmaları ve hava saldırıları bu temelde yapılmaktadır.
Paris katliamı da bu konsept ve planlama temelinde gerçekleşmiştir. Sara, Rojbin ve Ronahi arkadaşlara dönük katliam kesinlikle son derece planlı, amaçlı, entegre strateji temelinde yönetimi ortadan kaldırarak hareketi bölüp parçalamayı ve tasfiye etmeyi planlayan bir planın uygulanması oluyor. Bu, uluslararası komplonun uygulamaya konmasıdır. Komplo 9 Ekim’de benzer bir biçimde sadece Önderliğe dönük bir saldırı olarak ortaya çıkmıştı. Şimdi aynı tarzdaki bir saldırı bu sefer hareketi örgütleyen, pratiği koordine eden yönetime yöneltilmiştir. Aslında Önderlikle görüşmeler sürecinde bunun yapılması tıpkı FKÖ’ye ve FKÖ başkanı Yaser Arafat’a yapılan, yönetimi katlederek yalnızlaştırma ve kendi öngördüklerine razı olmak zorunda bırakmaya benzer bir siyaset PKK’ye ve Önder Apo’ya da uygulanmak isteniyor. Filistin kurtuluş hareketine de benzer bir taktik izlenmişti. Önce Lübnan’dan gerillası çıkartıldı ve Arap alemine yayılarak, dağıtılarak, gerilla olmaktan çıkartıldı, tasfiye edildi; ardından güvenliksiz kalan örgüt ve özellikle gerillayı örgütleyen yönetim Paris’tekine benzer operasyonlarla katledildi. Yaser Arafat katliamlarla yalnızlaştırıldı. Bu süreç içinde Arafat’ın etrafında yeni bir siyasi yönetim geliştirildi. Oslo Barış Süreci denen süreç böyle başladı. Filistin sorunu çözülüyor adı altındaki çözümsüzlüğü, FKÖ’nün ve Filistin halkının büyük güç kaybetmesi durumu bu temelde ortaya çıktı. Öyle anlaşılıyor ki uluslararası komploya benzer yöntemlerle bu proje PKK’ye de bazı çevrelerce uygulanmak isteniyor.
Paris katliamı birkaç yıldır planlanan ve uygulamaya konulan yönetimi tasfiye etme planının pratikleşmesi olmaktadır. Paris katliamı şahsında hem yönetime yönelik saldırı pratikleştirilmiş hem de Sara yoldaş şahsında PKK’den ve PKK’nin geliştirildiği kadın özgürlük hareketinden intikam alınmıştır. PKK’nin kuruluşunun Türk inkar ve imha sistemini sarsmada oynadığı rolden dolayı Sara şahsında PKK cezalandırılırken, yine Kürt özgürlük hareketinin Türk devlet gericiliğini ve Ortadoğu gericiliğini Kadın özgürlük hareketi çizgisiyle geriletme politikasına karşı da bir intikam saldırısı yapılmıştır. Böylelikle Kürt toplumunun en temel moral değerlerine saldırı temelinde iradesi kırma ve bu ortamda tasfiye harekatını daha kolay yapmayı hesaplamışlardır. Bu açıdan Paris katliamını herhangi bir cinayet olarak ele almaktan çok, PKK’ye yönelik stratejik ve çok yönlü bir tasfiye saldırısı olarak ele alıp değerlendirmek gerekmektedir.
Bütün bunları değerlendirdiğimizde AKP’nin imha ve tasfiye amacında, planında herhangi bir değişiklik görülmemektedir. Kuşkusuz yöntem değişiklikleri ve daha bütünlüklü, daha kapsamlı tasfiye operasyonunu yürütme söz konusudur. PKK’ye karşı mücadelenin koordinatörlüğünü yürüten görevliler bu durumu açıkça ifade ediyorlar. AKP’nin politikaları, İmralı’daki görüşmeler bu noktada önem arz ediyor. Bu pratiklerle birlikte İmralı’daki görüşmelerin ne anlama geldiğini, onlar karşısında tutum ve sorumlulukların ne olması gerektiğini ortaya koymak da önemlidir. Kuşkusuz Önderlikle yeniden diyaloga girme, görüşmeler yapma PKK’yi imha ve tasfiye planının yenilgiye uğratılması sonucunda gerçekleşiyor. Bu anlamda AKP’nin yeniden İmralı’ya gidip Önderliğe mecbur ve muhtaç hale gelmesi, bu temelde psikolojik savaş anlamında yürütülen propagandalarla da olsa Önderliğin tek çözüm gücü ve muhatabı olarak Türkiye toplumuna ve kamuoyuna yansıtılması önemli bir gelişmedir. Etkili, çözüme hizmet edecek bir gelişmedir. Görüşmelerin bir boyutu da budur. Ama AKP’nin propagandası, üslubu, yaklaşımları, basına yansıttığı hususlar dikkate alındığında da bir çözüm iradesi ve yaklaşımından söz etmek mümkün değildir. Kürt sorununu çözmek değil de, Kürt direnişini çözerek imha ve tasfiye edip Kürt sorunundan kurtulmayı amaçlayan bir politik tutum içinde olduğu görülmektedir.
Zihniyet, yaklaşım ve söylemler AKP’nin bir çözüm planı olmadığını ortaya koymaktadır. Dolayısıyla İmralı’da gerçekleşen büyük bir mücadeledir. AKP’nin hedefi görüşmelerden de yararlanarak PKK’ye dönük hayata geçirmeye çalıştığı imha ve tasfiye planını daha farklı yöntemleri de içine katan bir saldırıyla başarıya götürmektir. Amacının bu olduğundan hiç kuşku duyulmamalıdır. Kürt Halk Önderi de bu gerçekliği bilmektedir. İmralı’da bu zihniyet ve yaklaşıma karşı mücadele ederek bu zihniyeti, politikayı ve saldırıları boşa çıkararak çözümün önünü açmaya çalışmaktadır. AKP hükümeti Paris’te, Kürdistan’da, Kürdistan’ın batısında, güneyinde de yürüttüğü politikayı ve amacı İmralı’da da yürütüyor. Önder Apo da bu mücadeleden kaçınmadı, kabul etmiş bulunuyor. Görüşmeleri bu çerçevede yürütüyor. Bu bir mücadeledir, mücadeleden kaçınan hiçbir zaman kazanamaz. Bir politik mücadele gücü, mücadeleden kaçınamaz. Doğru yöntemlerle mücadelede başarılı olmak, karşı tarafı yenilgiye uğratmak için çalışır. Önderlik de İmralı görüşmelerini böyle bir mücadele süreci olarak ele almaktadır. AKP’nin kendisiyle diyaloga mecbur ve muhtaç kalmasını AKP’nin zayıflaması olarak değerlendiriyor. Buradan yola çıkarak AKP’nin inkar ve imha zihniyetini ve siyasetini kıracak, onda gedik açacak, giderek bu gediği büyüterek inkar ve imhayı parçalayacak bir gelişme ortaya çıkarabilir miyim arayışı içindedir.
Hareketimiz İmralı’da Önder Apo’nun yürüteceği çalışmaların arkasındadır
Önder Apo devlet temsilcileriyle yaptığı görüşmeler ardından milletvekilleriyle de bir görüşme yaptı. Yakında yeni bir görüşmenin yapılacağı da söyleniyor. Görüşmelerin bu düzeye varması ilk defa oluyor. Ailesi, avukatları ve devlet yetkilileri dışında siyasi misyonu olan bir heyet ilk defa Önder Apo’yla görüşmüş bulunuyor. Bu da tabii ki önemli ve tarihi bir gelişmedir. Her şeyden önce artık İmralı sisteminin anlamsız, geçersiz kaldığını gösteriyor. O görüşmelerden ortaya çıkan sonuçlar, basına yansıyan, bize yansıyan durumlar gösteriyor ki, ortada herhangi bir karar ve sonuç yoktur. Bir tartışma ve mücadele var. Nasıl ki dağda, şehirde, zindanda, yurtdışında, her yerde yaşanan bir mücadeleyse İmralı’da yaşanan da böyle bir mücadeledir. Önderlik de bu mücadeleyi kabul etmiş ve sonuç almak için çaba harcamaktadır. Bu temelde bizler de AKP’nin yeni yaklaşımını, entegre stratejisini, geliştirdiği saldırı boyutlarını görüp bütün bunlara karşı duracak etkili bir mücadele içinde olmayı sürdürmek, bilmek, daha da geliştirmek durumundayız.
Hareketimiz İmralı’da Önder Apo’nun yürüteceği çalışmaların arkasındadır. Önder Apo’nun ortaya çıkartacağı bütün sonuçları, gelişmeleri değerlendirecek, esas alacaktır. Ama bununla birlikte İmralı’da ortaya çıkmış kesin bir sonuç olmadığını, tersine onun da bir mücadele, AKP’nin entegre stratejisi temelinde gelişen bir mücadele olduğunu bilerek topyekun özel savaş konseptine, onun entegre strateji adı altındaki plan ve saldırılarına karşı topyekun Devrimci Halk Savaşı direnişini geliştirme içinde olacaktır. Bir yandan İmralı’da Önder Apo’nun geliştireceği her türlü politik tutumun yanında, arkasında olurken, diğer yandan Önder Apo’nun İmralı’da yürüttüğü mücadeleyi başarıya götürmesine hizmet edecek, destek verecek, Kürt sorununun Demokratik Özerklik çözümünü, Kürt halkının direnme gücüyle gerçekleşmesini sağlatacak Devrimci Halk Savaşı hamlesini daha kapsamlı, daha boyutlu ve daha örgütlü bir direnişle yürütmeyi esas alacaktır. AKP karşısındaki 2013 yılına ilişkin politik duruşumuzun böyle olmasının zorunlu olduğu yönetimimizin ortak, bütünlüklü görüşüdür. Bu topyekun direniş içerisinde İmralı’da yürütülen mücadele de var, çok boyutlu ve etkili bir devrimci propaganda faaliyeti de var, demokratik siyasetin tüm gücünü seferber etmesi de var, serhildanın Demokratik Özerklik çözümünü başarıya götürecek düzeyde geliştirilmesi de var. Gerilla direnişinin serhildanla birlikte AKP ve devlet varlığını, etkinliğini, yönetimini felç ederek etkisiz kılıp onun yerine halkın Demokratik Özerklik yönetimini, demokratik öz yönetimini geliştirme mücadelesi de var. Bütün Kürdistan ve yurtdışındaki mücadelenin ve tüm çalışmaların böyle bir temel taktik planlamaya, duruşa bağlı olarak yürütülmesi hususu da var. Özcesi, esas alınacak olan Kuzey Kürdistan’da Kürt soykırım rejimini yürüten TC ve AKP hükümetine karşı bu temelde geliştirilecek topyekun Devrimci Halk Savaşı direnişidir.
2012’de yürütülen direniş bütün zayıflıklar, hata ve eksikliklere rağmen AKP’nin PKK’yi imha ve tasfiye planını yenilgiye uğratmayı bilmiştir. Daha doğru ve etkili uygulanmasının AKP’nin entegre stratejisini de yenilgiye uğratarak, başta Zagros ve Botan olmak üzere Kuzey Kürdistan’ın değişik alanlarında Kürt sorununun Demokratik Özerklik çözümünü parça parça ve değişik düzeylerde gerçekleştireceği görülmüştür. 2012 pratiği bunun mümkün olduğunu, Devrimci Halk Savaşı stratejisinin doğru ve yaratıcı taktiklerle ve tarzla hayata geçirilmesinin Demokratik Özerklik çözümünü gerçekleştirmeyi kesinlikle başaracağını ortaya koydu. 2012 devrimci hamlesi bu düzeyde kalıcı sonuç ortaya çıkaramasa da, bunun zeminini oluşturdu, önünü açtı. O halde 2013’ü 2012’de yapılamayanları yapma, Kürt sorununun Demokratik Özerklik çözümünü Devrimci Halk Savaşı direnişiyle gerçekleştirme yılı haline getirmek hareket ve halk olarak temel tutumumuz ve görevimizdir. AKP’nin entegre stratejisini de böyle bir direnişle kesinlikle yenilgiye uğratmak mümkün olduğu gibi, 2012’de ulaşılabilecek olup da esasta kendi hata ve eksikliklerimiz nedeniyle ulaşamadığımız, başarıya, zafere, Demokratik Özerkliği köy köy, kasaba kasaba gerçekleştirerek ulaştırma imkanı bulunmaktadır. 2013’te 2012’nin yarattığı birikimi esas alarak, hata ve eksikliklerinden ders çıkartıp onları aşma temelinde yürütülecek bir mücadelenin kesin zafer kazandıracağı ve sonuca gidileceği görülmeli ve buna göre mücadeleye yüklenilmelidir. Batı Kürdistan’da gelişen devrimin daha etkili ve güçlü bir düzeyinin Kuzey Kürdistan’da, Botan ve Zagros hattında gerillanın ve halkın direnişiyle başarıya götürüleceğine inanıyoruz. 2012 direnişi bunu kanıtlamış, bu inancı netleştirmiş durumdadır. Kuzey Kürdistan’a dönük, AKP politikalarına dönük politik duruşumuz da bu çerçevededir.
Dikkat edilirse mevcut mücadele düzeyimizin iki boyutu var. Bu boyutlar birbirine ters değil, kesinlikle iç içe bir karaktere sahiptir. Görünüşte ters gibi görünüyor, ama özünde bütünlüklü ve iç içedir. Bu bütünlüklü iç içeliği görmek önemlidir. Yani İmralı’daki görüşmeler temelinde Önder Apo’nun yürüttüğü mücadeleyle hareketimizin AKP saldırılarına karşı topyekun direnişinin uyumunu, birliğini, bütünlüğünü görmek, doğru anlamak ve yeterli düzeyde geliştirebilmek büyük önem taşımaktadır. Hareket olarak mücadele diyalektiğimizi böyle anlıyor ve yürütüyoruz. Bunun için halkın ve gençliğin, kadınların daha geniş, daha derin örgütlenmesi ve mücadeleye seferber edilmesi gerekiyor. Bu anlamda Önderliğin çabaları ancak gerilla ve serhildan gelişir, boyutlanırsa sonuç alıcı bir konum kazanır. Bunun için ulusal demokratik birliği yaratmak, ihaneti, teslimiyeti mahkum edip tecrit etmek kadar, yurtseverliği daha çok geliştirmek ve yurtsever birliği büyütmek, genişletmek gerekmektedir. Böyle bir siyasi toplumsal zemin ancak topyekun direnişi yürütebilir, geliştirebilir.
Sonuç almaya en yakın güç Özgürlük hareketimizdir
Onunla birlikte bu direnişi Türkiye’ye yaymak, Türkiye demokrasi hareketinin örgütlendirilmesi ve geliştirilmesini buna paralel önemli bir çalışma olarak görüp yürütmek önem kazanmaktadır. Kürdistan’daki Demokratik Özerklik çözümünü öngören topyekun direnişi Türkiye demokrasi mücadelesi haline getirerek Türkiye halkına, gençlerine, kadınlarına, emekçilerine, Türkiye toplumuna mal etmek, kalıcı sonuca ulaşmak, başarılı olmak için gereklidir. Dolayısıyla başarı kesinlikle böyle bir strateji temelinde hareket etmeyi, taktikler, yöntemler, politikalar geliştirip uygulamayı zorunlu kılmaktadır. Gerilla direnişi kadar demokratik siyasete, halkın demokratik eylemliliğine önem vermek, serhildan kadar propaganda çalışmasına değer biçip ideolojik mücadeleyi ve propaganda çalışmasını iç içe etkili bir biçimde geliştirebilmek başarı için olmazsa olmaz kabilinden çalışmalardır.
Türkiye ve Kuzey Kürdistan sahası açısından da 2012 sonunda 2013 başında geçmiş politik süreci ve önümüzdeki olası gelişmeleri bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Bu temelde hareket hazırlıklı olarak, günlük görevlerini topyekun direniş temelinde herkes etkili bir biçimde yerine getirir, sağlam bir duruş ve etkili pratikleştirme içinde olursa, bunun hem Kürt sorununun Demokratik Özerklik çözümünü gerçekleştirecek başarılı pratik hamleleri ortaya çıkaracağı hem de Önder Apo’nun yürüttüğü çözüm mücadelesine en büyük gücü, desteği vereceği kesindir. Bunun için önemli olan hareketin ve halkın bu temelde bir duruş ve direniş gösterebilmesidir. Bunu yapabildiği takdirde 2013 2012’de sağlanamayan zaferi sağlanma yılı haline gelecektir. Hala bu zaferi gerçekleştirmenin şansı fazlasıyla vardır.
Kürdistan’daki mücadele ve Kürt sorununun çözümü AKP ile PKK arasındaki bir mücadele olmaktan çıkıyor. Daha fazla bölgesel karakter kazanıyor, daha çok farklı güçlerin iç içe olduğu bir mücadele haline geliyor. Bu bakımdan Kuzeydeki mücadele de her ne kadar sade ve net gibi görünse de aslında giderek daha karmaşık, daha derin, daha fazla gücün içinde olduğu bir politik mücadele haline geliyor. Bu duruma gelmeden devrimci hamle başarıyla yürütülüp sonuç alınabilseydi elbette en iyi sonuç bu olurdu. Ama o gerçekleştirilemediyse de hala karmaşık mücadele içerisinde en etkili güç, sonuç almaya en yakın güç Özgürlük hareketimizdir. Eğer öngördüğü topyekun direnişi doğru tarz ve taktikle başarılı bir biçimde hayata geçirirse sonuç alınacaktır.
Bu mücadelenin diğer bir alanı İran-Irak sahasıdır. Dikkat edilirse 2012 yılında hem Suriye’de hem de Türkiye’de, Kuzey Kürdistan’da geliştirilen mücadele İran ve Irak sahası üzerinde de birebir etkide bulundu. O alanlar askeri çatışma alanı olmadı, ama Türkiye ve Suriye’de yaşanan savaşın dışında da kalmadılar. Onunla tümüyle iç içe bir konumu yaşadılar. Kendi sahaları dışında yürütülen savaşların içinde oldular. Hala da bu konum devam etmektedir. Bölgedeki savaş, Suriye’deki mücadele birebir İran üzerindeki mücadele anlamına da gelmektedir. İran 2011’de bu gerçeği çok hissedemedi, anlayamadı, ama özellikle Libya savaşı ardından Türkiye’nin tutumunu daha net görerek daha açık bir politik duruşa yöneldi. Bu durum hareketimizi İran’la çatışmasızlık tutumunu yürütme imkanı, fırsatı verdi. Kuzey ve Batı Kürdistan’da geliştirilen saldırılar karşısında yürüttüğümüz direniş de Doğu Kürdistan’da çatışmasızlık tutumunu sürdürmemizi gerektirdiğini gösterdi. Yürüttüğümüz direnişe hizmet ettiğinden çatışmasızlıktan yana olduk. Dolayısıyla PJAK-HRK güçlerinin ilan ettiği çatışmasızlık pozisyonu, ateşkes süreci 2012 yılı boyunca da devam etti. Dahası bölgesel düzeydeki çelişki ve çatışmalar ortamında İran ve Irak sahası bizim taktik düzeyde politika yürütmemiz açısından elverişli bir alan haline geldi. Hem Kuzey’deki Devrimci Halk Savaşı direnişinin bu düzeyde gelişmesinde hem de Batı Kürdistan’daki 19 Temmuz devriminin gerçekleşmesinde İran ve Doğu Kürdistan’da yürüttüğümüz bu politik duruş önemli etkide bulundu. Şunu da bilmek gerekmektedir: Doğudaki çatışmasızlığı aslında biz yürütmüyoruz. İran politikaları, çıkarları onu gerektirdiği için böyle bir durumu yürütme şansımız oldu. Bu da önemliydi. Kürdistan’ın iki parçasında yürütülen mücadeleler açısından destek vericiydi. Çatışmasızlık durumunun yarattığı böyle bir durumu değerlendirmeye çalıştık.
Bu yaklaşımlar AKP hükümetine yönelik yürüttüğümüz mücadelede gerçekten de politik olarak bizi güçlendirdi. AKP’yi zorlayan, zayıflatan bir etkide bulundu. Birçok gücün PKK direnişine dayalı politika geliştirme ihtimali Türkiye devletini, AKP hükümetini ciddi bir korku ve kaygı içine soktu. Mevcut entegre strateji adı altındaki söylemlerin ve yönelimlerin bir de bu boyutu bulunmaktadır. Entegre stratejisi ve diplomatik boyutuyla bizi bölgesel ve uluslararası alanda daha fazla tecrit etmeyi hedefliyor. Taktik düzeyde de olsa birçok güçle ilişki ve dayanışma içine girmemizi boşa çıkartmaya, önünü almaya çalışıyor. Bu konuda belirli düzeyde başarılı oldukları da kesindir. Nitekim eylülden itibaren AKP’nin geliştirdiği yeni politikalar 2012 yılı boyunca bölgesel alanda gelişme eğilimi gösteren birçok ilişki ve dayanışmaya sekte vurdu, önünü aldı. Bu anlamda geliştirmek istediğimiz ilişkilerde daraltıcı etki yaptı. AKP taktikleri, politik manevraları hiç sonuç vermiyor, etkili olmuyor demek, öyle sanmak büyük yanılgı olur. Eğer bunlar zamanında görülüp boşa çıkartmak için gerekli karşı politikalar geliştirilip pratikte hayata geçirilmezse bizim açımızdan olumsuz kalıcı etkiler de bırakabilir. Biz Ortadoğu’daki durumdan, İran-Irak’taki durumdan yararlanarak AKP’yi tecrit etme ve onun üzerinden Devrimci Halk Savaşı hamlemizi geliştirip daha sonuç alıcı kılmaya çalıştık. Yılın önemli bir sürecinde etkili de olduk. AKP politika değişikliğiyle bu etkinliğimizi zayıflatmaya, mevcut durumu tersine çevirmeye çalıştı. İran ve Irak’taki gelişmelere de bu çerçevede anlam vermek gerekmektedir. Bu bakımdan 2013 yılına ilişkin politik duruşumuzu daha doğru, gerçekçi ele alalım, daha iyi uygulayalım. Başka türlü yaklaşırsak mücadelede sonuç alıcı olamayız.
KDP yanlışta ısrar ediyor
Irak’taki durum, Güney Kürdistan’daki durum da yalnız başına ele alınamaz düzeydedir. İran ve Türkiye’deki siyasal durumdan da etkilenmektedir. Güney Kürdistan ve Irak’taki gelişmeler 2012 yılında tamamen bu alanlarda yürütülen mücadele ve gelişen siyasal durumlara bağlı ortaya çıktı. Aslında kendi iç durumları politik pozisyonlarını etkileyecek konumda değildi. Esas olan Kuzey’de, Batı’da, İran’da yaşanan mücadeleler, gelişmelerin etkisine göre hareket ettiklerini görmek ve anlamak gerekmektedir. Dikkat edilirse Kuzey ve Batı’daki gelişmeler Güney Kürdistan yönetimini, özellikle KDP’yi politik olarak oldukça daralttı, etkisiz hale getirdi. Hatta halkın ulusal demokratik gelişmeleriyle ters düşer bir konuma düşürdü. Bunu gidermek için Bağdat yönetimiyle zaman zaman gerginlikler ortaya çıkarmaktadır. Aynı durum Bağdat yönetimi açısından da geçerlidir. Bağdat da Şam ve Tahran yönetimlerinin etkisi altında hareket etmektedir. Güney Kürdistan ve Irak’taki gelişmelerin bölgesel çatışmayla bu düzeyde bağı bulunmaktadır. Bu tutumu göstermesine neden olan iç etkenleri de bulunmaktadır. Hem Maliki yönetiminin, hem de Hewler yönetiminin muhalifleri etkisiz kılıp varlıklarını sürdürebilmeleri için gerginlik yaratmayı gerektiriyor. Diğer yandan bu gerginliğin yaratılmasının ekonomik, ticari boyutları da bulunmaktadır. Petrol satımıyla ilgili olduğu da çokça yansımıştır. Dolayısıyla bu yönlü politika sürdürmelerinin nedeni tek boyutlu değildir. İç etkenler kadar bölgesel mücadele de Irak’taki ve Güney Kürdistan’daki politik askeri hareketlenme üzerinde büyük etkileri olmuştur.
Zaman zaman Güney Kürdistan yönetimi adeta parçalanır duruma da geldi. Çünkü küresel kutuplaşma, onun bölgesel plana yayılması konjonktüre bağlı olan bu yönetimin içinde yer alan çeşitli güçleri de karşı karşıya getirdi. KDP bir kutuba, YNK bir kutba dayanır duruma geldi. Öyle anlar geldi ki neredeyse birlik parçalanacak bir hal aldı. Çünkü onlar öz güçleriyle politika yürütmüyorlar, bağımsız bir politik duruşta değiller. Tamamen konjonktüre göre dış ve bölgesel güçlerin konumuna göre politik konum alıyorlar. Bu parçalanma da Bağdat-Hewler gerginliği üzerinden kısmen giderilmeye çalışıldı.
Celal Talabani’nin hastalanması durumunun da Güney Kürdistan ve Irak’taki dengeleri etkileyeceğini göstermektedir. Talabani kişiliği Güney Kürdistan’daki ve Irak’taki mevcut sistemin yürütülmesinde temel bir denge konumundadır. Şimdi bu dengenin ortadan kalkması Irak’ta ve Güney Kürdistan’daki siyasi duruş ve yönetim yapılanmasında da bir değişimi, dalgalanmayı gündeme getireceği gözükmektedir. Yeni süreç açısından Irak ve Güney Kürdistan’ın bir de böyle bir karakteri vardır. Federasyon nasıl şekillenecek? Çünkü Cumhurbaşkanı olarak Talabani o birliği sağlayan, ayakta tutan konumdadır. Diğer yandan KDP-YNK ittifakına dayalı Güney Kürdistan yönetimi nasıl devam edecek? Her şeyden önce YNK varlığını ve birliğini nasıl devam ettirecek? KDP ile ilişkileri, Goran hareketiyle ilişkileri nasıl şekillenecek? Bütün bunlar önemli sorular. Bu sorular çerçevesinde Güney Kürdistan’ın önümüzdeki süreçte daha dalgalı, hareketli olacağı görülmektedir. Bu gerçeği görerek Güney Kürdistan’daki, Irak’taki duruma karşı yaklaşım içinde olmak gerekmektedir. Böyle bir durum bazı bakımlardan zayıflık gibi görünse de Güney’de yeni dinamiklerin ortaya çıkması, yönetim yapılanmasının daha çok demokratikleşme yönünde gelişmesine de fırsat ve imkan sunacaktır. Bütün demokrasi güçlerinin bu durumu değerlendirerek Güney’de demokratikleşmeyi geliştirecek, sağlayacak bir yeniden yapılanmayı adım adım gerçekleştirmeye yönelmeleri önemlidir. Ulusal demokratik çizgi, özgürlük çizgisi bunu gerektiriyor, bunu ifade ediyor.
2012 yılındaki kapsamlı mücadele ortamında YNK Kuzey ve Batı Kürdistan’daki gelişmelere karşı daha olumlu bir tutum içinde oldu. Yeterli olmasa da yanlış ve hatalı, karşıt bir tutum içinde olmadı. Hatta belli bir desteği de oldu. Fakat KDP’nin tutumu gelişmelere ters ve karşıt, dolayısıyla zarar verici konumda oldu. AKP ile ilişkileri Kuzey ve Batı Kürdistan’daki özgürlük mücadelesine ciddi zarar verici durumdadır. Diğer yandan Batı Kürdistan’a yönelik yaklaşımı, Batı Kürdistan’daki siyasi hareketlerin birliğini engellemeye ve iradelerini kırmaya dönük egemen, hakimiyetçi tutumu yine genel Kürdistan özgürlük hareketine olduğu kadar, Batı Kürdistan devrimine de çok olumsuz bir biçimde yansıdı. Bu tutumunu sınırları kapatma ve Batı Kürdistan üzerinde ambargo uygulanmasına kadar da götürdü. Bunda çeşitli etkenlerin rolü var. İlkel milliyetçi egemen anlayışının Kürtlüğü sadece kendi etkisinde saymasının payı var. Türkiye gibi güçlerin, Batı Kürdistan’daki, Kuzey Kürdistan’daki KDP uzantılarının, tahriklerinin payı var. Özellikle KDP ile ilişkili Batı Kürdistan’daki siyasi güçler çok zayıf duruma düştüler. Hazırlıksız olduklarından gelişen mücadele onları çok geride bıraktı, etkisiz hale getirdi. Bu nedenle KDP’ye dayanarak etkili olmak istiyorlar. Bunun için de KDP’yi tahrik ediyorlar. ABD ve Avrupa Kürdistan’da PKK siyasetinin, Önder Apo’nun görüşlerinin etkili olduğu bir siyasi gelişmenin değil de, KDP siyasetinin etkili olmasını istiyor. Ne var ki gelişmeler onların isteği doğrultusunda olmuyor. Batı Kürdistan’daki gelişme ABD’yi de adeta uykudan uyandırdı. Öyle anlaşılıyor ki Güney Kürdistan’da KDP’yi yönetim yaptıktan sonra bütün Kürdistan’da etkinlik kurduğunu sanıyorlardı. Batı’daki gelişmeler farklı olunca durumun böyle olmadığını anladılar. Bu nedenle şimdi KDP’yi Batı’da da diğer parçalarda da etkili olmaya teşvik ediyor, yöneltiyorlar. Böyle bir baskı, yönlendirme dış siyaset açısından da vardır. Bütün bunların etkisi KDP’yi mevcut politikalar içinde tutuyor. Bu politikalarıyla demokratik özgürlükçü bir konumda olmadığı gibi ulusal milliyetçi bir çizgide bile değildir. Çok ilkel milliyetçi, çok çıkarcı bir duruş ve çizgi temsil ettiğini herkes görüyor. KDP mevcut gelişmelerin kendini daraltmış olmasından ve böyle görünmekten de çok rahatsız durumdadır.
KDP ve etkisindeki çevreler AKP oyunlarına alet oluyorlar
Bunu aşmak için AKP’nin bazı tavizler vermesini, Kuzey’de siyasi çözüm arayışlarının gelişmesini istiyorlar. Bu yönlü çabaları var. Nitekim arabulucu olmaya hazırız diye açıklamalar da yaptılar. Türk basınına göre AKP-KDP arasında bu yönlü görüşmeler, tartışmalar da yapılmaktadır. Artık ne düzeydedir, gerçekten yapılıyor mu, hangi sonuçlar çıkıyor bilinmemektedir. Basın, görüşmelerin yapıldığı, hatta sonuca gittiği yönünde propaganda da ediyor. Bu bakımdan KDP umudunu AKP’nin inkar ve imha politikası yürütmekten vazgeçerek Kürt gerçeğini biraz kabul eder hale gelmesine bağlamış durumdadır. Öyle olursa, kendi etkinliğinin artacağını, en azından mevcut daralma ve tecrit durumunun ortadan kalkacağını düşünüyor. Fakat bu yaklaşımları AKP’yi herhangi bir yeni zihniyet ve politikaya ulaştırmış değildir. Tersine mevcut haliyle bu yaklaşımları AKP’nin hem Kuzey’de yürüttüğü inkar ve imha savaşına hem de Batı Kürdistan’ı tehdit etme durumuna destek olmakta ve güç vermektedir. Bu açıdan KDP’nin Batı Kürdistan politikaları kısmen teşhir oldu. Kuzey politikalarının da teşhir edilmesi gerekmektedir.
KDP’nin AKP’ye verdiği desteğin Kuzey Kürdistan’daki halkın çıkarlarına ve özgürlük mücadelesine zarar verdiğini, buna hakkının olmadığını ortaya koymak ve teşhir etmek gerekli hale gelmiştir. Bu durumun bir ekonomik çıkar, ticaret gereği olarak ifade edilmesi doğru değildir. Komşuluk ilişkileriyle izah edilecek bir durum da değildir. Aslında Türkiye Güney Kürdistan’a daha çok muhtaçtır. Güney Kürdistan Türkiye’ye o kadar muhtaç değildir. Geçmişte belki KDP’nin muhtaç olma durumu vardı, aynı durumun sanki şimdi de yaşanıyormuş gibi gösterilmeye çalışılması gerçekçi değildir. Bu tür gerekçeler Kürt kamuoyunu aldatmaktan başka bir anlam taşımamaktadır. Bu bakımdan da KDP’nin çok dar, ilkel milliyetçi, ekonomik çıkarcı politikalarının teşhiri, eleştirisi gerekiyor. Kuşkusuz bu teşhir genel bir karşıtlık, çelişki ve mücadeleye dönüştürülmemelidir. KDP’nin ideolojik politik duruşunu, özellikle de parçalar üzerindeki pratiğe yansıma durumunu eleştirmek temelinde doğruya çekmeye çalışmak hedeflenmelidir. AKP hükümetinin ve Türk devletinin soykırımcı emel ve niyetlerini KDP yöneticilerine, üyelerine, çevrelerine, başta Güney Kürdistan olmak üzere tüm Kürdistan halkına anlatmak için yoğun ve ısrarlı bir çaba içinde olmak önemlidir. Çünkü politik oligarşi bu çevreleri yanıltıyor. Biraz da dar ekonomik çıkarlar gözlerini karartıyor, ileriyi göremiyorlar. Güncel politikaya, çıkarlara hapsolmuş durumdalar. AKP’nin ekonomik çıkar vermesi, ayrı devlet olmanızı da kabul ederiz gibi söylemler geliştirmesi, Batı’da da siz etkili olun, biz kabul ederiz demesi KDP yönetiminin kendini kandırmasına ve bu tutumu göstermesine zemin sunuyor. Halbuki AKP hükümeti bütün bunların hepsini PKK’ye karşı yürüttüğü özel savaş konseptinin bir parçası, uygulaması olarak geliştirmektedir.
Eğer PKK’ye karşı bu özel savaş etkili olursa ardından KDP’nin yok edilmesi gelecektir. Çünkü AKP de Türk devleti de inkar ve imha zihniyetini tümüyle aşmış değildir. İnkar ve imha politikası esas olarak sürmektedir. Bu politika ve zihniyette gedikler açıldı, teşhir edildi, zayıflatıldı, ama hala ısrar var. TC devleti AKP eliyle daha örtülü ve sinsi bir inkar ve imha sistemi tesis etmeye çalışıyor. Kürt’ten söz ederek halk varlığını inkar edip kültürel soykırımı tamamlama politikası izliyor. Bu bakımdan AKP’nin izlediği politika ve Kürt politikası Ergenekoncu politikaya göre daha tehlikeli, daha sinsi, daha gizlidir. Özünde bir fark yoktur. Önceki politikalar gibi Kürt inkarı ve imhası hedefleniyor. Ergenekoncular bunu açıktan hem söylüyorlar hem yapıyorlardı, sözleriyle eylemleri birdi. AKP ikiyüzlüce yapıyor; sözü ayrı, pratiği ayrıdır. Demagoji yapıyor, aldatılıcılık yapıyor. Dolayısıyla AKP politikalarının içerdiği tehlikenin görülmesi daha zordur. KDP çevreleri de ya bu politikayı görmüyor ya da güncel çıkarlara çok boğuldukları için görmek istemiyorlar. KDP’nin mevcut politik duruşu ise Kürt toplumunun çeşitli çevreleri üzerinde etkili oluyor. Bu çevrelerin AKP oyunlarına alet olmasına yol açıyor. Bu çok zararlıdır ve tehlikelidir. Sadece Kuzey Kürdistan açısından değil, tüm Kürdistan parçaları açısından tehlikeli bir politika içindedir. Bizce böyle bir zarar vermeden KDP kendisini bu politikadan kurtarmalıdır. Ya da KDP bu politikadan kurtarılmalıdır. Bu çerçevede ulusal demokratik birlik, ilişki, ulusal kongre ya da konferansı gerçekleştirme noktasında ilişkiler sürdürülse de esas olarak zarar veren politik duruşları teşhir etmek, zararını ortadan kaldırmak, mümkünse doğruya çekerek bir ulusal demokratik birliğin önünü açma çalışması yürütülmelidir. Bunu gerçekleştirmek açısından ulusal kongre ya da konferansın toplanması önemliydi. Birçok çevre 2011’de de, 2012’de de topluma bu konuda güvence verdi. Ancak KDP’nin Türkiye ilişkileri ve yanlış politikalarından dolayı bunun gerçekleşme imkanı olmadı. Nitekim yönetimimiz 2012 güzünde bunun çok gündemde olmadığını, önemli olanın çatışmasızlık ve ilişki, dayanışma konumunu sürdürebilmek olduğunu açıkladı. Mevcut düzeyde de ilişkiler bu biçimde sürüyor ve gerçekçi yaklaşım bunu görmeyi ve sürdürmeyi gerektiriyor.
Bir bütün olarak politik askeri durum 2012’de önemli bir savaş ve mücadele gerçeğini, devrim gerçeğini ifade etti. Kuzey Kürdistan’da Devrimci Halk Savaşı direnişi yaşandı. Batı Kürdistan’da 19 Temmuz özgürlük devrimi gerçekleşti. Güney ve Doğu Kürdistan, yine yurtdışındaki Kürtler bu çerçevede konumlandılar ve oldukça hareketli ve etkili oldular. 2013 yılının bundan çok daha karmaşık, çok yönlü bir siyasi ve askeri mücadeleye sahne olacağı şimdiden belli olmuştur. Hem küresel güçlerin yaklaşımı, hem bölgesel güçlerin yaklaşımı ve Kürdistan’da yaşanan mücadelenin konumu değerlendirilip dikkate alındığında 2013 yılında daha karmaşık, daha derinlikli, daha çok yönlü bir siyasi askeri mücadele gelişecektir. Bu bakımdan 2013’ün daha büyük savaşların, siyasi mücadelelerin, devrimci adımların, hamlelerin yaşanacağı bir yıl olacağını değerlendirmek, ifade etmek yanlış değildir. Böyle bir mücadelede sonuç alıcı olmak, başarılı olabilmek, çeşitli güçlerin, küresel, bölgesel ve yerel güçlerin konumlarını, güçlerini, ideolojik politik yönelimlerini daha gerçekçi ve doğru bir biçimde tespit etmeyi ve buna göre hazırlıklı olup zamanında doğru tarz ve taktiklerle etkili bir mücadele yürütmeyi gerektirmektedir. Böyle bir konumda olduğu müddetçe Kürdistan özgürlük hareketinin 2013 yılında başta Batı ve Kuzey Kürdistan olmak üzere Kürdistan genelinde politik ve pratik mücadeleyi daha fazla geliştirip Kürt sorununun çözümünü daha fazla ilerleteceği açıktır. Her ne kadar 2012’de daha ileri sonuçlar hedeflenebilecekken bunun tümünü gerçekleştirememiş olsa da 2012’de yaptığı hamleler, sağladığı kazanımlarla 2013 yılına en aktif, en etkili bir güç olarak Kürdistan özgürlük hareketi girmektedir. Kürtlerin, Kürt halkının bölgesel konumu, bölge mücadelesi üzerindeki etkinlik düzeyi daha çok arttığı gibi, Kürdistan temsili bakımından da PKK’nin rolü, etkinliği çok daha artmış bir durumda bulunmaktadır. 2011’de, 2012 başında mevcut mücadeleye, savaşa anlam veremeyen, karşıt olan güçler bile 2012 sonu itibariyle PKK’nin 2011 ve 2012 yılında sağlanan, yürütülen mücadeleyle çok daha güçlü, etkili hale geldiğini, Kürt toplumunu temsilde en öne çıkan güç olduğu gibi, bölgenin de en aktif politik ve askeri güçlerinden birisi konumuna geldiğini teslim ediyorlar. Bunları sadece biz söylemiyoruz dost düşman herkes görüp ifade etmektedir.
Bu konumu sürdürmek, ilerletip başarıya götürmek kendiliğinden olmayacaktır. Bir kere 2012’nin derslerini çıkartmayı ve özümsemeyi, ikincisi, 2013 yılında çeşitli güçlerin politikalarını, askeri durumlarını doğru değerlendirmeyi; üçüncüsü, buna bağlı olarak doğru politikalar, taktikler tespit etmeyi gerektiriyor. Dördüncü olarak da doğru tarz ve taktiklerle bu politikaları hayata geçirmek, etkili bir pratik mücadeleye dönüştürmek gerekmektedir. Bu anlamda devrimci, girişken, ama son derece örgütlü, tedbirli, ölçülü olarak direnişçi, hamleci olmak sonucu belirleyecektir. Önder Apo’nun öngördüğü devrim, böyle bir devrimden çekinme, korkma değil de, onu başarıyla hayata geçiren, gerçekleştiren bir öncü hareket, kadro haline gelmekle mümkündür. Bu da tabii ki her şeyden önce parti öncülüğünün, örgütlülüğünün, kadro yapısının süreci doğru anlamasını, kendisini doğru mevzilendirerek öncülük görevlerini başarıyla yerine getirmesini zorunlu kılmaktadır. Buna dayalı olarak halkın örgütlendirilip serhildana çekilmesini, gerillanın hata ve eksikliklerini de aşarak modern gerillacılık temelinde Devrimci Halk Savaşı taktiklerini çok etkili, başarılı ve sonuç alıcı uygular bir konuma gelmesini gerektirmektedir. Eğer bunlar sağlanırsa 2013 yılı büyük bir zafer yılı olur. O halde zafer aslında partinin duruşuna, kadronun duruşuna, öncülüğün sürükleyiciliğine bağlıdır. Yine hareketimizin ideolojik politik çizgisini ve güncel politikalarını doğru ve yeterli bir biçimde anlayarak başarı temelinde, zafere inanç temelinde hayata geçirmeye, pratikleştirmeye bağlıdır. Bu da 2012 pratiğini daha doğru değerlendirmesi, derslerini daha doğru çıkartması, eleştir özeleştiri sorgulamasından geçirerek parti öncülüğünün, yönetim ve kadro düzeyinin kendisini düzeltmesi ve yenilemesiyle mümkündür.