42’nci yıldönümünde tarihi 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Direnişi’ni selamlıyoruz. Başta Önder Apo olmak üzere tüm yoldaşların, halkımızın ve dostlarımızın Ulusal Onur Günü’nü kutluyoruz. Bugünün yaratıcıları Mehmet Hayri Durmuş, Kemal Pir, Akif Yılmaz ve Ali Çiçek yoldaşları, onlar şahsında tüm kahraman şehitlerimizi saygı, sevgi ve minnetle anıyoruz.
Hareket ve halk olarak 42 yıldır zindanlarda, Kurdistan’ın dört bir yanında 14 Temmuz Direniş ve Zafer Çizgisi’nde özgürlük mücadelesi yürütüyoruz. Hareket olarak kırk yıldır da bu çizgide özgürlük savaşı veriyoruz. 14 Temmuz da açığa çıkan direniş ruhuna layık olmak ve yaşamsallaştırmak için giderek kapsamlaştırılan, devrimci çizgide radikalleşen ve gerillanın büyük çıkışıyla biçim ve içerik kazanan mücadele sonucunda 14 Temmuz Direnişi’nin içinde yer almış, direnişe tanıklık etmiş yoldaşlar, zindanlardan çıkabilmiş, direnişe ilişkin bilgiler vermiştir. Zindanlarda neler yaşandığına dair bilgileri ilkin bu canlı tanıkların verdikleri bilgilerden öğrendik. Bu arkadaşlar, gün gün böyle bir tarihi direniş kararlılığının nasıl ortaya çıktığı, 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Direnişi’nin nasıl yürütülmüş olduğu, zindandaki etkisinin nasıl olduğu bilgisini bize somut bir şekilde vermişlerdir. Kuşkusuz Hareket ve halk olarak, hatta tüm devrimci-demokratik güçler olarak bizler de bu bilgilere sahibiz.
Bu bilgiler ışığında böyle bir direnişin zindanda nasıl geliştiğini, 1982 yılında Diyarbakır Zindanı’nda yeni bir tarih başlatan bu direnişin ortaya nasıl çıktığını, Mazlum Doğan’ın böyle bir direnişe nasıl bir bilinç ve kararlılıkla ulaştığını biliyoruz. Yine bu bilgiler ışığında Ferhat Kurtay ve arkadaşlarının, dörtlerin nasıl bir duyguyla, düşünceyle zindanın karanlığını bedenlerinde yaktıkları ateşle aydınlattıklarını ve sonunda 14 Temmuz Ölüm Orucu’nun nasıl ilan edildiğini, kimlerin, nasıl bu direnişe katıldığını, ilan edilen ortamın durumunun ne olduğunu biliyoruz. Böyle bir ilanın ne tür bir etki yaptığını, böyle bir direniş sürecinin zindanı nasıl etkilediğini, 14 Temmuz Direnişi’nin, “Genç Kemalistler” adıyla ortaya çıkartılmak istenen ihanet çabalarına karşı nasıl yok edici bir etki ortaya çıkardığını biliyoruz. Direnişi ilan ederken Hayri yoldaşın ruh halinin, psikolojisinin, çabasının, duygu ve düşüncelerinin nasıl olduğunu ve hangi sözlerle, tutumla böyle bir direniş içine girdiğini biliyoruz. Yine böyle bir direnişe girişin amaç ve nedenlerinin ne olduğunu ve bunun sonuçlarının nasıl olduğunu, düşmana nasıl bir yenilgi yaşattığını ve zindanda mücadelemizin ilk büyük başarısını nasıl ortaya çıkardığını biliyoruz. Büyük bir fedakârlık, çaba, azim ve kararlılıkla ilmek ilmek dokunan bu değerler artık sanata, edebiyata da konu olmuş, tüm insanlığa mal olmuş durumda.
Kuşkusuz 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Direnişi’ni en doğru, bütünlüklü, sistemli anlamlandıran, çözümleyen, bu temelde kapsamlı değerlendirmelere tabi tutarak partiye ve halka mal eden Önder Apo oldu. Hemen her yıldönümünde, partileşmenin her aşamasında, partileşmede ve mücadelede her sorunla karşılaştığında bu tarihi direnişten dersler çıkartmaya çalıştı. Dolayısıyla bu direnişi anlamlandırdı. Önder Apo’nun devrimci faaliyetlerini, yine yurtdışı çalışmalarını başarıyla yürütmesine, sonuçlarını ülkeye taşırmasına ve 15 Ağustos 1984 Gerilla Atılımı’yla PKK öncülüğünde Kurdistan Özgürlük Savaşı’nı geliştirmesine en büyük desteği 1982 Büyük Zindan Direnişi, 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Direnişi verdi. 42 yıldır Parti olarak da bu tarihi direnişi daha doğru, derinden anlamaya, değerlendirmeye, o temelde her yıldönümünde, mücadelenin ihtiyaç duyduğu her anda kendimizi değiştirip dönüştürerek yenilemeye çalıştık. 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Direnişi, her zaman özgürlük mücadelesi yürüten militanlara, yurtsever halka yol gösterdi, büyük güç verdi.
Bunlara dair günlerdir değişik alanlarda tartışmalar da oluyor. Bu 42’nci yıldönümü vesilesiyle de hemen hemen bütün örgütlerimiz, merkezi yönetimlerimiz açıklamalar yaptı. Bu temelde değerlendirme ve tartışmalar gelişiyor. İçinde bulunduğumuz yoğun mücadelenin sorunlarını çözmek, görevlerini başarmak üzere ihtiyaç duyduğumuz devrimci dersleri edinebilmek için 14 Temmuz Direnişi temelinde eleştirel-özeleştirel bir sorgulama yaşanıyor. Şehitleri anılıyor, anlaşılmaya çalışılıyor. 14 Temmuz Direniş Ruhunun canlı tutulması ve günümüz pratiğine en güçlü bir şekilde taşınması için eylemler yapılıyor.
PKK’ye ait her şey bu eylemde vardır
14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Direnişi, özgürlük için direnme kararının verilmesini ifade ediyor. Fedaice direnerek karar vermenin ve bunu hayata geçirmenin başlangıcı oluyor. O yüzden Önder Apo bu direniş için “Parti çizgisini her bakımdan temsil eden, bütünlüklü ve yeterli bir eylem” tanımlaması yaptı. Yani PKK’ye ait her şey bu eylemde vardır. Dolayısıyla aramasını bilen, aramak isteyen, parti gerçeğini tüm yönleriyle 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Direnişinde bulur. Bunu direnişin ruh halinde, anlayışında, ideolojik-örgütsel duruşunda bulur. Yine eylem çizgisinde, cesaret ve fedakârlığında bulur. Bu direniş hem en güçlü partileşme adımı olma gerçeğini ifade ediyor, hem de 12 Eylül Faşist-askeri rejimine karşı, özgürlük için fedaice direnmeye karar veriyor ve bu kararı hayata geçiriyor. Bu bakımdan 14 Temmuz, özgürlük için direniş kararını vermeyi ve uygulamayı ifade ediyor. Bu anlamda uygulamaya geçen karar, 14 Temmuz 1982’de zindanda verildi. Hareket ve halk olarak bu kararı 42 yıldır uygulamaya çalışıyoruz. Önder Apo, 14 Temmuz Direnişi için “Özgürlüğe yürüyüşte temeli sağlam atılmış bir köprüdür. O yüzden tüm halkımız cesaretle bu köprüden yürüyüp özgürlük yürüyüşüne katılabilir ve köprüyü geçebilir” demiştir.
Gerçekten de parti, toplum bu bilinçle eğitildi, donatıldı. 42 yıldır bu temelde böyle bir bilinçle yüründü. İyi bakılırsa görülecektir ki, 42 yıldır Kurdistan’da özgürlük adına sağlanan tüm gelişmelerin temelinde 1982 Büyük Zindan Direnişi, 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Direnişi var. 14 Temmuz, 1982 Zindan Direnişi’ni zafere taşıyan, onu tamamlayan bölüm oluyor. Her şey bu temelde gelişti.
15 Ağustos Atılımı bu temelde oldu. Gerilla buna dayanarak, böyle bir kararı uygulama temelinde var oldu, gelişti, Ulusal Diriliş Devrimi, Kadın Özgürlük Devrimi, bir bütün kadın-gençlik hareketinin gelişimi, ideolojik, örgütsel ve eylemsel bütün adımlar bu temelde atıldı.
Paradigma değişimi de bu büyük mücadeleye dayanarak gerçekleşti. Dolayısıyla onun da temelinde kuşkusuz 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Direnişi var. Günümüzde Rojava Devrimi yaşanıyor. Kurdistan’ın dört bir yanında kadın özgürlük çizgisi temelinde yürütülen özgürlük ve demokrasi mücadelesi bütün insanlığa umut kaynağı oluyor, ışık tutuyor, heyecan veriyor, öncülük ediyor. Hem de Sovyetler Birliği’nin çözüldüğü, özgürlük ve demokrasi bilincine, sosyalizme dair umut ve moral kırılmasının en yüksek düzeyde olduğu bir dönemde bu oluyor. Yine dünyada kapitalist modernite sisteminin yok saydığı, yok etmek için yüz yıldır soykırım uyguladığı bir toplum, 14 Temmuz Fedai Direnişi ve onun zafer ruhuyla mücadele ederek insanlığın umudu haline geliyor. İnsanlık için moral, coşku ve heyecan kaynağı oluyor. Bu kuşkusuz başlı başına çok büyük önem taşıyor.
Sorulması gereken soru şu oluyor: Böyle bir direniş olmasaydı ne olurdu? Eğer 14 Temmuz Direnişi’ni doğru ve yeterli anlayacaksak, bu yıldönümü vesilesiyle kendimizi sorgulayacaksak böyle bir soru temelinde en yalın cevaplara ulaşabiliriz. Gerçekten 42 yıl öncesine bir dönüp bakalım, şayet böyle bir direniş olmasaydı ne olurdu? PKK ve Önderlik gerçeği nasıl var olabilirdi? Yine halkın durumu ve tarihin akışı nasıl olurdu? Bu sorular temelinde 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Direnişi’nin ortaya çıkardığı gelişmeleri bir bütün toplumun özgürce yeniden var oluşuna nasıl temel teşkil ettiğini rahatlıkla görebilir, anlayabiliriz.
Kuşkusuz zindana girildi diye böyle direnişler olacaktır biçiminde bir kayıt yoktur. Nitekim herkes zindana giriyor. Zindana sadece PKK’li kadrolar ve sempatizanlar düşmüyor. Rejimlere muhalif olan kesimler de zindanlara girebiliyorlar. O zaman da girdiler. 12 Eylül rejimi sürecinde de Türkiye ve Kurdistan’da bütün hareketler değişik düzeylerde de olsa tutuklandılar, zindanlara dolduruldular. 12 Eylül faşist-askeri rejimi tarafından yargılandılar ya da yargılanmaya çalışıldılar.
Fakat bu süreçten sonra mücadelenin derinleştirilerek sürdürülmesi sadece PKK sahasında oldu. Çünkü bütün o hareketler zindandan bitmiş olarak çıktılar. Esameleri bile okunmadı. Yalnız başına bu bile 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Direnişi’nin anlamını bilince çıkartmak açısından yeterlidir. O yüzden 12 Eylül faşist-askeri rejimine karşı o dönem direnemeyen birçok hareket, özellikle Kurdistan’daki o küçük-burjuva hareketler eriyip dağıldılar ve sonunda düşmana teslim oldular. İçine düştükleri bu durumu da Önder Apo ve PKK’ye yükleyerek işin içinden sıyrılmaya çalıştılar. Kuşkusuz bu doğru değildi. Zindanlardaki duruşları, tutumları onları bu sonuca götürdü. O yüzden zindanda direnemeyen dışarıda hiçbir şey yapamadı. Buna karşılık PKK de 12 Eylül faşist-askeri rejimine karşı zindanda direnerek 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Direnişi’ni ortaya çıkarttığı için bu düzeyde bir mücadeleyi, fedailiği, kırk yıla yayılan bu kesintisiz özgürlük savaşını ortaya çıkardı.
Öyle ölüm orucu, açlık grevi deyip geçmemek lazım. Söylemesi kolay ama gerçekleştirilmesi o kadar kolay değildir. Açlık grevi eylemine başlamak kolaydır ama bitirmek zordur. Dıştan bakınca çok kolay, rahat gerçekleştirilebilir bir eylem olarak görülebilir. Ama gerçek hiç de öyle değil. Ölüm orucu, günün her anında, her saniyesinde eylem halinde olmayı ifade ediyor. Böyle bir sürekliliği, devamlılığı içeriyor. Önder Apo hep “Bir atımlık barut olmamak gerekir” diyordu. Bir atımlık barut değil, gücünü, enerjisini damla damla akıtma olmalı diyordu. Apocu tarz budur. Dolayısıyla 14 Temmuz tarzı, Apocu mücadele tarzının bütün yönlerini içeriyor. Her koşulda özgürlük ve demokrasi mücadelesinin yürütülebileceğini ve kazanılabileceğini ortaya koyuyor, gösteriyor. Böyle bir mücadelenin maddi imkânlara dayalı olmadığını, bilinç, inanç, irade işi olduğunu kanıtlıyor. Dolayısıyla çok aydınlatıcıdır.
Eylemcilerin hem eylemi ilan ederken ki sözleri hem de direnişin kendisi her şeyi çok yalın bir biçimde ortaya koyuyor. Evet, anlamak için üzerinde yoğunlaşmak, o temelde tartışmalar yürütülebilir, yürütülmelidir de. Bu yarar getirebilir. Ama sanki Amerika’yı yeniden keşfediyormuş gibi 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Direnişi’ni anlamlandırmak üzere bir şeyler söylemeye çalışmanın da çok bir anlamı yok. Zaten bu direnişin kendisi söylenecek her şeyi çok yalın bir biçimde kendi pratiğiyle ortaya koymuş. Herkes anlayabilir. Eğer istiyorsa her göz onu görebilir, her kulak onu duyabilir ve her duygu onu hissedebilir. Biraz özgürlük ruhu, bilinci, onuru varsa rahatlıkla onu edinebilir.
O bakımdan da çok söylemek değil de, doğru anlayıp başarıyla temsil etmek, hayata geçirici olabilmek lazım. Devrimci tutum budur. Dolayısıyla bu 42’nci 14 Temmuz Direnişi’nden bir anlam ve sonuç çıkartacaksak direniş gerçeğine ancak bu temelde yaklaşarak bunu yapabiliriz. Öyle ifade edilmemiş, anlaşılması çok zor gibi yaklaşımlarla bunu karşılayamayız. Eğer böyle demeye kalkarsak yanlış yapmış ve doğru yaklaşmamış oluruz. O bakımdan her an, her zaman, her yerde, her çalışmada doğru parti ve mücadele çizgisini bulmak için bu direniş temel bir ölçüdür. Her zaman yol gösteren bir ölçü, her zaman doğruları bulmamıza yardımcı olan, güç veren, inanç, bilinç ve moral veren bir ölçüdür.
Bu bakımdan da parti ve direniş nedir, Parti’ye ve Önderlik çizgisine doğru katılım nedir ve nasıl oluyor? Bu olur mu, olmaz mı şeklindeki sorular ve bu temelde gelişen tartışmalar, böyle bir direniş gerçeği varken çok anlam ifade etmiyor. Direnişe doğru yaklaşmamayı içeriyor. Öyle olmamak lazım. Hâlbuki 14 Temmuz eyleminin kendisi bu kadar somut, açık gerçekleri ifade ediyor. Bunu yapanlar bilinçli, bilerek yapıyorlar. Ne yaptıklarının, nasıl bir adım attıklarının, sonucun ne olacağının derin bilincindeler. Dolayısıyla böyle bir tecrübenin elimizde olduğu bir ortamda bizim oradan doğru sonuçlar çıkaramayışımız ve temsilini başarılı bir şekilde yapamayışımız diye bir şey söz konusu olamaz. Gerçekçi ve dürüst olmalıyız. Eğer dürüstlük kavramının bir politik anlamı olacaksa en çok bu tür olaylarda, 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Direnişi’nin anlaşılmasında öyle olmak lazımdır. Dolayısıyla PKK’yi ve Önderlik gerçeğini böyle anlamak gerekli. İdeolojik-örgütsel-eylemsel çizginin esası ve PKK’yi, PKK yapan gerçeklik budur. Bir de bahsettiğimiz bu gerçeklik, etkisi her zaman süren, hep canlı olan, tazeliğini hiç kaybetmeyen bir gerçekliktir.
42 yıl geçmiş olmasına rağmen hiç eskimiyor, etkisi azalmıyor
Şimdi bu büyük direnişin 42’nci yıldönümündeyiz. Üzerinden 42 yıl geçmiş olmasına rağmen sanki yeni gerçekleşmiş gibi hepimizi, tüm toplumu, hatta tüm devrimci-demokratik güçleri, özgürlük ve demokrasi arayan, buradan haberdar olan herkesi etkiliyor. Dikkat edelim hiç eskimiyor, etkisi azalmıyor. Eylemin büyüklüğünün bir ölçüsü de budur. Bu 42’nci yıldönümünde de böyle. Anlam ve oradan sonuçlar çıkartmak isteyenler için her türlü sorunun doğru çözümüne götürecek, her türlü görevi başarıyla yerine getirmeyi sağlatacak sonuçlar bu direnişin derslerinde var. O dersleri çıkartabilenler kesinlikle her türlü zorluğu yenip engeli aşarlar. Her türlü görevi her yerde zafer çizgisinde başarıyla yerine getirirler. Devrimci görevlerin zorluğu, imkânların azlığı, görevlerin başarılamaması, yerine getirilememesi gibi bir anlama kesinlikle gelmez.
Dolayısıyla bu büyük kahramanlık duruşunu salt tanımlamakla kalmamalı, bu duruşun bizlere yüklediği sorumluluk ve görevler üzerine yoğunlaşmayı, bu temelde başarmayı, bu ruha layık olacak devrimci duruşu kendimize esas almalıyız. Bu anlamda esas olarak 43’üncü direniş yılında dünya ve Kurdistan’daki durum, bu temelde ne tür görev ve sorumlulukları başarmakla yükümlü olduğumuzu, dolayısıyla neleri, nasıl yapmamız gerektiği üzerinde durursak daha yararlı olabileceği kanaatindeyiz.
2024 yılı yönetimleri yenileme yılıysa o zaman 2025’te neler olacak?
Bu konuda sürekli bir anlama çabası, tartışma içindeyiz. Dolayısıyla ne olup bittiğini biraz anlamaya çalışıyoruz. Bu çerçevede dünya genelinde neredeyse bütün devletlerin seçimlere giderek yönetimlerini yenilediklerini görüyoruz. Dolayısıyla eğer 2024 yılı yönetimleri yenileme yılıysa o zaman 2025’te neler olacak? Yeni yönetimler kuşkusuz yeni politikalar, yeni arayışlar gündeme getirecek. O zaman dünyada, bölgede, Kurdistan’ı etkileyen ne tür gelişmeler olacak? Bir anlamda 2025 yılını çok yönlü hazırlanılması gereken bir yıl şeklinde algılayıp değerlendirmeliyiz. Böyle yaparsak yanlış olmaz. Yapmazsak hata yapmış oluruz.
Bazı devletler zaten önceden rutin olarak seçimlerini bu yıl yapacaklardı. Bazıları da farklı nedenlerle erken seçim yapıyor. Rutin seçim yapanlardan bir tanesi ABD’dir. Şimdi adaylar netleşiyor ve bir seçim ortamı oluşuyor. ABD için bu yıl seçim yılı. Herkes de kendisini bu sürece göre planlıyor, bu süreci gözlüyor. ABD deyip geçmemek lazım. Seçimden çıkacak yönetim sadece Amerika’yı yönetmiyor, herkesten daha fazla bütün dünya yönetimini etkiliyor. Dolayısıyla sadece Amerika ile sınırlı değil, bütün dünyayı ilgilendiren bir pozisyondan söz ediyoruz.
ABD seçimleri açısından çok yönlü tartışmaların olduğu bir süreçte, o tartışmaları daha da kızıştırıp alevlendiren bir olay yaşandı. Cumhuriyetçi partinin adayı Trump’a bir suikast girişiminde bulunuldu. Trump hafif yaralarla kurtulmuş olmasına rağmen saldırıdan dolayı bir kişi ölmüş, iki kişi de ağır yaralanmıştır. Kuşkusuz bu son derece ciddi, amaçlı ve planlı gelişen bir olay. Öyle siyaset dışı nedenlerle izah edilebilecek bir durum değil. Bu olaydan önce daha çok adayların nitelik ve yaşları tartışma konusuydu. Günümüz dünyasında ABD ancak biri seksen yaşını aşmış, diğeri de seksene merdiven dayamış iki kişiyi aday gösterebildi.
ABD, devlet geleneği olarak yenidir. Birkaç yüz yıllık bir tarih söz konusu. Öyle çok eski değil. Dünyada böyle etkin hale gelmesinde o yeniliğin bir payı vardı. Sanayideki son gelişmeleri hızlı bir şekilde hayata geçirerek daha etkili gelişebildi. Askeri yapısını, tekniğini çok daha güçlü kılabildi.
Yaşlanan İngiliz sistemi, ABD gibi genç olan Alman devletine öncülüğü vermemek için her iki dünya savaşında da diretti, buna karşı durdu, savaştı ve sonunda dünya jandarmalığını ABD’ye gönüllü devretti. Şimdi sistemi birlikte yürütüyorlar. ABD’nin geçen süreçte Sovyetler Birliği ile girdiği bloklaşmada, 40 yıl boyunca Batı Blokunun öncülüğünü elinde tutması bu temelde oldu. Dinamik, güçlü ve kuvvetliydi. Avrupa’nın kendi iç savaşından dolayı uygun koşullar da oluşunca fırlayıp öne geçti.
Şimdi bu seçimlere bakıldığında aslında artık eskimiş olduğu görülüyor. O yeni, dinamik ABD’yi bulmak zordur. Çok yıpranmış. Bir yandan kapitalist modernite, iktidar ve devlet sisteminin yıpranmışlığı, eskimişliği, teşhiri, alternatif mücadeleler karşısındaki zorlanmasını temsil ediyor. Bir taraftan da kendisinin de eskimiş bir güç olduğunu gösteriyor. İşte bu seçimler ve mevcut aday tartışmaları bu temelde gelişiyordu. Aslında yerinde bile duramayan, ya da nerede, ne zaman ne yapacağı belli olmayan iki kişi arasında seçim yarışı yapmak, yönetici seçmek gibi bir duruma düştüler. Dünya bunu tartışıyordu. Herkes de kendisi açısından anlamaya çalışıyordu.
Belirttiğimiz gibi ABD’ye yönetim olmak bütün dünyayı en ileri düzeyde etkiliyor. Dolayısıyla herkes kendisine yönetim seçiyormuş gibi bu durumu değerlendiriyordu. Bunun yarattığı rahatsızlıklar vardı. Şimdi buna bir de kan bulaştı. Bundan dolayı Amerika’da iç savaş olacak diyenler bile var. Tabii durumlar o kadar gergin mi bilemiyoruz. “Aşırı solcular bunu yapıyor” diye faşist-milliyetçi-ırkçı bir bilinç geliştirilmeye çalışılıyor. Özellikle Trump buna öncülük ediyor. Kendine böyle bir eğilimde öncülük yeri bulmaya çalışıyor.
Demokratlarla Cumhuriyetçiler, ABD devlet sistemini yöneten partilerdir. Politikalarında kısmi farklılıklar olsa da esas olarak kendilerini devletin ilkelerini hayata geçirmekle görevli görüyorlar. Devletle ters düşen ya da devleti değiştiren nitelikte değiller. Aralarındaki fark o düzeyde.
Şimdi bu saldırıyı kim yaptı, mevcut durumun sonuçları ne olacak? ABD seçimleri nasıl olacak? Biraz da bu yılın sonuçlanması ve 2025 yılı politikalarının nasıl olacağının daha somut, ayrıntılı değerlendirilmesi ABD seçim sonuçlarına bakılarak yapılacak. Herkeste görülen yaklaşım bu temelde. Bu son olay neye yol açar bilinmez fakat birçok çevre zaten demokrat aday Biden’ın durumuna bakarak Trump’ın kazanacağı yönünde görüş belirtiyordu. Şimdi o eğilim daha çok güçlenmiş görünüyor. Böyle gerginleşmiş, çatışmalı bir ortamda iş başına yeniden bir Cumhuriyetçi yönetim gelecek. Bunun ABD ve dünyadaki uygulamaları neler olacak? Böyle bir durum nelere yol açacak? Tabii herkes bu sorular temelinde durumu değerlendirip politika belirlemeye çalışacak. Biz de Hareket olarak bu durumları değerlendiriyor, görmeye ve anlamaya çalışıyoruz.
Bu temelde şu söylenebilir: Trump “Önce Amerika” adı altında daha fazla içe kapalı, dar bir politika izliyor. Demokratlar daha çok küresel, dünyaya açılım ile kendilerini etkili kılmaya çalıştılar. Genelde de politik duruşları öyle. Bu geçen dört yıldaki Biden Yönetimi’yle de bunu yapmak istediler. Özellikle Afganistan’dan çekilme, Ukrayna Savaşı, bu temelde Rusya ile çatışmaya girme, NATO’yu yeniden tanzim etme, diğer yandan Hindistan’dan Suudi Arabistan’a, İsrail’den Kıbrıs-Yunanistan’a kadar yeni bir enerji ve ticaret yolu oluşturma, bu temelde Gazze Savaşı etrafında Ortadoğu’da dokuz aydır yaşanan gelişmeler vardı. Bir de Pasifik’te Çin ve Tayvan’ı karşı karşıya getirme temelinde geliştirilen bir gerginlik söz konusuydu. Kuşkusuz bunu daha da ileriye götürüp derinleştirme eğilimleri var. İşte Trump bunlara karşı çıkıyor. Özellikle Ukrayna Savaşı ve Rusya ile içine girilen çatışmalı durumu doğru ve anlamlı bulmadığını ifade ediyor.
Ortadoğu’ya yaklaşımda öyle çok fazla ayrıldıkları noktalar yok. Fakat içe kapanma politikası hâkim olunca dünyanın değişik yerlerinde var olan yapıları olduğu gibi kabul etme sonucu da ortaya çıkıyor. Biz bunu Ortadoğu’ya yaklaşımda görüyoruz. Yine eski dostlarına, müttefiklerine yaklaşımda bunlar görülebiliyor. Bu anlamda Trump politikaları daha dar ve tutucu, statükocu olma özelliği taşıyor.
Avrupa’da başlamış olan seçim süreci sürüyor. Esas seçim İngiltere’de oldu. İngiltere bir süredir yılda en azından bir kere seçim yapıyor. Bu sefer İşçi Partisi’nin tek başına iktidar olduğu bir seçim oldu. Herhalde en azından bir dönem, bu hükümet İngiltere’nin başında olacak. Avrupa’da ise Avrupa Parlamentosu seçimleri birçok erken seçimi gündeme getirdi. Avrupa Parlamentosu seçiminde ırkçı-Neonazi partilerin çok oy almaları, birçok ülkede birinci parti haline gelmeleri hem yeni seçimleri, hem de iktidar değişikliklerini gündeme getirdi. Bu konuda en çok Fransa hareketli. Macron da bunun önünü almak için bir taktik girişim de bulundu. Hem ülkesinde yapılacak olimpiyatların güvenliği hem de ırkçı tehlikenin önünün alınması söylemiyle toplumu erken seçime götürdü. Bir yerde bu taktik tuttu da. Sonuçta ikinci turda Avrupa Parlamentosu seçimlerinde birinci parti olan ırkçı parti üçüncü sıraya geriledi. “Yeni Halk Cephesi” adıyla sol, sosyalist, komünist partilerin içinde yer aldığı ittifak birinci oldu. Macron’un partisi ikinci konumda. O ırkçı tırmanış biraz geriletildi ama şimdi hükümet nasıl kurulacak belli değil. Tartışmalıdır. Kimin hükümeti kuracağı noktasında tam anlaşamıyorlar. Macron hükümet kurmayı Halk Cephesi’ne vermek istemiyor.
Halk Cephesi direterek kendisini yönetim gücü haline getirebilir. Ama ittifak temelinde kurulacak yönetimle Fransız toplumunu biraz daha fazla etkilemek istiyor. Sadece ırkçı partiyi geriletme, oy almayla sınırlı kalmak istemiyor. Dolayısıyla düşünce ve örgütlülüklerini geliştirme temelinde ırkçı-faşist eğilimi zayıflatacak bir çalışma yürütebilirler. Onun zemini oluşmuş. Elde ettikleri başarıyı bu temelde değerlendirirlerse daha ileri bir gelişmeyi ortaya çıkartabilirler. Çünkü bu noktada öyle basit hesaplar yapmanın sonuçları iyi olmayabilir. Sonra eldeki gücü de kaybedebilirler.
Göçmen politikasına dayandırılan ırkçı-faşist tırmanış
Genelde Avrupa’da bir ırkçı-faşist tırmanış var. Bu göçmen politikasına dayanıyor. “Göçmen” adı altında Avrupa’ya taşınan insanlara dönük takınılan tavır buna yol açıyor. Tabii bu göçmenlik Türkiye’deki gibiyse göçmen demek mümkün değil. Evet, teknik gelişti. Bunun biraz daha fazla reklamı oluyor. İnsanlar daha çok şey görüyor ve sonuçta Avrupa’nın cilasına aldanıyorlar. Fakat birçok yerde insan göçünün yaşanması için özel çabalar da var. Bu noktada aslında mevcut özel savaş politikalarını görmek lazım. Dolayısıyla Avrupa’da gelişen bu göçmen ve göçmen politikasındaki ırkçı-faşist eğilimi görüp onu taşlayan olmak değil de, buna yol açan nedenleri sorgulamak daha değerli. Öyle olursa insan daha doğru ve uygulanabilir sonuçlar ortaya çıkartabilir. Yoksa mevut haliyle sadece sonucu görüp nedeni görmeyen, sonucu taşlayan bir yaklaşım var. Demokratlık ve solculuk adına bu yapılıyor ama bu yeterli değil. O temelde ortaya çıkan politikalar yeterli olmadığı için toplumda ırkçı söylemler daha çok yer tutuyor, daha fazla etkili oluyor. Doğru yaklaşılması, ele alınması gerekli. Nedenleriyle birlikte sorgulanması lazım.
Diğer yandan İran’da seçim oldu. Bu konuyu öyle çok fazla tartışmadık. Fakat birçok çevre tartışıyor. İran seçimi de bir kaza sonucu birden gündeme geldi. Gündemde olmayan bir seçimdi. Helikopter kazasıyla öldüğü ifade edilen Cumhurbaşkanı Reisi’nin yerine hızlıca yeni bir Cumhurbaşkanı seçtiler. Bu Cumhurbaşkanın reformist olduğu söyleniyor. Muhafazakâr adaylar vardı. Onların içinden tek aday olan reformist aday seçildi.
Kuşkusuz bu kişi mevcut sistemin reformist kanadıdır. Öyle ayrı bir eğilim değil. Fakat ABD ve diğer devletler de olduğu gibi İran’da da farklı politik eğilimler oluyor. Biraz var olan devlet ilkelerini kendi politik anlayışlarıyla hayata geçirmeye çalışıyorlar. Ona ters düşen, karşıt çıkan olmuyorlar ama kendi politikaları temelinde ona renk verip hayata geçirebiliyorlar. İran’ın yeni Cumhurbaşkanı Pezeşkiyan ile belli bazı değişikliklerin olacağı söyleniyor. İran bir restorasyon dönemi yaşayabilir diyenler de var. O düzeyde bazı değişiklikleri yapacak güçte görülüyor. Eğilim olarak da ona açık olduğu belirtiliyor. İran’ın da böyle bir noktaya geldiği değerlendiriliyor.
Öyle olursa hem toplum açısından hem de demokratik siyasetin gelişmesi açısından iyi olur. Bu kadar muhafazakâr söylem ve aday içinde bir reformistin seçilmesi gelişen toplumsal etkiden bağımsız değildir. Son yıllarda kadın öncülüğünde gelişen “Jin Jiyan Azadî” devriminin bunda rolü var. Kuşkusuz bu seçim sonuçları öyle tümden bu hareketi temsil etmiyor, zaten öyle bir katılım da olmadı. Ama yine de eğer İran’da bir restorasyon olacaksa “Jin Jiyan Azadî” devrimi temelinde gelişen toplumsal hareket, kadın mücadelesinden bağımsız olamaz. Böyle bir restorasyonu zorunlu kılan işte tam bir yıl boyunca sokaklarda olan bu toplumsal hareketti. Bütün bu olup bitenleri gözden geçirecek diye bu yeni cumhurbaşkanı öne çıktı, oy aldı. Bir anlamda o mücadelenin bir sonucu gibi de görülebilir. Tabii bu çok yetersiz, sistem içi, reformist bir sonuç. Çünkü devrimci sonuçları alacak bir örgüt ve eylemi geliştirmek mümkün olmadı. Öyle bir çalışmaya yeterli bir düzeyde öncülük edilemedi. Kuşkusuz İran’da bu yönlü gelişmelerin olması halinde hem bölge hem de İran’ın diğer alanlarla olan ilişkileri bundan etkilenir. Dolayısıyla mevcut dünya savaşı da bundan doğrudan etkilenir.
Diğer yandan 10-11 Temmuz’da Amerika’da yapılan NATO toplantısı ve sonuçları temelinde gelişen tartışmalar var. NATO toplantısı ABD’deki seçim tartışmalarını, ABD’deki seçim tartışmaları da NATO toplantısını etkiledi. Bu da Amerika bağlamında ortamın daha çok gerginleşmesine neden oldu. Yoksa NATO’da öyle çok yeni bir durum yok. Biden tarafından Afganistan’dan çekildikten sonra yapılan NATO toplantılarında alınan kararların, bu son NATO toplantısında daha ileri düzeyde hayata geçirilmesi yönünde gelişen eğilimi gördük. Dolayısıyla yeni bir durum yok. Bu NATO toplantısında Biden Yönetimi, Trump Yönetimi tarafından dünyadan biraz uzaklaştırılan ABD’yi, dolayısıyla daraltılan ve kendi içine çekilen Amerika’yı yeniden bir küresel öncü güç, süper güç haline getirmek üzere yeni bir plan ortaya koydu.
ABD küresel düzeyde etkisi azalan noktaya doğru geriledi
Şöyle bir durum ortaya çıkmıştır: ABD’nin, Sovyetler Birliği çözüldükten sonra imparatorluk kuracağını, bir süper devlet olarak dünya hükümranı haline geleceği söylenmişti ama öyle olmadı. Bunun çok gerisine düştü. Hatta giderek küresel düzeyde etkisi azalan bir noktaya doğru geriledi. Önder Apo da Sovyetler çöktüğü zaman ABD’nin daha da güçleneceği yönünde yapılan değerlendirmelere karşı çıkmış, bunun yanlış olduğunu söylemişti. O yüzden “Güçlenen ABD, güçlü bir şekilde var olan Sovyetler Birliği karşısında ortaya çıktı” demiş, çözülen Sovyetler Birliği’nin, gerileyen, zayıflayan ABD’yi ortaya çıkartacağını belirtmiştir. Zaten son 25 yıldır yaşananlar da bu temelde hayat buldu. ABD, öyle tümden geri plana düşmediyse de, Çin’in hızla, etkili bir şekilde geliştiğini gördük. Diğer taraftan Rusya kendisini yeniden toparladı. Çin-Rusya ilişkileri, Şanghay İşbirliği Örgütü önemli bir yeni güç olarak doğdu. Rusya-Çin-Avrupa ticari-ekonomik ilişkileri çok gelişti. Avrupa, “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşti, güvende değiliz. Yeni bir Avrupa Ordusu kurmalıyız” diye tartışma yapar hale geldi. ABD’nin Avrupa üzerindeki etkisi gerçekten ciddi bir biçimde geriye düştü, zayıfladı. İşte Amerika’nın NATO çerçevesinde müdahale ettiği ortam budur. Ukrayna Savaşı bu sürece dönük en somut müdahaledir.
O zaman gelişen bu savaşa binaen “Putin savaş çıkardı, Ukrayna-Rusya savaşı oluyor” dediler. Oysa Ukrayna-Rusya Savaşı değil de, Ukrayna üzerinden Rusya-NATO savaşı olarak tanımlanırsa daha doğru olur. Şimdi bu daha çok netleşti, açığa çıktı. NATO bu son toplantısıyla bu gerçeği daha açık ve somut kıldı. Bütün tartışmalar Ukrayna üzerinden oldu. Yeni kararlaşmaların odağında Ukrayna var. Bu son NATO toplantısında Ukrayna’ya 40 milyar Euro yardım yapılacağı kararı çıktı. ABD Başkanı açıktan Putin’e karşı savaş yürüttüğünü ve Putin’i mutlaka yeneceklerini ilan etti.
Bu NATO toplantısının bir sonucu olarak Çin’in “Rusya’ya destek veren” olarak tanımlanıp hedefe konulması tepki vermesine neden oldu. Çin mevcut durumu “Sanki soğuk savaşa yeniden dönülüyor. Yeni bir soğuk savaş yaratılmak isteniyor” sözleriyle eleştirdi. NATO’nun bu son toplantı sonuçlarını soğuk savaş dönemine benzetti. “Soğuk savaş dönemi” denilen dönem, ABD-Sovyetler Birliği’nin 1949-1989 arasındaki 40 yıllık siyasi-askeri çekişme dönemidir. Silahla savaşmadılar ama yerel düzeyde savaşlar yarattılar. Daha çok ekonomik-siyasi-istihbari-teknik silahlanma yürüttüler.
Şimdi mevcut durumu ona benzetiyorlar. Birçok kişi dünya yeniden iki bloka ayrıldı diye tartışıyor. Bir taraftan NATO’nun olduğu blok, diğer taraftan ise Rusya-Çin-İran-Kuzey Kore’yi karşı blok olarak ele alma var. Özellikle AKP yanlısı tartışmacılar karşıtlığı böyle ele alıyor.
Gerçekten soğuk savaş olabilir mi? Ukrayna Savaşı olduğunda da birçok çevre bu durumun soğuk savaş temelinde yeni bir ABD-Rusya bloklaşması olduğunu söyleyerek herkesi buna göre tutum almaya, politika belirlemeye çağırdı. Bunların ne kadar doğru olduğunu bilmiyoruz ama biz o zaman o görüşe karşı çıktık. Bunu bir bloklaşma değil de, ABD’nin dünyada gerileyen, oldukça zayıflayan etkisini yeniden geliştirme saldırısı, hamlesi olarak gördük. Gerçekten de öyle bazı hamleler ortaya çıktı. Bu çerçevede NATO’yu yeniden dirilttiler. Rusya ve Çin’in Ukrayna üzerinden Avrupa’ya açmak istedikleri enerji yolunu sabote ettiler. Yine Rusya ve Çin’in Avrupa ile olan enerji ticaretini kestiler. Özellikle Almanya ve Fransa’nın Rusya doğal gazına epey bağımlılığı oluşmuştu. Böylece ilişkileri gelişiyordu. Çin-Rusya-Avrupa ticari ilişkileri gelişiyor ve tekelleşme bu temelde oluşuyordu. Sermayenin küreselleşmesi denen süreç bu çerçevede çok daha hızlı gelişiyordu. Onu boşa çıkardılar. ABD, Avrupa’yı Rusya ve Çin’e karşı çıkartmaya çalıştı. İsveç ve Finlandiya’yı NATO’ya kattı. NATO’nun Avrupa üzerindeki tahakkümünü yeniden oluşturdu. Avrupa Ordusu temelinde gelişen arayış ve tartışmaları geri plana itti. Böylece ABD, Ukrayna Savaşı’na dayanarak Avrupa üzerindeki etkinliğini yeniden tesis etti. Avrupa, buna karşı bir varlık gösteremedi. Dolayısıyla ABD’nin bu politikalarına karşı çıkan, onu aşan, Rusya ve Çin ile geliştirdiği ilişkileri sürdüren bir etkinliğin sahibi olamadı.
Avrupa’nın irade olamama hali
Avrupa’nın şimdi içine girdiği bu irade olamama hali Önder Apo Avrupa’ya gittiğinde de açığa çıkmıştı. O zaman Önder Apo, Kürt sorununun çözümü için Avrupa’ya büyük bir siyasi imkân sunmuştu. Fakat Avrupa, ABD’nin korkusundan ötürü Önderliği “istenmeyen kişi” ilan edip Avrupa’dan kovdu. Onun ötesinde bir tutum gösteremedi. Bu şekilde, Avrupa demokrasisinin sorunları demokratik siyasetle çözebilme gücü ve iradesinin kendi ekonomik-siyasi çıkarlarını korumaktan öte başka bir şeyi ifade etmediği görüldü.
Şimdi de Ukrayna Savaşı temelinde aynı şey yaşanıyor. Avrupa Sistemi güç olarak da çok fazla zayıflamış durumda. Yine demokrasisi tam bir enkaz gibidir. Bir cilası var ama içine girdiğinde, hele biraz muhalefet etmeye kalktığında çok farklı sonuçlarla karşılaşabiliyorsun. Tabii mevcut yapısına dokunmazsan, hele hele ona hizmet edersen, işçilik yaparsan çok iyi. Sana biraz yaşam imkânı veriyor. Önder Apo savunmalarda böylesi durumlar için “istismarcı işçi” kavramını kullanıyor. Avrupa’da istismarcı işçiler için bir demokrasi oluşmuş. Onun ötesinde bir şey yok. İşte şuan ki durum da böyledir.
Zaten İngiltere’yi Avrupa Birliği’nden Amerika ayırdı. Almanya ve Fransa öncülüğündeki Avrupa ise gerçekten etkisiz kalmış durumda. Daha önce ellerinde bir fırsat vardı ama onu iyi değerlendiremediler. Tersine daha çok ABD’ye bağlı hale geldiler. ABD’nin istediği gibi hareket ettiler. Zaten son NATO kararları da bu temeldedir. Mevcut duruma sadece Tayyip Erdoğan Yönetimi muhalefet ediyor. O yüzden Ukrayna’daki savaşa karşı çıkan, dolayısıyla Rus Yönetimi’yle ilişkiyi sürdüren, ittifak içinde olan tek yönetim Tayyip Erdoğan Yönetimi’dir. Öyle Tayyip Erdoğan Yönetimi deyip geçmeyelim. Kendi başına tutum alabildi. Fakat Avrupa’da hiç kimse tutum alamadı. “Biz Ukrayna’da Rusya ile niye savaşa giriyoruz” diyemediler.
Şimdi her şey daha da bir netlik kazandı. Peki, nedir o? Kesinlikle bu savaşın alt yapısını hazırlayanın ABD olduğu gerçeğidir. Evet, görünüşte savaşı Rusya çıkardı ama onu o noktaya getiren de Amerika’dır. Kuveyt’e saldıran Saddam Yönetimiydi ama sonrasında gördük ki ABD politikaları Saddam’ı Kuveyt’e saldırma noktasına getirmiş. Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı da bu biçimde, ABD etkisi ve yönlendirmesiyle gelişti. O yüzden çok akıllı, politikaya çok hâkim olduğu söylenen Putin, kesinlikle Ukrayna’da hatta yaptı ve kaybetti. Şimdi Putin’in ABD’ye kafa tuttuğu, direndiği söyleniyor ama Avrupa ile iyi ilişkilerini geliştirerek ABD etkisini daha da azaltan bir pozisyondayken Ukrayna’da içine girdiği durum bir sürü şeyi kaybetmesine, ABD etkisinin Avrupa’da yeniden bu düzeyde gelişmesine yol açtı. Ona zemin sundu, fırsat verdi.
Şimdi Ukrayna Savaşı daha çok Avrupa ve NATO’yu güçlü hale getiriyor. Ama onunla birlikte Ortadoğu ve bir de Pasifik alanı var. 2022 NATO toplantılarından sonra “ABD üç NATO örgütlüyor” diye değerlendirenler oldu. Yine bir devlet politikası olarak Biden’ın Ortadoğu’ya dönük çabaları var. Körfez Savaşı’ndan bu yana mevcut süreç yönünde hazırlık yapmışlar. Bunu şimdi çok iyi görüyoruz. Bu temelde yeni enerji-ticaret yolu oluşturma noktasında önemli adımlar atabildiler. Arap-İsrail ittifakıyla Hindistan’dan Yunanistan’a yeni bir enerji-ticaret yolunu karara bağlayıp planladılar. Şimdi bu temelde de uygulamaya çalışıyorlar. ABD, yirmi yıldır sürdürülen enerji yolu mücadelesini, kendi öncülüğünde yeni bir alan üzerinden bir çerçeveye kavuşturdu. Bu temelde geliştirdikleri bir anlaşma düzeyleri de var. Gazze savaşıyla o hattaki yol temizliğini de yapmış gibi görünüyorlar. En azından Hindistan’dan Gazze’ye kadar Körfez’de bir sorun gözükmüyor. Geriye İsrail’den Kıbrıs’a ve Yunanistan’a kadar olan o Doğu Akdeniz üzerindeki yol güvenliği kalıyor. Zaten bu temelde Lübnan üzerindeki çelişkili-çatışmalı durum giderek artıyor. Gerçekten Gazze gibi savaş mı olacak yoksa bir uzlaşma mı bulunacak? İşte bu sorunun cevabı tam net değil. Türkiye Devleti Gazze gibi çatışma olmasını istiyor. Sadece Hizbullah-İsrail savaşı değil, bir İran-İsrail savaşı olması için çalışıyor. Çünkü yol projesinin, Lübnan’da gelişecek bölgesel bir savaşla sabote olmasını istiyor. Bu yönlü epeyce girişimi, tahrik ve çabası var.
Yol projesinde esas çatışma Türkiye ile yaşanacak
Fakat Türkiye çok istemesine rağmen Gazze savaşında bir İsrail-İran Savaşı ortaya çıkartamadı. Peki, Lübnan’da bunu gerçekleştirebilir mi? Mevcut durumda İran’da oluşan yeni yönetimin böylesi bir savaş ihtimalini daha da zor bir hale getirdiğini söyleyebiliriz. Savaş yerine, uzlaşmayla çözüm arama, dolayısıyla da Lübnan’dan Kıbrıs’a geçiş ve Türkiye ile sorunların gündeme gelmesi daha güçlü bir olasılık. Öyle anlaşılıyor ki bu yol projesi temelinde İran uzlaşmaya girecek. Şimdiye kadar hep öyle oldu. Bu yol projesi esas çatışmasını Kıbrıs ve Akdeniz üzerinden Türkiye ile yaşayacak. Türkiye’nin tüm korkusu bu. Mevcut devletin, AKP-MHP hükümetinin en büyük korkusu böyle bir durumun ortaya çıkmasıdır. Zaten Önder Apo, 10-15 yıl öncesinden söyledi, defalarca uyardı. Eğer Kürt sorununun çözümü temelinde bir demokratik Türkiye, demokratik Ortadoğu Birliği yönünde adımlar atılmazsa gelişen sermayenin tahakkümü altında Türkiye ya üçüncü sınıf bir güç olarak tümüyle köleleşecek, teslim olacak ya da çatışmaya girmek isterlerse parçalanacaktır. İş oraya kadar gidebilir diye uyardı.
Şimdi bu ihtimal daha çok güçleniyor. Bundan dolayı mevcut Tayyip Erdoğan Yönetimi, NATO’nun bütün kararlarına muhalif olan bir yönetim oldu. Bu yüzden Gazze Savaşı’ndan tutalım, İsrail ile ilişkilere, yine Ukrayna’daki savaşa kadar NATO kararlarına karşı çıktı. NATO ülkelerini teröre karşı mücadeleye destek vermemekle, teröristlerle ilişki kurmakla suçladı. Daha çok da Kuzey Doğu Suriye’deki pozisyonu nedeniyle ABD’yi suçladı. Esas olarak NATO’nun tartıştığı konular bunlardı. Türkiye hemen hemen bütün temel konularda NATO’nun kararlarına ters düştü. Neden? Çünkü AKP-MHP faşizmi Kürt soykırımının tamamen gerçekleşmesini istiyor. Kürtlerin hiçbir şeyden yararlanmasına fırsat vermek istemiyor. Yeni olan her şeyden Kürtler kazanır diye hepsini reddediyor.
TC, bu temelde Irak ve Suriye’ye dönük müdahalelerde bulundu. Aslında onu nereye götürecek tam belli de değil. Bu durumu sürdürürse o zaman Rojhilat hariç Kurdistan’ın tümünü egemenliği altına almış olacak. O zaman TC, çok daha ağır bir Kürt sorunuyla karşı karşıya kalacak. Bir yandan ondan korkuyor, statükocu davranıyor. Diğer yandan Ortadoğu’daki mevcut çelişki ve çatışmaların ortaya çıkardığı gelişmelere göre kendisini ayarlamak istiyor. “Misak-ı Milli’yi uyguluyorum” diyerek hem Kuzey Suriye’yi hem Irak’ın kuzeyini işgal etti. Bunu hala da sürdürüyor.
Türkiye eski statükoyu parçaladı. TC’nin sınırlar korunsun biçimindeki ilke ve politikasını, sınır dışına asker göndererek ortadan kaldırdı. Şimdi ne geri çekilebiliyor ne de ileri gidebiliyor. Dolayısıyla Ortadoğu’da bazı değişiklikler yapmak isteyen güçlerle ittifak yapabilmek için Kürtleri yok etmek istiyor. Kürt sorunu olmazsa, Kürt direnişi tümüyle ezilirse o zaman mevcut adımları sanki başarılı olur, sonuca gider gibi görüyor. İşgal ettiği yerleri kendisine verirler, kendi elinde kalır hesabı yapıyor. Tabii onun için de Kürt direnişini gecikmeden, alelacele tümden ezmek istiyor. Bunun için bütün iç ve dış imkânlarını buraya seferber ediyor.
Üzerinde durmamız gereken diğer bir konu ise Pasifik alanında Çin ve ABD arasında yaşanan gelişmeler, olaylardır. Şu anda Amerika bunu özellikle Tayvan, Endonezya üzerinden yaratıyor. Bu alanlardan NATO toplantısına birçok devlet yöneticisini misafir olarak götürdüler. Bu şekilde Çin’i tehdit etmeyi sürdürüyorlar.
ABD bir yanıyla Rusya karşıtlığıyla o eski ABD-Sovyet bloklaşmasını arar gibi bir eğilim gösteriyor. Kendileri de ABD’nin gerilediğini fark ettiler. ABD ne zaman gelişme gösterdi? Sovyetlerle dünyayı bloklaştırdığı zaman. Sovyet tehdidi altında olan herkes ABD’ye biat etti. ABD’nin güvenlik şemsiyesi altına girdi. Gücünü oradan aldı. Şimdi ABD, aynı politikayı, cepheleşmeyi Çin üzerinden geliştirmek istiyor. Ama Çin buna girmedi, girmiyor. Son yıllarda Çin ile İran, tam ABD’nin istediği gibi ABD’ye karşı düşmanlık yapmıyor. Özellikle Çin hiç yapmıyor. Mao Zedong’un “Çin hiçbir zaman bir süper devlet olmayacak” diye bir ilkesi vardı. Tabii Mao’nun düşünceleri uygulanmıyor. Mevcut sistem ideolojik-siyasi-ekonomik olarak Mao Zedong’un düşüncelerinin uygulanmasından çoktan vazgeçmiş durumda. Kapitalist sisteme çoktan entegre olundu ama kendilerine göre bir sistemleri, politikaları da var. Mesela Çin, sermayenin küreselleşmesi denen gelişmeye çok daha açık ve uygun. Herkes ile ekonomik ilişki kuruyor, Tayvan dışında hiç kimse ile askeri karşıtlaşma yaşamıyor. Orada bir hassasiyeti var. Onun dışında hiç kimseyle askeri-siyasi bir düşmanlığa girmiyor, karşıtlaşmıyor. Herkes ile ekonomik ilişkiler içerisine giriyor ve ekonomisi bu temelde büyüdü, gelişti, birinci plana yükseldi. Çin’deki bu gelişme hem Avrupa hem de ABD’yi ürkütüyor. Özellikle son ABD politikaları, Çin’i süper bir rakip olarak ele alma ve bu temelde Çin-ABD bloklaşmasının derinleşmesi üzerine kendisini bina ediyor. Dünyada bunu isteyen birçok çevre de var. Fakat Çin buna çok açık gözükmüyor. Artık sonuç tam ne olur bilinmez. Elbette ki politik gelişmeler bunu belirleyecek ama şimdiye kadar ki politik duruş Çin’in onu istemediği, öyle bir şeye girmediğini ortaya koydu. Çin yöneticileri bunu birçok defa da açıkça ifade etti.
Putin Yönetimi ise Ukrayna üzerinden tuzağa düştü. Rusya üzerinde de bir baskı vardı ve bu konuda Rusya dikkatli davranıyordu. Ama Ukrayna gündeme gelince milliyetçi yaklaşımların da etkisiyle mevcut Putin Yönetimi ABD’nin tuzağına düştü.
Bu dünyada Soğuk Savaş dönemi gibi iki blok olsun ve birisine yaslanıp rahat yaşayalım diyen çok fazla uyduruk politikacı var. Bu politikacılık değil. Kendini bir tarafa bağlayıp onun şemsiyesi altında yaşamak, bağımlı hale gelmekti. Özgürlükten uzaklaşmayı ifade ediyordu. Birçok güç için böyle siyaset yapmak, devlet olmak, devlet başkanı, başbakan olmak kolaydı. Ülkeyi satarak bir yere bağlıyordun ve onun gölgesinde yaşayıp gidiyordun. Sovyetlerin çözülüşü ardından böyle bir politikanın zemini kalmadı. Politik mücadele yürütmenin imkânları arttı, tıkanma aşıldı.
Bloklaşma daha fazla çürümeye götürüyor. Kuşkusuz kendi rahatları için bu çürümeyi görmek istemeyenler bir hayli çoktur. Bu bakımdan bloklaşmış dünya arayanlar çok. Bu konuda özellikle ABD-Sovyet döneminde kendisini eğitmiş olan o teorisyen-politikacı kuşak, fazlasıyla böyle. Bu temelde gelişen düşünce ve politik tercihleri bir türlü kırılamıyor. Her şeyi iki gücün çatışmasına göre değerlendiriyorlar. Dolayısıyla dünyayı hemen ikiye bölüp çatıştırmak istiyorlar. Bu olmaz. ABD-Sovyet bloklaşması Sovyetler Birliği’nin varlığı ile oldu. Şimdi ne Çin, Sovyetler Birliği’dir ne Rusya, Sovyetler Birliği’dir. Sovyetler Birliği ayrı bir sistemdi. Kendisini bu sistemden ayrı bir alternatif görüyordu. Tamam, alternatif olamadı ama şimdinin Rusya ve Çin’i gibi de sistemin bir parçası değildi. Alternatif olma iddiası güdüyordu. Ona göre politikalar yürütüyordu. Çelişki ve çatışmanın askeri boyuta tırmanmasını Sovyetler Birliği engelliyordu. Kendilerini Dünya Barışı’nın Koruyucusu görüyorlardı. Nükleer silahları azaltmak için o kadar çaba yürüttüler. Gerçekten öyle bir etkileri vardı. O nedenle şimdi öyle bir durum ortaya çıkmaz. ABD ya da NATO-Rusya bloklaşması için, işte Rusya, Sovyetlerin temsilcisidir, o halde eski soğuk savaş bloklaşması dönemi yeniden geldi demek, hiçbir ideolojik-siyasi bakışa sahibi olamamayı içerir. Çok düz bir yaklaşım oluyor.
Eğer bloklaşmaya gidilirse niye ABD-Sovyet bloklaşması olan soğuk savaş bloklaşmasını gündeme getirelim ki? Hitler-Mussolini bloklaşmasıyla ABD-Sovyetler Birliği-Fransa-İngiliz bloklaşması bugünün tarifine daha uygun düşebilir. Ya da Almanya-Osmanlı-Avusturya Macaristan bloklaşmasıyla İngiliz-Fransız-Rus bloklaşması ele alınabilir. Çünkü bu iki bloklaşma da bugüne daha yakın duruyor. Eğer bugün mevcut sistemlerde bloklaşma düzeyinde ittifaklar ortaya çıkarsa, 1’inci Dünya Savaşı’nı ortaya çıkartan bloklaşma, günümüze daha yakın olur. O bakımdan da soğuk savaş olmaz, öyle olursa sıcak savaş olur. Bırakın nükleer savaşı, hiçbir tehdit böylesi bir sürece giren bir gücü durduramaz. O tehlikelidir. Gerçekten onu tartışmamak da lazım. Böylesi bir durumu, bütün dünya, herkes reddetmeli. Karşı çıkılmalı. Soğuk savaş olur, büyük çatışma olmaz denilmemeli. Yine iki blok olur, bir bloka yaslanırım arayışı çok tehlikeli bir arayış. Bu, yok olmuş olan Sovyetler Birliği’ni varmış gibi değerlendirmeye götürüyor ki o da tehlikeli. Oysa mevcut bloklaşma böyle bir bloklaşma değil. ABD’nin demokratlar eliyle etkinliğini geliştirme hamlesidir.
ABD seçim sonuçları 2025’te yeni çatışma ve çelişkilerin nasıl olacağını belirleyecek
Mevcut Ukrayna’daki savaş biraz da kişiselleşmiş, Biden-Putin çatışması haline gelmiştir. Onu da görmek lazım. Trump, Başkan olması halinde “Ben savaşla değil, Rusya ile görüşerek sorunları çözeceğim” dedi. Dolayısıyla durum değişecektir. ABD o bölgede yürüttüğü politikalarını değiştirecektir. O yüzden alınan NATO kararlarına ve bu çerçevede yürütülen tartışmalara rağmen kimse somut bir şey söyleyemiyor. Çünkü hala somutlaşmayan bir durum var. Peki, bu nedir? Kuşkusuz ABD politikasıdır. Herkes ABD politikasını bekliyor. Onun için de ABD seçim sonuçları 2025’te gelişecek olan yeni politik-askeri-ekonomik ilişkilerin, çatışma ve çelişkilerin nasıl olacağını belirleyecek. Çünkü mevcut adaylar farklı politikalar öngörüyor. Ortadoğu’da çok fazla farklılık öngörmeyebilirler ama Avrupa’da örneğin Ukrayna Savaşı’na yaklaşımları farklıdır. Pasifik’e yaklaşımları tamamen aynı değil. Onun için de mevcut NATO toplantısının sonuçlarını değerlendirmek gerekli ama özellikle ABD seçim sonuçlarıyla birlikte yeni ABD Yönetimi’nin izleyeceği politikalara bakarak bu kararların nasıl uygulanacağını tahmin etmek daha doğru.
Kendi durumumuz açısından da birkaç şey söylemek yerinde olacaktır. 3 Temmuz’dan bu yana AKP-MHP faşizminin, Irak Yönetimi’nin onayı, katılımı, KDP’nin aktif yer almasıyla geliştirdiği yeni bir işgal saldırısı var. Bunu 16 Nisan’da Metîna üzerinde parça parça alan tutarak işgali alana yayma ve parçalı alanları birleştirme hedefiyle başlattılar. 3 Temmuz’dan sonra bunu bütün Batı Zap ve Metîna’daki alanları tutarak bir sonuca götürmek istiyorlar. Tayyip Erdoğan Yönetimi “kilidi kapatıyoruz” diyor. Artık Avaşîn-Hêzil arasındaki alan işgalini, Batufa’dan Şeladizê’ye kadar yol üzerinde yeni bir sınır oluşturarak ele geçirmek, denetim altına almak, alanı tümüyle insansızlaştırarak “tampon bölge” adıyla kendi denetimi altına almak, ilhak etmek istiyor. Metîna’da bu noktada boşluklar vardı. Yine Metîna içinde köyler vardı. Zap’ta Bahar tepesi gerillanın denetimindeydi. Boşluk yaratıyordu. İşte “kilidi kapatıyoruz” demeleri bu boşlukları kapatmayı ifade ediyor. Böyle bir saldırı yürütüyorlar. Bunu geçen kış boyu Irak ve KDP Yönetimi’yle yaptıkları tartışmalarla, ulaştıkları anlaşmalarla hazırlamışlar.
Amaçları daha fazlaydı, hazırlıkları daha genişti. Zaxo’dan Süleymaniye’ye kadar bir hat oluşturarak zırhlı birlikler yerleştirecek, Irak-KDP-YNK-Türkmen ve TC güçlerinden oluşturacakları müşterek bir gücü o hat üzerinde konumlandırarak Kuzey’de kalan tüm PKK varlığına karşı birlikte, ortak mücadele etmek istiyorlardı. Besbelli ki buna YNK katılmadı. Irak Yönetimi böyle bir şeye katılmayacağını ifade etti. Bunda İran’ın da etkisi var. Geriye sadece KDP ve AKP-MHP kaldı. Onlar da bu yıl için, kendi güçleriyle belirttiğimiz hattı tamamlamayı planladılar. Besbelli ki Heftanîn-Metîna-Zap-Avaşîn-Xakurkê-Xinêrê hattını tümden almak istiyorlar. Balayakati’den Hacı Ümran’a, Çoman-Qesrê-Diyana hattından bütün o Bradost mıntıkasını, Rêkani, Nirvey, Berwari mıntıkasını, yine Heftanîn’den Zaxo’ya kadar olan Sindiler, Gulêlerin mıntıkalarını almak istiyorlar. Buraları TC’nin egemenliğine vermişler. Geriye Barzan ve Gerdi mıntıkası kalıyor. O alanları da zaten kendilerine ait görüyorlar. Bunun dışında kalan diğer yerleri tümden TC’ye sunmuşlar. Bunu Irak kabul etmiş, KDP de hayata geçiriyor. Yani satmışlar.
KDP Kurdistan’ı satıyor
Biz “satma” kavramını kullandık ama o kavram çok ilgi görmedi. İşgal kavramı daha ön planda kullanılıyor. TC “işgal” ediyor diyorlar. Doğru işgal ediyor, bu kavramı kullanalım ama KDP de satıyor. Kurdistan’da olan bir toprağı satma var. Bence o da işgal kadar önemli. Az değildir. Dolayısıyla buraların KDP tarafından Türkiye’ye satıldığını bilmemiz ve ifade etmemiz lazım. KDP ihanetini bu temelde teşhir etmek gerekli. “Bir yerlerden çekiliyor, göz yumuyor, destek veriyor” diyoruz ama bu şekilde mevcut gerçekliği öyle anlaşılır, açık bir biçimde teşhir edemiyoruz. İfadelerimiz, mevcut gerçekliği anlatmaya yetmiyor.
Şimdi Metîna’nın her tarafı cayır cayır yanıyor. Orada bulunan köylüleri bu şekilde kaçırtıyorlar. 168 köyün tümden boşaltıldığı söyleniyor. Belirttiğimiz alanda kalan tüm köyleri bu şekilde boşaltacaklar. KDP bunu yapıyor ve yaptırtıyor. Bu biçimde olmasını kabul ediyor. Aynı şeyi Xakurkê-Xınêrê hattından Helgurt’a kadar uygulamak istiyorlar. Bütün o zozanları kaç gündür havadan bombalıyorlar. Yine Zap-Metîna hattını da bombalıyorlar. Garê tarafını da oralardan müdahale olmasın, gerilla Zap ve Metîna’daki direnişe destek vermesin diye bombaladılar. Böylece “Tampon Bölge” adıyla 20-30 km arasındaki bir genişliği, 150 km uzunluğundaki bir alanı Türkiye ilhak ediyor. Buralar Türkiye’nin denetimine veriliyor. Irak ve KDP bütün gücünü oradan çekiyor. Orada bulunan halkı göçertmek istiyorlar. Türkiye-Irak-KDP görüşmeleriyle böyle bir anlaşma yapılmış. Beşi Irak’tan, beşi de TC’den on kişilik ortak bir koordinasyon yönetimi oluşturmuşlar. Onlar bütün bu hareketi yönetiyorlar. KDP zaten fiilen aktif olarak bu işin içinde. Şu an 3 Temmuz’dan itibaren bu sahaya saldırı bu biçimde gelişiyor. Fakat şimdilik bu bir ilk adım ve hedef tamamlama oluyor. Türkiye tümüyle askeri gücüyle buraları denetim altına almak istiyor. İşte bu yüzden DAİŞ’lileri, El-Nusracıları, Roj peşmergesi denilen çete gruplarını buraya getiriyorlar. Kendi zırhlı birlikleriyle Batufa ve Begova’dan Şeladizê’ye kadar olan alanı tutup oralarda bulunan köyleri boşaltarak askeri denetim kurmak, ilhak etmek istiyorlar.
Hedef ‘PKK’ye karşı anlaşma yapma’ üzerine kurulu
Diğer yandan Rojava’ya dönük faaliyetleri var. Kuzey Doğu Suriye’ye dönük saldırıları sürüyor. Esad Yönetimi’yle görüşüp anlaşmaya çalışıyorlar. Böyle bir görüşmenin önünü açması için Hakan Fidan’ı tam yetkili olarak görevlendirmişler. Eski istihbaratçı olduğu için bu işleri iyi biliyor olsa gerek. Tayyip Erdoğan, Beşşar Esad ile görüşebilmek için Şanghay İşbirliği Örgütü zirvesine katıldı. Putin’le bu temelde görüştü. Eğer Beşşar Esad’ı ikna edebilirlerse Putin, Beşar Esad ve Tayyip Erdoğan Ankara ya da İstanbul’da buluşup anlaşma yapacaklar. Sürekli bunun basın yoluyla işlendiğini görüyoruz. Her halde Putin, Tayyip Erdoğan’a “Eğer Beşşar’ı ikna eder getirirsen ben de gelirim” demiş. Şimdi Türkiye öyle bir görüşmenin peşinde. Yıl sonuna kalmadan bir görüşme ve yeni bir anlaşmaya ulaşmak istiyorlar. Bu konuda çelişkiler çok. Suriye’nin birçok alanını askeri olarak işgal etmiş durumdalar. Esad Yönetimi “bu işgal ortadan kalkmaz, geri çekilmezlerse görüşmeyiz” dedi. Öyle kolay çözülecek bir durum yok ortada. Fakat TC, bu konuda da hedefi iyice daraltmış durumda. Hakan Fidan ile yürütülen diplomaside hedef “PKK’ye karşı anlaşma yapma” üzerine kurulu. “Diğerleri kalsın” diyorlar. PKK’ye karşı ortak mücadele anlaşması yapmak istiyorlar. “Adana Anlaşması’nı yenileyelim, tek anlaşmamız Kuzey Doğu Suriye’ye karşı ortak mücadele olsun” diyorlar. Belki o biçimde ikna ederiz, kabul ettirebiliriz yaklaşımıyla hareket ediyorlar. Tabii buna karşılık birçok taviz de veriyorlar.
TC, neden alelacele böyle bir görüşmeyi yapmak istiyor? Çünkü bu yıl seçimler oluyor. 2025 yeni politikaların sahada olacağı bir yıl olacak. Artık Gazze Savaş’ı bitti. Şimdi ABD, seçimden sonra Lübnan-Kıbrıs-Doğu Akdeniz üzerinde yoğunlaşacak. Dolayısıyla Amerika-İsrail ve diğer güçler Lübnan-Suriye üzerinde yeni politikalar geliştirecek. Birçok güç işin içine girecek. O yüzden Suriye üzerinde yeni politikalar gündemleşmeden TC, Esad Yönetimi’yle PKK’ye karşı bir anlaşmaya varmak istiyor. Böyle bir anlaşmadan sonra çeşitli şeyler gelişse de “biz iki devlet birlikteyiz, anlaşmışız” demek suretiyle ya yeni politikaları engelleyecekler ya da Kürtlerin bu politikalardan yararlanmaması için bir set oluşturacaklar. Bu şekilde Kürtlerin lehine olacak yeni politik gelişmelerin önünü kapatmak istiyorlar. Kuşkusuz böyle bir gelişmeden vebadan korkar gibi korkuyorlar. Öyle anlaşılıyor ki önümüzdeki yılda yeni politik gelişmeler olacak. Şuan Tayyip Erdoğan Yönetimi, Türkiye tüm gücünü 24 saat demeden, boşluk bırakmadan böyle bir ilişki kurma ve anlaşma yapmaya yöneltiyor, seferber ediyor. Gecikmeden, yıl tamamlanmadan böyle bir sonuca ulaşmak istiyor.
Bu da gösteriyor ki önümüzdeki yıl Lübnan, hatta Kıbrıs’a da içine alan yeni gelişmeler olacak. Yeni Suriye politikaları gündeme gelecek. Suriye’yi parçalayacaklar mı, yoksa yeniden birleştirecekler mi belli değil? Önce üçe bölmek, Esad Yönetimi’ni yıkmak istediler. Sonra bu müdahaleci dış güçler Esad bir süre kalabilir dedi. Özellikle Amerika-TC bunu Müslüman Kardeşler üzerinden yapmak istedi. Bu doğrultuda El-Kaide, DAİŞ gibi güçleri kullandılar. Şimdi yeni gelişmeler olacak. Tamam, Lübnan-Hizbullah sorunu var ama Suriye’de de yönetim sorunu çözülmeden Doğu Akdeniz güvencede olmaz. Dolayısıyla artık nasıl bir Suriye oluşturulacaksa ona göre birçok devlet yeni politika üretecek. BM üzerinden yeni Suriye’nin yapılandırılması yönünde yeni gelişmeler olacak. Türkiye alelacele böyle bir şey gelişmeden Esad Yönetimi’yle ikili görüşme yapıp ona tavizler vererek anti Kürt bir antlaşma yapmak istiyor.
Şimdi 14 Temmuz Direnişi’nin 43’üncü yılına girerken politik durum biraz böyle. Bu Lübnan-Suriye hattındaki gelişmeleri daha doğru anlamak, görmek, AKP’nin politik girişimlerini boşa çıkartacak tutumlar geliştirmek gerekli. Yine Suriye’de gelişmeleri halkların demokratik birlikteliğine hizmet eder pozisyona denk tutmak önemlidir.
8 yıldır gerillanın büyük bir direnişi var
Biz Medya Savunma Alanları’na dönük gelişen işgale karşı direndik. Bu işgal 26 Ağustos 2016’da başladı. Yeni değildir. ‘92’de aynı ittifak bu alanlara saldırdı. Heftanîn, Avaşîn ve Xakurkê’de savaş yoğunlaştı. Fakat o dönem gelişen savaş bir-iki ayda bitti. Şimdi 2016’nın Ağustos’undan bu yana süren bir işgalci saldırı ve ona karşı gelişen bir gerilla direnişi var. Bu direniş 8 yılı buldu, 9’uncu yılına girecek. Bu süreç çeşitli dönemlerden geçti. 2018 başında Heftanîn’e ve Xakurkê’ye dönük saldırı başladı. 2021’de Garê’ye bir nokta saldırısı oldu. 17 Nisan 2021’den bu yana ise bütün bu alanları işgal etmek üzere sistemli bir işgal saldırısı sürüyor. Bütün bunlara karşı 8 yıldır gerillanın büyük bir direnişi var. Biz hareket olarak direndik. Zaten 2001’de Medya Savunma Alanları’nı ilan ederken buralara yönelecek her türlü saldırıya karşı direneceğimizi, bu alanları savunacağımızı ve savaşacağımızı açıkça belirtmiştik. TC’nin KDP ile birlikte geliştirdiği işgal saldırılarına karşı da bu temelde direndik.
Şimdi 3 Temmuz’dan bu yana gelişen saldırılara karşı da aynı direniş daha da gelişerek sürüyor. Tepe Bahar’da, Zap’ın diğer alanları olan Tepe Cûdî, Tepe Amediye’de, Metîna hattında 3 Temmuz’dan bu yana 28 düşman askerinin öldürüldüğünü HPG kamuoyu ile paylaştı. Bir helikopter ve keşif uçağı düşürüldü. Zırhlı birliklerden imha edilen çok sayıda zırhlı araç var. Dolayısıyla gerillanın işgale karşı yürüttüğü kahramanca direniş sürüyor. Bu direnişin sonuna kadar süreceği ilan edildi. Anlaşıldığı kadarıyla Bahar Tepesi’nin her tarafına indirme yapamamışlar. İki yamaca biraz güç indirdikleri belirtiliyordu. Sergele’ye çıkardıkları güç yoğunca vuruldu. Xakurkê’de Şekif’e biraz indirme yapılmış. Diğeri havadan saldırılar oluyor. Kimyasal ve taktik nükleer bomba saldırıları sürüyor. Bunlara karşı gerillanın kahramanca direnişi var ve bu sürecek. Şimdiye kadar direndik ve bundan sonra da direneceğiz. Ama tabii direniş sadece buralarla sınırlı değil, düşman buraya saldırıyor diye orayla sınırlı tutmamak lazım. Devrimci savaş her yerde, düşmanın topyekûn faşist özel savaş saldırıları da her yerde. Savaşı Bakur’a, Türkiye’nin her tarafına yayabilmek gerekli. O yönlü girişimler de oldu. Bu geçen ayda Haziran’da Bakur’un birçok alanında çatışmalar oldu. Zagros hattında çatışmalar oldu. Şimdi yine Gever hattında, Geliyê Dostkî’de düşmana dönük gerilla eylemleri olmuş. Basın veriyor. Daha da geliştirmek gerekiyor.
Kuşkusuz sonucu gerillanın direnişi temelinde Başûr halkının, tüm Kürt halkının direnişi ve kamuoyunun tutumu belirleyecek. Gerçekten de mevcut durumda bazı tutumlar gelişiyor. İşgale karşı çeşitli çıkışlar var. Başûr ve Irak’taki bazı parti ve siyasi güçler mevcut işgal saldırılarına karşı tepkilerini gösterdiler. İran yanlısı bazı küçük örgütlerin açıktan buna karşı çıktığı görüldü. Zaten Irak Meclisi ve Güvenlik Konseyi’ni toplantıya çağırdılar, tartışmalar oldu. Durumu yerinde incelemek için bir heyet oluşturdular. Genel aydınlarda, kamuoyunda bir tepki var. Tabii dışarıda KNK bir toplantı düzenledi. Her tarafa Kürt örgütleriyle birlikte ilgili siyasi çevrelere mektup gönderildi. Halk eylemliliği var.
Zaten mücadeleyi 10 Ekim 2023’ten bu yana Önder Apo’nun fiziki özgürlüğünü ve Kürt sorununun çözümünü hedefleyen Küresel Özgürlük Hamlesi temelinde yürütüyoruz. Şimdi söz konusu işgal ve ilhak saldırılarına karşı mücadelede bu hamleyle birleşik olarak sürüyor. Bu hamle kitle eylemleri bakımından Türkiye’nin de değişik alanlarına yayılıyor. Demokratik siyaset, özellikle kayyum ve benzeri saldırılara karşı gelişen direnişle birleşerek siyasi eylemliliği güçlendiriyor. Bir duyarlılık, işbirlikçi ihaneti mahkûm etme, işgal ve ilhaka karşı eylemler ortaya çıktı. Yine yurtdışında da kitleler ayakta, bir hareketlilik var.
14 Temmuz Direnişi’nin 43’üncü yılına girerken durum budur. Öyle anlaşılıyor ki 43’üncü yıl büyük bir direnme ve savaş yılı olacak. AKP-MHP faşizmi 2025’e kalmadan bu hattı sağlama almak, Esad Yönetimi’yle görüşerek PKK karşıtı yeni bir anlaşma yapmak istiyor. Yalnız Türk halkının değil tüm Suriye halklarının kaderini belirleyecek bu politikaların boşa çıkartılması halkların özgürlüğünü geliştirme noktasında daha fazla imkân ve fırsata sahip olmayı getirecektir. Bunun için siyasi imkânları, ilişki ve ittifakları doğru kullanmamız gerekiyor. Direnişi de doğru ve başarılı yürütebilmek lazım. Zap ve Metîna’nın bu biçimde ilhak edilmesine fırsat vermeyecek, saldırıları kıracak bir gerilla direnişini mutlaka geliştirebilmeli, başarabilmeliyiz.
Bir 14 Temmuz yıldönümünde bunu niye söylüyoruz? Çünkü neredeyse herkesin “olmaz” dediği, “burada bir şey yapılamaz, imkân-fırsat adına hiçbir şey yok” dediği yerde gelişti 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Direnişi. Orada zafer kazandı. Oradan baktığımız zaman görüyoruz ki Zap direniş alanında, Medya Savunma Alanları’nın her yerinde, yine tünellerde, dışarıda, Kurdistan’ın dört bir yanındaki imkân ve fırsatlar, Diyarbakır zindanındakinden katbekat fazladır. Dolayısıyla 14 Temmuz Çizgisi doğru anlaşılırsa, doğru pratiğe geçirilirse her yerde, her zaman büyük mücadeleler yürütme, eylemler geliştirme, düşmana darbe vurma ve başarı kazanma mümkün olur. Olmaz dememek lazım. İmkân-fırsat yok diyerek kendimizi baştan sınırlandırmamalı ve engellememeliyiz. Her şeyden önce 14 Temmuz Direnişi böyle yapmamamız gerektiğini bize öğretiyor. “Öyle bir durum yok diyor. Her yerde, her zaman, her koşulda direnilebilir, mücadele edilebilir, kazanılabilir. Yeter ki doğru anlayın, doğru yoğunlaşın, doğru araştırın, yaratıcı, dirençli, cesur ve fedakâr olun. O zaman nerede, neyi ve nasıl yapmanız gerektiğini bulursunuz, bilirsiniz ve başarıyla yaparsınız. Elinizde hiç imkân yoksa kendinizi savaş gücü yaparak düşmanı yenilgiye uğratacak bir savaşı yine de ortaya çıkartabilirsiniz” diyor. 14 Temmuz Çizgisi bize bunu öğretti. Gerilla da bu çizgide gelişti.
Dikkat edelim 2 yıl sonra, 14 Temmuz Direniş kararlılığını, 15 Ağustos 1984 Atılımı’yla en etkili, yaygın hayata geçiren gerilla oldu. Bütün bu gelişmeleri yaratan mücadeleyi, gerilla ve halk direnişini ortaya çıkardı. Şimdi de gerilla gelişen bu topyekûn faşist-soykırımcı düşman saldırılarına karşı direnişe öncülük ediyor. 40 yıldır aralıksız süren bir savaştan bahsediyoruz. Bir ay sonra 15 Ağustos Gerilla Atılımı’nın 40’ıncı yıldönümüne girilecek. Mevcut savaş 40 yılını geride bırakacak. 40 yıldır gerilla savaşıyor. Yenilmeyen, ayakta kalan, küresel düzeyde uluslararası komplo örgütleyip saldırmalarına rağmen bütün bunları boşa çıkartarak Kürt Özgürlük Mücadelesi’ni yürüten gerilla direnişi, 40’ıncı yılını dolduruyor.
Tarihsel olarak 19’uncu, 20’nci yüzyıl direnişlerinden söz ediyoruz. Bazıları bırakın 40 yıl, 40 gün bile ayakta kalamıyor. 40 haftayı bulanı yok. Ama Önder Apo’nun örgütleyip geliştirdiği, PKK’nin yürüttüğü direniş, 40 yıldır kesintisiz bir biçimde, devrimci savaş ve direniş temelinde sürüyor. 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Direnişi’nin fedai ruhu, çizgisi 15 Ağustos gerillasında somutlaştı, örgüte ve eyleme dönüştü, kadın ve halk direnişi haline geldi. Ulusal Diriliş Devrimi’ni gerçekleştirdi, özgürlük devrimlerini başlattı, yürütüyor. Giderek Kurdistan sınırlarını aşıyor, bütün bölgeye ve dünyayı etkileyen bir düzeye ulaşıyor. Böyle büyük bir güç, kendisini büyük bir enternasyonalist, küresel hareket haline de getirdi.
Şimdi bu bakımdan içinde bulunduğumuz günler, çok anlamlı, büyük dersler çıkartacağımız günler. Demek ki 14 Temmuz’dan 15 Ağustos’a giden süreç tümüyle bu gerçekliği doğru anlamamızı gerektiriyor. Bunları doğru anladığımız zaman düşman kimdir, ne yapmak istiyor anlarız. Hain-işbirlikçi kimdir, ne yapmak istiyor görürüz. Haine karşı nasıl mücadele edileceğini, işgalciye karşı nasıl mücadele edileceğini, soykırımcıya karşı, reformist ve teslimiyetçiye karşı nasıl mücadele edileceğini bilir ve bu soruların cevabını buluruz. Bu da bizi doğru mücadele etmeye ve başarmaya götürür. Bunun için de ışığımız, en temel güç kaynağımız her zaman 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Direnişi’dir.
Kuşkusuz bu temelde gelişen birçok direniş var. Ama hepsinin temelinde 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Direnişi var. Bir an bile olsa bu gerçeği unutmamamız gerek. Her koşulda doğruyu bulma, özgürlük için mücadele etme ve kazanma yolunu 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Direnişi gösteriyor. O halde 14 Temmuz’un dersini iyi ve doğru anlamalıyız. Yeterli, doğru özümsemeliyiz ve bu çizgide mücadele ettiğimiz sürece her zaman kazanacağımıza dair inancımızı çok güçlü bir şekilde korumalıyız. Çünkü 14 Temmuz Çizgisi, kazanma ve zafer çizgisidir. Zorluklar, yokluklar altında, her türlü engel ve baskı ortamında mücadele etme çizgisi olduğu kadar, aynı zamanda mücadelede zaferi elde etme, başarı kazanma çizgisidir.
43’üncü direniş yılında da hareket ve halk olarak tüm devrimci-demokratik dostlar olarak bu çizgiyi esas alacağız, özümseyeceğiz. 14 Temmuz Fedai Direniş ruhuyla, yöntemiyle mücadele edeceğiz ve mutlaka kazanacağız. Bunlar temelinde bir kere daha 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Direnişi’nin 43’üncü yıldönümünü selamlıyor, şehitlerini saygı ve minnetle anıyoruz. Yine 43’üncü direniş yılında İmralı ve gerilla direnişi öncülüğünde yürüttüğümüz özgürlük ve demokrasi mücadelesinde tüm yoldaşlara, halkımıza, dostlarımıza üstün başarılar diliyoruz.
– Yaşasın 14 Temmuz Fedai Direniş Ruhu
– Bijî Rêber APO!